Düşten Farksız 11.Bölüm
11.BÖLÜM
Timur
anahtarını kapı kilidine yerleştirirken bir adım arkasında duran bedenden
yayılan kokuya aslında aşinaydı. Ancak genellikle kokunun kaynağı kendisi
olurdu. Bir başkasının alkol variline düşmüş gibi kokmasındansa, diğer ihtimale
daha sık rastlamıştı bugüne dek.
“Devirme
sağı solu, ses yapma girince.” Kapıyı geriye doğru ittiği sırada sesini alçak
tutarak konuşmuştu.
Özgür’ü
bulmak üzere evden çıkmak için Despina’nın odasına çekilmesini yeterli
bulmamış, uyuduğundan emin olacak kadar uzun süre evde beklemişti. Saat gece
yarısını çoktan geçe evden ayrıldığında, Özgür’ü aramak için çok uzun zaman
harcamasına gerek olmamıştı. Eliyle koymuş gibi bulmuştu onu. Ancak kör kütük
sarhoş oluşu sürprizdi.
Özgür
aldığı uyarıya sessiz kaldı. Aklı en az midesi kadar bulanıyordu, ikisi bir
arada gerçekleşirken de değil cümle kurmak bir sözcük seslendirmek bile
işkenceden farksızdı.
Timur
önden içeri girdiğinde ilk işi holün ışığını yakmaktı. Karanlıkla kaplı evi bir
nebze aydınlattığında, Özgür’ün düşmeden ayakkabılarından kurtulduğundan emin
olana kadar bir adım ötesinde beklemişti. Kapı sessizce geri kapanıp, yan yana
evin girişinde kaldıklarında Timur yeniden konuştu. “Kahve yapacağım, içtikten
sonra da soğuk bir duş alırsın. Sabah zombi olacaksın her türlü ama etkisini en
aza indirelim.”
“Yatacağım
ben.” dedi Özgür hafif boğuk çıkan sesiyle. Odasına doğru yönelecek olduğunda
Timur buna izin vermeden omuzunu kavramıştı. Cüsse olarak pek farkları yoktu,
hatta Özgür’ün yaşının verdiği deli gücüyle bir avantaj sağlayacağı kesindi.
Tabii damarlarında gezinen alkol olmasaydı… Sarhoşluğu yüzünden gücü çekilmiş
gibiydi. Timur omuzuna dokunur dokunmaz onu durdurabilmiş, çivi gibi olduğu
yere çakılmasına sebep olmuştu.
“Yüzünü
yıka, şurada. Yürü Özgür delirtme beni, yeterince delirttin bu akşam kotan
doldu oğlum yürü.”
İttire
ittire de olsa banyoya doğru yöneltebildi Özgür’ü. Işığı açıp onu banyoya
soktuğunda kendisi girmeye gerek duymamıştı. Fiziki değildi ancak zihni fazlaca
yorulmuştu.
Özgür
açtığı musluğu bir süre boş boş izlemiş, bir şekilde avuçlarına su doldurup
yüzüne çarpmayı akıl edebilmişti. O kendine gelmeye çalışadururken, Timur
kahveyi yapmak üzere mutfağa doğru adımlamaktaydı. İkinci adımını atmadan önce,
az önce Özgür’ü iterek geldiği için gözünü değdirmediği ancak şimdi ister
istemez gözünün takılı kaldığı kapının önünde yavaşladı.
Yıllardır
boş duruyor olan, kırk yılda bir gelen misafirlerden başkasının kullanmadığı
odanın kapısını kapalı görmeye birkaç günde alışmıştı. Kapı kapalıyken, açık
olduğundan daha iyi hissediyordu hatta. Kapalı kapı, içeride Despina’nın var
olduğunun bir belirtisiydi.
Timur’un
yıllardır ihtiyaç duyduğundan haberinin dahi olmadığı ancak aniden birincil
ihtiyaca dönüşen bir belirtiydi.
Kapıya
dikkat kesilmek, Timur’un yalnızca Despina’yı düşünmesine sebep olmakla
kalmamış; aynı zamanda da kulağına odadan sesler dolabilmesini sağlamıştı.
Biraz önce Özgür’ü banyoya girmesi için iterken onun itirazları ve kendi ısrarları
sebebiyle duymasının mümkün olmadığı sesler şimdi kısık da olsa kulağındaydı.
Uyuduğundan
emin olup çıktığını sansa da, seslerden anladığı Despina’nın hâlâ uyumuyor
oluşuydu. Ya da uykusu bölünmüş ve uyanmıştı.
Bir
şeyler konuşuyordu, konuşuyordu ancak Timur ne tam duyabiliyor ne de
duyabildiği kısımları anlayabiliyordu. Yunanca olduğundan emin olduğu
cümlelerden tek tük kelimeler seçebilse de tamamını anlamaya yetemiyordu.
Konuşmaların arasında belli belirsiz yükselen sızlanışları algılaması için herhangi
bir dile ihtiyacı yoktu. Bunların ağlayışlar olduğunu anlar anlamaz omuzu
kapıya yaslanmıştı.
Duraksamadan
işaret parmağının arkasıyla kapıya peş peşe iki kez vurdu. Uyanık olduğunu,
telefonla konuşuyor olabileceğini düşünerek bu vuruşun Despina’nın kapıyı
açması için yeterli olacağını düşünmüştü. Oysa durum bunun kıyısından bile
geçmiyordu.
