Aykırı Çiçek 40.Bölüm
40.BÖLÜM
Bitirmeyi unuttuğum kahvenin kalan kısmını içerken çoktan
pişman olmuştum. Soğuyan kahvenin ilk halinden eser kalmamıştı, ağzıma yayılan
kötü tadı unutmak için masamdaki suyu yudumladım.
Su şişesini henüz ağzımdan çekememişken odamın kapısı
direkt açılınca gelen kişiyi görebilmek için oraya döndüm. Melih elindeki büyük
kâğıt yığınıyla birlikte masama doğru ilerlemekteydi.
Kâğıtları masamda bulduğu ilk boşluğa bırakırken kendisi
de masanın önündeki tekli koltuğa oturdu. Şişenin kapağını düzgünce kapattığıma
emin olup masaya koyduktan sonra arkama yaslandım. “O nereden çıktı lan?”
Bıraktığım şişeyi alıp sağa sola çevirerek incelediğinde
istemsizce güldüm. Dışında değişik çizgiler bulunan gri bir su şişesiydi.
“Sence?” diye sordum.
“Bu şişeyi masanda tutmana yetecek iki ayrı kuvvet var,
annem mi aldı İzgi mi?”
“İzgi,” dedim, ismini Feris olarak anmamak garip
geliyordu ama karşımda değilken Feris demeyi tercih etmiyordum. “Çok az su
içiyormuşum, şişem güzel olursa içesim gelebilirmiş.”
Melih sırıtarak şişeyi yerine bıraktı. “Haksız diyemeyiz,
dikmiştin kafana suyu.”
Benim su içip içmediğimden özellikle ajanstayken hiç
haberi olmayacak olsa da Feris benden bir şeyleri tatlı tatlı -hatta herhangi
bir şekilde- istediğinde ulaşabileceğim tüm imkânları seferber etmek için bir
engelim yoktu.
Getirdiği kağıtların ne olduğunu görmek için birkaç
tanesini önüme çektim. “Ne bunlar?” diyerek aynı anda da sormuştum.
“Sevgilini bizimle çalışmaya ikna edemezsek elimizde
patlayacak olan birkaç proje.”
Ajansın tasarım ekibindeki dalgalanmalar bir süredir
devam ediyordu, ya işe alınan yeni kişilerle eski ekibin kalan kısmı uyum
sağlayamamıştı ya da yaptıkları işleri müşteriler beğenmemişlerdi. Melih alaycı
gibi dursa da Feris’in kısa bir süre içerisinde iki gün önce öğrendiği teklifi
bir an önce kabul etmesi gerekiyordu.
“Uğrayacak bugün ajansa, işle ilgili olmadığını söyledi
ama geldiğinde bakarız duruma göre.” Sabah mesajlaştığımızda ailesiyle olduğunu
ve öğlene doğru yanıma uğrayacağını söylemişti. Ben işi kabul ettiğini sansam
da sadece beni özlediği için geleceğini bastıra bastıra birkaç kez söyleyip
geriye kalan mesajlarıma zaten cevap vermemişti.
Beni delirtmeye bayıldığını saklamıyordu, sıkça delirtip
delirttikçe de nasıl eğlendiğini bizzat kendisi dile getiriyordu zaten.
Telefonumdan yankılanan bildirim sesiyle birlikte gözümü önümdeki
rapordan alıp telefona uzandım.
Feris’ten geldiğini gördüğüm mesajı direkt açtığımda
okuduğum cümleye nasıl bir tepki vermem gerektiğini kestirememiştim. Babam da geliyor ajansa benimle, birazdan geldiğimizde
çok şaşırma diye haber veriyorum Acarcım unutma bu iyiliğimi şeklinde biten
mesajın sonunda renk cümbüşü yaratan bir kalp silsilesi vardı.
“Bu gözler senin şu masada sırıttığını da mı görecekti?
İzgi’ye bu alanda belli kupalar ve madalyalar dağıtılmalı yemin ediyorum. İki
ayda ne oldun sen lan?”
“Telefonu yutmak mı istiyorsun Melih?” derken tehdidime
tezat bir şekilde Feris’in mesajına turuncu bir kalp yollamakla meşguldüm.
Turuncu kalbin ne anlama geldiği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama bana turuncu
güllerle koşan bir kadına âşıktım ve
turuncu benim için özelken diğerlerinin ona yüklediği anlam umurumda değildi.
“Kahvaltı yaptım ben, eyvallah ikiz.” dedikten sonra
kâğıt tomarının arasından birkaç sayfayı çekip bana uzattı.
Konu tamamen işe döndüğünde aradan ne kadar zaman
geçtiğini hesaplayamamıştım. Gözüm kolumdaki saate kaydığında kaşlarım
istemsizce çatıldı. Telefonumu açıp Feris’in attığı mesajın saatine baktım.
Yarım saatten fazla zaman geçmişti.
Birazdan derken kastettiği bu kadar uzun bir süre miydi
emin olamamıştım. Üzerinde düşünmek yerine Feris’i arayıp telefonu kulağıma
yasladım. Telefon uzun bir süre çaldı fakat açılmadı. Telefonu kulağımdan
çekerken yüzümdeki ifade Melih’in de dikkatini çekmiş gibiydi.
“Ne oldu?”
“Babamla birlikte birazdan geliyoruz demişti, yarım saati
geçince arayayım dedim ama açmıyor.”
“Hemen telaş yapmasana, yok mu babasının numarası? Onu
ara.”
Yaman’ın telefonu vardı fakat Savaş abinin numarasını
almamıştım. “Yok, abisini arayıp isteyeyim numarayı.”
Normalde tek bir telefon araması açılmadı diye bu kadar
telaşa kapılacak biri değildim ama nedensizce Feris’e direkt olarak ulaşamamak
canımı sıkmıştı şu anda. “Tamam, ara işte abisini o zaman.”
Yaman’ı arayıp telefonu kulağıma yaklaştırmak yerine
hoparlöre alıp masama bıraktım. Odada yankılanan iki üç çalma sesinin ardından
telefon açıldı. “Yaman, Acar ben.” diyerek uzatmadan kendimi tanıttığımda
arkadan o kadar çok uğultu sesi geliyordu ki Yaman’ı duymakta zorlanmıştım.
Şirkette bu kadar sesli nasıl bir ortamda olabileceğini
düşünürken onu duyamadığım için adını tekrarladım. “Yaman!”
Sanırım yürümeye başladı ve sonunda sesler biraz olsun
azaldı. “Feris’e ulaşamadım, Savaş abiyleymiş.” dedim niyetimi az çok
anlatarak. Yaman’ın sesi bu kez net gelirken duyduklarımı yanlış anlamış olmayı
ve bu anı yaşamamış olmayı dilemiştim.
“Acar, atölyedeyiz. Yangın çıkmış-…” Devamında bir şeyler
daha söylemişti ama zihnim yangın ve atölye kısmına o kadar çok odaklıydı ki
hiçbir şey duyamamıştım. Sandalyeyi sertçe geriye iterek telefonla birlikte
ayaklandım. Telefonun kapanıp kapanmadığına dikkat etmemiştim.
Odamdan çıkıp asansöre hızla ilerlerken Melih’in de
benimle geliyor olduğunu asansöre daldığında algılayabildim. “Acar!” diyerek
yüksek bir sesle adımı seslendiğinde telefonu sıkarken kaskatı kesilen
parmaklarımı hafifçe gevşettim. “İzgi içeride değilmiş, devamını dinlemedin.
Biraz sakinleş kardeşim.”
Bunun doğru olmama ihtimalini düşünen aklım bütün
bedenimi zorlarken bir türlü otoparka ulaşamayan asansör sinirimi katlıyordu.
Sonunda asansör aşağıya ulaştığında kendi arabama doğru
ilerledim. Melih de hiçbir şey söylemeden beni takip edip ön yolcu koltuğuna
geçmişti. Arabayı olabilecek en hızlı şekilde otoparktan çıkartıp yola
koyulurken Melih’e göz ucuyla baktım. “Koray’ı ara. Akıllarına gelmemiştir
haber vermek ama onu sakinleştirmeyi en iyi bilen kişi Koray.”
Bu gerçek, özellikle birkaç hafta öncesine kadar beni
fazlasıyla rahatsız ediyordu. Koray’ın Feris’in her hareketini ezbere bilmesine
her şahit olduğumda diken üstündeymiş gibi hissetmekten kendimi
alıkoyamıyordum.
Feris’i her geçen gün daha fazla tanımaya başladıkça ise
Koray zihnimde tam tersi bir yere yerleşmişti, Feris’in onsuz büyümemesine
şükredecek hale gelmiştim. Ortaya çıkalı daha bir ay olan gerçekler, halen
bitmeyen detaylar ve tamamını kavrayamamış olsam da Feris’in üvey ailesinin
dinamiği Koray olmasa ne olurdu sorusuna net bir cevap verebilmeme yardım
ediyordu.
O cevaptan artık öyle bir ihtimal olmamasına rağmen
korkuyordum.
Melih, Yaman’ın söylediği şekilde ‘İzgi iyi’ diyerek
belirtmiş olsa da Koray’ın büyük bir panikle yükselen sesini ve bulunduğu yeri
apar topar terk ettiğini belli eden takırtıları telefon hoparlörde olmamasına
rağmen duymuştum.
Bizden önce ulaşması iş yerinin uzak oluşundan dolayı imkânsızdı
ama normalin üstünde bir hızda atölyeye gideceğinden şüphem yoktu.
Hafif hafif tıkanan trafiğe rağmen bir şekilde yol
bitmeye yaklaştığında son sokağı dönmek üzereyken araç kalabalığından dolayı
bunu yapamayacağımı anladığımda boş bulduğum ilk yere arabayı park edip apar
topar indim.
Birkaç adım ilerlediğim anda sokak boyunca dizilmiş polis
araçları ve asıl tıkanıklığın sebebi olan itfaiye aracını gördüğümde gözlerim
atölyenin olduğu binaya dönmeyi reddetti. Bu kadar polis ve itfaiyenin
bulunduğu ortamda ciddi bir sorun olmadığını düşünebilecek kadar iyimser biri
değildim.
“Siktir.” Melih de araçları ve kalabalığı gördüğünde
benimle aynı fikri paylaşmış olacak ki sesli olarak tepki vermişti.
Binanın tam önündeki şerit çekilmiş alana doğru
ilerlerken gözüm etraftaki insanları tarıyordu. Tanıdık birini görmek için
bakınmayı sürdürürken ilk gözüme çarpan Feris’in amcası oldu.
Adımlarımı hızlandırıp oraya yöneldim. Ön kapıları açık
duran bir arabanın önündeydi, arabanın Savaş abinin arabası olduğunu da hemen
sonra fark etmiştim.
Feris’i arayan gözlerim aradığına ulaşamadığında direkt
olarak Barış abinin yanına ilerledim. Hemen arkasında da Yaman vardı. Beni ilk
fark eden Yaman oldu. Hepsinin yüzünde ciddi ve yorgun bir ifade vardı.
Yorgunluklarının sebebinin Feris’in bulunduğu durum olduğu açıktı.
“Feris nerede?” diyerek hiçbir şey söylemeden sorduğumda
Barış abi varlığımı yeni fark edip şaşkınca duraksadı. “Acar?”
“Abi Feris nerede?” diye tekrarladım.
Beni daha fazla oyalamadan eliyle arabayı gösterdi.
“Arkada, Toprak ve Ufuk var yanında.”
Ufuk’un onun oğlu olduğunu biliyordum, ismen bilsem de
hiç görmemiştim daha önce. Arabaya yöneldim. Arka kapıyı yavaşça açtığımda
Toprak’ın omuzuna sinmiş olan bedenini görür görmez kesik bir nefes verdim.
İyiydi, gerçekten iyiydi. Fiziksel olarak iyi olması
yeterli değildi biliyordum ama şu an önceliğim buydu, Yaman yangın çıkmış
dediği anda gözümün önünde beliren o kadar çok korkunç sahne vardı ki başka bir
şeyi öncelik haline getiremiyordum.
Arabanın kapısını açtığım için hepsinin bakışları bana
çevrildi. Tek odağım Feris’ti. Beni gördüğünde dudaklarının titreyerek aşağıya
doğru kıvrıldığını gördüm. Yüzüme baktığı her an gözlerinin aşkla parıldamasına
o kadar alıştırmıştı ki beni gözyaşlarıyla yeşillerini parlatıp yüzüme
baktığında yumruk yemiş gibi irkilmiştim.
Feris, ikisinin arasında oturuyordu. Bana doğru gelmek
için hareketlendiğinde bulunduğum tarafta oturan Ufuk dışarı çıkarak alan
yarattı. Feris’in dışarı çıkmasına izin vermeden ben arabaya bindim. Yüzünü ve
bedenini son bir kez dikkatle incelediğimde hiçbir yara ya da yanık görmediğim
için şükredercesine nefeslenerek doğrulttuğu bedenini göğsüme çektim.
Yanağını göğsüme yasladığı an hıçkıra hıçkıra büyük bir
kuvvetle ağlamaya başladığında sırtını sıkıca sararak sessizce bekledim.
Saçlarının sakallarıma dolanıp yüzüme narince dökülüşünü çenemi başının üzerine
yaslayarak devam ettirdim.
O kadar içli ağlıyordu ki kulaklarım bu sesi ilk kez
duyuyordu, son olması için de her şeyimi verebilirdim. Yerini zaten onunla
keşfettiğim kalbim biri tarafından sıkıca kavranıp beni öldürecekmişçesine
sıkılıyormuş gibi hissediyordum ağladıkça.
Toprak’ın acı çekiyormuş gibi Feris’e baktıktan sonra
arabadan inmesi hızlı gerçekleşti. Bu hareketi, Feris’in şu ana kadar bu denli
acılı ağlamıyor olduğunu anlamama yol açmıştı.
Hıçkırıklarının dinmesini beklersem uzun bir süre
konuşamayacağım belliydi. Saçlarının üzerini peş peşe öptükten sonra yanağını
avucumla kavrayıp yüzünü yüzümle eşitlemeyi denedim. “Feris…” Adını yalvarır
gibi seslendiğimde iç çekerek nefeslenmeye çalıştı. Bunun, onu zorladığını
anladığımda yüzünü serbest bıraktım. “Şş, tamam güzelim. Buradayım, dök içini.”
Omuzlarını, sırtını ve zaman zaman da saçlarını okşayarak
sessizce biraz olsun sakinleşebilmesine zaman tanırken göğsümdeki ağrı gittikçe
yoğunlaşıyordu.
Toprak’ın indiği tarafın kapısı kapalıydı, ama benim
bindiğim kapı açıktı. Kapının hemen önünde bekleyen kişilerin hepsi fazlasıyla
gergin duruyordu. Barış abi, Yaman ve Melih oradalardı. Toprak ve Ufuk sanırım
biraz uzaklaşmışlardı.
Önümde bir ayna belirse, gördüğüm gergin yüzlerden çok
daha beterini kendi ifademde görebileceğimden emindim.
“Her şey mahvoldu.” Hıçkırıklarının arasında zar zor
mırıldandığı üç kelimeye itiraz etmek istedim ama dudaklarımı birbirlerinden
ayıramadım. Yıllardır biriken tüm emeğinin atölyede olduğunu biliyordum, aptal
bir teselliyle ‘bir şey olmaz’ mı diyecektim?
“Orası benim sığınağımdı Acar, her şey yanıp kül oldu.”
“Hani bendim sığınağın? Yıllarca kandırdın mı beni
yalancı seni!” Arabanın açık kapısında diz çökmüş halde nefes nefese konuşan
kişiyi gördüğümde Feris’in avuçlarını göğsüme yaslayarak doğrulmasını izledim.
Giriş cümleleriyle bile bana arabadayken ona haber
vermekle doğru kararı aldığımı direkt belli eden Koray uzanıp Feris’in
yanaklarını sertçe sildi. “Sümüklerini de sevgilinin gömleğine sil, sümüklü
sümüklü sarılmam ben sana.”
Asla konuyu ciddileştirmeden bambaşka bir noktadan
yaklaşıyordu. Feris’in bugüne kadarki tüm krizlerini tek başına yöneten kişi
oydu, ne zaman nasıl hareket etmemiz gerektiğini de bilen oydu bu yüzden. Feris
şaşkın şaşkın Koray’ı izlerken kenarda duran peçete kutusundan bir iki tane
çekip çıkarttım.
Peçetelerden birini burnuna bastırıp kopartacak gibi
özellikle burnunu çekiştirdiğimde bileğime tutundu. “Ben yapabilirim, çekil.”
Burnunda bir şey var mıydı yok muydu umurumda değildi ama
Koray’ın başlattığı hikayeye uyum sağlamayı seçmiştim. “Kıyamadı gömleğine,
görüyor musun İzgi’m? Peçete uzatıyor bir de!”
Feris peçeteyi burnundan çekip bana baktı. Koray’ın
gazına gelerek burnunu omuzuma sürttüğünde gülerek ensesinden destekledim.
Koray’la bakışlarımız kesiştiğinde göz kırparak doğruldu.
“Biraz insenize arabadan, temiz hava alsın.”
“Bitti mi yavrum burun temizliğin?” Omuzumda dinlenen
Feris’e sorduğumda başını kaldırıp kıpkırmızı kesilen gözleriyle bana baktı.
“Bitti.”
Az önce Koray sildiği için kuru olsalar da yaşların
gezindiği yanaklarını öptüm. “İnelim mi arabadan?”
Bakışları dışarıya çevrildi. En önde Koray, arkasında da
Toprak ve Ufuk’un da eklendiği kalabalığı gördüğünde kafasını olumlu şekilde
salladı.
Ortalarda olmayan tek kişi Savaş Göktürk’tü. Feris’i
Koray’a bırakıp onu bulmam gerektiğini söyleyen tarafımı durdurmayı denedim.
Olayın sebebini anlamaya çalışıyordu muhtemelen.
Arabadan ilk olarak ben indim, ardından elimi uzatarak
Feris’in bana tutunup inmesini bekledim. Narin eli avucumun içinde kaybolmuş
gibi duruyorken arabadan çıktı.
Kollarını Koray’a doğru uzattığında onların sarılmasını
izlemek yerine Yaman’a baktım. “Baban nerede?” diyerek kısık bir sesle
sorduğumda gözüyle ileriyi, polislerin olduğu tarafı işaret etti.
Koray’dan sonra Feris’e sarılmak için bekleyen, Melih’le
başlayan ama sonu görünmeyen küçük bir sıra oluştuğunu gördüğümde polislerin
olduğu yöne ilerledim. Barış abinin arkamdan gelirken söylendiğini duyuyordum.
“Bir senin gerginliğin eksik orada, koş hemen. Abimin gençliği yemin ediyorum
ya ne çeşit heriflersiniz siz?”
Sarı şeridi geçmek için şeride dokunduğumda polislerden
biri beni durdurdu. “İçeriye giremezsiniz beyefendi, henüz çalışma bitmedi.”
Arkamda dikilen Barış abiye döndüm. “Savaş abi nasıl
girdi?”
“Girdiğini kim söyledi?” Eliyle sağ çaprazımızı gösterdi,
Savaş abinin birkaç polisle tartışıyor gibi durduğu alanı yani.
Oraya ilerlerken bir yandan da telefonumu çıkartmaya
çalışıyordum.
Konu Feris olduğunda elimden gelen her şeyi yapmak
zorundaydım, öyle de yapacaktım.
Barış abi, abisinin yanına ilerleyip ortamı
sakinleştirmeye çalışırken telefon kulağımda babamın açmasını bekliyordum.
Olayı çok hızlı bir şekilde anlattığımda önce Feris’in de içeride olduğunu
zannederek büyük bir tepki vermişken düzgünce açıkladığımda birazdan geleceğini
söylemişti.
Hesaba katmadığım tek detay Koray’ın da benim gibi
babasına haber vermiş olduğuydu. Çok kısa bir süre sonra bir tabur insan
olmamızın yanı sıra bir savcı ve bir emniyet şube müdürü ile birlikte atölyenin
önündeydik.
Feris her gelen tarafından önce hasar kontrolüne
alınıyor, ardından onun gelişine şaşkınlığı bitemeden yeni biri daha geliyordu.
Balık gibi açılan gözleriyle dakikalar önceki krizini çoktan geride bırakmış
kendisi için dört dönen insanları izliyordu.
Savaş Göktürk’ün sözlü ısrarından dahi daralmış olan
polisler bu kez babam ve Sedat abinin çapraz istekleri arasında kalınca sonuç
olarak istediğimize ulaşmıştık.
Tek sorun çalışan ekipten daha kalabalık oluşumuzdu sanırım.
“Toprak!” diye seslenen Barış abi hepimizin dikkatini
üzerine topladı. Feris halen arabanın yanındaydı, buraya gelmek için ikna
edemeyeceği çoklukta kişiyle orada bekliyordu. Toprak, Ufuk, Koray ve Melih tepesinde
örgüt gibi dikildiğinden eli kolu bağlanmıştı.
Toprak yanımıza geldi. “Bir şey mi oldu?” derken tedirgin
duruyordu.
“Eve geçin Deniz’i de alıp, hepiniz.”
“Neden?” diye soran Toprak bundan çok memnun değil
gibiydi. burada kalıp gelişmelerden direkt haberdar olmak istediği belliydi.
“Sorgulama babacım, hadi. Biz de oyalanmayacağız zaten.
Deniz burada kaldıkça durumu tekrar tekrar hatırlıyor, eve gidin.”
Savaş abinin açıklaması mantıklı duruyordu ama asıl neden
birazdan polislerle açık bir şekilde durumun konuşulacak olmasıydı. Yangının
nasıl çıktığı ve yukarının ne halde olduğunu öğrenecektik.
“Deniz dediğin 2 yaşında mı baba nasıl götüreceğiz?
Kalmak isteyecek hepiniz buradasınız.”
Herkesin bakışları aniden üzerime çevrildiğinde
anlamsızca bakındım. “Ne?”
“İkna çalışmasına seninle başlıyoruz, az önce karar
verdik. Uza, ikna et Deniz’i ve geri gel.” Yaman’ın söylediğine herkes hemfikir
mi diye göz gezdirdiğimde kimseden itiraz gelmedi. Bu karar verilirken ben
neredeydim?
Feris’in yukarıyı görmemesi gerekiyordu. Kurtarılabilecek
bir şeyler varsa zaten alırdık ama en son orayı mahvolmuş bir halde görüp
zihninde son fotoğrafın bir yıkıntı olarak kalması iyi olmazdı.
Toprak’la yan yana arabaya doğru geri döndüğümüzde Feris
gözlerini irice açarak önümde bitti. “Neden ben oraya gelemiyorum? Çocuk muyum
ben Acar? Ne konuşuyorsunuz bu kadar zamandır?”
“Nefes al zümrüt göz, nefes.”
Yanağını parmaklarımın tersiyle okşadıktan sonra arka
tarafı gösterdim. “Konuşalım mı biraz güzelim?”
Sesli olarak onaylamadı ama elimi tutup gösterdiğim yere
doğru ilerledi.
Atölyeden ve kalabalıktan daha uzak bir yerde durduk. Bir
binanın bahçe duvarına Feris’in yaslanmasına yardımcı olup tam önünde durdum.
“Ne konuşacağız?” dedi merakla.
İlk gördüğüm ana kıyasla çok daha kendindeydi. İlk şoku
atlatmıştı ya da atlatmış gibi görünerek bizi kandırıyordu. İçeriyi görürse o
andan daha da beter olacağını biliyordum.
“Koraylarla birlikte eve geçmen lazım, nerede rahat
edersen o eve gidebilirsiniz.” dediğimde duraksamadan itiraz edercesine başını
salladı. “Hayır, istemiyorum hiçbir yere gitmek.”
“Feris… Yapma güzelim, seni çocuk gibi kandıramam o
yüzden dürüst olacağım, ne burada kalmak ne de içeriyi görmek sana iyi
gelmeyecek. Bunu hepimiz biliyoruz.”
Başını omuzunun üzerinden bizimkilerin olduğu tarafa
çevirdi. “Hepimiz gidelim o zaman.”
“Biz de oyalanmayacağız zaten, en geç bir saat sonra her
neredeysen yanına geleceğim. Söz veriyorum.”
“Koray da çilek sözü verdi ama hemen bozdu.” diyerek
küskünce kollarını göğsünde kavuşturdu. Bu tatlılığına gülümseyerek yüzünü
boynuma doğru çektim. Çilek sözünün aralarındaki bir çeşit yemin olduğunu
biliyordum, Koray ne demişti de tutamamıştı acaba?
“Ne konuda?” diye sordum hem merakımı gidermek hem de
konuyu iyice dağıtabilmek için.
“Su içip biraz ileriye doğru yürüyüş yaparsam sonra
yanınıza gelebilecektim.” dedi umutsuzca. “Ama döneklik yaptı.”
“Ayıp etmiş yavrum, ben konuşurum onunla.” dedim büyük
bir ciddiyetle. Feris ikna olmuş gibi sessizce boynumda beklemeye devam etti.
“Gitmeden önce babamın yanına gideyim ama, tamam mı?”
Kabullenmiş olmasına rahatlayarak hemen onayladım. “Tamam
tabii ki, gidelim yanına babanın.”
Elini tutarak onunla birlikte yürümeye başladım. Önce
arabanın yanına vardık. “Babama bir bakayım, sonra gidebiliriz.” Sakince
konuştuğunda Toprak bana küçük bir bakış attı. İkna konusunda başarılı olmama
hem sevinmiş hem de dünyası başına yıkılmış gibiydi.
Bizimle birlikte onlar da ileriye geldiler. Feris elimi
son ana kadar bırakmamıştı, Savaş abiye tamamen yaklaştığımızda elimi yavaşça
bırakıp babasına ilerledi. Kollarının arasına sindiğinde Savaş abinin şu ana
kadar olan tüm sert halinin toz olup uçtuğunu rahatça görebilmiştim.
“İkna edemedin de babasına mı satacaksın görevi?” Sedat
abi bana kısık sesle konuşurken onu neredeyse herkes duyduğu için yüksek
sayılmayan gülüşler duyuldu.
“Eve gidiyorum ama geç gelirseniz hiçbirinizle
konuşmayacağım, tamam mı?”
Ben kendimi açıklama gereği duymadan Feris’in cümlesiyle
gülenlerin yüzü normale çevrildiğinde bu kez ben hafifçe güldüm. Yaman’la kısa
ama yoğun yaşadığımız bakışmadan yola çıkılırsa Toprak ile aynı fikirdelerdi.
Feris’i buradan gitmeye ikna etmeme sevinmişlerdi ama
onun üzerindeki etkimin büyüklüğünü görmek hoşlarına gitmiyordu.
“Tamam can suyum, sen nasıl istersen öyle. Buradakilerden
liste yap hangileri eve gelsin istersen ben getireceğim.” Savaş abinin
teklifine kıkırdayarak gülüp babasının göğsüne saklandığında Feris’in bu haline
ben de gülümsedim.
“Herkes gelebilir bence.”
“Şu da mı gelsin yani?”
‘Şu’dan kastının ben olduğumu gözleriyle belli eden
babasına kafasını yana eğip baktıktan sonra bana döndü. Dudaklarının yukarıya
doğru derince kıvrıldığını gördüğümde bu ortamda yapabileceğim sayılı riskli
hareketten birini deneyerek göz kırptım.
Gülüşü büyüdü, bu aldığım tüm risklere ve sonuçlarına
seve seve katlanabilmem için fazlasıyla yeterliydi.
Birkaç dakika sonra Feris; Toprak, Ufuk ve Koray ile
birlikte henüz durumdan haberi olmayan annesinin yanına doğru yola çıkmışken
biz aynı yerdeydik.
Feris gittikten sonra herkesin az çok gülümsüyor olduğu
kısımlar direkt kaybolmuştu, hepimiz ciddi ve gergin duruyorduk.
Sedat abinin tanıdığı biri çıkan, soruşturmanın da
başında olan yetkili polis yeniden yanımıza geldiğinde yüzündeki ifadeye
bakılırsa pek iyi bir şey duymayacaktık.
“Kesin olmamakla birlikte birkaç bulgu var şu an için
elimizde.”
Bütün dikkatler onun üzerinde toplandı. Adam yavaş
konuşmaya yemin etmiş gibiydi.
“%90 ihtimalle kundaklama olduğunu düşünüyoruz, Feris
Hanım’ın dairesinde hasardan dolayı zor olsa da kapıda zorlama bulgularına
rastlandı. Ayrıca yangının başlangıç noktası da oranın salonu, tutuşacak bolca
eşya olduğundan yangın hızla büyümüş.”
Duyduklarımı sindirmek için bir an nefes alıp gözlerimi
ileriye çevirdim.
Yangının çıkış nedeninin kasıtlı bir durumdan
kaynaklanmış olması bir ihtimaldi ama ben nedensizce elektrik arızası gibi bir
sonuca ulaşacağız diye kendimi kandırmıştım.
Birisi -ya da
birileri- bilerek ve isteyerek Feris’in emeklerini aleve vermişti.
Benim dışımdakilerde de benimkinden farksız bir şekilde
duyduklarının şok etkisi yarattığını görebiliyordum.
“Bu… Çok ağır bir suçlama Tayfun, inceleme bitmeden kesin
bir şey söylemek mümkün olmaz.” Sedat abinin bu çabasının Savaş Göktürk’ün yüz
ifadesinin buz kesmesiyle aynı anda olması tesadüf değildi.
Süreci uzatmaya çalışıyordu, Savaş abi birazdan polisi,
itfaiyeyi dinlemeden kendisini içeri atacakmış gibi bakıyordu. Yanında dizilen
kimse de onu tutmayacaktı, kesindi.
“Tabii, kesin bir şey yok.” Polis direkt durumu anlayarak
lafı çevirirken başıma giren ağrıyı durdurabilecekmiş gibi alnımı ovuşturdum.
“Ben sadece eğer şüphelendiğiniz birileri varsa şimdiden haberimiz olsun diye
söyledim.”
Zihnimde karanlıkta duran bir kısım aniden aydınlanırken
öne doğru atıldım. Benimle aynı anda bunu yapan bir kişi daha vardı.
Savaş abi, tıpkı benim gibi öne adımladı. Aynı anda,
“Var!” diyerek cevapladığımızda büyük bir sessizlik yaşandı.
Şaşkınlık bizim dışımızdakilerle sınırlı değildi, ben
Savaş abiye o da bana aynı duyguyla bakıyordu. Aklında şüpheli biri olan tek
kişinin kendimiz olduğuna inanıyorduk çünkü.
Birden fazla şüpheli olması durumu çözmek yerine daha da
karıştırırdı, sonuca ulaşmamız gecikirdi.
Geç ya da erken olması önemli durmuyordu ama birden fazla
şüpheli varsa ortada kesin olarak beliren tek gerçek Feris’in tehlikede
olduğuydu.
~
“Son kez hatırlatıyorum, Deniz öğrendiklerimizi şimdilik
bilmeyecek. Araştırma devam ediyor diyeceksiniz.” Savaş abi zili çalmadan önce
arkasında bekleyen kalabalığa dönüp bunu söyledi.
“Tek derdiniz bir an bile yalnız kalmaması olsun, ben
birilerini ayarlayacağım ama onlar uzaktan izleyecekler. Yakın korumalığını
gerekirse biz yapacağız, anlaştık mı?”
Sedat abi de ekleyeceklerini eklediğinde herkes sessizdi.
Uzanıp zile basarak sessizliği böldüm.
Kapıyı açan kişi kucağındaki Pamir ile birlikte Feris
oldu. Hemen arkalarında da diğerleri vardı. Hepsinde bulunan merak dolu ifade
açıktı.
Pamir heyecanla el çırptığında kalabalığın onu
sevindirdiğini anlayabildim. Feris’e bizi gösterdi. “Hala! Bak, mişafirler
geldiley.” *(Hala! Bak, misafirler
geldiler.)
“Gördüm bebeğim, çekilelim de girsinler içeriye.” Kapının
arkasına doğru geçtiklerinde içeriye giriş faslı sayımızdan dolayı pek kısa
sürmemişti.
Feris’in yanağını aşındıracak bir seremoninin ardından
herkes salona doğru ilerlerken Pamir kıskançlıkla çığlık atmakla meşguldü.
Halasının bu kadar çok öpülmesi krize girmesine yol açmıştı.
Bugüne kadar koruduğum ifadesiz halimi dağıtıp ben de
birazdan Pamir’e eşlik etmeye başlayacaktım, Feris’in yanağının içe çöküp
çökmediğini kontrol etmem gerekiyordu bu sahneden sonra.
Feris giderken yanımızda olmayan ve sonradan eklenen tek
isim Soner’di. İçeriye son girenlerden biri olup Feris’e ilerledi.
Pamir’den dolayı sarılamadıklarında Feris ben ne olduğunu
anlayamadan Pamir’i kucağıma bırakıp kendisi Soner’e sarıldı. Ağırlığı sorun
değildi ama kucağımda bir bebek tutmaya asla alışık olmayan kollarım kasılırken
düşmesinden çekinerek Pamir’i omuzuma yasladım.
Pamir önce mızmızlanacak gibi kıpırdandığında Pınar
ablaya uzatmak için hareketlenmiştim ki huysuzlanmaktan vazgeçerek avuçlarını
sakallarımın üzerine yasladı. “Acay?”
Adımı unutmamasına mı yoksa beni küçücük avuçlarıyla sıkı
sıkı tutmasına mı şaşırmam gerektiğine karar verememişken kendi kendine
kıkırdadı. Gülüşü kasılan kollarımın gevşemesine sebep olurken bedenini daha
dikkatli tuttum.
Pamir’den ayırdığım bakışlarım hemen arkasında bizi
dikizleyen sevgilime kaydığında yüzündeki ifade huzur doluydu.
Bebekler beni genel olarak gerip, rahatsız hissettirirdi.
Hiçbir zaman baba olmak gibi bir hayal kurmamıştım çünkü. Benim için
başkalarının sorumluluğu olan, sorun yaratan küçük insanlardan ibaretlerdi.
Şimdi ise üzerimde gezinen yeşil gözlerin yansımasında
kucağımda bir bebek tutuyordum ve o gözler dünyanın en güzel işini yapmışım
gibi beğeni ve sevgi doluydu.
Buraya gelene dek düşündüğüm felaket senaryoları, yerini
bambaşka bir senaryoya bırakırken gözlerimi Feris’ten ayırmadan bir dilek
tuttum. Bugüne dek dilemeyi ertelediğim, bir işe yaramadığı için aklımdan bile
geçirmediğim tüm dilek haklarımı bunun için harcadım.
Geriye ise beklemek kalmıştı.
Hayatımdaki herkesin deyimiyle realist ve işten başka bir
şeye kendini adamayan biriydim, şimdi ise bir dileğin gerçekleşmesi için küçük
bir çocuk hevesiyle bekleyecektim.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder