Düşten Farksız 40.Bölüm
40.BÖLÜM
Çocukluğumdan hatırımda kalan doğum
günlerimin neredeyse hepsi annemin yaptığı, içine benim sevdiğim meyveleri
doldurduğu pastaların üzerinde söndürdüğüm mumlar ve o mumların her geçen yıl
birer birer artan sayılarıyla birlikte aldığım yaşlardan ibaretti.
Mum sayıları arttıkça omuzumdakiler
ağırlaşmış, her doğum günümde daha da düşük omuzlarla o mumları üfleyip
söndürmüştüm.
Annem birlikte
seçtiklerini söyleyerek bana bir hediye paketi uzatırken, bu hediyenin
bende uyandırdığı hevesler ben büyüyemeden solup kaybolmuştu. O hediyelere
karanlık gölgesini düşüren, belki o akşam ya da bir yolunu bulamadıysa
ertelenen birkaç akşam sonrasında ‘asıl hediyemin’ ne olduğunu göstermek üzere
yanımda beliren canavardı.
Normal şartlarda bütün bu yaşananlar,
doğum günlerimin üzerine karışan o koyu renkler beni her şeye küstürmeliydi
belki. Aklım ermeye başlar başlamaz doğum günlerinden nefret etmeli, o günü yas
günüm varsaymalıydım.
Öyle yapmamıştım.
Aksine 11 Haziran’ı, yılın benim dünyaya
gözlerimi araladığım o gününü kendime en umutlu olduğum gün olarak saklamıştım.
Pastadaki mumları söndürürken kapattığım
gözlerimin ardında dilediğim dilekler ben büyüdükçe umutsuzlaşmak yerine bin
kat umutla dolmuştu. Nefes almaya devam edebilmek için benim buna ihtiyacım
vardı. Her şeyden öte, her şeyden önce ruhumu ayakta tutan umuttu.
Yaşadığım on dokuzuncu yıl benden annemi
aldıktan sonra, onun gidişinin ardından geçirdiğim doğum günümde ilk kez mum
söndürmemiş ve yine ilk kez annem bir kenarda beni izliyorken değil;
yapayalnızdım.
Her şeyin bittiğini sandığım o doğum günü,
ne pasta ne de muma sahip değildim ama dudaklarımdan gece yarısı doğum günüm
başlar başlamaz dökülen dileklerim öylesine hızlı gerçekleşmeye başlamıştı ki…
Belki de dileklerin büyüsü mumlarda değil,
bambaşka bir yerdeydi.
Yanımda duran, söndürülmek için son
demlerini eriterek direnen, üzerine saplı durduğu pastayı kendi izleriyle
lekelemeye başlamış olan muma bakmıyordum aslında. Gözlerim saniyeler önce
saplandığı yerden ayrılmamıştı ancak mumun çok zamanının kalmadığının da
farkındaydım.
Dudaklarımı aralayıp adını seslenerek
sessizliği parçalamadan önce zihnimde aynı anda farklı yerlerden başka başka
sesler yükseldi.
Abim
doğum günlerini kutlamaz, kutlanılmasından da hoşlanmaz diyen
Mayıs’ın sesine; beklediğin tepkiyi
alamadığında kendini çok üzme diyerek beni bir şeylere hazırlamaya
çabalayan Özgür’ün sesi karıştı. Babamın planımı öğrendiğinden beri hayal
kırıklığına uğrayacağımı düşündüğünü dile getirdiği anlar da diğer seslerin
peşi sıra dizili haldeydi.
Beni bu gece burada, bir pasta ve
üstündeki mumla var olmaktan üçü de alıkoyamamışlardı. Hepsini susturmuş, kendi
bildiğimi okumuştum.
Beni vazgeçirememişlerdi ancak başarılı
oldukları bir başka şey vardı. Beni bu an için hazırlamışlardı.
Karşımdaki soluklaşan, donuk bir hale
gelen koyu mavilerin yüzüm ve pasta arasında gidip gelen bakışlarına
hazırlıksız yakalanmış olsaydım uzunca bir süre kendime gelemeyeceğimden
emindim.
Belki bilerek belki de tam bilemeyerek
beni Pars’ın sanki haftalar öncesindeymişiz gibi bakmaya başlayan mavilerine
dayanıklı hale getirmişlerdi.
“Pars,” dediğim anda göz ucuyla masanın
üzerindeki pastaya doğru baktığımda beni sönmek üzere can çekişen ince mum
karşılamıştı. Mumun sönecek oluşunu, pastanın eriyen mumun izleriyle
kirlenişini umursamadan öne doğru attığım adımda bakışlarım da yeniden onu
buldu.
Bir şeyler söylemesini bekleyerek birkaç
saniye geçirdim. O birkaç saniye beni sesine kavuşturmadı ancak attığım adımlar
bedenine kavuşabilecek kadar yakınına varmama yaramıştı.
Daha fazla beklemedim. Parmak uçlarımda
yükseldiğimde çıkarttığım ayakkabılar yüzünden çıplak kalan ayağımın büyük
çoğunluğunun yerle temasını kesmiştim. Üstümdeki elbisenin benim yükselişimle
gerilerek üst bacağımı daha fazla açıkta bıraktığını hissetmiş olmayı boş
verdim. Burnumu çenesine dokundurduğumda herhangi bir tepki verip vermeyeceğini
kestiremeyerek durdum.
Belime dolanacak olan kolu, parmaklarım
acımasın diye yerle temasımı keserek beni kucaklayışı artık aşina olmaya
başladığım şeylerdi. Yüzümü yüzüne yaklaştırma çabasına girdiğim her an böyle
sonuçlanıyordu. Ancak bu kez karşımda bir duvar varmış gibiydi. Soğuk ve
hareketsiz…
“Pars,” diye seslendim bir kez daha. Sesim
daha kısık ancak seslenişim daha kuvvetliydi. Dolu dolu adını dudaklarımdan
dökmüştüm. “Konuş benimle.”
İsteğimi yanıtsız bıraktı. Yüzünün ve ona
eşlik ederek bedeninin fazlasıyla gerildiğini hissediyordum. Kendini sıkıyordu,
kendini kasıyordu. Neye engel olmak için bunu yaptığını merak ediyordum.
Kendini kontrol etmediği takdirde dışarıya yansıyacak olan neydi?
“Doğum günü-…” diye başlayarak kurmaya
devam edeceğim cümlem ani bir müdahale ile kesildiğinde tabanlarım sertçe yeri
buldu.
“Sus.” demişti sadece. Net bir sesle,
bakışları yüzümde olsa da gözlerime hiç uğramadan konuşmuş ve dudaklarını
yeniden birbirine yaklaştırmıştı.
“Hoşlanmıyorsun bundan,” dedim başımı
anlamış gibi belirsizce sallayıp. Boyuna ulaşmak için yükselmeyi kesmiş olsam
da yakınındaydım hâlâ.
Onaylamadı beni. Zaten onay beklediğim de
yoktu. Yeterince kişiden bunu dinlemiş, öğrenmiştim.
Bilmek istediğim başka bir şey vardı.
Neden, demek istiyordum; neden hoşlanmıyorsun bugünden?
Mayıs bir şeyler anlatacak gibi olmuştu
ancak onun devam etmesine izin vermemiştim. Pars’tan dinlemeliydim bana
kalırsa.
Gözlerimin içinde yanıp sönen sorumla ona
bakıyor olsam da beni görmedi. Belki de görmezden geldi. Ancak sustu.
Zihnim telaşla bir sonraki hamlesinin ne
olacağını seçmeye çalışırken bir an soğukta kalmış gibi titredim.
“Gideyim mi?” diye sormak zihnimde oluşan
seçeneklerden biri değildi aslında. Aceleyle ağzımdan fırlamış, mantık
süzgecimden geçmeye hiç vakti olmamıştı sorumun.
Sabırsızca yüzüne bakarken bir yandan da
korkmaya başladığımı geç fark edebildim. Sorduğum soruya alacağım onaylar bir
cevap aslında bende kıyamet yaratacak, ruhum çalkanacaktı. Basit bir şeymiş
gibi dudaklarımdan fırladıysa da sonuçlarıyla yüzleşme fikri basit değildi.
“Gitmek mi istiyorsun?”
Bana bir cevap yerine başka bir soru
uzattığında bunu neden yapıyor olduğunu düşündüm bir an. Cevabı olumluydu ve
yumuşatarak benim kendi isteğimle gitmemi mi istiyordu? Yoksa gerçekten benden
alacağı cevaba ihtiyaç mı duyuyordu?
“Ben sıcaklığını hissedebildiğim bir
yerdeyken senin yanından gitmeyi hiçbir zaman istemiyorum; isteyemiyorum.”
Dürüsttüm.
Uzağındayken onu özlüyor ve yanında olmak
istiyordum. Zor olan bu olmalıydı sanırım. Oysa benim dünyamda yakınındayken
ondan uzaklaşmak çok daha zordu. Kokusuyla ve sıcaklığıyla sarmalanırken içinde
sıkıştığımız anın sonsuza kadar sürmesi için yalvaracak hale gelebiliyordum.
Aşkın bir tanımı bulunamıyorsa da böyle
hissettiren her anın aşkın içinde doğup beslendiğinden şüphem yoktu.
Koyu mavilerindeki donukluğun kaybolmuş
olmasını, söylediklerimle birlikte o maviliğin içinde parlayan ateşler
görebilmeyi umarak inatla bakışlarımı gözlerine diktiğimde beni az önceden çok
da farklı bir manzara karşılamadı.
~
- Pars’tan
“Ben sıcaklığını hissedebildiğim bir
yerdeyken senin yanından gitmeyi hiçbir zaman istemiyorum; isteyemiyorum.”
Dudaklarından dökülenler kulaklarıma dolup
zihnime taşınırken ona nasıl bakıyor olduğumun farkında değildim.
Kendisinden gidilmesine alışkın, ilk
vazgeçilen olmayı adı gibi ezberlemiş bir adamın karşısında durup hiç
düşünmeden ‘gitmek istemediğini’ dile getirişi ne demekti, bilmiyordu.
Gözlerinin en içinde bir şeyler kırılır
gibi oldu. Suskunluğumdan olmadığını az çok anlıyordum ve bu geriye tek bir
seçenek bırakıyordu. Bakışlarım mavilerindeki parlaklığı emiyor, tüketiyordu.
Karşımdaki kadının kim olduğunu, aslında
kim olduğundan da öte benim için ne
olduğunu hatırlattım kendime aceleyle. Bakışlarımın kontrolünü yeniden elime
alabilmemin en işe yarar yolu buydu. Hatta belki de tek yoluydu.
Hissizliğinden şikâyetim olmayan, baktığım
yere gerektiğinde saçtığım öfkeden başka bir şey aktarmayı bilmeyen gözlerim
ona çarptıktan sonra ben ne olduğunu anlayamadan yeni bir şeyler öğrenmişti.
Onun kalan herkesten başka olduğunu ilk kabullenen de gözlerimdi zaten.
Bulunduğum anı, geceyi ve biraz geride
duran masadaki artık sönüp gitmiş olan küçük alevi unuttum. Unuttuğum anda,
hemen önümde duran hiçbir temasımız olmamasına rağmen ufak titreyişlerini
hissedebildiğim bedeni gevşedi.
Gözleri kısılarak kapanmaya yüz tutarken
sağ eli havalanıp sol yanağımı buldu. Parmak uçlarıyla yanağımda bıraktığı
baskı karşımda ayna varmış gibi benim de gözlerimin yavaşça örtülmesine yol
açtı.
“Bir daha öyle bakma bana,” diye
yakınırken sesi fısıltıdan çok da yüksek değildi. Ne olumlu ne de olumsuz bir
ses çıkartmadan bekledim. Yanağımı bir bebeğin tenini incitmeden sevmeye
çabalıyormuş gibi okşarken karşısında kendisinin iki katından büyük bir beden
varmış ya da yokmuş umursamıyordu.
“Ahu,” dedim dudaklarımı sonunda
kıpırdatıp. İç çekişiyle birlikte diğer eli de havalanıp öteki yanağıma uzandı.
Yüzümü küçük elleri arasında tutarken başını geriye atmış, kısık bakan
gözleriyle dikkatle gözlerime tutunmuştu.
“Buradayım,” diye soluduğu anda
yanaklarımda duran ellerini düşürecek bir hızda başımı kıpırdatıp yüzümü
boynuna gömdüm. Kokusunun da sıcaklığının da en yoğun olduğu yerde, o küçük
kuytuda elimde olsa sonsuza kadar kalırdım.
Yanaklarımdan düşürdüğüm ellerinden biri
enseme vardı. Saçlarımın başladığı yere koyduğu avucu sıcaktı. Belki de buz
kesen bendim.
“Oturalım mı biraz? İçeriye geçelim.”
Konuşmadan önce birkaç dakikadan fazla
beklemiş, teninde nefeslenmeme müsaade etmişti. Sesini duyduğumda aradan bolca
saniye geçtiğinden emindim.
Benim burada böyle ayakta durmaktan bir
şikâyetim yoktu. Varlığıyla bile beni öylesine dinlendiriyordu ki saatlerce
ayakta kalsam bile yoruldum diye sızlanmazdım. Ancak onun bedeninin benimle
karşılaştırılamayacak kadar narin oluşu vereceğim cevabı etkiledi.
“Tamam,” dedim dudaklarımın hareketi
boynunda hissedilirken. “Geçelim içeri.”
Onaylamama rağmen yüzümü olduğu yerden
çekmediğim için biraz daha durduk. Parmaklarını saçlarımın arasından geçirip
uzun sayılamayacak tutamları eklemlerine dolar gibi yaptı. “Seni kucağıma
alabilseydim keşke,” diye söylendi. “Rahatın bozulmadan salona gidebilirdik.”
Kısık bir sesle güldüm. Dakikalar önce
büründüğüm halden sıyrılabilmem bile mucizeden farksızken üstüne beni
güldürmeyi başarmış olması takdiri hak ediyordu.
“Şöyle yapalım,” dedim konuşmaya başlarken
bir yandan da hareketlenip. İki kolumu birden ince beline sararak bedenini
havaya kaldırdım. Yüzümü boynundan çok az kaldırmış, yalnızca gözlerimin etrafı
görebileceği kadar kafamı oynatmıştım.
Yakınımda olduğu anlarda onu durup
dururken dahi kucaklamama artık alışkındı. Henüz benim işkenceden farksız geçen
günlerimdeyken, yani kendisini Özgür’ün kız arkadaşı sanıyorken dahi kucağıma
tırmanmışlığı vardı. Geçmişimiz eskiye dayanıyordu.
Bacaklarını rahatça belime yasladı.
Üzerindeki bu akşam bulunduğumuz yere asla uygun olmayan elbise iyice kısalıp
kumaşı gerilmişti. Düşünmemeye çalışarak belinden desteklemeyi sürdürdüm.
“Madem sen beni kucağına alamıyorsun, ben alayım dedim.”
“Benim gücümün yetmediği her şeye sen mi
yetişeceksin böyle?”
Sorusuyla eşzamanlı olarak başımı
boynundan çekmeme sebep olacak şekilde üst bedenini geriye doğru attı.
“Şikâyetin mi var?”
Şımarık bir çocuk gibi başını hızlı hızlı
iki yana salladı. “Yok,” derken gözleri parıldıyordu. “Zaten bu kasları bana
yardım etmek için yapmadın mı sen?”
Yanıt vermedim. O çoktan kendi fikrini
edinmiş, o fikre de tutunmuştu. Aksini savunmam bana pahalıya patlardı.
Kucağımdaki bedeniyle birlikte salona
yürürken ikimiz de konuşmadık. Koltukların yanına geldiğimde onu bırakacağımı
düşünerek kendini yere atmak için kısa bir an çırpındı ancak böyle bir planım
yoktu.
Koltuğun ortasına yerleştiğimde Ahu’yu
kucağımdan bırakmış değildim. İki yanımda olan bacakları aynı konumda kalmış,
koltuğa yaslanmışken dizime yakın bir yerde oturuyordu.
“Kucağında unuttun beni.”
“Unutkan bir adamım, Ahu.”
Başka bir şey söylemeden birden kendini
öne doğru bıraktı. Yanına yaklaştığı anda korkudan adını bile unuttuğu
kedilerden farksız biçimde göğsüme sırnaştığında çenemi saçlarının üzerine
yasladım.
Sırtında hareket ettirdiğim parmaklarımla
oyalanıyorken, biraz sonra sesini duydum. “Sırtıma ne yazdığının farkındayım.”
Çok kısa bir an parmaklarımı durdursam da
bu uzun sürmedi. Aynı şeyi yapmaya devam ettim. Tekrar eden dört harf
çiziyordum, tesadüfen ‘p, a, r, s’ harfleri aklıma geldiyse ne yapabilirdim.
“Ee,” dedim devam etsin diye. “Ne olmuş
yani?”
“Elinde olsa dövme yapacak gibisin adını
oraya bir yere.”
Duraksadım. Teninde adımı silinmeyecek
şekilde kazılı gördüğümü hayal ettim. Bugüne kadar hiçbir şekilde aklımdan
geçmeyen, gördüğümde gereğini sorguladığım isim dövmelerine karşı farklı bir
bakış açısı kazanmıştım şu anda.
Güldü. Gülüşüyle titreyen bedeni göğsümü
de titretti. “Ben de yazacağım,” diye yükseldi hemen sonra. “Ama uzun sürebilir
iki adımı da yazarsam.” Çenemle başını kaldırmasına engel olduğum için bana
bakmadan konuşmak zorunda kalıyordu.
“Soyadını da yaz istersen, ben beklerim.”
Derin bir nefes aldı. O nefes biraz uzun
sürecek olan sessizlik için bir başlangıç noktasıydı. Mutfaktan buraya
geldiğimiz sırada dağılan, değişen hava yeniden serinlemeye başlamıştı şimdi.
