Düşten Farksız 18.Bölüm

 18.BÖLÜM



“Beş dakika daha!” diye bağırırken aslında beş dakikadan daha fazla süreye ihtiyacım olduğunu çok iyi biliyordum.

“Bu kaçıncı beş dakika çığırtkan?” diyerek odamın kapısının önünde yakınan Özgür’ün hali pek iç açıcı değildi. “Giyindin mi? Giriyorum içeri.”

Giyinme kısmını çoktan tamamlamıştım. Olumlu bir ses çıkarttığımda odanın kapısı aralandı. Özgür içeri girdiğinde beni odadaki dolabın aynasına yapışık halde bulmuştu. “Kapıyı kapatayım da üşütme.” derken homurdanıyor haldeydi. Yanağıma dağıttığım allıkla uğraşırken kıkırdadım.

Gece yarısı tepesinde belirerek ilk kutlamasını gerçekleştirdiğimiz doğum günü, sabah uyandığımızda normal bir gün olarak başlamıştı. Ben her saniye hatırlatıp dursam da Özgür bugüne hiç özel bir günmüş gibi davranmıyordu.

Gün boyunca ara ara yol yapmış olduğum, aslında her kısmı birkaç gündür çoktan ayarlanmış olan akşam planına Özgür’ü ikna etmekte zorlandığım söylenemezdi. Bütün gün hiçbir şey yapmadığımızı öne sürerek, en azından akşam dışarıda olmamız gerektiği konusundaki kısa ısrarım hızlı sonuç vermişti.

Hazırlanma süremin Özgür’ün sabrını sınadığını tahmin ediyordum. Her on dakikada bir kapıda belirmesi gayet açık ipuçlarıydı.

“Bu havada mı üşüyeceğim?”

“Şu elbise demeye dilimin varmadığı şeyle kırk derece havada da üşüyebilirsin bence.”

Omuzumun üzerinden ona doğru döndüm. Üstündeki siyah pantolon ve beyaz gömlek gayet basit iki parçaydı. Ancak o iki parçayı giyen kişi kesinlikle kombinin duruşunda bayağı etkiliydi. “Ben gömleğinin kan akışını kesmesine bir şey diyor muyum? Kaç beden küçük alıyorsun kıyafetlerini acaba?”

Sırıttı. Kollarını göğsünde birleştirip iyice kumaşı gerdikten sonra bana doğru adımladı. “Saklayacağım diye mi yaptım ben bu kasları sence?”

Elimdeki allık fırçasıyla kendimi gösterdim baştan aşağıya. “Ben de kendimi saklamıyorum işte, bak aynı düşünüyoruz ne güzel değil mi?”

“Laf yetiştirme bana,” dedi ters ters. Bu cevap bulamadım demek oluyordu. Keyifle gülümseyip makyajıma döndüm. Özgür’ün daha da çok beklemesine içim el vermeyince süreci biraz hızlandırmıştım. Canlı bir kırmızıyla dudaklarımı renklendirdiğim sırada, Özgür bunun son adım olduğunu bilmediğinden yatağıma kendimi bırakmış haldeydi.

“Çıkmadınız mı siz daha?”

Özgür kapıyı kapatayım da üşüme diye dalga geçmiş olsa da kapımı aralı bırakmıştı. O aralıktan içeri giren babamı duyduğumda bedenim direkt oraya döndü.

“Kızın hazırlanmayı bitirebilirse çıkacağız abi.”

Elimdeki ruju kenara bıraktım. “Hazırım ki, abartıyor her zamanki gibi.” Ellerimi iki yana hafifçe açarak etrafımda döndüm. “Güzel olmuş muyum?”

Babam kapının kenarına omuzunu dayamış bir şekilde bana doğru bakıyordu. Dönüşüm sonlandığında hevesle ağzından çıkacak olan sözcükleri beklemeye başlamıştım. “Güzel olmak için elbiseler giyip makyaj yapmana gerek mi varmış? Her halin güzel.”

Ondan duyduğum her güzel sözde, hatta işin doğrusu her sözünde içimde hissedilir hale gelen kıpırtılar yine ortaya çıkmışken çıplak ayaklarımı zemine vura vura yanına ilerledim. “Teşekkür ederim,” derken mırıldayan bir kediden farksızdım. Boy farkımız yüzünden alttan alttan ona bakmak zorunda kaldığım için durum daha da ilginçti.

Artık onun dudaklarına aşina olmaya başlayan yere, saçlarımın başlangıç çizgisine küçük bir öpücük bıraktı. “Teşekkür edilecek bir şey yok.”

“Siz devam edin ben biraz uyuyayım burada,” diye söylenen Özgür’e doğru baktım. “Kıskandın mı?” diye sordum. Babama döndüm hemen ardından. “Ona da iltifat eder misin, üzüldü sanırım.”

“Edeyim hemen,” diyerek bana uyum sağladığında Özgür sabır dilenerek ayaklandı. “Sen de hemen uyum sağlıyorsun abi, maşallah. Hani doğum günü çocukları üzülmezdi Despina?”

Son kısımda sesini kırgınlaştırınca dudaklarımı sarkıtarak ona doğru ilerledim. Kolumla koluna vurdum. “Şaka yaptım şaka, üzülme. Hadi gidelim.”

Kolunu omuzuma sardı. “Üzülmemiştim zaten, seni çok kandırırlar böyle. Hemen inanma çığırtkan.”

Özgür beynimi yakmakla meşgulken babam da olduğu yerde gayet eğleniyor gibi görünüyordu. “Abi sen gelmeyeceğinden emin misin gerçekten?”

Özgür, benimle birlikte adımlamaya başlamadan önce babama dönerek konuşmuştu. Babamın göz ucuyla bana baktığı kısacık anı ben kaçırmamıştım ancak Özgür muhtemelen fark etmemişti. “Gelmeyeceğim, halletmem gereken bir iş var. Başka bir akşama sözüm olsun ikinize de.”

Özgür daha fazla uzatmadı. “Çıkalım o zaman.” dediğinde başımı salladım. “Çantamı alıp geliyorum, sen geç kapıya doğru.”

Özgür odadan çıkıp hole doğru yol aldığında babama yapıştım hemen. “Bana ‘seni çok kandırırlar’ diyor ama kendisi kandırıldığını anlayamıyor.” Babam sesli bir biçimde gülerken ben de sırıttım. “Bağırmaya başlamadan gideyim artık.”

“Öpmeden mi gideceksin?” derken insanlık suçu işlemek üzereymişim gibi yüzü buruşmuştu. Parmak uçlarımda yükselip sakallarının üzerine dudaklarımı bastırdım. Yanağına bıraktığım öpücüğün ardından ayaklarım tam olarak yere basmadan beni sırtımdan yakalayıp saçımdan öpmüştü.

“Planlar ters teperse, haberim oluyor.”

Başımı iki yana salladım. “Ters tepmeyecek, böyle söyleyip durma.”

“Öyle olsun bakalım.”

Beni bıraktığında hızlıca odadan çıktım. İkinci adımımda çantamı almadığımı fark edip koşarak geri dönmüştüm. Babam bu telaşımı gülerek izlerken tekrar yanından kaçtım.

“Geldim!” diyerek kapının önünde huysuz suratıyla beni bekleyen Özgür’e seslendim. “Arabaya binene kadar hazır olduğuna inanmayacağım.”

Göz devirirken ayağıma ince bantlı siyah topuklu ayakkabılarımı geçirmekle uğraşıyordum. Arabaya ulaşana kadar sessizdik. Kapımı açıp yerime geçtiğimde ilk iş çantamdan telefonumu çıkartmıştım. Bu sırada Özgür de yerleşmiş ve arabayı hareket ettirmişti.

Ekranda gördüğüm iki cevapsız arama da aynı kişiye aitti. Şu anda geri aramam mümkün olmayacağından hızla mesaj yazmaya giriştim.

Siz: Arabadayız yeni gördüm aradığını (19.34)

Siz: Bir sorun yok değil mi?

Ben mesajları atar atmaz çevrim içi oldu.

Mayıs: VAR

Mayıs: Kocaman bir sorun var

Mayıs: Olmasa şaşardım zaten

Kaşlarımı çatmak istesem de Özgür’ün dikkatini çekmemek için tepkisiz kalmaya zorladım kendimi.

Siz: Ne oldu?

Mayıs: Hani abimi oyalaması gereken arkadaşları vardı ya

Siz: Evet?

Mayıs: Abim son anda iptal etmiş onlarla olan planını

Mayıs: Gelmeyeceğim demiş

Mayıs: Evde şu an ve hiç yerinden kıpırdayacak gibi değil

Göz ucuyla Özgür’e baktım. Yola odaklanmıştı. Gideceğimiz mekânı çıkmadan önce belirlemiştik zaten.

Siz: Başka bir yere gidiyormuş gibi yapıp çıksan anlar mı?

Mayıs: Bu kadar giyinip hazırlanmışken taksiyle yollamaz

Omuzlarımı düşürerek bir süre düşündüm. Bu akşam, Mayıs ve Özgür açısından önemli bir akşamdı. Özgür’ün henüz bundan haberi yoktu ancak kısa bir süre sonra olacaktı. Pars’ın geceyi bozmasına izin veremezdim.

Siz: Tamam Pars’la çık o zaman

Siz: Seni o getirsin

Mayıs: Bebeğim sen kimden bahsettiğimi mi unuttun?

Mayıs: Abimle geleyim bütün akşam oturup Özgür’le birbirlerini mi yesinler yani?

Siz: Sana ve Özgür’e son fedakarlığımı yapıyorum

Siz: Sen beni dinle ve abinle birlikte gel

Siz: Pars sizin yanınızda olmayacak ben halledeceğim (19.39)

Mayıs’ın bir sonraki mesajını beklemeden uygulamadan çıktım. Dudağımın kenarını ısırdığımı fark ettiğimde hızla normal halime dönmüştüm. Hem Özgür’ün dikkatini çekmemeli hem de kıpkırmızı ruju dişlerime bulaştırmak gibi bir hataya düşmemeliydim.

“Ne kadar sürer gitmemiz?” diyerek Özgür’e doğru döndüm hafifçe.

“Trafik var gibi ama yarım saati geçmez. Çok mu acıktın?”

“Hayır acıkmadım, merak ettim sadece.” Anladım der gibi başını salladı. Kırmızı ışıkta durduğumuzda vitesin yanında duran telefonunu alıp bana uzatmıştı. “Şarkı seç, arabaya bağlı telefon.”

Hevesle telefonuna yapıştım. Özgür’e saçma sapan ve rahatsız olabileceği şarkılar dinletecek olma fikri aksamaya yüz tutan planın verdiği tüm gerginliğimi alıp götürmüştü.

Söylediği gibi neredeyse yarım saatlik bir süre geçtikten sonra araba yavaşlayarak durdu. Lükse kaçtıkları dışarıdan belli olan yan yana dizili restoranların önünde tabii ki herhangi bir park yeri bulmak mümkün görünmüyordu. Bize doğru yaklaşan görevlinin bu sorunun çözümü olduğunu anladığımda oyalanmadan çantamı alıp arabadan indim. Özgür de inip arabanın önünden dolaşmış ve benim tarafımdaki görevliye araba anahtarını uzatmıştı.

Hava henüz kararmamış olsa da, gündüz olduğu kadar etkisini gösteremeyen güneş yüzünden daha az bunaltıcıydı. “Yunancam gelişti gibi son yarım saatte.”

Özgür avucunu sırtıma yaslayarak beni girişe doğru yönlendirirken aynı anda da arabada maruz kaldığı şarkılara söyleniyordu. “Birkaç şarkı daha dinleseydik akıcı bir şekilde konuşmaya başlardın bence.”

“Zekamı hafife almamayı öğrenmişsin çığırtkan, aferin sana.”

Lafımı çevirmesine izin vererek üstelemedim. Doğum günüydü, kazandığını sanıp biraz sevinebilirdi.

Restorana girdiğimizde Özgür yaklaşık üç kez üşüyüp üşümeyeceğimi sormuş olsa da bir şekilde dış kısma oturma konusunda dediğimi yaptırmayı başarmıştım. Denizin dibindeydik, köprünün ayağına neredeyse dokunabilecek kadar yakındık ve bu konumdayken dört duvar arasında oturmak bayağı anlamsızdı.

Sandalyemi çeken garsona gülümseyerek teşekkür ederken Özgür de karşıma yerleşmişti.

Menüleri önümüze bırakıp yanımızdan ayrılan garsonun ardından ellerimi birbirine kavuşturup çenemin altına yaslayarak etrafa kısaca göz attım. “Güzel miymiş burası?”

“Güzelmiş,” dedim Özgür’e bakıp. “Sen sık mı geliyorsun buraya?”

“İkinci kez geliyorum.” dediğinde anladım der gibi başımı salladım. O sırada masaya bıraktığım telefonum titremişti. Telefonuma uzandım.

Mayıs: Birkaç dakikaya oradayız  (20.16)

Mayıs: Despina halledeceğim derken umarım abim ve Özgür aynı masadayken ortamı sakin tutabileceğini düşünmemişsindir

Mayıs: Başka bir planım var de nolursun

Siz: Harika bir planım var

Siz: Sadece ilk adımını kurguladım ama

Siz: Kalanı da akışta halledeceğim korkma

Pekala, planım harika falan değildi. Ve kesinlikle birden çok varsayım üzerine kurulu bir olumlamaydı.

“Ben sipariş vermeden önce bir lavaboya gideyim. Makyajım yamuldu gibi arabada.” Sandalyemi geriye ittim. Çantamı yanıma alma bahanemi de makyaj kısmıyla oluşturduğumda Özgür gayet normal karşılamıştı hareketliliğimi.

“Git bakalım.”

Ayağa kalktıktan sonra restoranın iç kısmına doğru gitmeden önce Özgür’ün oturduğu tarafa geçtim. “Özgür?” dediğimde şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Tepesinde dikilmeme anlam verememiş gibiydi.

“Efendim çığırtkan?”

“Bir kere daha iyi ki doğdun,” dedikten sonra o şoku atlatamadan yanağını ruj bulaşmayacak kadar hızla öpüp içeri yöneldim. Arkamdan bakma süresi, muhtemelen benim yeni planı uygulamaya başlama süremle denk gelecekti.

Az önce masaya doğru adımladığımız yolu geri yürüyüp restorandan çıktım. Topuklularımın üzerinde dengede kalmakta zorlanmasam da biraz stresliydim ve her an düşecekmiş gibi hissediyordum.

Özgür’ün arabayı bıraktığı yere doğru yürümeye başladığımda gözlerim etrafta dolanıyordu. Pars’ın arabasını bir kez görmüştüm ancak görsel hafızamın beni yanıltacağını sanmıyordum. Öyle de oldu. Bir dakika geçmeden sol taraftan gelen ve yavaşlamaya başlamış arabayı tanımıştım.

Araba durduğunda valenin onlara yaklaşmasına izin vermeden arabaya doğru hızlıca adımladım. “Araba park etmeyecek, kolay gelsin size.” Valeye verdiğim bilginin ardından adam başını sallayarak yanımdan uzaklaştı. Bu sırada Pars’ın camı, Mayıs’ın ise kapısı açılmıştı.

Pars’ın bakışlarını üzerimde hissediyorken onun arabadan inmemiş olmasını fırsata çevirerek, açtığı kapıdan kafasını uzatan Mayıs’a başımla restoranı işaret ettim. Direkt arabadan inmişti. “Buluşacağın kişi Despina mıydı Mayıs?” diye soran Pars’ın aklı kesinlikle karışmış görünüyordu. “Tanımadığın arkadaşlarım derken kimlerden bahsediyordun abicim?”

Adımlarımı hızlandırıp arabadan inen Mayıs’a yaklaştım. Pars da inmeye karar vermeden önce çok kısa bir süreye sahiptim. Bu süreyi Mayıs’ı kolundan tutup kaldırıma çekerek, “Özgür dış kısımda, arkana bile bakmadan yanına git. Bu geceyi istediğim şekilde tamamlamazsanız, az sonra yapacağım rezilliğin acısını sizden çıkartırım.” demekle harcamıştım.

Pars’ın beni duymadığından emindim, ama Mayıs kesinlikle duymuştu. Hızla adımlamaya başlarken, sırtında zarif bir dekolte olan kırmızı elbisesi ilgimi çekmişti. Bir ara nereden aldığını sormam gerekiyordu.

Mayıs’ın ilerlemeye başlaması Pars’ın kaşları çatılarak kapısına uzanmasıyla sonuçlanınca panikle kendimi arabanın içine, az önce Mayıs’ın indiği ön yolcu koltuğuna attım. “İnme!” diye sesimi kontrol edemeden bağırdığımda Pars afallamış bir biçimde yüzüme bakakalmıştı. “Lütfen inme, Pars.”

Gözleri biraz daha fazla açıklama beklediğini haykırarak yüzümde geziniyorken yutkundum. O sırada Pars’ın henüz kapatmadığı camından bir kafa uzandı. “Beyefendi park edecekseniz yardımcı olayım, devam edecekseniz de gelen araçları engellemeyin.” Az önce açıklama yaptığım valeye ait yüz ve ses eşliğinde Pars’ın bakışları benden sıyrılıp ona çevrildi.

“Gideceğiz,” dedim ona fırsat tanımadan. “İnsanları engelliyormuşuz Pars, sürsene arabayı.”

“Deli misin kızım sen?” Pars sabrı taşmış gibi boynunu hızla bana çevirdiğinde dudaklarım kopacakmış gibi gülümsedim. Abartılı ve kesinlikle stres dolu bir gülümsemeydi.

“Abi Allah aşkına tartışmanızı biraz ileride yapın, barışıp gelin olmazsa.” Valenin artık beklemeye hali kalmamış olacak ki adam ‘beyefendi’ demekten de vazgeçmişti.

“Biraz sinirlendi de,” dedim valeye kısık sesle. Pars sanki duymuyormuş gibi onun üzerinden adama doğru yaklaştırmıştım kafamı. “Fark ettim onu yenge ama kaç araba bekliyor arkanızda bi’ dön bak.”

Küçük bir an ‘yenge’ ne demek diye düşünmüş, cevabı bulduğum anda da iri iri gözlerimi açmıştım. Açıklama yapmaya girişeceğim sırada araba öylesine hızlı bir kalkışla öne atılmıştı ki sırtım geriye yapıştığından ağzım da kapanmıştı.

Araba bir dakika bile geçmeden sola sapmış ve ara sokakta, yanımızdan başka bir araba geçebilecek şekilde durmuştu.

“Ne çeviriyorsunuz siz yine?”

Pars başını tamamen bana çevirip gözlerini gözlerime dikti. “Lafı dolandırmadan anlat, dolandırdığını anladığım anda Mayıs’ın peşinden giderim.”

Kullandığı tehdit gayet işe yarardı. Bu yüzden dudaklarımı aralarken herhangi bir geçiştirmeye başvurmadım.

“Bugün Özgür’ün doğum günü,” dedim kucağımda duran ellerimin parmaklarını birbirlerine dolarken. “Mayıs onun yanına gitti az önce.”

Kaşları derince çatıldı. Sinirden değil de anlamlandırmaya çalıştığından olmuş gibi görünüyordu. “Barıştılar mı yani?”

“Barışsalar... Nasıl hissederdin?” Bu gecenin sonuna dair umudum barışmaları yönündeydi ki bana kalırsa küs de değillerdi. Tek sorun ikisinin de adım atmamakta direnmesiydi. Bu noktada da ben elimden geleni yapmış ve ayrı ayrı ikisini de bolca doldurup durmuştum.

“Soruma cevap vermeden bana yeni bir soru soramazsın.” dediğinde onu taklit ederek ben de kaşlarımı çattım. “Hangi kitaptan bu kural? Dengesiz ayılarla nasıl sohbet edilir konulu bir kitaptan mı?”

“Ben miyim ayı?” derken gözlerini kıstı. “Tavşan olduğunu falan mı düşünmüştün? Ayrıca dengesiz kısmına şaşırmadın bile, bak.”

Başını omuzuna doğru hafif eğdi. Kendini savunmaya girişeceğini belli eden duruşu, henüz konuşmaya başlamadan bozulduğunda yanak içimi ısırdım. “Sen,” dedi birden öne doğru yaklaşıp. “O küçük kıvrımlı aklınla beni mi oyalıyorsun şu anda?”

Tam olarak öyle yapıyordum ama konumuz bu değildi bence.

“Hayır,” dedim saçlarımı kulağımın arkasına doğru alıp bir yandan da yanağımı tırnaklarımla hafifçe çizdiğim sırada. “Sana öyle gelmiş, hislerin pek kuvvetli değil sanırım.”

“Despina,” derken bir an -ama gerçekten kısacık bir an- bulunduğum ortamdan kopmuş ve sadece adımı nasıl seslendirdiğine algım açık hale gelmiştim. Babam adımı doğru tonladığında önümü kapladığını hissettiğim buğuya benzer bir biçimde görüşüm birkaç saniyeliğine her şeye kapanmıştı.

“Efendim?” diyebildiğimde kısa sürmüş olsa da duraksayışımı fark ettiğini yüzünden anlayabilmem zor olmadı. Arabaya ilk bindiğimde aldığım kokular karmaşıktı. Mayıs’ın parfümü, arabanın kokusu ve üçüncü bir koku birleşerek içeriyi kaplamış durumdaydı. Şimdi ise bir süredir açık olan camın etkisiyle, Mayıs’ın kokusu kaybolmuş ve arabanın kokusu geri planda kalmıştı. Üçüncü koku ise artık çok daha belirgindi.

Ağır olmayan kokular severdim. Ağırlaşan kokular genellikle başımı ağrıtır ve mideme kramplar giriyormuş gibi hissettirirdi. Burnuma şu anda dolan koku ise kesinlikle hafif bir koku değildi. Ancak ne başımda bir ağrı ne de midemde bir kramp hissetmiyordum.

Pars’a ait kokuyu ilk kez soluduğumu söylemem yalan olurdu. Göğsüne birden fazla kez -ama ikisi de aynı sebepten- olacak şekilde çarpmışlığım ve orada nefeslenirken kokusunu almışlığım vardı. Sadece ilk kez bilinçli bir biçimde kokusuna odaklanıyordum. Az önce adımı seslenişi beni yapmamam gerekene itmişti.

“Sorumu cevaplamayacak mısın?” derken sesi ne kısık ne de yüksekti. Aynı arabanın içinde, aramızda pek de mesafe yokken birbirimize dönüktük. Sesi fısıltıdan ibaret de olsa kulaklarıma dolabilirdi.

“Barışmadılar,” dedim mırıltıdan farksız bir sesle. “…ama barışmalılar.”

“Öyle mi?” derken kaşları artık çatık değildi. “Neden?”

Birbirlerine geçirdiğim parmaklarımı sıktım. “Daha önce hiç onları karşı karşıya görmemiş gibi bu soruyu soramazsın bana.” dedim omuzlarımı düşürerek. “Birbirlerine nasıl baktıklarını görmemiş olamazsın, bu kadar önünü göremeyen bir adam mısın?”

“Nasıl bir adam olduğuma dair en ufak bir fikrin yokken böyle bilmiş bilmiş konuşmamalısın.”

Omuzumdan düşmemiş olmasına rağmen sağ omuz askımı boynuma doğru çekiştirdim. O bakışlarını çekmediği için ben de çekmemiştim ve rengi aynı tonları farklı olan gözlerimizin bir süredir tek yaptığı birbirlerine kenetli kalmaktı.

“Nasıl bir adammışsın?” dedim kaşlarım havalanırken. Neyi kastediyordu?

“Merak mı ettin?” diye soruma soruyla yanıt verdiğinde omuz silktim. “Etmedim.” derken allığımı yeniden dağıtırmış gibi yanağıma sürtmüştüm parmaklarımı. Bakışları elimin hareketini takip edip hızla gözlerime geri döndü. Dudağında çok küçük bir kıvrım belirmiş, hemen ardından ben daha sebebini bulamadan kaybolmuştu.

“Etmemelisin de zaten.”

Hiçbir şey söylemeden bakışlarımı kaçırdım. Bedenimi de arabada normal bir biçimde oturacağım şekilde çevirerek sırtımın tamamını koltuğa yaslamıştım.

Kucağımda duran çantamdan yükselen zil sesiyle birlikte dikkatim oraya toplandı. Telefonu çıkarttığımda ekranda gördüğüm ismin sinirlenip geri gelmem için arayan Özgür olması, Özgür’e kızıp restoranı terk etmeye karar veren Mayıs olması ya da belki durum kontrolü için arayan babam olması yüksek tuttuğum üç ihtimaldi. İlk ikisinin gerçekleşmesini pek istediğim söylenemezdi, üçüncüsüyle de bir derdim yoktu.

Ekranda beliren arama, üç ihtimalden de uzaktı. İhtimalleri sıralayacağım tüm listelerde en sona koymak isteyeceğim isimdi.

Telefonun ses tuşuna dokunarak aramayı kapatmasam da zil sesinin susmasını sağladım. Arama sonlanana dek bir süre daha ekrandaki ‘Bástardos’ yazısıyla karşı karşıya kalmıştım.

*(Piç.)

“Despina!” diye seslenen Pars’ın neden bağırdığını anlamak için bakışlarımı ona çevirdiğimde yüzündeki karmaşık ifadeyle karşılaşmıştım. “Duymuyor musun beni?”

“Duyuyorum.”

“Dördüncü seslenişimde duyuyorsun, evet.”

“Ne diyordun?” diye sordum sakince. İçimde sakinliğin s’si bile yokken sesim tam aksini haykırıyordu.

“Bu restoran işi Özgür’ün planı mıydı?” diye sorarken nedense asıl sormak istediği bu değilmiş gibi gelmişti. Yine de bir şey belli etmedim. “Hayır,” dedim başımı iki yana sallarken. “Özgür’ün hiçbir şeyden haberi yoktu.”

Söylediklerime inanmaması mümkündü. Güvenmesi gereken biri değildim. Ama bana inanarak bakıyordu, sanki verdiğim cevaplar onun için yeterliydi.

Telefonum bir kez daha çalmaya başladığında irkildim. Donuklaştığımın farkındaydım ancak bu bir çözüm bulabildiğim anlamına gelmiyordu. Ekranda yeniden aynı isim belirmişti. “Ben… Konuşup geliyorum, bekle olur mu?”

Cevabını beklemeden kapıya uzanıp açtım. Çantamın koltukta kalmasını umursamadan arabadan inip kapıyı geri ittiğimde kaldırımdaydım artık.

Birkaç adım atar atmaz aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma yasladım.

Ti symvaínei?” diyerek açtığım telefonda duymak üzere olduğum sese dair tek hissettiğim bütün bedenimi kaplayan bir baskıydı.

*(Ne oldu?)

Mou leípeis tóso polý.”

*(Seni çok özledim.)

Bulunduğum yerde bir kenara eğilip içimdeki her şeyi kusmak istememe sebep olan sesi ve cümlesiyle birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattım.

Mi mou tilefoneís állo.

*(Arama beni artık.)

İç çektiğini duydum. Uzun ve rahatsız edici nefes sesinin ardından yeniden konuştu. “Den sou leípei o patéras sou, o mikrós mou erastís ?”

*(Babanı özlemedin mi, benim küçük sevgilim?)

Omuzlarım sarsılırken boğuk bir sesle inledim. Hissettiğim şeyin fiziksel bir acı olmadığına kendimi inandırabilmek çok zordu. Canım öylesine yanıyordu ki bunun sadece ruhumun acısı olduğunu kendime kabullendirmeye çalışırken çok yoruluyordum.

O iğrenç, her duyuşumda etkisi olduğu gibi aynı kalan seslenişini bir süredir duymuyor olduğumu şimdi duyar duymaz fark etmiştim. Uzağındayken; görmeden, duymadan ondan sıyrılmaya çalışmak biraz da olsa daha kolaydı. Oysa varlığını hatırlatacak herhangi bir şey olur olmaz tüm hücrelerim ayaklanıyor ve ruhumun işkencesi başlıyordu.

Telefonu kulağımdan çekerek ekrana birden fazla kez dokunup hızla aramayı kapattım. Telefonu kapatmak, onu olduğu yere hapsedecek ve benden uzak kılacakmış gibi bu işe tutunmuştum.

“Değilim,” diye soludum kendi kendime. “Ben sadece küçük bir kız çocuğuydum, başka hiçbir şey değildim; olmadım.”

Kendime fısıldadıklarım yalnızca kulağıma kadar ulaşıyor, beynimin algılaması gereken yerde ortadan kayboluyorlardı.

“Babam değilsin ki sen zaten benim,” Telefonu kapatmadan önce söylemem gerekenleri kendime fısıldayıp duruyordum. Ona hiçbir zaman gücümü yettirememiştim, yine öyle olacağına kendimi öylesine inandırmıştım ki cümlelerimi ona duyurmaktan bile kaçıyordum. “Akıl hastası bir piçin kızı değilim ki,” Kollarımı bedenime sardım sıkı sıkı. “Timur Akdoğan’ın kızıyım, Ahu’yum ben.”

Zihnimde birden fazla ses aynı anda bağırıp durmaya, birbirleriyle düşünce yarıştırmaya başladığında bulanan aklımla kalakaldım. Olduğum yerde kollarım kendime sarılı halde dururken nerede, ne halde olduğum gibi gerçekler anlamını yitirmişti.

Ben İstanbul’a aslında dışını tatlı renklere boyayarak içindeki harabeyi gizleyen bir yıkıntı olarak gelmiştim.

Despina Matris; gülüp duran, insanlarla atışarak sevgisini belli eden, güven veren temaslara alışkın olan biri değildi, hiç olmamıştı.

Ben aslında günlerdir çaresizce Ahu Akdoğan olmaya çabalıyordum. Çabalarım belki de boşaydı. Kimse, tanımadığı biri olmayı başaramazdı. Ben Ahu’yu tanımıyordum. Despina’ya ise ezberim kimseye olmadığı kadar tamdı.

 

*

Pars birkaç dakikadır sürücü koltuğundan kıpırdamamış, olduğu yerde ön camdan karşısındaki hiçliğe bakarak beklemişti.

Bekleyişinin tetikleyicisi apar topar telefonla konuşmak için arabadan inmiş olan kadındı. Acil bir telefon olduğunu varsayarak çok üzerinde durmasa da Despina’nın arabadan inmeden önceki yüz ifadesini çok iç açıcı bulmamıştı.

Despina arabadan indiğinde, geriye doğru yürümüştü. Pars, onu görmesini istemediğinden yapıldığını düşündüğü bu hareket nedeniyle elinden geldiğince hareketsiz kalmış ve geriye bakmak için ne aynaları ne de boynunu çevirip arka camı kullanmamıştı.

Ön panelde asılı duran telefonu peş peşe titrediğinde dikkati oraya toplandı.

Mayıs: Abi Despina aramalarımızı açmadı

Mayıs: Özgür gelsin mi?

Mayıs: Senin ters bir şey yaptığını düşünüyor pek aksini iddia edemiyorum ben de

Mayıs: Bir sorun var mı?

Pars: Beni saf yerine koymanız dışında bir sorun yok abim

Pars: Telefonla konuşuyor o yüzden açmamıştır

Pars: Ne haliniz varsa görün bu akşam seninle de o cinsle de uğraşasım yok

Pars: Eve bırakacağım şimdi Despina’yı

Pars: Gecikme sen de.

Mayıs: Canım balım aşkım birtanecik abimsin çünkü

Mayıs: İkinizi de öptüm

Pars başını iki yana sallayarak hafifçe güldü. Kız kardeşinin aşırılıklarına alışkındı. Hatta en çok o alışkındı ama yine de bünyesinde etkisi aynıydı işte.

Telefonu vitesin yanındaki boşluğa bıraktı. Ardından beklemekten sıkılarak dayanamayıp arkaya döndü. Arka camdan görebileceği bir konumda olduğunu bildiği bedeni görüş açısına aldığı anla, kapıya uzanıp açtığı ve kendisini dışarı attığı an arasında birkaç saniye bile yoktu.

Dizleri yere yaslı halde olduğu yere çökmüş, bulunduğu alanda küçülür gibi kendi kendini sarmış olan Despina’ya doğru attığı adımların altıncısı onu kızın yanına ulaştırmıştı.

“Despina?” diyerek seslendiğinde, arabadaki son konuşmaya benzer şekilde hiçbir yanıt alamadı ondan. Adını birkaç kez daha tekrarladı. Kaldırımda yere çöküp yüzüne daha düzgün bir şekilde bakmaya çalıştığında karşılaştığı manzara Pars’ı gördüğüne pişman etmişti.

Kirpiklerini boyayan siyah rimelin yanaklarına çizdiği ince uzun yollar, kaç yaşın hangi şekilde boynuna yol aldığını açıkça gösterirken açık mavi irislerinin etrafı kızıla bürünmüştü.

Pars’ın ilk aklına gelen, telefondan kötü bir haber almış olabileceğiydi. Belki bir kaza ya da ölüm haberi bu hale gelmiş olmasına yol açmış olabilirdi. Başka bir ihtimal şimdilik aklında belirmiyordu.

“Despina,” dedi bir kez daha şansını deneyerek. Bu sefer seslendiği sırada avucu karşısındaki hareketsiz bedenin omuzuna dokunmuştu yavaşça. İnce askılı elbisenin açıkta bıraktığı tenine dokunduğunda hissettiği soğukluk Pars’ın avucundaki sıcakla tezattı.

Çıplak bacaklarının kaldırıma yaslı olmasından kaynaklandığını düşünerek Pars elini biraz daha çabuk tutmaya çalıştı. Hava soğuk değildi ama bu çıplak tenin soğuk kaldırımla buluşurken de üşümeyeceği anlamına gelmiyordu.

“Kötü bir şey mi oldu?” diye sordu sakin kalmayı deneyerek. “Sorun ne?”

Despina, onu duymadığı çok belli bir biçimde bakışları boşluğa odaklı halde siyah boyayla karışan gözyaşlarını yanaklarına düşürmeyi sürdürüyordu.

“Canın mı yanıyor?” dedi birden Pars. Neden o an böyle bir soru sorduğundan habersizdi, tıpkı en doğru soruyu bulduğundan habersiz olduğu gibi.

Despina duyduğu soruyla kısıkça iç çekti. Biraz önce kendisine anlattığı, canının yanışının dışarıya yansımadığını ama çok derin olduğunu içeren cümleleri Pars’ın duymuş olması mümkün değildi. Ama duymuş gibi soruyordu.

“Çok,” dedi fısıltıyla.

Pars, tepki alabildiğine sevinmişti ancak tepki aldığı sorusu ve gelen cevap iç açıcı değildi elbette.

“Tamam,” derken az önce dokunduğu omuzunda duran elini yavaşça aşağı kaydırdı. Kolunun yarısına geldiğinde durdu. “Buradan kalkalım, canını yakan neyse bir çözüm bulunur.”

Despina kendine gelmiş değildi. Ancak az önceki kadar algısı kapalı da durmuyordu artık. Pars’ın son cümlesinin baştan aşağı yalan olduğunu biliyordu. Çözüm bulunacak bir şey yoktu. Yine de küçük bir çocuk gibi bu basit yalanla kandırılmakta bir sakınca görmedi.

Kalkmaya çalıştığını belli ederek hareketlendiğinde Pars tek hamlede ayaklanmış. Despina’nın kalkarken tutunması için ona elini uzatmıştı. Pars’ın büyük avucu içinde kaybolan eliyle destek alarak ayağa kalktığında Despina başındaki hafif dönmenin etkisiyle topuklularının üzerinde durmakta zorlandı.

Pars izinsiz temas etme konusunda sınırları kolay kolay aşmazdı. Az önce kendisini görsün diye omuzuna dokunurken olduğu gibi zorunda kalmadığı sürece bunu yapmaktan kaçınırdı. Şimdiki durum da bunun benzeriydi. Arabaya kadar yürüyebilmesi için bir şekilde onu tutması gerekiyordu.

Pars henüz nasıl bir destek vereceğine karar vermemişken Despina ondan çok daha atikti. Ayakta kalamayacağını anladığında kendisini yanındaki iri bedene doğru bırakmıştı. Yan bir biçimde göğsüne dayandığında Pars’ın kolu da yerini zaten biliyormuş gibi elbisenin sıkıca sardığı ince beli buldu.

“Arabaya kadar taşıyabilirim seni, rahatsız olacaksan yapmam ama.”

Despina yanağının denk geldiği göğsün inip kalkışıyla birlikte başını hafifçe kaldırdı. Pars’ın çenesiyle bakışır hale geçmişti. Onun hareket edişine bakmak için Pars da başını eğince ise aralarında sadece boy farklarının yarattığı kadar mesafe kalmıştı.

“Senin canın hiç çok yandı mı?”

Despina’nın sorusu kısıktı. Yüksek olmasına da gerek yoktu gerçi, Pars onu fısıldasa da duyacak yakınlıktaydı. Pars saklanma gereği duymadı. Cevaplarken refleksle Despina’nın beline sarılı olan kolunu sıkılaştırdığını fark etmeden dudaklarını araladı.

“Yandı,” dedi kadını taklit ederek sessizce. “Benim canım da yandı, minik tanrıça.”

Despina’nın dudakları kıvrıldı yorgun bir biçimde. “Yunan denildiğinde mitolojiden başka bir şey gelmiyor aklınıza.”

Pars, biraz olsun değişmek üzere gibi görünen konuya sıkıca tutundu. Kollarındaki bedenin az önceki ruh halinden çıkması için gereken veya gerekmeyen birçok şey yapmaya hazırdı. Neden hazır olduğundan haberi yoktu ama hazırdı. Nedene değil sonuca bakıyordu.

“Yunan olmasan da bir tanrıçayı andırdığını söyleyebilirdim, bu kökeninle alakalı bir durum değil Despina.”

Pars, Despina’nın duygusal olarak girdiği kapanın etkisiyle bir sarhoş gibi görünmesine aldanarak fazla açık sözlü davrandığını cümlesi sonlandıktan sonra fark etmişti. Ancak iş işten geçmişken fark etmesi bir şey kazandırmıyordu tabii.

“Tanrıçalar nasıl görünür?” Despina, Pars’ın aldanışını boşa çıkartmayarak bir sarhoştan hallice en alakasız kısma takılıp soru sorduğunda Pars gülecek gibi oldu. “Bilmem, daha önce bir tanrıçayla karşı karşıya kalmadım.”

Despina biraz bekleyip söylenenleri sindirmeyi başardığında aklı o kadar karmaşıktı ki adını sorsalar onu bile söyleyebileceği şüpheliydi o sırada.

“Tanrıça olsaydım,” diye mırıldandı Despina içli içli. “Güçlü olurdum, kimse zarar veremezdi bana. Değilim ki.”

Pars duraksadı. O kadar içten gelmişti ki duydukları, elinden gelseydi o an Despina’nın gerçekten bir tanrıçaya dönüşmesi için bir şeyler yapardı.

“Kim zarar veriyor sana?” diye sordu istemsizce. Daha çok kendi kendineydi sorusu ama Despina da duymuştu onu. Duymuştu duymasına ama dudaklarını sıkıca birbirine bastırmış, tek kelime bile etmemişti bu soruya karşılık.

“Pars?” diye mırıldandı bir dakika kadar sonra Despina. Pars aradan saniyeler geçtiğinin farkında bile değildi. Sıkıca dengede tuttuğu bedeni kendine yaslamışken aklı karışmıştı. Dinlediğini belli eden bir ses çıkartmakla yetindi devam etmesi için.

“Senin canın çok yandığında, nasıl geçti o acı?”

Az önce aldığı yanıttan yola çıkarak yeni bir soru üretmişti Despina. Madem canı yanmıştı, bir çözümü de var olmalıydı bu durumda.

Pars duraksadı. Bu, şu ana kadarki en uzun duraksayışlarından biriydi. Hatta belki de en uzunuydu. Kendisiyle küçük bir ikileme savrulmasına sebep olmuştu çünkü bu soru.

“Geçmedi.” demesi uzunca bir süre beklemesinin ardından gerçekleşmişti. “Nasıl geçer bilmiyorum ama geçmedi.”

Despina, solmaya başlamış kırmızı rujla renklenen dudaklarını gererek gülümsedi. Bu cevabı, önceki cevaplardan daha çok sevmişti. Pars’ın canının acımasından hoşnut olduğundan değildi, söyleyecek bir şeyleri olduğundandı.

“Çünkü bazı acılar ölmemek üzere doğar, ölümsüz acıları öldürecek yollar bulamayız.”

Pars, bir kez duyduğu ancak birden fazla kez zihninde yankı bulan sözü düşünüyorken daha fazla beklemeden Despina’yı yavaşça kucağına aldı.

Belindeki kolun varlığına ve yaslandığı yerdeki sıcağa alışmış olduğundan Despina bu kucaklanışa ters bir tepki vermemişti.

Kolları karnında kalacak şekilde, başı Pars’ın omuzuna yaslıyken belinde ve dizlerinin altında olan kollar sayesinde arabaya doğru taşınıyor olmayı sürdürürken Despina, Pars’ın bedenine oranla ne kadar hafifse bir o kadar ağır hissediyordu.

Pars bedenini değil, ruhunu kucaklamaya çalışsaydı eğer; o kocaman güçlü bedenine rağmen bunu yapamayacağını biliyordu.

Peki Pars’ın bile taşıyamayacağını düşündüğü o yükü yıllardır cılız bedeniyle Despina nasıl taşıyordu?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm