Sen Başkasın 2.Bölüm

 2.BÖLÜM



Biz geldiik

Daha ilk bölümden kurguya ısınmış olmanıza çok sevindim <3

İyi okumalar!

 

~~~

 

 

Birinin bana bakışlarını dikmesi, dikkatle beni süzmesi genel olarak bayıldığım bir durum sayılmazdı.

Dikkat çekecek işler yapmayı sevsem de dikkat çekmeyi sevmezdim.

Arabamın arka koltuğunda, Doğan’ın sürücülüğünü yaptığı bir yolculuktayken normal şartlarda üstümde hiçbir bakış hissetmemem gerekirdi. Ancak normal olmanın yanından dahi geçmeyen şartların etkisindeydik.

Koltukta hemen yan tarafımda oturuyor olan bedene ait büyüleyici gözler tarafından dakikalardır gözlem altındaydım.

Ben ne zaman başımı çevirsem bakışlarını aceleyle kaçırıyordu. Bunu hızlıca yapabildiğini ve benim fark etmediğimi sanması gülünçtü. Önüme bakarken bile bana nasıl dikkatli bakışlar atıyor olduğunun gayet farkındaydım çünkü.

Hastanedeyken saçlarında olan tokayı, oradan çıkmak için hareketlendiğimiz sırada parmaklarıyla çekiştirmiş ve koparır gibi saçlarından ayırmıştı. Saç uçlarına doğru yoğunlaşan sarıya dönük bukleleri darmadağındı. Uzanıp saçlarını bir düzene sokma dürtüsüyle kıvransam da ona dokunmaya çalıştığımda kendisini yere atışını hatırlayıp durduğumdan buna girişmemiştim.

Telefonda Doğan’a ayarlamasını söylediğim psikoloğun yanına doğru yola çıkmıştık az önce. Umay’ın hastaneden bizimle çıkarken inat edeceğini, gelmek istemeyeceğini düşünmüştüm ancak odasının kapısında yaşadığımız garip tanışma anından beri tek tepkisi sessizlikti.

Doğan’ın gelmesi, hastanedeki çıkış işlemleri, arabaya gelişimiz… Umay tüm bu süre boyunca bacağıma yakın bir konumda küçük adımlar atarak beni takip etmekle meşgul olmuştu.

Ona ne adımı ne de kim olduğumu söylememiştim. Bir yabancıydım, ki kendimi tanıtsam da onun için yabancıdan öteye geçebilmem zordu. Yine de peşimde yavru ördekler gibi geziniyor olması sanırım daha fazla delirmemem için bana tanınmış bir şanstı.

Benimle gelmek istemeseydi onu nasıl ikna edeceğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Birazdan yanına varacağımız psikoloğa soracağım en önemli soru da buydu, benimle kalmayı istemesi için ne yapmalıydım?

Araba şehrin trafiğine karışıp bazen hızlı bazen yavaş ilerliyorken Umay’ın herhangi bir güvenlik önlemi olmadan koltukta oturması nedeniyle kasılıp duruyordum.

Onu ilk gördüğüm anın bir ölüden farksız görünüme sahipken oluşu nedeniyle olacak ki, zarar göreceğine dair yoğun bir strese sahiptim.

“Daha yavaş,” dedim Doğan’a. Trafik açılınca hızını arttırmıştı. Sesimi duyduğunda araba sağ şeride geçerek yavaşladı. “Bebek koltuğu da alınsın araç için.”

“Halledeceğim, Ateş Bey.”

Doğan beni onaylarken ismimi kullanınca, beklenmedik bir an yaşandı. Beklemediğim bir anın beni sarsması da kaçınılmaz olmuştu.

“Ateş,” diye tekrarlamıştı Umay zar zor duyabildiğim kısıklıktaki sesiyle. İsmimi dudaklarından dökerken t harfini biraz ş harfine yuvarlamış olsa da onu duymuş ve anlamıştım.

“Sıcak oluy ateş.” diyerek kendi kendisine bir şeyler daha söylerken çekinmesini umursayamadan başımı direkt ona çevirmiştim.

“Ateş, benim.” demiştim bakışlarım küçük yüzündeyken. “Adım Ateş.”

Gözlerini kırpıştırarak bana baktı bir süre. Zayıf bir çocuktu. Bu yaştaki bir çocuk ortalama kaç kilo olmalıydı bilmiyordum ama onun normalden zayıf olduğunu anlamak için buna ihtiyacım yoktu.

“Sıcak mı?” diye sorduğunda ne demem gerektiğini biraz uzun düşünmüş olacaktım ki Umay cevabını kendi almak için saniyelik bir hareketle elini uzatıp elime dokundurdu. “Sıcak yok,” dedi kendisine bilgilendirme yaparak.

Adım Ateş demiştim, ateş kadar sıcak mıyım diye mi bakıyordu?

Mantığının nasıl çalıştığını birkaç saatte çözebilmem mümkün değildi. Daha önce bir bebekle baş başa kalmışlığım bile yoktu.

Elime dokunan parmaklarını geri çekmesi için çırpınmak yerine tüm hayati fonksiyonlarımı kısıtlayıp olabildiğince tepkisiz ve hareketsiz kalmıştım. Oysa pek tanımadığım biri bana dokunacak olduğunda hiç hoşlanmaz, kaçacak delik arardım.

Elini çekmesin diye böyle bir taviz veriyordum, üstelik bunu refleksle yapmış üzerinde hiç düşünmemiştim.

Umay elini kendi kucağına geri indirdiğinde bakışları dikkatle yüzümdeydi. Gözleri… Gözleri o kadar güzeldi ki bu manzaraya alışana dek her baktığımda feleğim şaşacak gibiydi.

“Sıcak değilim,” dedim elini çektiği için artık konuşmakta bir sakınca görmeyip. “Adım Ateş sadece. Senin adının Umay olması gibi.”

Başını salladı usulca. Ne anlamıştı, ne kadar anlamıştı bilmiyordum ama anlamış görünmeyi tercih etmişti.

Biraz sessiz kaldı. Ona bakmayı bırakmamıştım. Bakışlarımdan kaçmadan bana bakmaya devam etmesi cesaretlenmeme neden olmuştu.

“O kim?” diye sorarken sesi kısıktı. Kastettiği kişinin Doğan olduğunu anlamıştım bakışlarının kaydığı yerle.

Kim demekle sanırım adını öğrenmeye çalışıyordu, zira henüz benim kim olduğumu da bilmiyordu. Sadece adımı öğrenmişti.

“Doğan,” dedim kısaca cevaplayıp. Umay biraz durup düşündü. Bu sırada ön taraftan ses yükselmişti.

“Memnun oldum, prenses.”

Doğan’ın cümlesiyle birlikte Umay çekingence bana baktı. Ne yapması gerektiğini bilmediği için bana merakla bakışı… Çok yeniydi. Tıpkı ona dair her şeyin yeniliği gibi, yepyeniydi.

“Seninle tanıştığı için mutlu olmuş,” dedim aklıma ilk gelen açıklamayı yaparak. Bu onun anlayabileceği düzeyde bir açıklama mıydı, birazdan anlayacaktım.

Umay’ın kızarık, öne doğru şiş duran dudakları kıvrıldı. Sakin, tatlı bir gülümsemeyi birkaç saniyeliğine yüzünde ağırladıktan sonra konuştu. “Ben de meymun oldum, piyens.”

Doğan’ın attığı kahkaha kulağıma dolarken yüzümde nasıl bir ifade oluştuğundan habersizdim.

Doğan memnun, Umay ise meymun olmuştu ancak ben bu sohbete pek bayılmamıştım.

Onun gözünde prens olabilmek için kendisine prenses demek yeterli miydi? İşimiz vardı.

Araba durana dek başka bir konuşma gerçekleşmemişti. Umay sessizce camdan dışarıya odaklandığında ben de tüm kalan zamanı onu izleyerek geçirmiştim.

Ufacıktı, her şeyden habersiz, kırılgan bir candı ve ben onunla nasıl hayatıma devam edeceğime dair çok fazla soru işaretine sahiptim.

“Burası, Ateş Bey.”

Doğan’ın işaret ettiği yere doğru camdan baktığımda dört katlı şık bir bina ile karşılaşmıştım. İkinci katın hizasında asılı tabela ise asıl varış noktamızın orası olduğunu gösteriyordu.

Kapıma uzanıp açacak olduğumda hareketlenmemle birlikte Umay’ın yerinde telaşla doğrulduğunu fark etmiştim. Onunkini aratmayacak bir endişeyle başımı çevirdim. Bir şey mi olmuştu?

“Umay?” diye seslendim sorar gibi.

“Ney?” diyerek ilk tanıştığımız anı anımsattı bana.

“Bir şey mi oldu?”

Uzun uzun yüzüme bakmakla yetindi.

Arabadan inmek istiyor gibi durmuyordu. Onu psikoloğun yanına götürmekte zorlanacağımı düşünerek çözüm yolu aramaya başladığımda ise beni -tıpkı bundan sonra da yapacağı gibi- yanıltmıştı.

Yine küçük bir ördek yavrusu gibi peşimden adımlamış, binaya girerken sessizce beni takip etmişti.

Benim önümde de Doğan vardı. Ona, birkaç saat içerisinde bulduğu psikoloğa özelimi açacak kadar güveniyordum. Gereken özeni göstermiş olduğundan emindim. Fakat bu, birazdan duyacaklarıma dair kendimi hazır hissediyorum demek değildi.

“Önce sizinle bir görüşelim, Ateş Bey.”

Kırklı yaşlarının ortasında olduğunu tahmin ettiğim kızıl saçlı kadın tarafından odasına yönlendirildiğimde girişteki bekleme alanında kalacak olan Umay’a doğru bakmıştım önce.

Doğan’ın yanındaydı. Gözlerimi yüzüne çevirdiğimde bana kafası karışmış bir halde baktığını görmüştüm. Aklından neler geçtiğini bilebilmek isterdim.

Odaya girdiğimde beni aşina olduğum bir manzara karşılayacak sanmıştım ancak burası sıradan bir yer değildi, odak noktası çocuklardı.

Sürekli değiştirdiğim, hiçbirinden hayatıma herhangi bir değişiklik yapacak kadar etki alamadığım psikologların odalarından farklı bir ortamdı. Renkli, bol eşyalı ve göz yoran bir odaydı.

Odanın ortasında duran masanın önündeki koltuklardan birine oturduğumda sırtım dik bir konumdaydı, olabildiğince az yere temas ederek yerleşmiştim.

“Umay ile görüşmeden önce sizden alabileceğim kadar bilgi almak istedim, böylesi daha sağlıklı olacaktır.”

“Umay…” dedim adını zikrederek. “Benim kızım.”

Kadın yavaşça başını salladı. Bu kısmı bildiği, Doğan’ın çoktan bunu söylediği kesindi zaten.

“Dün öğrendim,” dedim üstümden henüz atamadığım yükle birlikte. “Bir mektup aldım ve onu hiçbir canlının barınamayacağı bir harabede zar zor nefes alırken buldum.”