“Bana anlatmak istediğin bir şeyler var
mı?”
Kısık sesle, alacağı cevaptan ya da belki
vereceğim tepkiden çekinerek sorduğu soruyla birlikte kendime kızdım önce. Her
ne olursa olsun benden bu şekilde çekinmesini istemiyordum.
“Ne gibi?” dedim sesimi kontrollü ve
normal tutmaya çalışarak. “Mayıs’ın anlattıklarından fazlasını mı merak
ediyorsun?”
Aptal bir adam değildim. En azından çoğu
zaman…
Ahu’nun bu gece benimle sorunsuzca burada
oluşu, üstündeki elbiseyle büyüleyici bir biçimde depoya gelişi ve eve
geldiğimizde mutfakta beliren pasta işin içinde kendisi dışında birden fazla
ismin daha olduğunu belli ediyordu.
Özgür’den ve Timur abiden tam olarak emin
sayılmazdım ancak Mayıs’ın parmağının soktuğu çok açıktı. Bu tarihte
doğduğumdan haberi olması da ondan kaynaklanıyordu belli ki.
Avuçları göğsüme yaslandı sertçe. Ardından
kendisini hızla geri çekti benden. Dik bir şekilde kucağımda oturuyordu.
Bakışlarını yüzüme çevirmiş, göz kırpmadan bana bakıyordu.
“Mayıs bana bir şey anlatmadı,” diye
yanıtladı oyalanmadan. “Kimse bana bir şey anlatmadı, anlattırmadım Pars.”
Şaşırdığımı saklamaya çalışmadım. Yüzümde
şaşkınlığımı ona sunan açık bir ifade varken diliyle alt dudağını hafifçe
ıslatıp devam etti. “Sadece… Sadece bugünü kutlamayı sevmediğini, bundan
hoşlanmadığını biliyorum. Bunu yapmamam için hep birlikte bolca uyardılar beni,
o kadar.”
Bel boşluğunda duran avucumla elbisenin üzerinden
tam olarak hissedemediğim tenini sıkıca tuttum. “Neden diye sormadın mı yani?”
Başını iki yana salladı. “Sormadım,” dedi
dürüstçe. Dürüstçe diyordum çünkü hem onun böyle bir yalan söylemeyeceğini
biliyor hem de göğsüme yaslı duran avuçlarının yanaklarına doğru çıkmak için
hiç kıpırdamadığını görüyordum. Yalanlarını kolaylıkla ele veren, acemi bir
yalancıydı.
“Niye sormadın?”
“Senden duymak istedim,” dedi omuz
silkerken. “Ne kadarını bilmemi istersen, nasıl duymamı istersen öyle öğrenmek
istedim. Belki hiçbir şey anlatmazsın, ona da tamam diyeceğim.”
Gözlerimi bir anlığına kapatıp başımı
sertçe geriye yatırdım. Ellerimin arasında, kucağımda kanlı canlı tutuyor
olmama rağmen gerçekliğini sorgulamama sebep olacak şekilde konuşuyordu.
“Yaklaş biraz bana,” dedim birden.
Afallamış gibi baksa da dediğimi yaptı. Yüzünü bana doğru yaklaştırdı.
Dudaklarını dudaklarımın arasına alıp
sertçe emdim. Az önce dilinden dökülen; anlayışla, şefkatle, beklentiyle dolu
cümlelerin tadını alacakmışım gibi dudaklarını tattım.
Dudaklarımız temas ettiği anda gözlerini
refleksle kapatmış, bir eli göğsümdeyken yumruk halini alarak tişörtümü
avucunun içinde buruşturmuştu.
Biraz uzun tutarsam sonunu hiç
getiremeyeceğimi bildiğim için sınırı aşmadan dudaklarımı ondan yavaşça çektim.
Küçük bir kıpırdamayla dudaklarına yeniden değebileceğim mesafede, sıklaşan
nefesleri ıslaklığının bulaştığı dudaklarıma vuruyorken ben de tıpkı onun gibi
peş peşe nefeslendim.
“Sana ölürüm, sen farkında bile olmadan
ihtiyaç duyduğum her hissi bana sunan kalbine ölürüm Ahu.”
Kirpikleri birbiriyle buluşup yeniden
ayrıldı. Anbean dikkatle gözlerindeki bu kavuşmayı seyrettim. Kırpıştırdığı
gözleri benden saniyelik de olsa açık mavi irislerini gizledikçe yeniden
göreceğim an için daha da dikkat kesiliyordum.
“Güzelim,” derken belinde duran elimi
kıpırdatmadan diğer elimle yüzüne uzanıp çenesinden hafifçe kavradım. “Minik
tanrıçam, Ahu’m.”
Dudaklarımdan taşan, içimde her köşe
onunla dolduğu için tam nereden geldiğini bulamadığım sözcükler ona varırken
dudakları kıvrıldı. Heyecanla karşımda dururken daha önce benden onlarca kez
duyduğu sözcüklere böylesi tepki vermesi tapılasıydı. Her zerresi tapılasıydı.
“Her şeyin miyim ben?” diyerek tişörtümün
kumaşıyla uğraşırken tatlı tatlı yüzümü süzdü.
Dudağının kenarından kulağına doğru uzanan
hayali bir çizgi üzerinde dudaklarımla iz bıraka bıraka öptüm. Cevap vermem
için değil, nazlanmak için sorduğunun farkındaydım.
“Konuşacak mıyız peki?” diye sorduğunda
yüzüne bıraktığım öpücükleri durdurdum.
Konuşacaktık.
Yirmi dört yıllık hayatımın her gününü
dinlemek istese, oturur her günümü anlatmanın bir yolunu bulurdum. Saklanmayı
düşünmeyeceğim, açık olmaktan korkmayacağım bir hazinem vardı.
“Konuşalım,” diye yanıtladım. “Ben sana
bir masal anlatayım, sen göğsüme yaslan ve hiç bölmeden bu masalı dinle. Olur
mu?”
Aceleyle başını olumlu anlamda salladı.
Hemen sonra sanki vazgeçmemden korkuyormuş gibi göğsüme sindi yeniden.
“Konuşmayacağım hiç, söz.”
Hem beni hem onu rahat ettirmek
istercesine yerimde aşağıya doğru kayıp biraz yayıldım. Sırtında şekiller
çizmeye başlayacak olan elimi de yerine bıraktığımda artık tüm koşullar
uygundu.
İlk kelimeleri dile getirmek, kalanı
anlatmaktan çok daha zordu. Ama göğsümde hissettiğim sıcaklığı ve hoş bir yük
olan ağırlığıyla bunu yapmaya güç bulmuştum.
“Annem,” diye fısıldayarak başladım. Bu
sözcüğü yüksek sesle söylemeyeli kaç ay, kaç yıl geçip gitmişti; artık
saymıyordum. Sesimi daha normal bir yüksekliğe çıkarttım sonra. “Ne benim ne de
Mayıs’ın doğum günlerini atlamazdı hiç. Hediyeleri, pastası, mumları… Üçümüzden
başka kimse olmayacak olsa da eksik etmediği süsleri… Her şeyi düşünüp tek tek
hazırlardı.”
Konuşmayacağına dair söz vermişti ancak
nefes alırken bile fazla ses çıkartmamaya çalışıyor, göğsümde yok olabilirmiş
gibi kendini unutturmayı deniyordu. Çabasına sırtında yavaş hareketlerle
çizdiğim yuvarlaklarla destek verdim.
Ona soru sorma hakkı versem ve istediğini
sorabilse ne soracağını öngörebiliyordum. O sormadan yanıtladım. Neden doğum
günlerini üç kişi geçirdiğimizi dile getirdim. “Evde durduğu yoktu pek, saçma
sapan zamanlarda gelir; gece yarılarında girer çıkardı eve o herif. Doğum
günlerimizde de yoktu ortalıkta hiçbir zaman.”
Aklındaki sorunun ‘baban neredeydi’
olacağını bilerek yanıtlamıştım. İshak Eraslan’dan ‘baba’ diye bahsetmek bu
sıfata yapılan bir ayıptı. Kollarımdaki kadının da hayatında buna eş bir ayıp
bulunmuştu, biliyordum. Ancak bana kalırsa en büyük şansı damarlarında taşıdığı
kanın temizliğinden emin olabilmesiydi. Ben bunu yapamıyordum.
“Yıllarca bu böyle devam etti. Düzenimiz
aynıydı. Kutlamalarımız aynıydı, o zamanlar hissettiğim güzel şeyler aynıydı.”
Gözlerimi kapatmak yerine karşımdaki duvara asılı olan kapalı televizyon
ekranına bakıyordum. “On beşinci doğum günümde,” dedikten sonra bir an
tıkandım. Devam edebilmek için kendime zaman verdim.
Zorlandığımı hissettiği anda dudaklarını
tişörtümün üzerinden kalbimin üstüne bastırdı. Sırtındaki ellerimden birini
boynuma, oradan hiç inmeyen siyah bir ipe asılı küçük yeşil taşa uzattım.
Parmaklarımın arasında kaybolan taşı sıkarken taşın asıl sahibi gözlerim kapalı
olmasa bile zihnimde belirivermişti.
“Kutladığım son doğum günümde yani,” dedim
on beşinci yaşıma bir açıklama getirerek. “Gelesi tuttu o orospu çocuğunun eve.
Gündüz vakti kapıda görünesi tuttu.” Sesim kontrolsüzce yükseldiğinde irkildi.
İrkilmesi duraksamama yol açarken iyi olduğuna ikna olmamı istercesine koluma
tutundu sıkıca. Söz verdiği gibi sessizliğini koruyordu.
“Geldi işte,” dedim kestirip atarak. “Her
şeyi birbirine kattığını hatırlıyorum, o el kadar pastayı sanki evi soymuşuz
gibi burnumuzdan getirdiğini…”
İyi
ki doğdun demek yerine geberip gitsen de kurtulsam diye yüzüme haykırdığını…
Hatırladığım bu ayrıntıyı kendime
sakladım. Ahu’nun bana benden çok yanacağını, içli içli buna ağlayacağını biliyordum.
Aşık olduğum, aşkı olduğum kadını bu kadar tanıyabilmem gerekirdi zaten.
“Dağıttı öyle etrafı, bozdu her şeyi.”
dedim kısaca. “Hiçbir şey olmamış gibi yine defolup gitti sonra. Öyle kaldık
bir süre üçümüz; Mayıs çok ağlıyordu, annemin onu sakinleştirmeye çalışmasını
izledim. Parçalanan camları toplamaya çalıştım, onlara gelmesin diye.”
Anlattıkça o güne dönüp o günü baştan yaşıyor gibi hissediyordum.
Güler gibi oldum. Buruk, biraz da sinir
bozukluğuyla doğan bir gülüştü. “Ergendim tam, kontrol edemiyorum tabii hiçbir
şeyi. Çok kızdım her şeye, herkese. Doğum günümdü çünkü.” Sesim gittikçe
kısıldı sona doğru. Ahu kollarımda kaskatıydı. Herhangi bir tepki vermemek için
kendisini öyle bir sıkıyordu ki...
“Yattık erkenden o gece. Mayıs ağlaya
ağlaya zor uyuyunca annem yanına aldı onu, ben uyuyamadım bir türlü. Aklıma
esti o an bir şeyler. Dedim ki kendi kendime, ben neden bu evde yaşıyorum?
Neden bu adamın evinde, onun getirdiği bir parça ekmeği yiyeceğim diye
mahvoluyorum? Gecenin bir yarısı, ne bir eşya ne bir para almaya bile
uğraşmadan çıktım evden. Gurur yaptım, dönmeyeceğim oraya diye.”
Bu gururun temeli geberip gitmem için gün
sayan adamdı. Mahvolan doğum günüm değildi aslında.
“Dönmedim de,” dedim omuz silkerek.
“Günlerce dönmedim. Sokaklarda sürttüm, burnumu hangi deliği bulduysam oraya
soktum. Hiç düşünmedim,” diye fısıldadım son iki kelimeyi. “Annemi ve Mayıs’ı
evde bırakmış olduğum gerçeğini düşünmedim.”
Üst kolumda duran küçük avucuyla orayı
yavaş yavaş okşuyordu. Benim sırtına yaptığımı o da koluma yapıyordu.
“Bu burnumu soktuğum deliklerden birinde
hayatım sizinkilerle kesişti hatta. Özgür asalağı evire çevire dövmüştü beni.
Adımı unutturmuştu pezevenk abin.”
Kıkırdadı anlatış şeklime. Hemen ekledim.
“İlk ve son kez tabii, sonra hep ben onu dövdüm. Yanlış anlaşılma olmasın tamam
mı güzelim?”
Başını salladı uslu uslu. Saçlarından
sertçe öptüm.
“Bayılmışım ben o arada. Sokakta doğru
düzgün bir şey yediğim yokken bir de dayak yiyince… Korkudan altına sıçmış
tabii Özgür de, öldüm sanmış.”
Ahu bu kez daha sesli güldü. Özgür’ün
halini hayal etmişti muhtemelen.
“Babana gitmiş ben bayılınca Özgür direkt
korka korka. Böylece yolum Timur Akdoğan’a çıkmış oldu yani,” derken bir kez
daha ona ne kadar çok şey borçlu olduğumu kendi kendime hatırlattım. Her şey
bir yana, kollarımdaki büyülü varlık onun kanındandı. Yıllardır zar zor aldığım
nefeslerin önünü açan, ciğerlerime bayram ettiren onun kızıydı.
“Ayıldığımda ve babanın sorularına yanıt
verdiğimde ağzım burnum dağılmış olmasa bir tur da o dövecekti beni. Kimsesiz,
evsiz değilken sokaklarda sürtmeme delirdi Timur abi. Beni sürükleye sürükleye
eve götürmeye girişti.”
Buraya kadar anlattıklarım öyle büyük
olaylar değillerdi. Yani belki bir başkası için büyüklerdi ama benim dönüm
noktam bu anın hemen sonrasıydı. Eve geri dönüşümden ötesiydi…
Suskunlaştım. Ahu anlatacaklarımın
bittiğini sanmış olacak ki yerinde kıpırdandı. Kalkmasına izin verdim.
Kucağımda yüzü bana dönük halde doğruldu. Dudaklarını aralayıp konuşacakken
başparmağımı dudaklarına yasladım. Susmasına yetmişti bu.
“Eve kadar götürdü beni baban,” dedim
hızlıca. “Ben eve girmeden gitmeyeceğini söyledi dikildi öyle arkamda. Annem
beni görene kadar gitmeyecekti.”
Yutkundum ancak boğazımda sert bir yumru
vardı, takılı kalmış ve beni boğan bir yumruydu.
“O gün geçti, dokuz yıl oldu ve bugün
geldi ama baban hâlâ gidemedi benim arkamdan Ahu. Çünkü ne annem beni gördü bir daha ne de ben onu. O gece çıkıp gittiğim
eve günler sonra döndüğümde-…” Devamını getiremeyerek sustuğumda birden
kollarını boynuma sararak sıkıca bana dolandı.
Gücüne şaşacağım kadar sıkı sarılıyordu.
Kollarını sıkıca bana dolamış, yanağını şakağıma doğru yaslamıştı. Devamını
getirmesem de sonu belliydi.
Annemi son kez on beşinci yaşımın ilk
gününde canlı bir şekilde karşımda görmüş, ona ve kalan her şeye kızıp küserek
evden basıp gitmiştim. Döndüğümde her şeye aynı yerden devam edeceğimi
sanıyorken beni büyük bir kıyamet içine çekip yutmuştu.
Eve girip özlemle yanına vardığımda,
odasında uzandığı yerde içtiği bir dolu hap yüzünden derin bir uykudaymış gibi
uzanırken gördüğüm anı kâbuslarımda tekrarlamadığım geceler sayılıydı.
Mayıs’ın henüz on bir yaşındayken
annesinin ölü bedenini sadece uyuyor sanıp hiç kimseye haber vermeden sarılıp
yanında uzandığı gerçeğini kendime hatırlatmadığım geceler sayılıydı.
Ben kendime bile söylemekten kaçsam da,
Mayıs büyüdükçe ve annemi özledikçe yaşadığı krizlerden birçoğunda gerçekleri
bana haykırabilmişti.
Sadece çocukları için nefes alıyor olan
bir kadından çocuğunu çalmış, kendimi ondan alıkoymuştum. Gücünün yarısını
ondan kopartmam, kalan yarısı Mayıs’ta olsa da anneme yetememiş; her şeyi
geride bırakarak intihar etmesine sebep olmuştu.
Annem
intihar etmişti ama bana kalırsa bu bir cinayetten farksızdı. Katilleri ise
babam ve bendik.
“Benim yüzümden,” dedim nereye baktığımı,
ne dediğimi bilmeden. “İntihar falan değildi, benim yüzümdendi. Benim yüzümden
öldü, benim aptallığım yüzünden!”
Susmadan buna benzer bir şeyler söylüyor,
kendimi durdurmak için komut vermekte zorlanıyordum. Ahu kollarını boynumdan biraz
bile gevşetmedi. Dudaklarını şakağımda hissettim. Peş peşe bastırdı dudaklarını
oraya. “Böyle olacağını bilemezdin,” dedi hızla. “Bilsen hiçbir kuvvet seni
evden çıkartamazdı, tanıyorum ki ben seni.”
“Bilseydim!” diye bağırdım. Neden
bağırdığımı, neye isyan ettiğimi karıştırmış haldeydim. Kollarımdaki bedeni
ürküteceğimi, onu zor bir duruma soktuğumu düşünme sınırını çoktan aşmıştım.
“Bilseydim, nasıl bilemedim; orada ruhum ölse de evden gitmeseydim, ben onları
nasıl bıraktım?”
“Pars,” derken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Boynuma öyle sıkı sarılıydı ki çekmeye çalışsam benim gücümle dahi benden
ayrılmayacak gibiydi. Benim yerime de ağlıyor, annemden sonra kimsenin bana
sarılmadığı kadar sıkı sarılıyordu.
“Mayıs haklı,” dedim bir anda
sakinleşerek. “Bana tam olarak sığınamamakta haklı, güveni bende değil Özgür’de
arayıp bulmakta haklı. Küçücüktü Ahu, ölümün ne olduğunu zar zor anlıyordu,
annesini çaldım ondan.”
Daha önce gerçekleşen, Ahu’yu ilk öptüğüm
anın doğuşunu sağlayan anı hatırladım. Ahu da hatırlardı. Özgür’ün cümlesini,
benim bozuluşumu, Mayıs’ın sessizliğini…
Saçmalamadığın,
en iyi olan olduğunu düşündüğün halde sevilmemek nasıl hissettiriyor demişti
bana. Bu, yılların birikimiydi. Mayıs onun kollarında çok kez krizler yaşamış,
çok defa kendinden geçmiş, kaybolmuştu. Hepsinin kaynağı da aynıydı. Annemdi.
Birinin abisi, bir diğerinin son bilmem
kaç aya kadar en yakın arkadaşıydım ama taşlar bazı anlarda yerine oturmuyordu
işte. Suçlu olduğumu benimle birlikte onlar da kabul ediyorlardı, etmelilerdi
de zaten.
“Çalmadın!” diye haykırarak geri çekildi
benden. Kucağımdan düşecek gibi sarsmıştı kendini. Elleri aynı anda iki
yanağımdan beni kavradı. “Bir tek onun annesi değildi, senin de annendi.
İsteyerek mi yaptın da suçlu olacaksın? Sen de çocuktun, çok mu büyükmüşsün
sanki? Kırılmışsın Pars, sokakta yatıp kalkmayı aç kalmayı seçecek kadar
kırılmışsın.”
Başımı iki yana sallamaya çalıştım. Elleri
buna engel oldu. Yanaklarımı daha sıkı tuttu. Odaksız bakışlarım aniden yüzünü
bulduğunda ıpıslak haldeki yanaklarını, kızıl damarlarla boyanan gözlerini
gördüm. Aniden o kadar içli ve çok ağlamaya başlamıştı ki gözleri ve yüzü
saatlerdir ağlıyormuş gibi bir hale bürünmüştü.
“Ağlama,” diye konuştum onun
söylediklerini duymuyormuşum gibi. “Ağlama, yok bir şey.”
“Beni seviyorsun,” dedi birden.
“Seviyorsun değil mi?”
Konunun değişme hızına kapılsam da
duraksamadan yanıtladım. “Seni seviyorum.”
Başını salladı aceleyle. “O zaman benim
söylediklerime inan, lütfen beni duy.”
İtiraz etmek üzere dudaklarımı
araladığımda bana fırsat vermeden aralanan dudaklarımın arasına sızdı. Alt
dudağımı hırçın bir şekilde kavradığında dudaklarımın arasına üst dudağını
itmişti.
Dudağımı yavaş ama sert bir şekilde emerek
beni susturmanın olabilecek en tehlikeli yolunu seçtiğinde anımsadıklarıma dair
tüm öfkem, pişmanlığım, kırgınlığım birbirine karışmış ve verdiğim karşılıkta
can bulmuştu.
Ona sertliğin nasıl olacağını göstermek
ister gibi üst dudağını dişlerimle sıyırarak emmeye başladığımda hıçkırır gibi
yerinde hareketlendi.
Bacağıma daha büyük bir baskı yaparak
oturduğu yere kendini bastırdığında refleksle belini sıktım. Bu, yaptığını
kesmesine değil daha da yerine yerleşmesine yol açtı.
Beni bu yolla durultabileceğini bilmesi
tehlikeliydi. Sözleriyle dinginleşmeyeceğimi, söylediklerinin bir kulağımdan
girip diğerinden dışarı çıkacağını anladığı anda dudaklarıma yapışmıştı.
Bu, benden öğrendiği en tehlikeli açıktı.
Kullanmaktan bir an bile gocunmamıştı.
~
Kollarımda bir bebeği uyutuyormuşum gibi
dikkatli ve tetikte bekleyişim yaklaşık bir saattir sürüyordu.
İnsanların büyük çoğunluğu aklı doluyken,
düşüncelerle ya da hislerle savaşırken uyuyamazdı. Ben de o insanlardan biri
olarak çoğunluğa uyumluydum.
Nefesi düzenli aralıklarla boynuma
çarpıyor olan Ahu ise bu konunun en büyük istisnasıydı. Anlattığımın tam
tersiydi. Aklı ne kadar doluysa, canı ne kadar sıkkınsa o kadar hızlı uykuya
dalıp gidiyor; uykuyu savunma mekanizmasının en büyük silahı olarak öne
sürüyordu.
Ona açtığım geçmişimdeki en ağır kapı
üstüne kapanmış, engel olamayacağım kadar büyük bir hızda onu benimle birlikte
ezmişti. İlk kez bunları uzun uzadıya anlatıyordum, seçtiğim kişi ise en
kıyamadığımdı. Nasıl bir çelişkideydim?
Dudaklarını kullanarak beni sakinleştirmek
için öpüşünün devamında kızarık gözleri ve yüzüne, şişmeye ve kızarmaya
başlayan dudakları da eşlik etmişti. Yüzü her zerresiyle kırmızı bir elmaya
dönüşmüşken sanki her şey normalmiş gibi konuyu bambaşka şeylere, aklımı
dağıtacak gündelik ya da bizimle ilgili yerlere götürmüştü.
İhtiyacım olan da buydu.
Anlattıklarımın üzerinde saatler boyu
konuşmaya değil, onları anlattıktan hemen sonra yeniden gömmeye ihtiyacım
vardı. Ben dile getirmeden beni anlamış, konuşmaya başlamadan önce olduğumuz
hale geri dönmemizi sağlamıştı.
Gücünü bana bolca hediye ettiğinden hızlı
tükettiği için çok geçmeden kucağımda sızdığında ise yerimde put gibi kalmaktan
başka bir şey yapmamıştım.
Üstündeki elbiseyle, benim kucağımda iki
büklüm halde rahat ediyor olduğunu düşünmüyordum ancak uyandırıp uykusunu
bölmek hiç cazip gelmemişti.
Bir saatten fazla zamanın ardından artık
boynunu kıpırdatmamaya devam ederse uyandığında tutulacağını kabullenerek
sırtını yavaşça sıvazladım. “Güzelim,” diyerek kulağına doğru fısıldadığımda
uyanması için gerekli şartların sağlandığını düşünmüştüm.
Yanılıyordum.
Ninni söylüyormuşum gibi omuzuma daha da
gömülüp homurdanarak uykusuna devam ettiği sırada gülmek üzereydim. “Ahu,”
dedim bu kez biraz daha yüksek sesle. “Uyan sevgilim.”
“Hı hı,” dedi onaylıyormuş gibi
ciddiyetle. Neye onay verdiği meçhuldü.
“Ne hı hı Afrodit, ne anladın da tamam
diyorsun acaba?”
Ofladı içli içli. “Sussana, sen kimsin?”
Kaşlarım havalandı.
“Kucağında olduğun kaç farklı seçenek
olabilir? Kimim öyle mi?”
Sarhoşluğundan hallice bir hareketle
başını omuzumdan kaldırdı. Bakışları da ayık sayılamazdı.
“Ne diyorsun ya?”
“Üstünü değiştir de yatakta uyu diyorum,
güzelim. Olur mu?”
Başını sallamaya çalıştı. Daha çok başı
dönüyormuş ve bunu dışarıya yansıtıyormuş gibi görünüyordu.
“Sen değiştir, ben uyuyorum.” Kendini öne
atıp omuzuma geri yatacakken ensesinden kedi gibi yakaladım. Avucumla
kapladığım ensesi dik kalmasına sebep olmuştu. Dudakları aşağı doğru büküldü.
“Üstünü değiştirmeye kalkarsam, sadece
çıkartmakla yetinirim minik tanrıça.”
Gözleri yarı açık halden tam açık hale
geçerken beni gayet iyi anlıyor olduğunu ama uykulu halde nazlanmaktan keyif
aldığını kavramıştım. Hanımefendi çıplak kalacağı imasına anında tepki
verebilmişti.
Kızacak gibi kaşlarını çattığında ağır bir
tepki alacağımı sanarak kendimi hazırlamaya çalıştım. Abartmış mıydım? Cümlemi
tekrar arsızlık süzgecimden geçirecekken sesini duydum.
“Üşürüm o zaman!” diye yükseldi birden.
“Çok istiyorsan sen soyun.”
Pekâlâ, sorunun bu olacağına ihtimal
verdiğimi söyleyemezdim.
“Olur,” dedim hiç duraksamadan.
“Soyunurum. Başlayayım mı?”
Gözlerini kırpıştırdı. Arkasının boş
olduğu unutarak kendini geriye attığında ensesindeki elim olmasa kafa üstü yere
uçmuş olacaktı.
“Nereye?” diye sordum alayla. Konuşurken
çenesi açılıyor ancak arada içinden bir ses onu uyarmakta gecikmiyor olacak ki
böyle pısırıklaşıyordu.
“Evime gideyim,” dedi mazlum bir ifadeyle.
“Saat kaç olmuş.”
“Burası da evin Ahu, benim olduğum her yer
sana ev güzelim.”
“Hım,” dedi uzatarak tatlılaşırken. “O
zaman sen kaplumbağanın sırtında taşıdığı kabuksun, ben de içerdeki kaplumbağa
mıyım?”
Zihninin nasıl işlediğiyle ilgili
araştırmalar yapılmalıydı. Bu nereden çıkmıştı bir anda?
“Yani…” dedim ne diyeceğimi bilemeyerek.
“En son panter ve ceylandık ama kaplumbağa da oluruz tamam, sen ne istersen.”
Kıkırdadı. Yanaklarımı tak tuk sesler
çıkartarak tokat atar gibi sevmeye başlayışı aniydi. Severken dövme güdüsü
babasından gelen bir gendi herhalde. Timur abi de morarta morarta sevebiliyordu
bazen.
“Ne yapıyorsun güzelim?”
“Seviyorum seni,” dediğinde fırsatı
kaçırmadım. “Ben de seni seviyorum.”
Gülüşü büyüdü. Dudaklarıma kısa bir öpücük
bıraktıktan sonra gözlerini gözlerime odakladı.
Ondan sakladığım detayı, asıl düğümü
bilmemesine rağmen sanki hissetmiş gibi fısıldadı dudaklarımın üstüne doğru.
“İyi
ki varsın, iyi ki doğdun, iyi ki olan her şey sensin Pars.”
İshak Eraslan’ın keşkesi olmam tam dokuz
yıl önce göğsümün üstüne koca bir kaya bırakmış, o adamın gözümde zerre değeri
olmamasına rağmen her şeyi mahvetmeme sebep olacak kadar gözümü döndürmüştü.
Şimdi yıllar sonra, onunla en ufak bir
ortak noktası olmayan bir kadın içinden kopup geldiği gözlerinden belli olacak
şekilde ‘iyi ki’ diyordu; iyi ki varmışım, iyi ki doğmuşum, iyi ki olan her şey
benmişim…
Bir iki ay öncesine kadar, değil kabuk
bağlamasına üstüne bir kumaş parçası örtüp kanamasını durdurabileceğime bile
ihtimal vermediğim yaraya nazikçe üfleyerek sihirli bir şekilde ruhumu
ferahlattığında sıkıca ona tutundum.
Belki de düşündüğüm kadar büyük bir suçlu değildim. Kim bir suçluya bu denli büyük bir hediye verirdi ki?
Yorumlar
Yorum Gönder