“Despina?”
diye seslenerek vuruşunu tekrarladı, biraz daha sert ve ısrarcıydı bu kez.
Ancak sonuç aynıydı.
“Ne
oluyor?” diye soran Özgür, soğuk suyun yüzüyle buluşmasının ardından biraz daha
kendindeydi artık. Kaşları çatık halde, Timur’un neden gece gece Despina’yı
uyandırmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordu. “Neden uyandırıyorsun?”
“Ses,”
dedi Timur aceleyle. “Ses geliyor, anlayamıyorum. Uyumuyor, uyumuyorsa neden
açmıyor kapıyı?”
Özgür
de en az onun kadar kafası karışarak kapıya doğru yaklaştı. Yaklaştığında
bahsedilen sesi o da duyabilmişti. “Kulaklıkladır belki, telefonla
konuşuyorsa…” İlk aklına geleni söylemişti ancak pek inanarak yapmamıştı bunu.
Gecenin üçünde telefonla konuşuyor olması zor bir ihtimaldi.
“Despina!”
diye seslendi Timur bir kez daha. Çok daha yüksek, neredeyse bağırır bir
seslenişti. “Yok, duymuyor.” derken kendi kendine söyleniyordu.
“Açayım
mı kapıyı?” Timur kısık sesle sorduğunda Özgür kaşlarını kaldırdı. “Kapıyı mı
kıracaksın? Korkar, hayır.”
“Kırmayacağım,”
dedi Timur başını iki yana sallarken. “Yedek anahtar…”
“Atmıştın
anahta-…” Özgür dün taktıkları kilidin iki anahtarından birini kapıya takmışken
diğerini de atılmak üzere çöpe fırlatmıştı. Despina ikinci anahtara canavar
gibi baktığı içindi bu. Timur ise her ihtimale karşı o anahtarı çaktırmadan
çöpten almış, kendi odasında bir köşeye bırakmıştı. Bu kadar hızlı gerekeceğini
düşünmemişti elbette ama şimdi iyi ki atmamışım diyordu.
Özgür
durumu anlayarak cümlesi bitmeden sustu. Durumun merak uyandırıcılığı ve
endişesini tetikleyen kısımları sarhoşluğunun etkisinin gittikçe azalmasına yol
açıyordu. “Getir de açalım, böyle bırakacak halimiz yok.”
Timur
oyalanmadan anahtarı alıp geldiğinde aradan bir dakika bile geçmemişti. Kapının
ardında diğer anahtar takılıydı ama Timur’un kısa uğraşının ardından anahtar
yere düşmüş, böylece elindeki anahtar kullanılabilir hale gelmişti.
Timur
kapı açıldığında içeriye ilk giren kişiydi. Henüz odanın ışığı açık değildi,
holden sızan ışık gücü yettiğince odanın içini aydınlatıyorken yatakta yatıyor
olan Despina’nın bedenini göremeden önce kulağına artık çok daha net dolan
sesle yerinde sarsılır gibi olmuştu.
Yunanca
kısımlar yine anlamını bulamayacağı kadar karmaşıktı ancak artık sızlanışlardan
fazlası olduğu belli olan sesler netti. Bunlar ağlayışlardı. İçli, acısı açıkça
belli ağlayışlar…
“Kâbus
mu görüyor?” dese de Özgür’ün sorusunun cevabını iki adam da çok iyi biliyordu.
Gözleri kapalı, yatakta küçülebildiği kadar küçülüp kendini kapatmış bedenden
yükselen içli ağlayışın bu seçenek dışında bir açıklaması yoktu.
Timur
öne doğru atıldığında, bunu yapmasına sebep olanın mantığı değil de içgüdüleri
olduğundan habersizdi. Timur Akdoğan bu sahnede mantığını kullanıyor olsaydı,
telaşla yatağa adımlamak yerine ışığı açıp sakin ama daha yüksek sesle yeniden
ona seslenirdi. Oysa neredeyse koşar adım ilerleyip dizini yatağa yaslamasının
bununla hiçbir benzerliği yoktu.
“Se
fovámai.”
(*Korkuyorum
senden.)
Yatağa
dizini yaslar yaslamaz kızın dudaklarından kopan serzenişi duyduğunda, Timur bu
iki kelimenin de çevirisini yapamamış olmayı diledi. Anlamını bilmemeyi,
yabancı kalmayı istedi bu sözcüklere ve birleştiklerinde çıkan anlama.
Göğüs
boşluğuna kırık bir cam parçası saplanmış gibi hissettiren sızlanışının
ardından daha yüksek sesle ağlamaya başladığında Despina’nın hali Timur’u
akılsız bir varlığa çevirmişti. Gözleri sımsıkı kapalı biri nasıl bu kadar çok
ağlayabilirdi?
Mavilerini
iri iri açık tutuyorken ona temas etmeden önce kırk kez düşünüyordu Timur. İlk
denemesinde onu öylesine ürkek bulmuştu ki karşısında, artık defalarca kez
düşünmeden saçının teline dahi dokunmaktan çekiniyordu. Gözlerine bakıyor,
temas izninin çıkmış olduğundan emin olmaya çalışıyordu. Şimdiyse ona izin
verecek olan maviler örtülüydü, günlerdir kendisinden nefret etmesine sebep
oluyor olan ürkek tavrının birkaç katı ağırlıkta bir haldeydi hatta. Bu,
Timur’un düşünmekle ne zaman ne de fırsat kaybetmeden avucunu Despina’nın
yanağına yaslaması için yeterliydi.
Özgür’ün
içten içe kendisini suçlayıp, huzursuz hislerle kaplı halde kapıdan
uzaklaştığını görmemişti Timur. Özgür, bugün yarasına dokunulur dokunulmaz hep
yaptığı gibi en saldırgan haline bürünmüş; bu haliyle karşı karşıya kalan da
Despina olmuştu. Evden çıktığında çoktan ona karşı pişmanlıkla dolmuştu ancak
dönmek yerine başka şeylere sığınmak ve kaçmak daha kolay gelmişti.
Timur’un
uzaklaşan Özgür’ü fark edemeyişi, Özgür’ün sessizliği kadar kendi
dalgınlığından da kaynaklıydı. Kapıya, yani kendi bulunduğu kısma doğru dönük
uzanıyor olan Despina’nın diğer yanağının aksine yastıkta saklanmıyor olan sağ
yanağına yasladığı avucu aynı anda hem aleve değmiş gibi yanmış hem de buzdan
farksız bir suyla yıkanmış gibi sızlamıştı.
Hissi
tanımlayamayışı, yabancılığındandı. Dokunduğu yere, bugüne dek belki bin kez
dokunmuş olmalıydı oysa. Yanaklarını okşamış, dudaklarıyla öpücükler bırakmış
ve bunları hem kendine hem kızına ezberletmiş olmalıydı. Kimse onlara bu şansı
tanımamıştı.
“Despina,”
dedi daha önce tekrarladığı adını bu kez çok daha yakınında seslenirken.
Parmaklarına inen birkaç gözyaşı damlası, evi tamamen doldurup boğulacağı kadar
boğazına tırmanmıştı sanki.
“Lütfen…”
derken ne için yalvardığını bile bilmiyordu. Uyanması için miydi, ağlamaması
için mi yoksa bambaşka şeyler mi diliyordu ondan?
Bir
hafta önce öğrendiği on dokuz yıllık sırra ilk günleri uykusuz ve düşünmekten
başka bir şey yapmadan geçirmek dışında doğru düzgün tepki vermişliği yoktu.
Öyle büyük tepkiler verebilen biri değildi zaten, bünyesi yoğun hislere de
tepkilere de savunma mekanizması geliştirerek yıllar boyu bunda ustalaşmıştı.
Şimdi
o bir haftanın tüm birikmişliğini omuzlarında, göğsünün ortasında hissediyorken
ustalığının yetersizliği gün yüzüne çıkmıştı.
Dayanamayıp
Despina’nın tam karşısına, yüzü ona dönük halde bıraktı kendini. Eli bir an
bile yanağından ayrılmamış, hatta hiç kıpırdamamıştı. Bulundukları yatak ne
çift ne de tek kişilikti ancak sıkışmış değillerdi. Timur’un iriliği
Despina’nın küçük bedeniyle örtüştüğünde zaten bir buçuk kişiden fazla
etmiyorlardı.
“Ağlama
artık.” diye yakardı Timur. Bir anda uyandırması kötü bir şeydi, biliyordu.
Kâbustan kimse aniden uyandırılmazdı.
Yanağını
bırakmadan başparmağını kıpırdatarak elmacık kemiğinin üzerinde soluk çizgiler
çizmeye başladı. Ara ara düşen yaşlar parmağının hareketi sırasında
kayboluyordu. Timur, dün gece bu saatlerde olanları hatırladığında başını
tereddütle de olsa ileriye doğru yaklaştırdı.
Burnunu
saçlarının başlangıç çizgisine bastırıp dudaklarıyla alnında belli belirsiz bir
dokunuş yarattı. Dün gece bunun tıpatıp aynısı gerçekleştiğinde ilk birkaç
saniye donakalan kızın, biraz sonra gözlerindeki saklayamadığı parıldamayı
kaçırmamıştı. Uykuda da olsa yine işe yaramasını umdu.
Dudaklarını
alnından hafifçe çektiğinde mırıldandı. “Korkma, benden korkma yalvarırım yapma
bana bunu.”
Az
önce duyduğu Yunanca fısıltının odağında kendisinin olduğundan emindi Timur.
Korktuğu kişinin kendisi olduğuna dair çoktan kesin yargılara varmıştı. Yanılma
payı bırakması gerektiğini fark etmesi, Despina’nın artık sıyrılmakta olduğu
kâbusunun bir köşesinde onu duyması ve can simidiymişçesine koluna sıkıca
tutunmasıyla gerçekleşti.
Yanağında
duran elin dirseğinin biraz üstüne avucunu sıkıca kapatmışken bilinci yerli
yerinde değildi elbette. Yalnızca çırpınıp durduğu döngünün içindeyken,
kurtarıcısı olabilecek sesi duyduğunda elini uzatıp ona tutunmuştu.
“Buradayım,”
diye mırıldandı afallamış halde Timur. Kolundaki ona göre güçsüz ama
karşısındaki bedene göre güçlü tutuşun etkisiyle sarsılmıştı. “Buradayım
güzelim, yanındayım.”
Alnına
bu kez çok daha sert bir baskıyla dokundurdu dudaklarını. İki kez üst üste aynı
yeri öptü. Despina kurtulmak için çabaladığı döngüden koptuğunda gözleri
yavaşça aralanmak yerine, aniden irice açılmıştı. Titrer bir halde, soluk
soluğa uyanmıştı. Uyanmıştı fakat bilincinin kendisini toparlaması gözleri
açılır açılmaz gerçekleşemedi. Neredeyse yarım dakika boyunca sıkça
soluklanmaya, titremeye devam etti.
Loş,
karanlığa yakın bir durumdaki oda etrafı algılamasına bir süre daha engel
olmayı sürdürdü. Nerede olduğu başta olmak üzere birçok şey henüz yerini bulmuş
değildi.
~
“Despina,” diyerek son zamanlarda duymayı
en sevdiğim tınıyla adımı seslenen kişiyi duyduğumda o kişiye çok fazla yakın
olduğumu, sıkıca tutunduğum kolun ona ait olduğunu ve yanağımdaki sıcaklığın
kaynağını aynı anda fark etmiştim.
Sudan dışarıya çıkarılmış bir balığa
benzer tepkiler göstererek titriyor ve sesimi bile çıkartamadan can çekişiyor
gibi görünüyordum.
Gerçeklik ve bulanık görüntüler arasında
sıkışıp kalmışken kendime hangi görüntülerin hangi kısma ait olduğunu
algılatmaya çalışıyordum. Gözlerimi kırpmama çabam, gözlerimi bir an olsun
kapatırsam karşımda bulacağımı düşündüğüm görüntüdendi. Bunu düşünürken
sızlandığımı babam, “Şş, bir şey yok uyandın bak.” diye konuştuğunda
anlamıştım.
Sık kâbus görmezdim. Ancak sık kâbus
görmekten beter olanı yani kâbusu yaşamayı yıllarca sürdürmüştüm. Az önce
gördüklerim de en gerçek kâbusumun izlerindendi. Kimsenin beni duymadığı, duyan
tek kişinin de bana acıyıp yardım edecek son kişi olduğu anlar gözümün önünde
dönmeye başlarken tutunduğum kola daha da bastırdım parmaklarımı. Gözlerimi
kapatmasam da yine o ana çekiliyordum.
“Uyandım,” dedim fısıltıyla. Uyanmış olmam
geçici bir çözümdü.
Yüzü benden yukarıda durduğu için
konuşurken gözlerim boynuna doğru denk gelmişti. O konuştuğundaysa alnıma ne
kadar yakın durduğunu kanıtlarcasına nefesini saçlarımda hissediyordum.
“Kâbustu, geçti.”
Sinirlerim bozulmuşken bunu yansıtan bir
gülüş döküldü dudaklarımdan. “Geçmedi.” dedim yalnızca kendimin duyacağını
sanıp fazlasıyla kısık sesimle.
Henüz kendime tam olarak gelemediğimden,
babamın bu kadar yakınımda olması ve yanağımdaki sıcak avucuna normalde
vereceğim tepkinin yüzde birini bile veremiyordum. Sanki… Sanki kâbuslarımdan
sıyrıldığımda onun kollarında sakinleşmeye alışkındım. Öyle olabilmeyi her şeyden çok isterdim.
“Anlatmak ister misin gördüklerini?” diye
sordu küçük bir duraksamanın ardından. Başımı panikle iki yana salladım.
Teklifini reddettiğim için yanımdan kalkmaya karar verecekmiş gibi
hissettiğimde kolunu daha sıkı tutmuş ve refleksle başımı ona doğru itmiştim.
“Neden?” dediğinde sessiz kaldım. Nasıl
bir neden verebilirdim ona?
Sessizliğime bir süre eşlik etse de belki
bir dakika bile geçmeden yeniden sesini duydum. “Despina,” diye başladı önce.
“Hım?” gibi garip bir mırıltı çıkarttım. “Uyanmadan önce korktuğuna dair bir
şeyler fısıldıyordun, birinden korkuyordun sanki.” Konuşmayı sürdürdükçe
kaskatı kesilmiştim. “Ben miydim o, benden mi korkuyordun?”
Son kısım ise tüm iplerimi tek hamlede
kopartmıştı. Başımı -ve elimden geldiğince bedenimi de- hızla geriye doğru
çektim. Yüzüne bakabilmek içindi bu çabam. İçerideki yetersiz aydınlığa rağmen
yüzüne bakabilir hale geldiğimde elalarını seçebiliyordum. “Ne?” dedim bir
anda.
Gördüklerimin etkisiyle uykuda olmama
rağmen konuşmam ve bunu duyması yeterince kötüyken bir de üzerine mi alınmıştı?
“Se
fovámai.” derken hafif kayan aksanına rağmen
telaffuzu doğruydu. “Böyle söyledin, birinden korktun.”
Onu yanlış bildiğine ikna etmeyi denemek
aklımdan geçse de hemen sonrasında saçmaladığımı düşünüp bundan vazgeçmiştim.
Yunanca bilgisini sorgulatmak yerine daha mantıklı bir çözüm yoluna
gidebilirdim belki.
“Benden mi korktun, Despina? Kâbuslarına
girecek kadar çok…” Ondan korkma ihtimalimin onu ne kadar rahatsız ettiğini bir
çocuk bile haline bakıp söyleyebilirdi.
“Hayır,” dediğimde yanağımdaki eli
kıpırdar gibi oldu. Çekmek için mi yoksa daha sıkı tutmak için mi
hareketlendiğini anlayamadan konuşmaya devam ettim. “Sen yoktun ki, seni
görmedim.”
Dürüst olduğumda cevabımın ona yetmesini
ve böylece konudan sıyrılabilmeyi umduysam da, asıl bombayı bu şekilde ortaya
attığımı geç fark etmiştim. “Kimdi peki?”
Az önce ondan korktuğumu sanıyorken
öfkeyle karışmış pişmanlığın etkisindeydi. Şimdi ise sorduğu sorunun cevabını
beklerken pişmanlığı ortadan çoktan kaybolmuş, geriye sadece öfkesi kalmıştı.
“Kimse,” dedim şüphe çekmemeye çalışarak.
Burnum tıkanmaya başladığı için sesim boğuktu. Gözlerimdeki nemden anladığım
kadarıyla uykudayken konuşmakla kalmamış, ağlamıştım da. “Hiç kimseydi.”
Bir yanağım yastığa yaslıyken, diğer
yanağım babamın avucuyla tamamen kaplanmıştı. İstemsizce parmaklarım yanağımı
bulmak için yüzüme yöneldiğinde biraz gözaltlarıma ve bolca da babamın
parmaklarına temas etmiştim. “Hatırlamıyorum kim olduğunu, neden öyle
bakıyorsun?”
Cevaplamama rağmen yüzümdeki bakışlarında
hiçbir değişim yoktu.
“Yalancı,” dedi dümdüz bir sesle. “Acemi
ve saf bir yalancı hem de…”
“Hı?” diyebildim sadece.
“Hatırlıyorsun, o kadar iyi hatırlıyorsun
ki sorduğum anda gözlerin o her kimse karşındaymış gibi söndü. Eğer ben
değilsem-…”
“Değilsin!” dedim patlayarak. Sürekli
kendi üstüne alınıp duruyordu. Sesimin yükselmesine herhangi bir tepki vermek
yerine, zaten bunu bekliyormuş gibi kaldı.
Başparmağıyla göz çukuruma yakın bir yeri
hafifçe okşadığında bin parçaya ayrılmak üzereydim. Bir bütün halinde kalmak
zordu, daha önce parçalara ayrılmış ve asla sağlam olmayan yöntemlerle o
parçaları yapıştırıp birleştirdiyseniz böyle anlarda o bütünlüğü korumak her
şeyden daha zordu.
“Neden inanmıyorsun bana?” diye sızlandım.
“Hatırlamıyorum işte.”
“Her özelliğin bana benzesin, hepsinden
keyif alırım ama bu benzemesin Despina. İçini sızlatanı gizleme, kendine
saklama. Bu iyi bir şey değil, yemin ederim değil.”
Burnumu çekerken çıkan sesi umursamadan
gözlerimi gözlerinden ayırmadım. Ben onu ikna etmeye çalışıyor olsam da, o
benden daha etkili bir ikna ediciydi. Belki birkaç dakika belki de sabah
olduğunda kendime kızma ihtimalim yüksek olsa da yüzümü öne doğru itip boynuna
bastırdım.
“Şimdi olmaz,” dedim fısıltım ona çarpıp
kaybolurken. “Sorma bana bu soruyu.”
Ona sığınışımla yanağımdaki eli gevşese de
oradan ayrılmadı. “Kızımı böylesine korkutan ne, öğrenemeyeceğim öyle mi?”
Titredim, baştan ayağa, tüm hücrelerimle
titredim. Bastırarak, hiç tereddüt etmeden ‘kızım’ dediğinde dünyam tersine
dönmüş gibi oluyordu. Kimsesiz hisseden birini böyle sıkı sıkıya benimserse
nasıl ona muhtaç kalacağımı hesaba katmıyor muydu hiç?
“Öğrensen…” dedim boynuna gömülü olsam da
sanki beni görecekmiş gibi gözlerimi sıkıca kapatmışken. “Öğrensen ne olacak
ki?”
Yanağımdaki elini çektiğinde hıçkırarak
ağlayabilirdim. Hep orada kalsın istemiştim, neden çekiyordu? Ben yeterince
üzülemeden, aynı el enseme doğru ilerledi. Saçlarımın arasına karışıp ensemi
kavrarken yüzümü mümkünmüş gibi boynuna daha çok bastırdı.
Kokusu boynunda o kadar yoğundu ki
burnumdaki tıkanıklık hiçbir engel yaratmamıştı. Her nefesimde kokusu içime
doluyordu.
“Bana seni korkutanın ne olduğunu
anlatırsan, ben de sana öğrendiğimde ne olacağını gösterebilirim Despina.”
“Sen de korkabilirsin, benden sıkılıp
gitmemi isteyebilirsin…” Telefonuma düşen ‘İstanbul’a geleceğim’ içerikli ilk
mesajdan beri beni düşündüren ihtimaller dudaklarımdan dökülürken cümlemin
sonunda boğazımı yakan bir biçimde iç çektim.
“Öyle korkak bir adama mı benziyorum?”
derken çenesini başımın tepesine bastırdı. Sakallarına yakalanan saç tellerim
ses çıkartmıştı kısıkça. Benzemiyordu. Korkabilirsin derken aslında kastettiğim
zarar görebilecek olmasıydı ama bunu sesli olarak dile getirmedim. Benim
suskunluğum onun konuşmaya devam etmesine sebep oldu. “Yunanistan’a dönmeye
çalışma çaban da bu konuyla ilgili miydi?”
Sessizliğim bir onaydı. İtiraz etmekle
uğraşmamıştım, bana -yalanlarıma- inanmıyordu çünkü.
“Oradan biri… Değil mi?”
“Sormamanı söyledim sana!” dedim gergin
bir tavırla. Geri çekilmek için çırpınır gibi hareketlendim ama ensemdeki eli
büyük bir engeldi buna, yapamamıştım.
“Sormuyorum,” dedi sakince. “Sormuyorum tamam
kal olduğun yerde.” Çırpınmayı kestim. Gözlerim kapalıyken düzenli nefesler
alıp vererek bekledim.
“Sormayacağım
ama cevapları bulamayacağım demek değil bu.” diye
mırıldandığında çoktan aradan dakikalar geçmiş, sesini duysam da dediklerini
anlayamayacak kadar uykunun kucağına düşmüştüm.
Sabah olmasına birkaç saat kalmışken,
kollarında daldığım uykunun daha önce uyuduğum hiçbir uykuya benzememesine
sevinmeli mi yoksa üzülmeli miydim bilmiyordum.
Gözlerimi yeniden araladığımda oda en son
uyanışımın aksine tamamen aydınlıktı. Ancak odanın aydınlık olması, görüş
alanım açık demek değildi. Garip bir biçimde etrafımı sınırlı ölçüde
görebiliyordum.
Garipliğin kaynağını, birkaç saniye sonra
bilincim daha az bulanık hale geçtiğinde algılayınca gözlerimi kocaman açtım.
Yaslı olduğum bir boyun vardı, görüş alanımı kaplayan da o boyna bağlı geniş
omuzdu.
Başımı kaldırıp bedenin yüzünü görmeme ya
da birkaç saat önce olanları hatırlamama gerek yoktu, kokusu kim olduğunu zaten
bana haykırıyordu.
“Aferin Despina,” diye fısıldadım kendi
kendime. Ağaç bulmuş koala gibi dolanmam yetmemiş gibi bir de başımı boynuna
gömülü bırakmış, öyle uyumuştum. Birkaç gün önce bana doğru adım attığında
korkuyla kaçtığım adam bir başkasıymış gibi kollarında uzun zamandır uyuduğum
en güvenli uykuyu uymuştum. Üstelik az önce baktığım boşluktan anladığım
kadarıyla odanın kapısı bile kapalı değildi.
“Ne için aferin kazandın?”
Birden bire sesini duyduğumda irkilerek
kıpırdandım. Uyumuyor muydu?
Aceleyle geri çekildim. Sırtımdaki elini
hissediyordum ama bundan bahsetmedim. “Yeni uyandım ben.” dedim dünyanın en
alakasız girişini yaparak.
“Haberim var bundan,” dedi başını
sallarken. Gözleri hiç uykudan uyanmış gibi görünmüyordu, aksine uykusuz
bakıyordu elaları. “Günaydın.”
“Günaydın,” dedim sessizce. Birlikte
uyumuş olmamız ve gece olanların garipliğinden bahsetme önceliğini ona
vermiştim ama asla bir şey söylemiyordu. Kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken
kuruyan gözlerimi ovuşturmak için elimi gözlerime doğru attım. İkinci
ovuşturmamda bileğimden yakaladı elimi. “Kızarır, yapma. Yüzünü yıka
kaşınıyorsa.”
“Tamam,” dedim hızla doğrulurken. Burada
durup garipsediğim anın stresiyle beklemektense gidip yüzümü yıkama fikrine
bayağı ısınmıştım. Yatakta bir nevi yuvarlanarak kalktım. Ayaklarım yere basar
basmaz kapıya ilerlemek için aceleciydim. Ancak kapıyı gördüğümde çıkmadan önce
dudaklarımı aralamadan edememiştim.
“Kilit de kapı da sağlam, içeri nasıl
geldin?”
Sırtüstü dönmüştü ben kalktığımda. Başını
omuzuna doğru çevirip bana baktı. “Yedek anahtarla,” dedi dümdüz bir ifadeyle.
Kaşlarımı derince çatmıştım. “Anahtarı atmıştı Özgür.”
“Çöpleri karıştırıp işime yarayabilecek
şeyleri odamda saklarım, huyumdur benim.”
Dalga geçtiğini anladığımda burnumdan bir
nefes verdim sıkıntıyla. Anahtarı atmaması hoş değildi ancak dün gece yanıma
gelmiş olmasından hoşnut olmadığımı da söyleyemezdim. Bahsettiği uykudayken
olan konuşmalarımı duyup içeri girme ihtiyacı hissetmişti belli ki.
Üstelemeden odadan çıkıp banyoya yöneldim.
Banyonun kapısına vardığımda kapalı olduğunu ve içeride yanan ışığı görmüştüm.
Orada olabilecek tek seçenek kaldığı için çocuk gibi heyecanla yerimde
sallandım. Özgür geri mi gelmişti?
Dün yaşananlar o kadar hızlıydı ki takip
etmekte bile zorlanmıştım. Mayıs’la konuşmam, devamında Özgür’ün benim o ve
babam arasında bağın ayrıntılarını bildiğimi öğrenmesi ve patlaması peş
peşeydi. Eve geldiğimizde çok geçmeden bu kez babama içindekileri dökmüş ve
dışarı çıkmıştı. Gece yarısına kadar uyanık kalıp döneceğini düşünsem de
gelmemişti. Düşüne düşüne daldığım uykumda o kadar huzurluydum(!) ki kâbusun
ortasına düşmüştüm zaten.
Burada beklememin biraz garip olacağını
düşünerek odaya dönmek için arkamı dönecekken kapı birden açıldığında olduğum
yerde bir an için hareketsiz kalmıştım. Hareketsizliğim Özgür’le karşı karşıya
kalmama yol açmıştı.
Ben onun önümde belirmesini bir nebze de
olsa bekliyordum ama o, kapıyı açar açmaz beni karşısında bulacağını asla
beklemiyor olacak ki yüzünde bir şaşkınlık ifadesi oluştu.
Her ne kadar eve dönmüş olmasına tahmin
edemeyeceği kadar sevinmiş olsam bile ona -hakkım olup olmadığını bilmediğim
şekilde- kırgındım biraz da. Yüzümde herhangi bir sevinç ve rahatlama belirtisi
olmamasına özen göstererek düz bakışlarla yüzünü süzdüm. Gözleri biraz
kızarıktı, yorgun görünüyordu.
“İşin bittiyse biraz çekil, yolu
kapatmışsın.” dedim başımla arkasında kalan banyoyu işaret ederek.
“Bitti,” diye mırıldandı biraz sonra.
Bedenini sağa doğru çektiğinde banyoya girebileceğim boşluk oluşmuştu. Bedenime
oranla fazlasıyla da yeterliydi o boşluk ama içeri girerken sertçe ona çarpmayı
ihmal etmemiştim. Sinirliydim ona biraz.
Banyoya girip kapıyı kapattım. İşlerimi
halledip çıktığımda Özgür’ü bıraktığım yerde bulmayı beklemediğim için
irkilmiştim.
“Tekrar çişin mi geldi?” diye sordum
kollarımı göğsümde kavuşturup.
Dudakları kıpırdar gibi oldu ama gülmedi.
“Nöbet tutuyordum sen rahat rahat işe diye.”
Ters ters baktım. “Dengesiz!” dedim
homurdanarak.
Başını salladı sakince. Bu, onaylama dolu
bir hareketti. “Öyleyim.” derken gayet ciddiydi.
“Aferin sana o zaman.” dedikten sonra
kollarımı indirmeden yanından geçip gitmek üzere adımladım. İlk adımım daha
yere dokunamadan dirseğimden hafif ama durdurmaya yetecek bir kuvvetle tuttu
beni. “Üzgünüm, çığırtkan.”
Normalde sinirlerimi bozup delirten
‘çığırtkan’ deyişi bu kez bambaşka bir etki yaratmış, beni üzmüştü. Onunla
atışmaya, ciddi olmayan anlamsız inatlaşmalar yapmaya alışıyorken dünkü tavrı
kurduğumuz kaleye kocaman bir darbe vurmuştu.
“Ben de.” demekle yetindim. Konuşmanın
sonlanmış olmasını umarak yeniden yürümek için hamle yaptığımda dirseğimi
bırakmadığı için bıkkınlıkla başımı kaldırıp yüzüne baktım. “Bırakır mısın?”
“Barışalım, öyle bırakırım.”
“Küs değiliz, Özgür.” dedim omuz silkerek.
“Yalancı…” dedi gözlerini kısıp. “…çoban.”
diye eklediğinde gururla burnumu havaya diktim. “Sana gerek kalmadı, öğrendim
ben yalancı çobanı.”
Bu hoşuna gitmişe benzemiyordu. “Ben
anlatacaktım.”
“Tüh,” dedim çok üzülmüş gibi. “Düşünüp
anlamadan önce evden koşup kaçmak yerine bekleseydin, öyle yapardın.”
“Despina,” dediğinde az önceye oranla çok
daha ciddiydi. Bu, benim de daha ciddi bir tavır takınıp ifademi de duruşumu da
buna göre değiştirmeme sebep oldu. “Özür dilerim, asla senin suçun olmayan bir
konuya senin suçunmuş gibi sana tavır alıp tepki verdiğim için.”
“Tamam.”
“Tamam..?” dedi şaşkınca. “Bu mu yani?”
“Evet,” dedim omuzlarım rahatlıkla
gevşerken. “Nasıl bir tepki bekliyordun?”
Soruma cevap vermeyip yüzüme dikkatle
bakmaya devam etti. “Özür dilemiş olman yeterli, Özgür. Sana uzun uzun kızgın
ya da kırgın olmaya hakkım olduğunu düşünmüyorum.”
Kaşları sertçe çatıldı. “O ne demek öyle?”
“Türkçesi az olan sen değilsin, benim.
Anladığını biliyorum. Ama istersen Yunanca ya da İngilizce-…”
“Despina!” dedi sesi hafif yükselirken.
“Birkaç gündür tanışıyoruz,” dedim başımı omuzuma doğru yatırıp. “Benim seni
affetmem için bolca zamana ya da yalvarmaya ihtiyacım yok ki. Özür diledin,
tamam işte.”
Dün bana sorduğu ‘kim olarak öğrendin’
sorusuna yaptığım göndermeleri anladığından emindim. Ancak “İyi!” diye
homurdanıp bir anda yanımdan kaybolmasını beklediğim söylenemezdi.
Arkasından afallamış halde bakakalmıştım.
Dengesiz derken yanılmamış, hiç
abartmamıştım. Özgür Akdoğan kesinlikle dengesizdi.
~
“Teşekkür ederim,” diye mırıldanırken
yanaklarım ısınmıştı. Son birkaç dakikadır artarak devam eden bu ısınmanın
kaynağı, telefonun diğer ucundaki Mirza Bey’di. “Şaka yapmıyorum boncuk, sen
söylemezsen o baban olacak cins tutup getirmez seni buraya. Gelmek istediğinde
beni ara, ya aldırırım seni ya da gelir alırım anlaştık değil mi?”
“Anlaştık.” dedim sanki beni görüyormuş
gibi başımı sallarken. Balkonda kahveli şekerlerimi tüketmekle meşgulken
telefonum çaldığında arama ihtimali en yüksek kişinin verdiği korku beni küçük
çaplı bir krize sürüklese de ekrana baktığımda gördüğüm isimle derin bir nefes
alıp aramayı yanıtlamıştım.
Mirza Bey telefonu açtığımda kısa bir
‘nasılsın’ sohbetinin ardından ilk iş ne zaman yanlarına gideceğimi sormuştu.
Ne diyeceğimi bilemediğimde ise bütün suçu babama atıp benim aklımı
karıştırdığından bahsetmişti bolca. İlgisi yüzünden bolca utanç ve bir o kadar
da tanımlayamayacağım kadar sıcak hislerle dolmuşken ben pek konuşamasam da o
benim yerime de anlatıyordu.
İlk karşılaştığımız anda Mirza Bey’le
ilgili gözlemim az konuşan, ciddi biri olduğu yönündeydi ama otele geldiği
andan itibaren bu hızla değişmişti.
Otele gelişini hatırlamak bir anda aklımda
birden fazla noktaya aynı anda dokunduğunda dudaklarımı birbirlerine bastırdım
sertçe.
Canan Hanım’ın bana selam söylediğini
ileten Mirza Bey’e onaylayıcı bir şey söyledikten hemen sonra yeniden konuştum.
“Mirza Bey,” dedim devamında bir şeyler söyleyeceğimi açıkça belli ederken.
Her seslenişimde olduğu gibi huysuz bir
homurtu geldi önce. Bunun Mirza Bey diye seslenişimden olduğunu artık
anlıyordum ama şimdilik yapabileceğim bir şey yoktu. Nedensizce ona dede diye
seslenecek olmak, hala ya da amca demekten farklı olacak gibi hissettiriyordu.
“Söyle boncuk?”
“Siz askersiniz,” dedim sanki bilmiyormuş
gibi. “Öyle söylüyorlar, evet.” dedi hafif dalga geçerek. “Bu konuyu daha önce
konuşmuştuk sanki.”
“Konuştuk,” dedikten sonra elimdeki
kahveli şeker paketini çekiştirdim biraz. “Otelimi bulup yanıma geldiğinizde
konuştuk.”
“Evet, konu bir yere ulaşacak mı yoksa
kısa süreli tanışmamızda yaşananları mı anıyoruz?” Hem merak hem de
sabırsızlıkla doluydu.
“Hani beni hemen bulabildiniz ya…” dedim
sesim kısılmaya başlarken. Henüz iki elin parmağını geçmeyen gün kadar tanıyor
olduğum birinden bir iyilik isteyecek olmanın gerginliği üzerimdeydi. “Her şeyi
bulabilir misiniz böyle?”
“Neyi bulmamı istiyorsun?” dedi hiç
uzatmadan. Ben yeterince uzatmıştım zaten.
“Bulabilirsiniz yani…”
“Keyfim isterse bulurum, istemezse bulamam
boncuk. Sen konuyu anlatmazsan, yardımcı olamam. Kimi ya da neyi bulmamız
gerekiyor söyle önce bana.”
“Birinin İstanbul’da olup olmadığını
bilmem gerekiyor, önümüzdeki günlerde gelirse de haberim olması lazım.” dedim
bir nefeste. Doğru düzgün ayrıntı vermememe rağmen sanki iki kelimemden her
şeyi anlayıp bilecekmiş gibi gerilmiştim.
“Kimmiş o?” diye sorarken artık sesi, ilk
günkü haline dönmüştü. Söylediklerimden mi yoksa söyleme şeklimden miydi
bilmiyorum ama onu da kendim kadar germeyi başarmıştım istemesem bile.
İsmini verdiğimde zaten benimle olan
bağını ben öğrenme desem de öğrenecekti. Mirza Bey’in bu konuda bana özel
hayatın gizliliği konusunda alan tanıyacağını hiç zannetmiyordum. Ondan yardım
istememe yol açan kişi hakkında bana bilgi vermeden önce kendi bilgi
edinecekti. Bu yüzden dudaklarımı aralayıp kimden bahsettiğimi söylemeden önce
çok oyalanmadım.
“Nikolos
Matris,” derken adını anmak bile dilimi ateşe bastırma isteği yaratmıştı
bende. “…üvey babam.”
Mirza Bey’den tepki gelmeden önce biten
şeker paketini kenara bırakmak için hafifçe sola doğru dönüp balkondaki masaya
uzandığımda cam kapının önünde duran bedeni görmek, kulağımdaki telefondan
gelen sesleri bir süreliğine duyulmaz kılmıştı.
Ne kadar zamandır orada, beni dinler halde durduğunu bilmesem de; son birkaç kelimemi duyduğumdan fazlasıyla emindim ve bu, her şey karışmaması gerekecek kadar çok karıştı demekti.
Yorumlar
Yorum Gönder