Düşten Farksız 35.Bölüm
35.BÖLÜM
“Poğaçalarım da soğuyor.”
Parmaklarımı birbirlerine geçirerek
tenimde görünmez çizgiler çiziyorken kucağımda duran ellerimden biri büyük bir
avuca hapsoldu. Dokunuşun kime ait olduğunu bildiğimden bakmaya gerek duymadan,
elimin yeni konumuna geçişine uyum sağladım.
Pars’ın kendi dizinin üstüne doğru çektiği
elimin parmakları onun parmaklarına dolanmıştı. Gerçi benim bütün parmaklarım
onun elini sarmaya yetmiyordu ama elimden geleni yapmıştım.
“Poğaçalarının soğumasından başka bir şey
düşünmediğinden emin misin? Bana pek öyle gelmiyor.”
“Özgür’ün ne zaman uyanacağını da
düşünüyorum.”
“Ahu…” deyişi dakikalar önce babamın
yaşadığı şoku hatırlamama sebep olduğunda gülecek gibi oldum. “Hım?” diyebildim
sadece.
Ona bakmamakta ısrarcı olmamdan
hoşlanmadığından olacak ki çenemi hafifçe tutup yüzümü kendisine doğru çevirdi.
“Özgün’den mi rahatsız oldun?”
Hiç sözcüklerinin altında gizlemeye
çalışmadan, direkt olarak sorması karşımdaki kişi Pars olduğu için şaşırılacak
bir durum değildi. Onun bu huyuna artık alışmaya başlamıştım. Fakat çoğu zaman
işime gelen bu huy şu an için çok olumlu bakabildiğim bir şey değildi.
“Olmadım,” dedim sessizce. Ona doğru artık
kendi isteğimle dönüktüm ama çenemdeki parmaklarını çekmeye niyeti yoktu.
“Sadece…”
Devamını getiremeden sustuğumda kaşları
havalandı. “Sadece ne?”
“Abimin abisi varmış,” dedim gözlerimi
kaçırarak.
Pars kapıyı açtığında karşımda bulduğum
bedeni uzun uzun incelemeye çok fırsatım olmamıştı. Bunun temelde iki sebebi
vardı. İlki hiç tanımadığım birine uzun uzun bakmanın ayıp olacağını
düşünmemdi. Bu kısım herhangi bir insanda da aynı şekilde var olurdu zaten.
Asıl fark ikinci sebepti. Kapı açıldığında refleksle baktığım yüzde koca bir
hiçlik vardı ve bu bana garip hissettirmişti.
Hayatımda, özellikle haftalar önce
başlayan ikinci yarısında bolca insanla tanışmıştım. Her biri ile de ilk kez
karşılaştığım anın bana düşündürdüğü şeyler olmuştu. Babam hissiz görünmeye
çalışan ancak karmaşasını hiç saklayamayan bir şekildeydi, Özgür beni ilk
gördüğünde sinirlerini bozmuşum gibi bakıyordu, Pars ise sakinliğini elden bırakmayan
ama sözcükleriyle savaşan bir şekilde Özgür’e laf atarken çıkmıştı ilk kez
karşıma.
Örnekleri çoğaltabilirdim ama bu üç adamın
karşılaştığım diğer insanlara oranla şu an benim için daha tanıdık olduğunu
düşünürsem en büyük kanıtlar onlardı.
Babam kapıdaki adamı kısaca tanıtıp onunla
birlikte mutfağa doğru geçmeden önce birkaç saniyeden kısa süre bakabildiğim
yüzde ise bana verilen ufacık bir ipucu bile yoktu.
“Sana daha önce söylemediler diye mi böyle
bakıyorsun? Akıllarına gelmemiş-…”
Pars’ı araya girip kendim konuşarak
susturdum. Özgür’ün bir abisi olduğunu öğrenmek bunu neden bilmiyordum diye
dertlenmeme sebep olacak değildi. Beni ilgilendiren bir şey bile değildi, yeri
ve zamanı gelmiş olsa öğreneceğimi biliyordum.
Beni şu an bu hale getiren, sabahın erken
saatinde ve dün yaşananların hemen sonrasında babamın onu neden çağırmış
olduğunu sorgulamaktı.
“İsmini duyduğunda yüzün değişti. Sürekli
gelen biri olmadığı çok belliydi.” dedim gözlerimi gözlerine dikerek. “Neden
babam dünden hemen sonra onu çağırdı?”
Gözlerine dikkatle bakmıyor olsam
göremeyeceğim kadar az belirgin şekilde bakışları yoğunlaştı. Bu tepkinin dünü
anmamdan olduğunu tahmin ediyordum. Gecem her ne kadar onun kollarındayken ve
sanki her şeyden çok uzaktaymış gibi geçmiş olsa da dün yaşananlar yanı
başımızdaydı.
“Bilmiyorum,” dedi çok beklemeden. Pars’ın
yalan söyleyebilmek gibi bir yeteneği olmadığını böylece fark etmiştim. Konuşma
şekli en az benim yanağımı kaşımam kadar onu açık ediyordu.
“Biliyorsun ama söylemiyorsun,” dedikten
sonra başımı kıpırdatıp çenemdeki parmaklarını düşürmeye çalıştım. Bunun bana
istediğimin tam tersine bir dönüşü oldu, parmakları tenimi daha sıkı kavradı.
“Babanın aklını okuyamadığım için üzgünüm, güzelim. Bu cevabı ondan istersen ve
benim parmaklarımdan kaçmak için bir daha kıvranmazsan çok sevinirim.”
Yüzümü ondan çekmek istememe onu tüm
gücümle itip evden kovmaya çalışmışım gibi tepki vermesine gözlerimi
kırpıştırarak baktım. Birkaç saniye yüzündeki, artık aklıma kazılı olan
detaylara bakakalmıştım ki beni kilitlemeye çalıştığını fark ederek kaşlarımı
çatıp çözüldüm. “Kandırma beni!” diye sızlandım.
Dudakları kıvrılır gibi oldu. “Tamam,”
dedi. “Kandırmıyorum seni.”
Hiç inandırıcı durmamasına oflayarak tepki
verdim. Ona beni tanıma fırsatı verdikçe savaşırken güçsüz duruma düşmeye
başlamıştım. İlk zamanlarda karşımda durduğunda ona söylemek istediklerim
yalnızca aklını donduracak laflar oluyordu. Şimdi tek derdim daha fazla bakmak,
daha fazla duymak, daha fazla hissedebilmek olmuştu.
“Yaklaştır yüzünü, kulağına bir şey
söyleyeceğim.”
Düşünmeden kulağımı dudaklarına doğru
uzattım. Yani en azından ona yaklaşırken bunu amaçladım. Ancak Pars’ın
‘kandırmıyorum seni’ derken hiç ciddi olmadığını anlamama sebep olacak şekilde
yanağımı sıkıca kavrayıp dudaklarımdan kocaman bir öpücük çalmasıyla omuzlarım
düşmüştü.
Bir şey söylemeyecekti. Dudaklarını
dudaklarıma bastırmak için beni ayağına çağırıyordu.
Saniyelik bir öpücükten fazlası değildi
ama buna rağmen dengemi sarsmış olmasına içimden sızlanarak geri çekildim hemen.
“Ne yapıyorsun?”
“Öpüyorum.”
Günlük bir işten bahseder gibi rahattı.
Gerçi bu öpücük işi artık günlük bir işe evrilmeye başlamıştı zaten. Pars
bulduğu her boşluğu dudaklarını dudaklarıma kapatarak doldurmaya yemin etmişe
benziyordu.
“Ama bir şey söyleyeceğim demiştin.”
“Öperken söyledim, duymadın mı?” derken
yüzünde yaramaz bir ifade vardı. “Tamam, sorun değil. Bir daha öpeyim tekrar
edeceğim.”
Göğsüne avucumu vurdum. Kılı
kıpırdamamıştı tabii ki. Babamdan nasıl yumruk atmam gerektiğini öğrenip Pars’a
saldırsa mıydım acaba? Hem işe yarar bir bilgiydi, zaman zaman Özgür’e karşı da
kullanırdım.
Gövdesine vurduğum avucumu bileğimden
yakalayıp kaldırdı. Avuç içime dudaklarını bastırmak üzere elimi yüzüne doğru
yaklaştırdığında içimin ısındığını göremesin diye ifademi ciddi tutmaya
çalışıyordum. Ne ölçüde başarılı olduğum tartışılabilir bir konuydu.
“Çığırtkan?”
Holden yükselen sesi duyduğumda
kıkırdadım. Mayıs’ın savaşı sonlanmıştı, Özgür’ü odasından çıkarabilmiş
görünüyordu.
“Salondayım,” diye seslendim dışarıya
ulaşacak kadar yüksek şekilde.
Adım sesleri gittikçe buraya yaklaştı. Bu
sırada Pars tuttuğu elimi bırakmamıştı. Elimi çekmek için çaba göstermedim.
Salonun geniş kapısından içeriye önce
Mayıs, ardından Özgür girdiğinde ikisinin yüzünde başta eş ancak devamında
fazlaca farklı ifadeler yer buldu.
Girerken ikisinin yüzünde ortak olan sıcak
ifade, bizi -yan yana- görür görmez Özgür’den koşarak uzaklaşmıştı. Mayıs
ifadesini bozmadan karşıdaki koltuğa doğru adımlarken Özgür birazdan çenesini
açacağını haykıran suratıyla ayakta durmaya devam etti.
“Bu ne?” diye eliyle Pars’ı gösterdi.
“Pars,” dedim sakince cevaplayarak.
Göz devirdi. “Baban nerede kızım senin?
Bırakmış seni bu ahlaksızın yanında, nereye kaybolmuş?”
“Az önce odana seni uyandırmak için kim geldi,
Özgür?” Pars’ın sorusunu beklemediğim için kısa bir an ona baktıktan sonra
yeniden abime döndüm.
“Ben,” diye mırıldandı Mayıs. Sevgilisinin
konuşmak yerine ters ters bakmasından sıyrılarak. Sonra uzanıp yanında ama
ayakta bekleyen Özgür’ün kolunu çekiştirdi. “Aşkım,” diye başladı. “Abim şey
diyor, Despina’yı yanımdan yiyorsa al.”
Özgür tek eliyle yüzünü sıvazladı.
Mayıs’ın çevirisi Pars’ın burnundan kısa bir nefes vererek gülmesine sebep
olmuştu.
“Abi,” diye mırıldandım Özgür’ün kriz
geçiriyormuş gibi görünmesine üzülerek. Yüzünde duran elini gevşetip parmakları
arasından bana baktı. “Söyle canım.”
“Günaydın,” dedim başımı omuzuma eğerek.
“Ben geldim erkenden bak.”
“Yerim senin erkenden gelişini, bana doğru
da bi’ gel bakayım nasıl geliyorsun.”
Kıkırdadım. Özgür’le konuşmak ilginç bir
büyüydü. Kendisi dışında kalan her şeyden soyutlanıyor ve ya gülüyor ya da
sinir krizi geçiriyordum.
Pars’a baktım. “Çağırıyor,” dedim
sessizce.
“Duyuyorum güzelim.”
“O zaman bi’ gideyim mi?”
“Geri geleceksen…”
Bizim karşılıklı kısacık cümlelerimizi
bölen elbette Mayıs olmadı. “Karşımda flörtleşiyorlar, aklımı yitireceğim
şimdi.”
Özgür’e doğru döndüm. “Flörtleşmiyoruz,”
dedim kendimden emin bir şekilde. Pars’ın şaşkınlığını hissederken Özgür
keyiften kalkıp oynayacak gibiydi. Ama konuşmaya devam ettiğimde kartları
değiştirmeleri gerekecekti.
“O aşamayı geçtik, daha ilerideyiz bence.”
Özgür göğsünün soluna doğru bastırıp kalp
krizi geçiriyormuş rolüyle koltuğa sertçe otururken Mayıs sesli bir biçimde
gülüyordu. “Sen bunu kahvaltıya kadar hazmet de yemek yiyecek yerin kalsın.”
“Kardeşimizden yediğimiz darbe yetmiyor,
sevgilimiz de vuruyor ben böyle şansın…”
Kulağımda benden başka hiçbir yere
ulaşamayacak kadar kısık bir fısıltı hissettim. “Ne kadar ilerideyiz, minik
tanrıça?”
Yutkunuşumun da tıpkı Pars’ın sesi gibi
benden başkasına ulaşamayacak kadar kısık bir ses çıkartmış olmasını umuyordum.
Sıcak nefesiyle birlikte boğuk fısıltısını kulağımda hissetmek ateşim yükselmiş
gibi titrememe sebep olmuştu.
Bizim fısıldaştığımız gibi Mayıs’ın da
Özgür’e bir şeyler mırıldandığını görebildiğimde gülümsedim. Özgür’ün yıkıklığı
Mayıs’ı duyana kadardı. Bir şekilde onun söylediğine -bu ben ve Pars’ı bir
arada kabullenmek olsa dahi- tutunuyor ve söyleneni kabulleniyordu.
İçeriden kısa bir tıkırtı sesi geldiğinde
dördümüz aynı anda kapıya doğru döndük. Görünürde kimse yoktu.
“Siz burada otururken Timur Akdoğan’a
kahvaltı mı hazırlatıyorsunuz? Bu adama ne tür ilaçlar verdiniz anasını
satayım?”
Tahminine ve bunu dile getirme şekline bu
sefer kıkırdamakla yetinmeyip bir süre uzun uzun güldüm. Babamın böyle bir şey
yapması için hiçbir ilaç çare değildi.
“Kahvaltı hazırlamıyor,” dedim Özgür’e
dönükken. “Biriyle konuşuyor, tek değil içeride.”
Özgür’ün kaşları çatılır gibi oldu. “Kim
geldi sabahın köründe?”
Altdudağımı ağzımın içine doğru çekip kısa
bir an hapsettikten sonra yanıtladım onu. “Abin gelmiş.”
Özgür’ün nasıl bir tepki vereceğini merak
ediyordum. Çünkü bu tepkiyle birlikte içerideki adama nasıl bir izlenimim
olması gerektiğine karar verebilecektim. Boşluktan fazlasını göstermeyen
ifadesi bana yardımcı olmamıştı, belki kardeşinin hiç saklamayı beceremediği
ifadesi olurdu.
“Ne?” dedi Özgür ayaklanırken. Şaşkın
sesine rağmen gözlerindeki parıldamayı görebildiğim anda içimde bir yerlere batan
buz parçaları erimeye başladı. “Özgün mü geldi?” diyerek hızla salonun çıkışına
yöneldiğinde arkasından baktığım bir iki saniyenin sonunda bakışlarım Mayıs’a
takıldı.
Az önce gülümseyen, sabah Pars’la
sarıldıklarından beri solmayan yüzünde biraz karışık bir ifade gördüğümde
dudaklarım istemsizce aşağı doğru kıvrıldı.
Düşünceli ve çekingen görünüşünün sebebini
daha doğrusu bunun bir tek benim mi dikkatimi çektiğini anlayabilmek için
Pars’a baktım. Ben ona dönmeden önce onun da bakışları kardeşindeydi. Mavileri
ben yüzüne bakar bakmaz beni buldu.
“Özgür ve Mayıs ayrıyken Özgün biraz gergindi kardeşi için.”
Biraz kısmına yaptığı vurguyla birlikte
kapıda onun adını duyduğunda Pars’ın neden karmaşık bir ifadeye büründüğünü de
anlamıştım.
Ben hayatlarına girdiğimde Mayıs ve
Özgür’ün ayrılığının üzerinden altı aydan fazla zaman geçmişti, bakıldığında o
zamanlar bile Özgür’ün şu an ile karşılaştırıldığında iyi olmayışı beni altı ay
öncesini hayal etmek için zorluyordu. Abisinin bu konuda gergin olmasına
şaşırmamıştım bu yüzden.
Direkt olarak Mayıs ile Özgün arasında bir
olay olmuş muydu bilmiyordum ama Mayıs’ın bu haline bakılırsa olmuş olması
yüksek ihtimalliydi.
“Şimdi barıştılar ama,” dedim sesim
Mayıs’a da gidecek şekilde. “Her şey yolunda.”
Eraslan kardeşlerden buna bir tepki
gelmedi. Bu tepkisizlikleri beni Özgün hakkında derin düşüncelere itecek gibi
olsa da aklımın yarısı mutfakta şu an gerçekleşen konuşmada olduğundan tam
odaklanamıyordum.
Birkaç dakika bile geçmeden salona bu kez
üçü birlikte girdiğinde oturduğum yerde biraz kasılmıştım. Babamı ve Özgür’ü
salona girerken görseydim yapacağım tek şey olduğum yerde daha da ısınıp
rahatlamak olurdu ancak üçüncü kişiyi tanımamak ve bana karşı nasıl bir tavır
alacağını bilememek beni gerilmeye itiyordu.
En önde Özgür vardı, Mayıs’ın yanına
yeniden yerleştiğinde bakışlarımı onda oyalandırmadım. Babama bakarak rahat
hissetmeye, korkacağım bir şey olmadığına inanmaya çalışırken yüzümde nasıl bir
ifade vardı bilmiyordum.
Aklımdaki büyük sorulardan biri Özgün’ün
de babamın manevi oğlu olup olmadığıydı. Eğer öyleyse neden burada yaşamıyordu,
evli olabilir miydi?
Gözlerim düşüncelerimin ışığında kısa bir
an Özgün’ün ellerine doğru kaydı. Şu an evde bulunan diğer erkeklerden farksız
biçimde iri yarıydı. Büyük ellerinde yüzüğe dair bir şey göremedim ama
eklemlerinin üstünde belli belirsiz yaralar vardı. Bu yaraların sebebinin ne
olabileceğini bulmak çok zor değildi.
“Tanışmadan önce genelde insanların
ellerini mi incelersin?”
Gelen soruyla birlikte irkilerek başımı
kaldırdığımda panikledim.
“Tanıştık ya kapıda,” dedim hızla.
Ellerine bakmaya devam mı etseydim acaba?
Yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyordu.
“Ben ona bir tanışma demezdim.” dedikten
sonra yanıma doğru bir adım attı. Elini uzattığında, bunu tokalaşmak için
yaptığı çok bariz olduğundan ya da belki bulunduğum odada bana bir zarar
gelmesi ihtimali ineklerin uçmasıyla yarışabileceğinden olacak ki kendimi
geriye çekmedim, korkmadım.
Oturduğum yerden eline uzanmak ve
kısacıkken elini sıkmak yerine yerimden kalktım.
Avucumu büyük avucunun içine bıraktığımda
cüssesinden beklenmeyecek bir naziklikle elimi hafifçe tuttu.
“Özgün Kılıç,” dedi kısaca. “Büyük bir
hata yaparak abi demeye başladığın gereksizin abisiyim.”
Soyadı bana önemli olan sorumun cevabını
sundu önce. Akdoğan değildi. Kılıç’tı. Babamın soyadını taşımıyordu.
“Aklını karıştırmasana kızın, boş yapma
sabah sabah. Dinleme abim.”
Özgür’ün müdahalesi gecikmese de ona
bakamadım. Karşımda aslında dikkatle bakıldığında Özgür’ün daha açık göz ve saç
rengine sahip olan bir adam vardı. Benzerliklerini düşündükçe daha net
görebiliyordum.
“Despina,” dedim herhangi bir ekleme
yapmadan. “Hata yapmadığımdan eminim bu arada, neden öyle söylüyorsun?”
Kaşlarım ikinci kısımda biraz çatılmıştı.
Özgür’e abi demem neden hata olsundu?
“Şaka yapıyor, bebeğim.” diyen babam oldu.
“Böyle bakarken şaka mı yapılır?” dedim
istemsizce.
Tepkim kısa bir sessizlik yarattı. Çenemi
tutmam gerekirken bunu yapmadığımı ve karşımdaki adama laf soktuğumu biraz geç
fark edebilmiştim.
“Nasıl bakarken şaka yapılır?” diye sordu
elimi henüz bırakma gereği duymayan Özgün. Sanki bunu alayla değil de gerçekten
merak ederek sormuş gibiydi ve bu benim aklımı karıştırmıştı. Bakışları asla
değişmiyordu ama sesi oldukça sakindi. Bu herkese karşı mı böyleydi yoksa ben
her an korkup koşacak gibi durduğum için kendini mi zorluyordu bilmiyordum.
Sessiz kaldım. Tam olarak nasıl bir şey
söylemeliydim ki şu an?
“Neyse,” dedi sonra ben konuşmamaya devam
edince. “Bir süre daha buralardayım, öğretirsin.”
Karşımdaki adama o kadar odaklıydım ki şu
an etrafımızdaki dörtlüden nasıl bakışlar alıyor olduğuma dair hiçbir fikrim
yoktu.
“Ben mi öğreteceğim?”
“Öğretmez misin?”
Soruma soruyla karşılık vererek beynimi
tutuşturduğunda gözlerimi peş peşe kırptım. En yakında Pars vardı, gözüm önce
ona takılmıştı. Kilitlenmiş halde Özgün’e bakıyordu. Bir şeyler çözmeye
çalışıyor gibiydi, ona baktığım halde beni fark edememesi de sanırım bundandı.
“Elim sende kaldı,” diye mırıldandım.
“İstediğinde elini kurtarabilirsin
aslında, sıkı tutmuyorum.”
Gayet mantıklı bir tepkiydi. Gerçekten
elimi belli belirsiz tutuyordu. Kendi kendime rezil olduğum için yavaşça elimi
çektim.
“Kız kardeşimin beynini yakıyorsun, akıl
oyunlarını az ileride oyna Özgün.”
Özgür’ü duyduğumda hevesle ona baktım. Benimle
aynı anda abisi de ona dönmüştü. “Özgün ne amına koyayım, abi diyeceksin. Dört
yaş var aramızda.”
Özgün’ün şu ana dek yüzüne yansıyan ilk ve
tek ifade Özgür’ün ona seslenişiyle doğmuştu. Yüzü hafif buruşmuş halde
kardeşine bakıyordu.
Yirmi sekiz yaşında olması da küçük bir
şok olmuştu benim için. Daha büyük duruyordu. bu suratındaki ciddiyetten de
kaynaklı olabilirdi ama.
“Bu odada tek bir abi var, o da benim.”
diyen Özgür’e babam ve Pars’tan aynı anda öksürük dolu bir uyarı yükseldi.
Özgür ofladı. “Tamam bu ikisi de abi evet,
ama en çok ben abiyim. Değil mi abisinin gülü?”
Başımı salladım uslu bir biçimde. “Evet,”
dedikten sonra kendimi aniden ona doğru attım. “Senin yanına gelecektim ben en
son, bak geldim.”
Özgür derdimin abisinden kaçmak olduğunu salondaki
diğer herkes gibi biliyor olsa yanına ilerlediğimde beni bozmadı. Beni oturduğu
koltukta yanına çektiğinde bir yanında ben duruyorken diğer yanında Mayıs
vardı.
“Hoş geldin abim,” dediğinde sabahın bütün
yoğunluğunu bir kenara bırakıp omuzuna doğru sırnaştım. Ben hem saklanıp hem
rahat etmişken Özgür de yanına yapışmamın gösterişini karşısındaki üçlünün
gözüne sokmak için göğüs germekle meşguldü. Üçlü
diyordum çünkü Özgün’ün de babam ve Pars’tan farklı görünmeyen bakışlarıyla
neyi amaçladığını bilemesem de Özgür’e sırnaşmış olmamı pek sevmişe
benzemiyordu.
Kardeşini mi kıskanmıştı acaba? Ben
sonradan gelip onun hayatına girdim diye beni sevmemiş olabilir miydi?
Stres dolu düşüncelerime boğulup kendimi
bir o köşeye bir bu köşeye sıkıştırırken uzunca bir nefes bıraktım
dudaklarımdan. İç çektiğim de söylenebilirdi.
Aklım beni ne zaman rahat hissettiğim
anların sonu kıyametmiş zannetmekten alıkoymayı öğrenecekti?
~
“Gittiler,” dedim boynum, dudaklarım ve
göremese de kalbim bükük halde Özgür’e doğru dönüp.
Kapattığım kapıya sırtımı yaslamıştım. Bir
adım önümde de bana dönük halde Özgür bekliyordu.
“Fark ettim çığırtkan, kahvaltı bitti,
neredeyse öğlen oldu ve gittiler.”
“Keşke gitmeselerdi ama.”
Özgür bir an dudaklarını onay verecekmiş
gibi araladı, yüzündeki yumuşak ifadeden anlamıştım bunu. Ancak son anda
kaşları çatıldı. Galiba giden tek kişinin Mayıs olmadığını hatırlamıştı.
“İstersen alalım eve, bizimle kalsın
Eraslan da.”
Varımı,
yoğumu ve her şeyimi ortaya koyuyorum; n’olur kalsın. Bakın yalvarıyorum…
Hiç susmadan Pars’ın kalması için
yalvarmayı sürdürebilme potansiyeli olan sesi duymazlıktan gelerek kollarımı
göğsümde kavuşturdum. Artık o sesle aynı frekanstaydık, kendini yırtmasına
gerek yoktu.
“Olur,” dedim gözlerimi kaçırmadan. “Ben
arayıp sorarım Pars’a.”
“Ben sana bir soru sorarım şimdi… Aklın
hayalin almaz, düş önüme arsız çığırtkan.”
Ters ters bakmakla yetindim. Onun dediğini
yaptığımdan değildi ama zaten burada dikilmeye devam edemeyeceğim için içeri
geçmem gerekiyordu. Adımlarımı mutfağa doğru yönelttim.
Burada toplanmamış olan kahvaltı masasını
bulmayı bekliyordum. Evet, masa buradaydı. Ama masaya ek olarak bir de Özgün
mutfaktaydı.
Kulağında duran telefonla birlikte
ayaktaydı, tezgâhın önünde duruyordu. İçeri girdiğimi fark ettiğinde telefonu
kapatmasını, gitmesini ya da benim gitmemi istemesini bekledim ama üçünü de
yapmadı. Ben içeri girmemişim gibi rahatça konuşmaya devam etti.
“Geldiğimde ben görüşeceğim, oyalasınlar
biraz ben gelene kadar.”
Kulağım onda olsa da konudan hiçbir şey
anlamıyordum. Masadaki bozulabilecek şeyleri dolaba zaten kaldırmıştık, geriye
kalan tabakları toplamakla uğraşırken mutfağın içinde sağa sola gidip
duruyordum.
Masa tamamen toparlandığında Özgün
kalçasını masanın kenarına yaslamış ve telefon konuşmasına orada devam etmeye
başlamıştı. Ben de bulaşık makinesine atmak için ayırdığım şeyleri doldurma
kısmına geçtim.
Neden aceleci davrandığımı bilmiyordum ama
bunun cezasını biraz sonra sol elimin üstünde ince bir sızı hissettiğimde
çekmiş oldum.
Sağa sola koyduğum bıçaklardan birine
elimi sertçe sürtmüş ve kesmiştim.
Dudaklarımdan refleksle kısık bir sızlanma
fırladı. Sağ elim köpüklü olduğu için yaranın üstüne değdirmek istemiyordum.
“Ne oldu?” diyen Özgün’ün sesiyle birlikte
sızlanışımın çok da kısık olmadığını kavradım. Beni duymuştu.
Yalan uydurmama gerek kalmamıştı çünkü
direkt yanımda belirmişti. Üstünden kan akıyor olan elimi fark ettiğinde
küfrederek hızla elimi tuttu.
“Dikkat etsene be kızım, nasıl başardın
bunu?”
Kızarak değil ama kesinlikle azarlayarak konuşmuştu.
“Acımıyor ki,” dedim elime bakarken. Diğer elimi musluğa uzatıp suyu açtım ve
köpüğü akıttım. Bu sayede kendi elimi kanayan elime destek haline
getirebilecektim.
“Nah acımıyordur, derin kesmişsin.”
“Nah ne demek?” diye sordum bakışlarımı
yüzüne dikip. Özgün duraksadı. Bakışları elimden ayrıldı, yüzümü buldu.
Ardından koca bir kahkaha attı.
O ifadesiz surattan böyle bir kahkaha
yükselmesini asla beklemediğim için donakalmıştım.
Bir şeyleri bilemememden keyif alanlar
listesine eklendiği için sinirle elimi elinden çekiştirdim. “Sus tamam, gülme.”
Kaşları çatabildiğim kadar çatıp elimi
kendime çekmek için uğraşsam da parmaklarımdan kavradığı elimi bırakmadı.
“Şşşt, delirme hemen. Hayırdır sen gerçekten Özgür’ün öz kardeşi misin ne bu
hemen sinirlenmeler falan?”
Burnumu havaya diktim. “Özgür’ün öz
kardeşi olsam, senin de öz kardeşin olurdum bu ne aptalca bir soru?”
Gözleri kısıldı. “Aptalca bir soru ama hiç
aptalca bir hayal değil, olsaymışsın keşke.”
Söyledikleri algıma yerleştiğinde
gözlerimi kırpıştırdım. “Ya,” dedim yanlışlıkla uzatarak.
“Yolda erimeye devam edersin, yürü şu
elini temizleyip saralım.” Beni elimden tutup ilerletirken ben söylediklerini
düşünmekle meşguldüm.
“Özgün,” dedim çekinerek de olsa. Ters bir
ifadeyle bana döndüğünde yanlış bir şey yapmışım gibi gerildim.
“Neredeyse on yaş var aramızda ve benim
gerzek kardeşime abi diyorsun ama bana adımla mı seslenmek istedin?”
“Ama adın bu,” dedim çaresizce.
Cevap vermedi. Bu sırada banyoya doğru
ilerliyorduk. Bu tarz ilaçların banyoda olduğunu bildiğine göre Özgün bu eve
öyle çok az geliyor olamazdı. Ben ilk kez denk geliyordum sanırım.
Banyoya vardığımızda içerisi doluydu.
Kapıya kısaca vurdu.
“İnsan rahat rahat işeyemiyor da şu evde,”
diyen ses içeride Özgür’ün olduğunu açık edince kıkırdadım.
“Kız sen miydin, Özgün yapıyor sandım ayı
gibi vurunca.” Kıkırdayışım beni ele vermişti ama kapıya vuran gerçekten
Özgün’dü. Bu beni daha çok güldürdü.
“Ben vurdum zaten gerizekalı, çık kafana
da vurayım aynısından.”
İçerideki ses kesildi. Özgür Akdoğan’ın
abisinden korkuyor olma ihtimali… Var mıydı gerçekten?
Birtakım su seslerinin ardından kapı
açıldı. Özgür konuşmaya başlayamadan önce kapıdan ittirilip alan açmak zorunda
kaldı. İten ben değildim, evet, tahmin edilebilirdi.
Özgün önce birkaç kat doladığı peçeteyi
alıp elime bastırdı. Peçete direkt kırmızıya bürünürken Özgür’ün de dikkati
elime çevrilmişti.
“Lan,” dedi telaşla. “Ne oldu eline
Despina?”
“Kesildi,” derken Özgün dolaba yöneldiği
için peçeteyi ben bastırdım elime doğru. Bu sadece birkaç saniye sürebildi
çünkü Özgür hızla uzanıp peçeteyi tutmuştu.
“Acıyor mu abim?”
“Acımıyor,” dedim başımı iki yana
sallarken. “Özgün abartıyor.”
Banyo dolabı sertçe kapandı. “Özgün diyor
hâlâ…”
Homurdanışını duyarken sırıttım. Sanırım
Özgür ‘hep kız kardeşim olsun isterdim’ derken bu hayalini abisiyle paylaşıyor
olduğunu belirtmemişti daha önce ama gerçekler tam karşımdaydı.
Birkaç saat önce kapıda hissiz bir duvar
gibi karşımda bulduğum adamın ona abi demek yerine ismiyle seslendiğim için bir
mızmızlanmadığı kalmıştı.
Elimdeki ince ama derin kesik küçük bir
sargı beziyle sarıldıktan sonra banyodan ayrılabildik. Özgün, mutfakta kalan
işi Özgür’e yüklediği için ben de onunla birlikte salona dönmüştüm.
Babamı koltuklarda göremeyince etrafa
bakındım. Balkonun kapısı açıktı.
“Babam balkonda galiba,” dedim koltuğa
doğru yönelen Özgün’e. Hiç oturmaya çalışmadan balkona ilerledim. Balkon
kapısına vardığımda gördüğüm manzarayla yüzüm düştü.
Sigara içiyordu.
Dalgın bir biçimde karşıya doğru bakarak
içtiği sigarası onu tamamen andan kopartmıştı. Beni fark etmemişti.
Ayağımı kenara yanlışlıkla çarpmışım gibi
yüksek bir ses çıkarttım. Babamın elaları hızla beni buldu. Sigarasını direkt
küllüğe bastırsa da artık çok geçti.
“N’apıyorsun?” diye sordum ne yaptığı açık
olsa da.
“Oturuyordum yavrum, gel.”
“Gelemem,” dedim omuz silkerek. “İğrenç
kokuyor.”
Derin bir nefes aldı. “Ahu…” dedi ‘lütfen’
der gibi.
“Hım?” diye mırıldandım.
“Gelir misin yanıma babam?”
Dünden beri yeterince ondan uzaktım. Şu an
küçük adımlarla yanına ilerliyor olmamın en büyük sebebi buydu.
Yanındaki sandalyeye yerleştiğimde ben ona
dönemeden o bana yeterince bakacak kadar zaman edinmiş olacak ki elimi fark
etti.
“Ne oldu?” diye sordu hızla. “Niye sardın
elini?”
“Bir şey olmadı,” dedim sakince. “Birazcık
kesildi, Özgün sardı.”
Sargının üzerini öptü. Elimi dudaklarına
yaklaştırmak için kaldırmıştı kucağımdan, geri bırakmak yerine kendi kucağına
doğru düşürdü hemen sonra.
“Acıyor mu?”
“Öpünce geçti,” dediğimde dudaklarında
buruk bir gülümseme belirdi. Çok küçükken öyle koşturan, bir yerleri yaralayan
bir çocuk olmamıştım. Genelde annemin dizinin dibinde bekler, yalnız kalmamak
için oradan ayrılmaz ve dolayısıyla pek yara almazdım.
Evimiz değiştikten, yani annem yeniden
evlendikten sonra ise daha özgürleşmiştim. En azından ilk yıllarda öyle
olduğumu sanmış ve bu nedenle de daha sık kendimi acıtmıştım. Annemin acıyan
yerlere üflediğini, üfleyince geçeceğini söylediğini hatırlıyordum. Ben bugün
bile hatırlıyordum ama annem sanırım o zamanların hemen sonrasında bunu
unutmuştu. Çünkü bir daha yaralarımda onun iyileştirici nefesini
hissetmemiştim.
Belki yaralarımı ondan saklayacak kadar
zekiydim, belki de saklamaya gücüm yetmese de göremeyecek kadar aptal olmayı
seçmişti; bilmiyordum.
Şimdi babam dudaklarını yaraya
bastırdığında aklım istemsizce başka yaralara takılmış, onları hatırlamama
sebep olmuştu.
“Niye doldu mavilerin güzel kızım benim?”
Babamın yanağımı kavrayan avucunu hissettiğimde kendime gelmeye çalıştım. “Elin
acımıyor değil mi, eminsin?”
Başımı iki yana salladım küçük bir
hareketle. Yanağımdaki elini çekmek yerine benimle birlikte hareket ettirmişti.
“Acımıyor, bir şey yok.”
“Ahu’m,” diyerek seslendiğinde hevesle
gözlerimi yüzüne diktim. “Bana kırgın mısın?”
Bu kadar açık bir soru beklemiyordum. Bir
şekilde dünü konuşacağımızı biliyordum, evet. Fakat bunun ne şekilde olacağını
düşünmeyi ertelemiştim.
“Sigara içtiğin için mi?” diye sordum saf
rolünü üstlenmeyi seçip.
Burnundan kısa bir nefes verdi. Gülecek
gibi olmuş ama durumun getirdiği sebeplerle bunu yapamamıştı.
“Ona kırgın değil de kızgınsın bence,
dövecek gibisin beni biraz.”
“Baba!” dedim birden bu söylediğiyle
sabahki düşüncemi hatırlayarak. “Bana yumruk atmayı öğretir misin?”
Gözleri irileşti. “Ne?” diye sordu
şaşkınca. “Neyi öğretir miyim?”
Havaya doğru yükselen ellerden ürken,
herhangi bir şiddet belirtisi gördüğünde kilitlenen kızından böyle bir istek
bulmayı beklememesi doğaldı. Ama ben zaten yoldan çevirdiklerimi dövmeyecektim.
Sadece kendimde böyle bir güç hissetmenin nasıl olacağını merak ediyordum.
Kendi kucağımda duran sağ elimi kapatıp
yumruk yaptım. “Yumruk diyorum,” derken elimi gösterdim. “Yine Türkçesini mi
karıştırdım ya?”
Babam kısa bir kahkaha attı. “Hayır,” dedi.
“Karıştırmadın yavrum, yumruk o evet.”
Avucumun içine sıkıştırdığım başparmağımı
oradan kurtarıp diğer dört parmağımın altına doğru çekti. “Ama az önceki
şekilde parmağını kırmaktan başka bir şeye yaramazdı.”
Elime baktım biraz, sonra babama döndüm.
“Sonra ne yapacağım?”
“Gerçekten öğrenmek mi istiyorsun?”
“Evet,” dedim beklemeden. “Eğer vaktin
yoksa birkaç kişi tanıyorum, onlardan öğreneb-…”
Özgür’ü ve Pars’ı kastettiğim çok
belliydi. Babam kaşlarını çattı. “Baban dururken o acemilere mi kaldın sen? Ben
öğretirim.”
Kıkırdadım. Acemi dediği adamların halini
görmesem kesinlikle babamın dediklerine inanırdım.
“Onlara da sen öğretmişsin, bence ben de
boksör olabilirim. Bana isim de bulalım, Özgür ve Pars’ın yaratıcı olmayan
soyadı seslenmelerini hiç beğenmedim.”
Birine Akdoğan diğerine Eraslan deyip
duruyorlardı. Hiç üzerinde düşünülmemişti.
Babam daha fazla güldü. “Bulalım bebeğim,
bulalım tabii.”
“Ama ciddiye almıyorsun beni,” dedim
dudaklarımı büküp. Elimi kucağından çekiştirdim. “İnanmıyorsun bana.”
“Sen böyle bebeğimmiş gibi dudak bükersen
ben seni nasıl ringde hayal edebilirim babacım, bana biraz hak veremez misin şu
an? Üstünde pembe bir elbise var, tişörtle birkaç saatten fazla oturamayıp
elbise giyiyorsun.”
Eve geldikten sonra direkt üstüme günlük
rahat elbiselerimden birini geçirmiştim, ne olmuştu yani?
“Güzel değil mi elbisem?”
“Çok güzel yavrum, çok yakışmış.”
“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım
şımararak. “Sen aldın.”
Bir an afalladı. Sonra bunu parasını
vermiş olduğundan kaynaklı söylediğimi anlayınca gülümsedi. “İyi yapmışım, bi’
ara daha fazlasını alayım.”
“Olur,” dedim. Artık para konusunda ondan
çekinmiyordum. Kendi param yoktu ve Yunanistan’da olduğu gibi çalışmak üzere
evden ayrılamazdım. Kendi elbiselerimi kendim almaya alışkındım ama şimdi böyle
bir derdim kalmamıştı.
“Sarıl biraz babaya, sensiz kaldım ben
bayağıdır.”
Dün gece ben burada yokken sızıp uyuduğunu
biliyordum ama dile getirmedim. Bunun yerine kollarının arasına sığıştım.
Göğsüne doğru yatarken sessizce soru sormaya başladım bir yandan da. Özgür ve
Özgün görünürde yoktu. Sesimin salona ulaşmayacağını düşünüyordum.
“Baba Özgün senin manevi oğlun değil, ama
neden?”
“Çoktan on sekiz olmuştu, Özgür’ü zorla da
olsa bin bir uğraşla da olsa yanımda tuttum ama Özgün beni dinlemeyecek kadar
büyümüştü.”
“Onlarla nasıl tanıştın ki?” diye sordum
merakla. Bu onları tanımak, anlamak istememdendi. Hayatlarına dair önemli
detaylar öğrenip bir kazanç elde edecek halim yoktu.
“Babaları yakın bir dostumdu.”
Taşlar yerine otururken dudaklarımda buruk
bir gülümseme belirdi. Geçmiş zamandan bahsederek konuşması bahsettiği kişinin
hayatta olmadığını söylüyordu aslında. Özgür’ün ve muhtemelen Özgün’ün de ona
emanet edilen varlıklar olduğunu tahmin ettiğim için daha fazla soru sormadım.
Babama daha sıkı sarıldım.
Saçlarımın üstünü öperken sessizleşmişti.
Sanıyorum ki ona geçmişi, arkadaşını ya da onun kaybından sonraki zamanları
anımsatmıştım.
İnsan ellerinden kayıp giden zamana da
kişilere de dur diyemiyordu. Dur dese de fayda etmiyordu. Bunu çok iyi biliyordum.
Yaşayarak öğrenmiştim.
~
- Timur’dan
Herkes hata yapardı.
Ancak herkes hatalarının sonuçlarını ağır
kayıplarla ödemezdi.
Ben, bulunduğum şehirde kendimi
‘kaybetmeyen’ olarak anılmaya taşıyacak kadar güçlü olduğum halde hatalarımın
yarattığı kayıpla er ya da geç yüzleşmek zorunda kalmıştım.
Kızıma dair on dokuz koca yılı kaybetmiş,
bu da yetmezmiş gibi o on dokuz yılı bir hiç uğruna kaybettiğimi bilerek
yaşamak zorunda kalmıştım.
Görünürde bir ilişkinin sonlanması
dünyanın sonu değildi. Yirmilerimin başındayken bu hataya bana kaybettirdiği
tek şey Helen’miş gibi davranmış ve bir şekilde kendimi aşk acısıyla
savaşabilecek kadar ayakta kalmaya zorlamıştım. Sonra hayatıma çiçeklere sarılı
bir bomba düşmüş ve bana asıl kaybın ne olduğunu kafama vura vura öğretmişti.
Kızımın ben varlığından dahi haberdar
olamadan büyümesi yetmemiş, büyürken yanında olamadığım için nasıl bir kâbusun
içinde nefes aldığını da aklıma sıcak demirle kazımıştım yakın bir zamanda.
Benim yerime başka bir adama baba demesi bile
başlı başına ölümken, bahsi geçen kişinin şerefsizin teki olduğunu ve
yaşananların üstünkörü halini öğrenmiştim.
Zihnimde yankı bulan çok fazla ses vardı
ama Ahu’nun ‘o yalnız kaldığım her anı
değerlendirip yanımda belirirken, ben daha o dokunuşların sebebini
anlayamayacak kadar küçükken sen yoktun’ diye haykırdığı an birkaç gün
öncede kalmamış gibi nefes aldığı kısımlara kadar ezberimdeydi.
Ben
yoktum. Bugün parmaklarım düşündüğümden sert
değse tenini acıtabileceğimi düşünüp dertlendiğim kızım benim yokluğumda
aklımın alamadığı dokunuşlarla yaralanmıştı ve ben yoktum.
“Abi telefonun!”
Yüksek bir ses duyduğumda nerede olduğumu
algılayarak vuruşumla birlikte titreyen kum torbasının önünden çekildim.
Ahu’nun evden ayrı geçirdiği geceden sonra
dört gece daha geride kalmıştı. o dört geceye ait günlerin tamamını evde, doğru
düzgün evden ayrılmadan geçirmiştim. Ahu’yu burnumun dibinden ayırmamak,
gözümün önünde kalmasını sağlamak sonsuza dek işe yarayacak bir çözüm değildi
ama elimden bir türlü asıl işe yarayacak olan gelmiyordu. Tek yapabildiğim
yanında durmaktı.
Bu sabah ise Özgür’ün evde olacağı
kesinleşince istemeden de olsa erkenden evden çıkmıştım. Üzerimde biriken
öfkeyi, evdeyken asla yansıtamadığım o iğrenç elektrik akımını bir şekilde
dışarı atmam gerekiyordu.
Telefonumu uzatan çocuğun adını
anımsayamasam da başımı sallayarak ‘sağ ol’ der gibi bir hareket yaptım.
Telefonu kavradığımda o da oyalanmadan yanımdan kaybolmuştu.
Ekranda yazan ismi gördüğümde oyalanmadan
aramayı yanıtladım. Kulağıma yaslar yaslamaz da konuştum. “Söyle Özgün.”
Özgün’ün dört gündür bizimle kalıyor
olması, ilk başta Ahu’nun nasıl hissedeceğini düşünmeme ve tereddüt etmeme yol
açtıysa da ilk günden itibaren bu his hızla kaybolmuştu. Özgür ve Özgün
arasında oyuncak bebek gibi çekiştiriliyor olmaktan büyük bir keyif alan
kızımın paylaşılamama konusunda tek bir itirazı bile olmamıştı.
Genellikle Özgün’ün yüzünde beliremeyen
hisleriyle vurulduğu, Özgür’ün abisinden saldırı altında kalır kalmaz kızıma
sığındığı ve üçü arasında sonu gelmeyen atışmaların kaynağı gir dört gün geride
kalmıştı. Ahu’nun aklını dağıtmalarından memnundum ancak geceleri onunla uyuyan
bendim. Bu akıl dağıtma işinin gündüzlerden ileri gidemediğini, kızımın bölünen
uykularından kavrayabiliyordum.
“Abi bir telefon aldım çocuklardan, bizim
radarımıza yakalanmış olma ihtimali var orospu çocuğunun.”
Vücudumdaki her bir kas gerim gerim
gerilirken olduğum yerde duraksadım. “Kesin mi?” diye sordum sadece.
“Yüzde yüz diyemem, çevirme yapıp kimlik
soramıyoruz tabii ama benim ilettiğim her bilgi uyuşuyor gibi. Ben peşine
takılmalarını söyledim, biraz izlesinler bakalım nerelerde gezinecek.”
Özgün ve Özgür’le tanışıklığım yirmi yılı
aşkındı. Özgür küçük bir bebek, Özgün ise henüz okumayı sökememiş küçük bir
çocukken hayatlarına dahil olmuştum.
Onlarla, daha doğrusu babalarıyla yolumu
kesiştiren evden ayrılışımdı. Babamla tartışmam, bana rest çekmesi ve evden
gidişimin sonucu elbette bir anda boksör olup çok para kazanmamla
sonuçlanmamıştı.
Sürünmüştüm.
Süründüğüm köşelerden birinde elimden
tutup kaldıran Fatih Kılıç olmuştu. Bugünkü hallerine şahit olabilseydi
oğullarıyla böbürleneceğinden, onların kendisinden daha güçlü olduğuna çocuk
gibi sevineceğinden emindim.
Sokakta sizi hayatta tutacak iki yol
vardı. Bu iki yoldan biri çoktan kurulu olan düzenin bir ayağına sıkıca
tutunmaktı, diğeri ise o düzene bir ayak çakmak ve bunu sağlamlaştırmaktı.
Fatih bir yere tutunabilmek için fazla
akıllı ve bağımsız bir adamdı. Kendisine yeni bir düzen yaratması da bundan var
olmuştu. O düzen önce çocuklarını annesiz bırakmış, sonra da çocuklarından
babalarını da çalmıştı ama bu düzenin yıkıldığı anlamına gelmiyordu.
Özgün Kılıç ben ne yaparsam yapayım
babasının bıraktığı düzeni bir kenara itmemiş, Özgür benimle büyüyüp benim
yolumu takip etse de Özgün babasının yolunu terk etmemişti.
Şehrin her köşesini kontrol edebilecek,
bir şekilde her yerde gözü olabilecek bağı bulunması da bundandı. Niko’yu elime
geçirebilmem için Emre’den ümidimi yavaş yavaş kesmek zorunda kaldığımda
Özgün’ü aramak zorundaydım.
Polisle, prosedürlerle, izinlerle de bu
yol sonuca varırdı. Ama ne zaman varırdı?
Ben evden dışarı adım atarken kalbi
korkuyla hızlanan bir kız çocuğunun karşısında durup babasıymış gibi göğüs
geremiyordum. Onu koruyamıyorsam, özgürce gezmesini sağlayamıyorsan ne anlamı
vardı?
“Gözlerini ayırmasınlar Özgün.”
“Ayırmazlar abi merak etme. Konunun bir
tanıdığın ricası değil, bizzat benim meselem olduğunu biliyorlar. Hatalarının
neye sebep olacağını da bilirler.”
“Evde misin?” diye sordum. O piçi anmak
birden evin güvenli olmayabileceği endişesiyle sarınmama sebep olmuştu.
“Yoldayım, eve geçiyorum. Sen gelmiyor
musun saat geç olmuş, çıngıraklı bize saldırmasın sonra.”
“Kızıma insan gibi seslenin artık,” dedim
yarı ciddi bir sesle.
Özgün, kızımın onların arasındaki
çekişmeden keyif aldığını fark ettiğinden beri ona çıngıraklı diyordu.
Ahu’nun üzgün üzgün yanıma gelip ‘baba çıngırdaklı
ne demek’ diye sorduğu günün üstünden fazla iki gün geçmişti.
Daha düzgünce söylemeyi başaramadığı sözcüğün
iyi bir şey olmadığını öğrenmesi ise… Pek iyi sonuçlanmamıştı, Özgün’ün
yalvarır gibi kendisiyle konuşması için yanında beklediği anı fotoğraflayıp
etrafa assam konumunu sarsabileceğimi düşünüyordum.
“Bakarız,” dese de eve gittiğinde ilk
işinin Ahu’ya çıngıraklı demek olacağını bildiğim için kendimi yormadım. Neyse
ki kızımın ikisine de yetecek kadar laf sokma yeteneği vardı.
Özgün telefonu kapattıktan sonra ben de
salondan çıkmadan kısa bir duş almış ve giyinip arabaya doğru yol almıştım.
Dediği gibi eve geç kalmasam iyi olurdu. Dört gün yanındayken beşinci günün
tamamını evin dışında geçirmiştim. Bir tur da bana küssün istemiyordum.
Arabayı eve doğru sürerken olabildiğince
trafikten kaçmayı hedeflemiş olsam da İstanbul’da yüzde yüz trafikten kaçabilmek
imkânsızdı. Varış süremi gereksiz uzatan bu detaya içimden ve zaman zaman
dışımdan söverek kaplumbağadan hallice bir hızla ilerlerken telefonumun sesi
kulağımı doldurdu.
Ön panele yerleştirdiğim telefonun
ekranında bu kez tek harf farklılık vardı.
“Söyle aslanım?” diyerek Özgür’ü duymak
için bekledim.
Özgür’ün sesi yerine arkadan saçma sapan
bir uğultu geliyordu. Kaşlarım çatılırken yavaşlamak yerine arabayı
olabildiğince hızlandırdım. Ne oluyordu?
“Özgür!” dedim sertçe. “Ne oldu?”
Telefonu açtığımı yeni fark etmiş olacak
ki nefes sesinin ardından konuşmaya başladı. “Abi ufak bir problem var.”
Ufak derken sesini düşürmüştü ama bana
kalırsa ortadaki problem ufak falan değildi.
“Neymiş?”
“Abim şu an Despina’yı havada tutuyor
odasından çıkmasın diye, bırakmak zorunda kalırsa pek hayırlı şeyler olmayacak
sanırım.”
Aklım bulanırken sinirle konuştum. “Oğlum
doğru düzgün anlatsana, ne tutması ne hayrı ne şerri?”
Ofladı derince. “Meltem geldi. Timur
gelene kadar gitmeyeceğim diye daldı içeri, salonda şu an. Tabii biz zorla
çıkaramıyoruz… Ama kızın her an camdan aşağıya kaza süsü vererek eski sevgilini
atabilir gibi.”
Gözlerimi kapatmak ve bir süre açmamak
istiyordum ancak trafikteydim. Ağır bir küfür dudaklarımdan fırlarken Özgür
sızlandı. “Sövmesen iyiydi, ben suçsuzum ki.”
“Kapıyı açarken aklın neredeydi peki?”
“Kapıyı Özgün açtı, vallahi billahi ben
açmadım.”
Yemin etmeye başladığına göre kapıyı
kesinlikle Özgür açmıştı. Bu kısım şu an en az önemli olan kısım olduğu için
boş verdim.
“Tamam, on dakikaya evdeyim. Özgün daha
sıkı tutsun Ahu’yu saçma sapan bir şey yaşanır da kızıma öyle ya da böyle bir
şey olursa…”
Devam etmeme izin vermeden Özgür konuştu.
“Evet abi, bu kısmı ezberledim. On altıncı kattan asansör veya merdiven olmadan
aşağıya uğurlanırım.”
“Aferin,” dedim. “Ezberlemen yetmiyor,
uygulamaya da dök oğlum.”
Telefonu kapattıktan sonra Özgür’ün ve
Özgün’ün evde olmasına şükrettim kısa bir an. Evde yalnızca Ahu varken aynı
senaryo yaşansaydı sonumuz ne olurdu?
Arabayı otoparka soktuğumda on dakika
çoktan dolmuştu. Asansörün hızı her zamankiyle aynı olsa da sanki on kat
yavaşlatılmış gibi hissettiğim için fazlasıyla daralmıştım.
Kapıyı çalmak yerine anahtarımla hızlıca
açıp eve girdiğimde beni bir kaosun karşılayacağını düşünmekteydim. Belki Ahu
bağırıyor ya da Meltem artık tahammül edemediğim sesiyle itiraz ediyor
olabilirdi, belki de Özgür ya da Özgün müdahale etmeye çalışırken sesini
yükseltiyordu; bilmiyordum ama tahminlerim bunlardı.
Kapıdan girdiğimde koca bir sessizlikle
burun buruna gelmek, tahminlerimi boşa çıkarmışken bunu iyiye mi yoksa kötüye
mi yormam gerektiğini bulamamıştım.
Kapıyı kapatışımdan çıkan ses yankılanıp
duvarlara ve ardından yeniden kulaklarıma çarparken salona doğru ilerledim.
Birkaç saniye önce gelsem daha farklı bir
şeye şahit olacağımı belli eden bir manzara buldum karşımda salona adımlar
adımlamaz.
Meltem üçlü koltuklardan birinin
ortasında, ancak ayaktaydı. Oturduğu yerden kalktığı belliydi. Yüzünde sakin
bir ifade vardı. Onu biraz olsun tanıyan biri bu ifadenin ‘ben az önce bir
şeyler başardım’ ifadesi olduğunu bilirdi. Biliyordum.
Çekinerek, gerçekten bundan çekinip
korkarak bakışlarımı karşıya çevirdiğimde ise beni abilerinin arasında ayakta
duran kızım karşıladı.
Özgün ve Özgür’ün yüzündeki şaşkın,
tedirgin ifadeyi gördüğüm için son durağım olan Ahu’nun ifadesinden gitgide
daha da korkuyordum.
Meltem bir şey söylemişti.
Ne söylediğini bilmiyordum ama o söylenen
Özgün ve Özgür’ü donakalmaya itmişti.
Ahu’ya bakacak cesareti bulduğumda önce
bakışlarım düşmüş omuzlarına takıldı. Olduğu yerde küçülmüş, omuzları kırgın
bir çocuk gibi içine doğru katlanmıştı.
Yavaşça yüzüne tırmanan bakışlarım bu kısa
yolculuk sırasında bedeninin titrediğini uzaktan da olsa fark edebildi.
Yüzüne baktığımda ise ne görmek istediğimi
hiç doğru dileyemediğimi düşündüm.
Onu ağlarken görmek istememiştim. Özgür
beni aradıktan sonra da bundan çekinmiştim en çok. Yeterince ağlamış, üzülmüştü
ve bundan fazlasını mavilerinden akan yaşlarla karşımda döksün istemiyordum.
Şimdi karşımda donuk bakışlarla, hiç sesi
çıkmadan, tek bir damla gözyaşı dökmeden bekleyen kızım bana iyi mi
hissettirmeliydi o halde?
Ağlamıyordu, evet. Ancak ilk kez
ağlamasını bazı ifadelere tercih edebileceğimi fark etmiştim.
Öne doğru atıldı.
Benim salona girdiğimi herkes anlamıştı
ancak sadece Meltem bana dönmüştü. O bana dönmüşken Ahu o kadar atik bir
hamleyle öne atılmıştı ki hızla kolu tutulan Meltem yerinde sallanmak zorunda
kaldı.
Salonun çıkışına doğru kendisiyle eş,
hatta biraz daha ağır bir bedeni pamuk taşıyormuş gibi rahatça sürükleyen
Ahu’ya gözlerimi irileştirerek baktım.
“Ahu-…” diyecek oldum ama Özgür yanıma
gelip omuzuma dokundu. “Abi karışma,” derken sesi titremişti. Şaşkınlıkla ona
baktım. Ağlamasından çekindiğim kızımken, oğlumu gözleri dolu halde görmek
bünyemi sarsmıştı.
Ahu öyle öfkeli, öyle dolu bir ifadeyle
Meltem’i salondan çıkarttı ki aldığı nefesleri hole çıkmış olmasına rağmen
duyuyordum.
Dış kapı açıldı. Meltem’in direnmeye
çalışmaması şaşkınlığından mıydı yoksa korkuyor muydu emin değildim.
“Senin gerçekten babamı seviyor
olabileceğini düşündüm,” dediğini duydum kızımın. “Gerçekten aşık
olabileceğini, ayrılma sebebinizi bilemediğim için bunda belki de senin haklı
olabileceğini düşündüm. Tüm kıskançlık hislerine rağmen bir yandan seni haklı
bulacak kadar düşünebildim biliyor musun?”
İstemsizce kapıya yöneldim.
“Ama bu kadar iğrenç, bu kadar korkunç bir
kadın benim babama aşık olmasın. Hatta sen kimseye o pis kalbini bulaştırma,
kimse senin o kötü kalbini hak edecek kadar günah işlemiş olamaz.”
Adımlarım duraksadı. Salon kapısının
ortasında kaldım. Dış kapı açılmıştı ama henüz ikisi de içerideydi. Karşılıklı
duruyorlardı. Meltem’i ilk kez bu kadar sessiz görüyordum. Söylenenleri
anlamaya çalışırken ben afallamış haldeydim ama sözcüklerin hedef aldığı
kadından çıt çıkmıyordu.
“Eğer illa birine sürtük demek
istiyorsanız da, elinize birer ayna alın ya da karşı karşıya durun ve
birbirinize bakın. Söyle ona, beni neyle vurursa vursun ben babam istemediği
sürece bu evden gitmeyeceğim.”
Beynim uyuştu. Her yapboz parçasını yerini
bulduğunda beynimde başka bir köşe uyuştu.
“Hatta babam istese de gitmeyeceğim
biliyor musun? Annemin yaptığı hatayı yapmayacağım, o kadının oyununa kanıp
çekip gitmeyeceğim ben. Denemekte özgürsünüz, ben de bundan sonra saygı
duymamakta özgürüm.”
‘O’ diye andığı kişinin annem olduğunu
kesinleştirdiğim anda yeterince darbeyi çoktan aldığım halde göğsüm bir kez
daha sızladı.
“Şimdi,” dedi Ahu sakince nefeslenirken. “Ánte hasou!”
Bir anda Yunanca konuşmasıyla Meltem ilk
kez tepki verecek gibi oldu. Ahu ona izin vermeden benim çoktan içimden
yaptığım çeviriyi hem Meltem’e hem de arkamda duran ikiliye yapmakta gecikmedi.
“Siktir
git diyorum yani!” diye dişlerinin arasından konuştuktan sonra gerçekten
Meltem’i kapıdan dışarı itti ve kapı sertçe kapandı.
Bize dönmeden, kapalı kapıya alnını
yaslayıp bedenini sarsacak kadar kuvvetli nefeslerle duraklayan kızıma öylece
baktım.
“Ne yaşandı az önce?” diye mırıldandığını
işittim Özgür’ün sessizce. “Kimdi o söven?”
Ahu’nun daha önce asla denk gelmediğimiz
bir yönüyle aynı anda tanışmıştık. Özgür bu şaşkınlığını dile getirecek kadar
kendindeydi ancak benim tepki veremeyecek kadar yoğun bir hesaplaşmanın
ortasında sıkışmış olmam büyük bir engeldi.
Ahu’nun kapıdan ayrılması için müdahale
etmem gerektiğini düşünerek ona doğru adımladım. İlk adımım sonlanamadan birden
bana doğru döndü.
“Sorup duruyorsun ya bana ‘kızgın mısın’
diye kendin için…”
Dört gündür sürekli soruyordum bunu. O
akşam benden duyduklarından sonra neler hissettiğini düzgünce anlamak için çok
kez tekrarlamıştım sorumu.
“Evet,” dedim kısıkça.
“Belki öyleyim,” dedi omuz silkerek. “Öyle
ya da böyle bu geçecek, son bulacak ve kaybolacak.”
Anladım der gibi başımı salladım.
“Ama ben ölsem de annene kızgın olmaktan vazgeçmeyeceğim, ne çocukluğuma ne de
bugünkü halime onu affetmesi için tek bir an bile fırsat vermeyeceğim. Bunu
yapmamamı söylesen de umurumda olmayacak, kızınla annen arasında kalman da
umurumda olmayacak.”
Olduğum yerde bekledim.
“Bu hikâyede tek haksız annenin kendi
annem olduğunu sanıyordum ama senin annen öyle korkunç bir kadınmış ki… Kendi
anneme büyük bir haksızlık yaptığıma inanmaya başladım, belki de beni sakladığı
için kızıp durduğumuz kadına teşekkür etmeliyiz baba.”
Gülümser gibi oldu. “Çünkü öyle bir anneye
sahipsin ki beni bir bebekken bile istemeyip bir köşeye fırlatabilirdi. Belki
annem bundan korkmuştur.”
Yüzüme daha fazla bakmadı. Odasına doğru
bir hışımla ilerlerken arkasında donakalmış bir biçimde bakmaktan fazlasını
yapamadım.
Söylediklerinde haksız olmasını ve
abarttığını haykırmayı istedim.
Yapamadım.
Yalan söyleyemezdim.
Annemin iyi biri olduğuna, çocuklarına ve
eşine iyi biri oluşunun onu iyi biri yapacağına kızımı inandırabilmek isterdim.
İstemekle kalırdım.
Annemin en kötü karanlığı kızımın üstüne kapanmış, onu boğmuştu. Bu saatten sonra kimi, neye, nasıl inandırabilirdim?
Yorumlar
Yorum Gönder