Karşımdaki bir profesyoneldi, yüzünden herhangi bir tepki okuyamıyordum. Sadece beni dinliyor görünüyordu, fazlası yoktu.

“Annesi..?” dedi ben duraksadığımda araya girip. “Ona dair ne söyleyebilirsiniz? Umay kaçırılmış ya da kaybolmuş olabilir mi?”

Elimde bir kâğıt parçası olmasaydı, Umay’ı o ev bozması yerde bulduğumda benim de ilk düşüncem kaçırılması ihtimaline dair olurdu.

“Hayır,” dedim bakışlarımı masanın arkasında kalan duvara doğru çevirip. “Kaçırılmış ya da kaybolmuş değil, oraya terk edilmiş.”

“Kim tarafından?” diye sordu bu kez.

“Annesi,” dedim üstüme soğuk bir rüzgar esmiş gibi hissederken. “Bıraktığı mektup bunu gösteriyor.”

Onu orada bulduğum ilk anda bağlantı kurmak çok zordu. O evde bir süredir tek başına oluşunu kabullenmek, ölmek üzere olduğunu düşünmek akıl alacak gibi değildi çünkü.

Bir yanlışlık, bir sebep düşünmeye çalışmış ancak sonunda kabullenmek zorunda kalmıştım.

“Siz de çok fazla bir şey bilmiyorsunuz, doğru anlıyorsam.”

Başımı salladım. Öyleydi.

“Umay bugüne kadar ne yaptı, nerede ve nasıl yaşadı? Hiçbirine cevabım yok.”

“Bunların cevabını bize Umay’ın vermesini beklemek uzun sürecektir Ateş Bey. Bu bir süreç, kısa süreceğini düşünmüyorum.”

“Şu an bunların cevaplarıyla değil, beni tanımasıyla ilgiliyim. Benimle yaşayacak, bundan sonra yeri hep yanım. Bütün bunları ona nasıl anlatmalıyım, nasıl yaklaşmalıyım bilmiyorum.”

“Ona sorular sormak yerine, onun sorularını cevaplamalısınız. Ben de yardımcı olacağım, merak etmeyin.”

Yeterince ikna edici gelmese de itiraz etmedim.

Kadın bana sorular sormaya devam etti, dünden ve bugünden sorduklarına cevaplarım vardı ancak daha önceye dair sorduğu sorulara cevaplarım olmadığına gerçekten emin olduğunda üstelemedi.

“Umay’ı çağıralım artık o zaman. Siz de tüm konuşma boyunca burada olun dilerseniz, Umay için güvenli alan olmanız aranızdaki iletişim için çok değerli.”

Güvenli alan… Onun için olmam gereken ilk şey buydu.

Korku dolu, ürkek bir bebekti ve ona sağlayacağım güvene ihtiyacı vardı.

 

 

~

 

 

Ateş’in Umay’dan bir şeyler öğrenebileceğine dair umudu, bunu bir profesyonel eşliğinde dahi başaramadığında hızla sönüp kaybolmuştu.

‘Yanındaki adamı tanıyor musun?’ diye sormuştu Umay’a psikolog. Umay arabadayken öğrendiği ismi usulca mırıldandığında ise psikolog bu kez konuyu usulca annesine ve var olabileceğini tahmin ettiği bir baba modeline sürüklemeye çalışmıştı.

Ne olduysa da o anda olmuştu zaten.

Umay’ın kanı çekilmiş gibi rengi solmuş, az önce Ateş demek için aralanan dudakları kapanmış ve bir daha ağzını bıçak açmamıştı.

Psikoloğun kalan tüm çabası boşunaydı. Umay onunla göz teması kurmaya dahi devam etmemişti. Kendi kucağına doğru bakmaya, çenesini yine göğsüne doğru eğip olduğu yerde mümkünmüş gibi daha da küçülmeye çalışmıştı.

Ateş’in sabrının olmadığını, en az kızı kadar darmadağın bir halde olduğunu anlayan kadın çareyi durumu daha açık hale getirmekte bulmuştu. ‘Ateş senin baban, Umay. Artık hep yanında olacak.’ demişti uzatmadan.

Ateş bunun üzerine gelecek olan tepkiye kendini hazırladığını düşünerek beklese de yaşanacak olan hiçbir şeye hazır değildi. Kızı da bunu anlamış gibi tepkisiz kalmıştı. En azından birkaç dakika boyunca böyle olduğunu sanmalarına sebep olmuştu.

Ateş bir iki saat önce benzer bir anın yaşandığını, kızın tepkisiz kaldığını sandığı anın sonunda yanaklarına dökülen yaşları gördüğünü anımsadığı gibi başını eğip daha dikkatli bakmıştı Umay’a.

Boşuna değildi. Umay yine yanaklarını gözyaşlarıyla nemlendirmiş ancak sessizce önüne eğilmiş duruyordu.

Ateş’in planı bu odadayken çoğu şeyin çözüme kavuşmasıydı ancak buranın Umay’a iyi geldiğinden emin değildi. Bu şüphe ayaklanmasına neden olmuştu.

O ayağa kalktığında ise kaplumbağalar gibi kabuğuna çekilip saklanan kızı hareketlenmişti hemen. Başını kaldırıp ıslak gözleriyle adama doğru bakarken boynu geriye doğru son raddeye kadar eğikti.

Az önce kendisine ‘artık hep yanında olacak’ denildiği halde ayağa kalkıp gitmeye niyetlenen adama kırık bir bakış atmıştı farkında bile olmadan.

Gidiyordu çünkü.

Giderken kendisini de mutlaka yanında götüreceğini, artık o olmadan bir adım bile atmayacağını henüz bilmiyordu. Bunu herkes yavaş ama sağlam şekilde öğrenecekti.

“Hadi Umay,” dedi Ateş ayağa kalktığında. Umay bu sesi duyana dek yaşadığı karmaşayı sindiremeden bir yenisiyle sarmalanmıştı şimdi.

“Hadi ben,” diye tekrarladı kendi kendine sessizce.

Ateş onun otomatik çevirilerine henüz alışamamıştı ama alışacaktı. Umay dinliyor, dinlediğini kendisi için daha anlaşılabilir kılmak üzere tercüme ediyordu.

Bacaklarının tamamının sığdığı, ayaklarının dahi üstünde olabildiği koltuktan güç bela kıpırdadı. Üstüne giydirilen kıyafetleri sevmişti ancak bedeni kumaşları yabancılıyordu.

Ateş her konuda hassas bir adamdı ancak konu giysilerse, Ateş dünyanın en hassas adamıydı.

Doğan ve Sinan da bu bilinçle, sabit bir tecrübeyle özenli davranarak Umay için giyecek bir şeyler almışlardı.

Koltuktan indiğinde pantolonun üstüne düşen tişörtün etekleri usulca düzeltmeye çalışmıştı. Minik elleri bunun ile meşgulken adımları da bir o kadar aceleciydi. Ortalama bir insana göre tek adımlık mesafede kendisini bekleyen babasına doğru üç dört adımdan fazlasını atması gerekmişti çünkü.

Dizinin dibine gelebildiğinde Ateş’in onu izlediğinin farkında değildi. Tek odağı onun yakınında durup takip etmekti.

Günlerdir gördüğü ilk insanlar önce hastanedeki çalışanlar, sonra da Ateş ve Doğan olmuştu. Ona şefkatle yaklaşan hemşireleri sevmişti, kendisine güzel kıyafetler alan ve arabaya bindiren Ateş ve Doğan’a karşı da hisleri olumluydu.

Kimsenin olmadığı, kötü kokan o eve geri dönmek istemiyordu.

Evine dönene dek bu insanlarla durursa daha iyi olacağını düşünmüştü küçük aklıyla.

Psikoloğun kısa ısrarına rağmen Ateş hiçbir tereddüt göstermeden odadan çıkmıştı. Onun adımlarına yetişmeye çalışan Umay da peşindeydi tabii.

Doğan kapının açıldığını görünce oturduğu yerden hızla kalkmıştı. “Ateş Bey,” diyerek selam verir gibi konuşsa da sesinden hafifçe şaşkınlığı okunuyordu. Umay içeriye girdikten sonraki görüşme tahmin ettiğinden çok kısa sürmüştü.

“Eve gidiyoruz.” Ateş direkt olarak konuşup Doğan’ı aydınlattıktan sonra ise çok geçmeden arabadaki yerlerine geri dönmüşlerdi.

Araba gidilecek yolun yarısını geride bırakmışken Ateş fazlasıyla dalgındı. Önündeki koltuğun baş kısmına bakışlarını dikmiş ancak orayı görmediği dışarıdan anlaşılır şekilde dalgın bakıyordu.

“Ateş,” diyen Umay’ı duyduğu anda ise sanki dalgın olan bir başkasıymış gibi hızla soluna çevirmişti bakışlarını. Peltek bir şekilde adını mırıldanan kızına dönmüştü. “Efendim?”

“Senin evin piş olmuş mu?”

Ateş duraksadı. Doğan ise duyduğu soruya başka birinden gelse gülebilir gibi hissediyordu. Ateş’in yaşadığı evin pis olması mümkün değildi. Onunla beş dakika geçiren biri böyle bir soru sormaya gerek bile duymazdı.

Ancak durum farklıydı.

Birkaç saniye içinde iki adam da sorunun nedenini kavrayabilmiş ve kavradıklarına hiç memnun olmamışlardı.

Dün akşam Umay’ı buldukları harabeydi pis olan. Pis, yıkık, dağınık, eski… Barınılacak bir yer için gereken tüm güzel özelliklerin tersi o ev için söylenebilirdi.

“Gideceğimiz yer temiz,” dedi Ateş geç kalmadan. “Çok temiz, sen geleceksin diye bugün yeniden temizlediler hem de.”

Günlük olarak zaten temizlenen bir evdi ancak Ateş elbette eve bir bebek gelmeden önce evin dip köşe yeniden temizlenmesini istemişti. Kimse de şaşırmamıştı.

“Şok temiz,” dedi Umay sessiz sessiz. Bazı sözcükleri bazen doğru telaffuz ediyor, bazense heceleri hatalı çıkartıyordu dudaklarından.

Ateş, ondan ev ile ilgili başka sorular gelecek mi diye bekledi ancak başka soru duymadı. Umay’ın tek kıstası evin temiz olmasıydı.

Tozlu, ciddi anlamda kirli bir evde uzun süre kalmak onu yormuştu.

Bir sonraki soru, araba neredeyse eve varmışken gelmişti. Aniydi, beklenmedikti ama aslında beklenmeliydi. Arabadakiler soruyu duyunca beklemeleri gerektiğini anca fark edebilmişlerdi.

“Annem gelebiycek mi senin evine? Nasıl gelcek? Beni nasıl alcak?”

Yol uzayınca Umay bunu düşünmüştü hemen. Annesi bunca yolu nasıl gelecekti? Onun nerede olduğunu nasıl bulacaktı?

“Annen…” diyebildi Ateş önce sadece. “Geleceğini mi söyledi sana? Ne dedi?”

Umay başını salladı tatlı tatlı. Gözlerini kırpıştırırken dikkatle Ateş’e bakıyordu. “Umay sen bekye, anne gelcek. Uşlu uşlu bekye.”

Umay, annesinin ona söylediklerini eksiksiz şekilde babasına aktardığında Ateş sırtından başlayan bir ağrı hissetti. Sırf orada kalsın diye böyle kandırmıştı kızını, evden çıkmasın diye uslu olmasını öğütleyip ortadan kaybolmuştu. Bu muydu?

Ölmesinin umurunda olmadığını daha önce zaten söylemiştin, şimdi de umursamazsın herhalde. Ben yine de kızından habersiz bırakmadım seni. Bu iyiliğimi unutmazsın artık Ateş Karmen.

Onu Umay’a götüren mektuptaki son birkaç cümleydi bunlar. Umay’ın annesi tarafından yazılmış, acımasızca sıralanmış cümlelerdi.

Araba evin bahçesine açılan demir kapıdan geçtiğinde ve gidebileceği en uç noktada durduğunda henüz Umay’ın söylediklerinin ardından kimse bir şey söyleyebilmiş değildi. Umay bunu garipsememişti. Sadece annesiyle ilgili sorduğu soruya cevap gelmesini tercih ederdi ancak dikkati camdan gördüğü dikkat dağıtıcı unsurlar ile bir an ellerinden kaymıştı.

“Şişekley!” demişti göğsü hızla şişip sönerken. Bu Ateş’in ondan şu ana kadar duyduğu en yüksek sesti.

Şişekley çiçeklerdi. Evin yan ve arka cephesinde büyük bir alan kaplayan yeşil kısımlarda renkli çiçeklerle estetik bir görüntü yakalanmaya çalışılmıştı.

Ateş, varlığını hiç bu denli heyecanla karşılamamıştı elbette bu çiçeklerin. Varlardı, göze güzel gözüküyorlardı; bu kadardı.

Umay onunla aynı fikirde değildi. Ne bahçenin ortasındaki büyük eve ne de başka bir şeye bakışları kaymadan dikkatle çiçekleri izliyordu.

Doğan arabadan inip kendi kapısını kapattığında Umay’ın olduğu tarafa doğru adımlayıp arka kapıyı da açmıştı. Ateş, onun çiçeklere doğru fırlama ihtimaline karşı dikkat kesilse de Umay hareketlenmemişti hiç. Sadece izliyordu.

“Geldik eve, prenses. Arabadan in bakalım.”

Doğan’ın konuşmasıyla birlikte Umay arabadan inmek için kendisini harekete geçirmeden önce göz ucuyla Ateş’e bakmıştı. Ateş bunun bir çeşit izin alma bakışı olduğunu düşünerek araladı dudaklarını. “İnebilirsin, Umay.”

“Ateş?” dedi Umay sessizce.

“Efendim?”

“Ateş gelmiyo mu?”

Ateş, kızının izin falan istemekle işi olmadığını anlayınca oyalanmadı daha fazla. “Ben de geleceğim.”

Umay bu cevabı yeterli bulunca Doğan’ın uzattığı ellerine tutunup arabadan inmişti. Buna atlamak da denilebilirdi aslında, minik boyuyla koltuktan aşağı inerken daha çok atlıyor gibi görünüyordu çünkü.

“Evde de şişekley vay mıdır?” Doğan, bu sorunun kendisine yönetildiğini biraz aşağı bakınca anlamıştı. Umay çenesini yukarı dikmiş ona bakıyordu.

“Bu kadar çok yok,” dedi dürüstçe. Evde birkaç salon bitkisi vardı ancak Umay’ın onlara ‘şişekley!’ diye hevesleneceğini sanmıyordu.

Umay anlamış gibi başını salladı. Sonra bulunduğu yerden adımlayıp arabadan inmiş olan Ateş’in dizinin dibine gitti ona özgü hızıyla.

Ona özgüydü, zira etrafındaki insanlar ondan o kadar uzunlardı ki adımları Umay’ı beşe katlıyordu.

“Ben geldim,” dedi Ateş’in onu görmeme ihtimalini düşünerek. Bacağının yanında duran bedeni çoktan fark etmiş olsa da Ateş bunu dile getirmedi. “Hoş geldin,” diyebildi sadece.

Bu, yanına gelişiyle birlikte birden çok ‘hoş gelişi’ kapsıyordu.

Yanına, evine, hayatına… Umay gelmişti.

Ateş evin kapısına doğru olabildiğince yavaş yürümeye başladı. Umay onun adımlarına yetişirken nefes nefese kalmasın diye kendisine sürekli yavaş olmayı hatırlatmaya başlamıştı şimdiden.

Kapıya doğru giderlerken Umay’ın bakışları gittikleri yoldan çok, yanlarda kalan çiçeklerdeydi. Ateş de onun bu bakışlarını gözden kaçırmıyordu elbette.

“Sonra çiçeklere daha yakından bakarsın, önce eve girelim. Olur mu?”

Umay başını kaldırıp Ateş’e baktı. Maviyle kahvenin buluştuğu irisleri babasının yüzünde geziniyordu. “Oluy,” dedi hiç üzülmeden. “Sonya bakıcam.”

Bu sırada onlardan öne geçip kapıya varmış olan Doğan zili çalmış, kapı yola çıktıklarını çoktan haber almış olan Sinan tarafından açılmıştı.

“Sen çekil,” dedi ikizine doğru Sinan. Ateş’in biraz uzakta -kızının adımlarına uyma pahasına yolun yarısında- olmasından faydalanmıştı. Rahattı. “Bebiş nerede?”

“Sulu sulu hareketler yapma, ikisi de diken üstünde zaten. Düzgün dur.”

Sinan yüzünü buruşturdu. Durumun vahametini az çok tahmin ediyordu. “Çok mu kötü?”

“Karışık,” diyebildi Doğan. Neyin ne olduğunu henüz o da anlamış değildi.

Konuşmaları devam edemeden baba kız da onlara yetişmiş, Ateş -ve bacağının bir eklentisi gibi yürüyen Umay- kapıya varmışlardı.

“Hoş geldiniz Ateş Bey,” diye konuşan Sinan’a başını salladı hafifçe Ateş. “Her şey hazır, değil mi? Odayla ve evle ilgili dediklerim halloldu mu Sinan?”

“Hepsi halledildi, ben bizzat kontrol de ettim. İçiniz rahat olsun.”

Ateş’in içi şu anda rahat olmaktan fazlaca uzaktı. Yine de oturup bunu anlatacak hali yoktu tabii.

“Odasını tanıtmak üzere küçük hanımın tur rehberliğini de yapabilirim dilerseniz, her detaya hakimim. Oyuncaklarla ilgili bilgi sahibiyimdir.”

Sinan’ın eğlenceli tavrıyla birlikte Umay’dan nasıl bir tepki geleceği konusu hepsi için merak kaynağıydı. Umay’ın oyuncakları duyunca heyecanlanacağını, görmek için acele edebileceğini düşünmüşlerdi ancak o Ateş’in yanında durmayı sürdürüyordu.

Dudakları aralanmış ancak ne odadan ne de oyuncaklardan bahsetmemişti. “O kim?” demişti tıpkı arabada Doğan’a yaptığı gibi.

“Sinan,” dedi Ateş. “Doğan’ın kardeşi. Doğan ve Sinan da bu evde kalıyorlar. Benim arkadaşlarım.” Umay için en anlaşılır açıklamanın bu olduğuna kanaat getirmişti o an.

Umay kısa bir an düşündü. Ardından mırıldandı usulca. “Meymun oldum.”

Sinan dişlerini sıka sıka Doğan’a doğru baktı. Doğan ikizinin yüzüne bakınca durumu anlayarak öksürür gibi yaptı. Araya girmezse Sinan kendini kontrol etmeden Umay’ı kucaklayıp havaya ata tuta sevmeye başlayacak ve muhtemelen kovulacaktı.

“Ne oldun, ne oldun?” diye sordu Sinan.

Umay yanlış söylemediğinden gayet emindi, tekrarladı. “Meymun oldum.”

Bu kez ikizler dayanamayıp gülmeye başlamıştı. Umay onların güldüklerini görür görmez çekinerek sola kaydı. Kolu babasının bacağına temas etmişti.

Ateş bedenine çarpan sıcaklıkla başını eğdi hemen. Kızını kendisine bakarken bulmuştu. “Komik şöyledim,” demişti sorar gibi.

“Komik söylemedin,” dedi Ateş gayet düz bir ifadeyle. O gülmüyordu. Umay buna dayanarak güven buldu. “Komik şöylemedim,” dedi bu kez.

Yan yana durduklarında benzerlikleri fark edilebilir olan, ikiz denilmese de en azından kardeş oldukları ortada duran ikiliye baktı. “Gülmemelişiniz,” dedi bilgi verip. “Komik şöylemedim.”

Sinan bu bilgilendirmeyle birlikte daha da fazla gülebilir, Doğan da kendini kontrol etmeyi bırakıp sırıtabilirdi; ancak Umay’ın arkası kuvvetliydi.

Ateş Karmen bakışlarıyla ikizleri süzüyor, gülmeye devam ettikleri takdirde neler yaşanabileceğini açıkça anlatıyordu.

Ateş’in sinirinin bilinmezliği onunla çalışan insanlar için koca bir korku kaynağıydı. Neler yaşanabileceğini kestirememek daha fazla korkmalarına neden oluyordu.

“Kapıda kaldık,” dedi Doğan hem kendisini hem ikizini kurtarırken. “Girelim artık.”

Ateş, hava soğuk olmasa da dışarıda uzun süre kalmanın hastaneden yeni çıkmış bir bebek için sağlıklı olmayacağını düşündüğü anda başıyla Sinan’a kapıdan çıkması için işaret vermişti.

“İçeri girebilirsin, Umay.”

Umay öne doğru adımlamadı. Bu kez izin tamdı, Ateş’in konuyu anlaması uzun sürmemişti.

“Ben de geleceğim,” dedi bekletmeden. “Arkandayım.”

Yanından apar topar ayrıldıkları psikologdan öğrendiği tek şey ‘güvenli alan olabilmek’ olmuştu. Her adımında kendisi de yanında mı diye kontrol eden kızı sayesinde bunun önemli bir konu olduğundan da emindi artık.

Umay onu duyduktan sonra eve doğru adımlamak yerine öne doğru eğilmişti birden. “Ayakkabısım pişlenmiş,” dedi elleri ayaklarına uzanırken.

Pis ayakkabılarla eve girmeyecekti elbette. Dağ başı mıydı burası?

Sinan, Doğan’ı dürttü çaktırmadan. “DNA testi gibi bir an.”

Ateş bunu duymuş ancak duymazlıktan gelmişti. Umay’ın kendisi gibi takıntılara sahip olması son isteyeceği şey bile değildi. Bunu bir başka insan için dahi istemezdi, kızı için zaten hiç istemezdi.

“Çıkayamadım,” dedi Umay biraz sonra pes ederek. Ayağındaki ayakkabı yeniydi, neresinden tutup açacağını bulamamıştı küçük parmakları.

Ateş o an eğilmesi, uzanıp kızının ayakkabısını çıkartması gerektiğini biliyordu. Ancak beyninde bunu yapmaması gerektiğini söyleyen ses çok baskındı.

Attığı adımlara dikkat etmeyen, hastaneden bilinmedik sokaklara kadar yerlere basan Umay’ın ayakkabılarına dokunamazdı.

“Sinan,” diyebildi öylece. Onlardan böyle anlarda yardım almaya, çözüm üretmelerine alışkındı ancak ilk kez bunu dile getirirken canı böylesi sıkkındı.

Sinan bir an bile duraksamadan dizlerini kırıp yere eğilmişti hemen. “Ayakkabılardan kurtulmanıza yardım edeyim mi, Umay Hanım?”

“Benim adım Umay,” dedi Umay. Kendisinden diz çökmüşken de uzun olsa da Sinan şu an görüş açısına en yakın kişiydi. Ona rahatça bakıyordu. “Umay bişi bişi değil.”

Kelimeyi unuttuğu için eklediği ‘bişi bişi’ kısmı Sinan’ı güldürdü. “Anladım, Umay. Öğrendim şimdi.”

Sinan, Umay’ın ayakkabılarının yapışkan kısmını açtığında ayakkabı ayağından sıyrılacak kadar bollaşmıştı. 

Ayakkabıları onu havalandırıp çıkartmak daha rahat olacaktı. Doğrulup ayaklandı tekrar. Tüy kadar hafif görünen bir çocuğu kaldırmakta tereddüt edecek değildi ancak onu kucaklama konusunda başka bir tereddüdü vardı.

Bunu yapmaya hiç niyetlenmediğini bildiği Ateş’ten bir ilk çalmak istemiyordu.

“Ateş Bey,” dedi ona doğru bakıp. “Siz Umay’ı kaldırın, ben ayakkabılarını alayım ayağından.”

Bu bir nevi yemdi aslında. Ateş’e sunulmuş bir biletti daha doğrusu.

Sinan, Ateş’in bunu yapıp yapmayacağını deniyordu. Topu kendisine ya da ikizine atarsa onu daha fazla zorlamayacaktı.

“Kucağıma alayım,” dedi Ateş tekrarlamak ona düşünmek için zaman kazandıracakmış gibi.

Arabaya indirip bindirirken Umay hep Doğan’ın elini destek olarak kullanıp tırmanmıştı koltuğa. Ambulansla gelen doktordan başka kimsenin kucağında görmemişti Ateş onu.

Adını öğrendikten sonra eline usulca dokunuşu, bacağının dibinde beklerken belli belirsiz kendisine olan temasları… Ateş bunları düşünüp hızlıca bir karara varmaya çalışırken Umay bıkkınlıkla ayakkabılarını çıkartmak için yere oturacak gibi hareketlenmişti.

Babasına oldukça kuvvetli bir yardımda bulunduğundan habersizdi.

Ateş onun kapının dışında yere oturmasını zihninde alarmlarla karşıladığında öne uzanışı ve kollarının altından tutarak onu kaldırışı peş peşeydi.

Umay birden Ateş ile yüz yüze gelecek kadar havaya yükselmişti. Dudaklarından fırlayan ses şaşkınlıktandı fakat bulunduğu yeri yadırgamadan öylece durmuştu.

Ateş gövdesine yakın, biraz hareket etse kendisine değecek kadar yakınında tutuyordu Umay’ı.

“Çıkarttınız mı?” diye sordu arkasında kalan ikiliye. Aynı anda cevap gelmişti. “Yok!”

Cevap olumsuzdu çünkü henüz ikisi de Umay’ın ayakkabısına ellerini bile değdirmemişlerdi. Bu anı fırsata çevirerek oyalanabildikleri kadar oyalanıyorlardı.

“Acıdı,” diye mırıldanan Umay ile birlikte Ateş’in aklı uçar gibi olmuştu. Canını mı yakıyordu?

Ne yapacağını bilemeyerek kızının küçük yüzüne bakakaldı. Neyse ki onun aksine kızı, acımaya başlayan koltukaltları için çözüm yolunu bulmuştu.

Umay kendisini öne doğru itti. Bir kolunu Ateş’in omuzuna doğru bırakıp bedenini onun gövdesine doğru yasladığında Ateş’in kendisine yaptığı baskı azalmıştı. Elleri de refleksle biraz aşağıya kayıp sırtına doğru dolanmıştı.

Ateş’in o an dert edinebileceği belki on ayrı takıntısı sayılabilirdi, sıralanabilirdi fakat tüm odağı kucağındaki bedenin canını yakmamak oluverdiğinde bir süreliğine gözleri bir nevi kararmıştı.

Umay geçirdiği günlerin, yaşadıklarının ağırlığıyla birlikte günler sonra kendisini bir kucakta ve o kucaktan sızan sıcaklıkla sarmalanmış halde bulunca mayışarak yerine sinmişti.

Elini yasladığı omuza yüzü kendi eline kapanacak şekilde başını eğdiğinde Ateş kaskatı kesilmişti.

Yanağına değen buklelerini, aldığı nefeslerin sesini ve ona dair her şeyi böyle yakından hissetmenin tüm dengelerini bozduğu belliydi.

Kolları ilk kez kızını sarıyor, göğsü ilk kez onun bedenine sığınak oluyordu.

Sınırlarını geçmesine ses çıkartmadan, sınırları kendisine özel bir biletle aşıp içeri girmiş gibi varlığına sızan kızını tutarken aslında dünyasını kucakladığından bir süre daha habersiz kalacaktı.

Ateş’in düzeni temelinden sarsılacak, bu sarsıntılar onu çokça yoracaktı ama sığınağı da belliydi.

Yüzünü teğet geçen bukleler, boynuna çarpan nefesler, ağırlığı yokmuş gibi hissettirse de kollarında duran beden düzeni bozuldukça kaçacağı yeni sığınağıydı.

Hem yeniydi hem de ilkti.

 

 

~~~

 

 

Umay ile sizi tanıştırdığıma o kadar meymun oldum ki hahhshdjaklş

İlk bölümdeki tepkileriniz, desteğiniz ve beğeniniz için teşekkür ediyorum. Umarım böyle devam ederiz hep

Bölümde yakaladığınız detaylar varsa üzerinde konuşmak isterim :))

Sizi seviyorum

Yorumlar

  1. Onun gözünde prens olabilmek için kendisine prenses demek yeterli miydi? İşimiz vardı.
    Kral kızdı flflfşşf

    YanıtlaSil
  2. Çok tatlıyaaa Umay bişi bişi değilim yerim seniiii

    YanıtlaSil
  3. Gözleri o kadar güzeldi ki bu manzaraya alışana dek her baktığımda feleğim şaşacak gibiydi.
    Alışacağını düşünüyorsun demek

    YanıtlaSil
  4. ancak Umay’ın arkası kuvvetliydi. Bundan böyle hep öyle olacağını bilmek 😌

    YanıtlaSil
  5. “Ayakkabısım pişlenmiş,” dedi elleri ayaklarına uzanırken.

    Pis ayakkabılarla eve girmeyecekti elbette. Dağ başı mıydı burası?

    Sinan, Doğan’ı dürttü çaktırmadan. “DNA testi gibi bir an.”

    Piyemses yaaaa babasının kızııı

    YanıtlaSil
  6. “Sinan,” diyebildi öylece. Onlardan böyle anlarda yardım almaya, çözüm üretmelerine alışkındı ancak ilk kez bunu dile getirirken canı böylesi sıkkındı.

    Kızı için her şey olmak istiyor takıntılarının buna engel olması sinirini bozuyor 😔. Yarım bıraktığı çözüm bulamadığı terapilere devam etmesi ve çözüm bulmak için somut bir nedene ihtiyacın vardır belki ve o neden Umay oldu gibi

    YanıtlaSil
  7. Kolları ilk kez kızını sarıyor, göğsü ilk kez onun bedenine sığınak oluyordu.
    🥲 yaaa

    YanıtlaSil
  8. Ne yapması gerektiğini bilmediği için bana merakla bakışı… Çok yeniydi. Tıpkı ona dair her şeyin yeniliği gibi, yepyeniydi.
    🥲🥲🥲

    YanıtlaSil
  9. “Ben geldim,” dedi Ateş’in onu görmeme ihtimalini düşünerek. Bacağının yanında duran bedeni çoktan fark etmiş olsa da Ateş bunu dile getirmedi. “Hoş geldin,” diyebildi sadece.

    Hoş geldiiinnn her anlamda prenses

    YanıtlaSil
  10. Umayın her yerde fıtı fıtı babasını takip etmesi ve önden gidecekse gelip gelmediğini sorması😢
    Bir gün o arabadan babanın arkadan geleceğine güvenerek inanarak fırlayıp ineceksin. Arkana bakmasanda onun orada olduğunu bilecek arkana baktığında onu göreceksin. Göremezsen bile yinede onun hep orada olduğunu bileceksin

    YanıtlaSil
  11. KALBIM SÖKÜLDÜ COCUK SEVMEM LAZIM ACIL

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm