Düşten Farksız 18.Bölüm
18.BÖLÜM
“Beş dakika daha!” diye bağırırken aslında
beş dakikadan daha fazla süreye ihtiyacım olduğunu çok iyi biliyordum.
“Bu kaçıncı beş dakika çığırtkan?” diyerek
odamın kapısının önünde yakınan Özgür’ün hali pek iç açıcı değildi. “Giyindin
mi? Giriyorum içeri.”
Giyinme kısmını çoktan tamamlamıştım.
Olumlu bir ses çıkarttığımda odanın kapısı aralandı. Özgür içeri girdiğinde
beni odadaki dolabın aynasına yapışık halde bulmuştu. “Kapıyı kapatayım da
üşütme.” derken homurdanıyor haldeydi. Yanağıma dağıttığım allıkla uğraşırken
kıkırdadım.
Gece yarısı tepesinde belirerek ilk
kutlamasını gerçekleştirdiğimiz doğum günü, sabah uyandığımızda normal bir gün
olarak başlamıştı. Ben her saniye hatırlatıp dursam da Özgür bugüne hiç özel
bir günmüş gibi davranmıyordu.
Gün boyunca ara ara yol yapmış olduğum,
aslında her kısmı birkaç gündür çoktan ayarlanmış olan akşam planına Özgür’ü
ikna etmekte zorlandığım söylenemezdi. Bütün gün hiçbir şey yapmadığımızı öne
sürerek, en azından akşam dışarıda olmamız gerektiği konusundaki kısa ısrarım
hızlı sonuç vermişti.
Hazırlanma süremin Özgür’ün sabrını
sınadığını tahmin ediyordum. Her on dakikada bir kapıda belirmesi gayet açık
ipuçlarıydı.
“Bu havada mı üşüyeceğim?”
“Şu elbise demeye dilimin varmadığı şeyle
kırk derece havada da üşüyebilirsin bence.”
Omuzumun üzerinden ona doğru döndüm.
Üstündeki siyah pantolon ve beyaz gömlek gayet basit iki parçaydı. Ancak o iki
parçayı giyen kişi kesinlikle kombinin duruşunda bayağı etkiliydi. “Ben
gömleğinin kan akışını kesmesine bir şey diyor muyum? Kaç beden küçük alıyorsun
kıyafetlerini acaba?”
Sırıttı. Kollarını göğsünde birleştirip
iyice kumaşı gerdikten sonra bana doğru adımladı. “Saklayacağım diye mi yaptım
ben bu kasları sence?”
Elimdeki allık fırçasıyla kendimi
gösterdim baştan aşağıya. “Ben de kendimi saklamıyorum işte, bak aynı
düşünüyoruz ne güzel değil mi?”
“Laf yetiştirme bana,” dedi ters ters. Bu
cevap bulamadım demek oluyordu. Keyifle gülümseyip makyajıma döndüm. Özgür’ün
daha da çok beklemesine içim el vermeyince süreci biraz hızlandırmıştım. Canlı
bir kırmızıyla dudaklarımı renklendirdiğim sırada, Özgür bunun son adım
olduğunu bilmediğinden yatağıma kendimi bırakmış haldeydi.
“Çıkmadınız mı siz daha?”
Özgür kapıyı kapatayım da üşüme diye dalga
geçmiş olsa da kapımı aralı bırakmıştı. O aralıktan içeri giren babamı
duyduğumda bedenim direkt oraya döndü.
“Kızın hazırlanmayı bitirebilirse
çıkacağız abi.”
Elimdeki ruju kenara bıraktım. “Hazırım
ki, abartıyor her zamanki gibi.” Ellerimi iki yana hafifçe açarak etrafımda
döndüm. “Güzel olmuş muyum?”
Babam kapının kenarına omuzunu dayamış bir
şekilde bana doğru bakıyordu. Dönüşüm sonlandığında hevesle ağzından çıkacak
olan sözcükleri beklemeye başlamıştım. “Güzel olmak için elbiseler giyip makyaj
yapmana gerek mi varmış? Her halin güzel.”
Ondan duyduğum her güzel sözde, hatta işin
doğrusu her sözünde içimde hissedilir hale gelen kıpırtılar yine ortaya
çıkmışken çıplak ayaklarımı zemine vura vura yanına ilerledim. “Teşekkür
ederim,” derken mırıldayan bir kediden farksızdım. Boy farkımız yüzünden alttan
alttan ona bakmak zorunda kaldığım için durum daha da ilginçti.
Artık onun dudaklarına aşina olmaya
başlayan yere, saçlarımın başlangıç çizgisine küçük bir öpücük bıraktı.
“Teşekkür edilecek bir şey yok.”
“Siz devam edin ben biraz uyuyayım
burada,” diye söylenen Özgür’e doğru baktım. “Kıskandın mı?” diye sordum.
Babama döndüm hemen ardından. “Ona da iltifat eder misin, üzüldü sanırım.”
“Edeyim hemen,” diyerek bana uyum
sağladığında Özgür sabır dilenerek ayaklandı. “Sen de hemen uyum sağlıyorsun
abi, maşallah. Hani doğum günü çocukları üzülmezdi Despina?”
Son kısımda sesini kırgınlaştırınca
dudaklarımı sarkıtarak ona doğru ilerledim. Kolumla koluna vurdum. “Şaka yaptım
şaka, üzülme. Hadi gidelim.”
Kolunu omuzuma sardı. “Üzülmemiştim zaten,
seni çok kandırırlar böyle. Hemen inanma çığırtkan.”
Özgür beynimi yakmakla meşgulken babam da
olduğu yerde gayet eğleniyor gibi görünüyordu. “Abi sen gelmeyeceğinden emin
misin gerçekten?”
Özgür, benimle birlikte adımlamaya
başlamadan önce babama dönerek konuşmuştu. Babamın göz ucuyla bana baktığı
kısacık anı ben kaçırmamıştım ancak Özgür muhtemelen fark etmemişti.
“Gelmeyeceğim, halletmem gereken bir iş var. Başka bir akşama sözüm olsun
ikinize de.”
Özgür daha fazla uzatmadı. “Çıkalım o
zaman.” dediğinde başımı salladım. “Çantamı alıp geliyorum, sen geç kapıya
doğru.”
Özgür odadan çıkıp hole doğru yol
aldığında babama yapıştım hemen. “Bana ‘seni çok kandırırlar’ diyor ama kendisi
kandırıldığını anlayamıyor.” Babam sesli bir biçimde gülerken ben de sırıttım.
“Bağırmaya başlamadan gideyim artık.”
“Öpmeden mi gideceksin?” derken insanlık
suçu işlemek üzereymişim gibi yüzü buruşmuştu. Parmak uçlarımda yükselip
sakallarının üzerine dudaklarımı bastırdım. Yanağına bıraktığım öpücüğün
ardından ayaklarım tam olarak yere basmadan beni sırtımdan yakalayıp saçımdan
öpmüştü.
“Planlar ters teperse, haberim oluyor.”
Başımı iki yana salladım. “Ters
tepmeyecek, böyle söyleyip durma.”
“Öyle olsun bakalım.”
Beni bıraktığında hızlıca odadan çıktım.
İkinci adımımda çantamı almadığımı fark edip koşarak geri dönmüştüm. Babam bu
telaşımı gülerek izlerken tekrar yanından kaçtım.
“Geldim!” diyerek kapının önünde huysuz
suratıyla beni bekleyen Özgür’e seslendim. “Arabaya binene kadar hazır olduğuna
inanmayacağım.”
Göz devirirken ayağıma ince bantlı siyah
topuklu ayakkabılarımı geçirmekle uğraşıyordum. Arabaya ulaşana kadar
sessizdik. Kapımı açıp yerime geçtiğimde ilk iş çantamdan telefonumu
çıkartmıştım. Bu sırada Özgür de yerleşmiş ve arabayı hareket ettirmişti.
Ekranda gördüğüm iki cevapsız arama da
aynı kişiye aitti. Şu anda geri aramam mümkün olmayacağından hızla mesaj
yazmaya giriştim.
Siz: Arabadayız yeni
gördüm aradığını (19.34)
Siz: Bir sorun yok
değil mi?
Ben mesajları atar atmaz çevrim içi oldu.
Mayıs: VAR
Mayıs: Kocaman bir sorun
var
Mayıs: Olmasa şaşardım
zaten
Kaşlarımı çatmak istesem de Özgür’ün
dikkatini çekmemek için tepkisiz kalmaya zorladım kendimi.
Siz: Ne oldu?
Mayıs: Hani abimi
oyalaması gereken arkadaşları vardı ya
Siz: Evet?
Mayıs: Abim son anda
iptal etmiş onlarla olan planını
Mayıs: Gelmeyeceğim demiş
Mayıs: Evde şu an ve hiç
yerinden kıpırdayacak gibi değil
Göz ucuyla Özgür’e baktım. Yola
odaklanmıştı. Gideceğimiz mekânı çıkmadan önce belirlemiştik zaten.
Siz: Başka bir yere
gidiyormuş gibi yapıp çıksan anlar mı?
Mayıs: Bu kadar giyinip hazırlanmışken
taksiyle yollamaz
Omuzlarımı düşürerek bir süre düşündüm. Bu
akşam, Mayıs ve Özgür açısından önemli bir akşamdı. Özgür’ün henüz bundan
haberi yoktu ancak kısa bir süre sonra olacaktı. Pars’ın geceyi bozmasına izin
veremezdim.
Siz: Tamam Pars’la çık
o zaman
Siz: Seni o getirsin
Mayıs: Bebeğim sen
kimden bahsettiğimi mi unuttun?
Mayıs: Abimle geleyim
bütün akşam oturup Özgür’le birbirlerini mi yesinler yani?
Siz: Sana ve Özgür’e
son fedakarlığımı yapıyorum
Siz: Sen beni dinle ve
abinle birlikte gel
Siz: Pars sizin
yanınızda olmayacak ben halledeceğim (19.39)
Mayıs’ın bir sonraki mesajını beklemeden
uygulamadan çıktım. Dudağımın kenarını ısırdığımı fark ettiğimde hızla normal
halime dönmüştüm. Hem Özgür’ün dikkatini çekmemeli hem de kıpkırmızı ruju
dişlerime bulaştırmak gibi bir hataya düşmemeliydim.
“Ne kadar sürer gitmemiz?” diyerek Özgür’e
doğru döndüm hafifçe.
“Trafik var gibi ama yarım saati geçmez.
Çok mu acıktın?”
“Hayır acıkmadım, merak ettim sadece.”
Anladım der gibi başını salladı. Kırmızı ışıkta durduğumuzda vitesin yanında
duran telefonunu alıp bana uzatmıştı. “Şarkı seç, arabaya bağlı telefon.”
Hevesle telefonuna yapıştım. Özgür’e saçma
sapan ve rahatsız olabileceği şarkılar dinletecek olma fikri aksamaya yüz tutan
planın verdiği tüm gerginliğimi alıp götürmüştü.
Söylediği gibi neredeyse yarım saatlik bir
süre geçtikten sonra araba yavaşlayarak durdu. Lükse kaçtıkları dışarıdan belli
olan yan yana dizili restoranların önünde tabii ki herhangi bir park yeri
bulmak mümkün görünmüyordu. Bize doğru yaklaşan görevlinin bu sorunun çözümü
olduğunu anladığımda oyalanmadan çantamı alıp arabadan indim. Özgür de inip
arabanın önünden dolaşmış ve benim tarafımdaki görevliye araba anahtarını
uzatmıştı.
Hava henüz kararmamış olsa da, gündüz
olduğu kadar etkisini gösteremeyen güneş yüzünden daha az bunaltıcıydı.
“Yunancam gelişti gibi son yarım saatte.”
Özgür avucunu sırtıma yaslayarak beni
girişe doğru yönlendirirken aynı anda da arabada maruz kaldığı şarkılara
söyleniyordu. “Birkaç şarkı daha dinleseydik akıcı bir şekilde konuşmaya
başlardın bence.”
“Zekamı hafife almamayı öğrenmişsin
çığırtkan, aferin sana.”
Lafımı çevirmesine izin vererek
üstelemedim. Doğum günüydü, kazandığını sanıp biraz sevinebilirdi.
Restorana girdiğimizde Özgür yaklaşık üç
kez üşüyüp üşümeyeceğimi sormuş olsa da bir şekilde dış kısma oturma konusunda
dediğimi yaptırmayı başarmıştım. Denizin dibindeydik, köprünün ayağına
neredeyse dokunabilecek kadar yakındık ve bu konumdayken dört duvar arasında
oturmak bayağı anlamsızdı.
Sandalyemi çeken garsona gülümseyerek
teşekkür ederken Özgür de karşıma yerleşmişti.
Menüleri önümüze bırakıp yanımızdan
ayrılan garsonun ardından ellerimi birbirine kavuşturup çenemin altına
yaslayarak etrafa kısaca göz attım. “Güzel miymiş burası?”
“Güzelmiş,” dedim Özgür’e bakıp. “Sen sık
mı geliyorsun buraya?”
“İkinci kez geliyorum.” dediğinde anladım
der gibi başımı salladım. O sırada masaya bıraktığım telefonum titremişti.
Telefonuma uzandım.
Mayıs: Birkaç dakikaya
oradayız (20.16)
Mayıs: Despina halledeceğim
derken umarım abim ve Özgür aynı masadayken ortamı sakin tutabileceğini
düşünmemişsindir
Mayıs: Başka bir planım
var de nolursun
Siz: Harika bir planım
var
Siz: Sadece ilk
adımını kurguladım ama
Siz: Kalanı da akışta
halledeceğim korkma
Pekala, planım harika falan değildi. Ve
kesinlikle birden çok varsayım üzerine kurulu bir olumlamaydı.
“Ben sipariş vermeden önce bir lavaboya
gideyim. Makyajım yamuldu gibi arabada.” Sandalyemi geriye ittim. Çantamı
yanıma alma bahanemi de makyaj kısmıyla oluşturduğumda Özgür gayet normal
karşılamıştı hareketliliğimi.
“Git bakalım.”
Ayağa kalktıktan sonra restoranın iç
kısmına doğru gitmeden önce Özgür’ün oturduğu tarafa geçtim. “Özgür?” dediğimde
şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Tepesinde dikilmeme anlam verememiş gibiydi.
“Efendim çığırtkan?”
“Bir kere daha iyi ki doğdun,” dedikten
sonra o şoku atlatamadan yanağını ruj bulaşmayacak kadar hızla öpüp içeri
yöneldim. Arkamdan bakma süresi, muhtemelen benim yeni planı uygulamaya başlama
süremle denk gelecekti.
Az önce masaya doğru adımladığımız yolu
geri yürüyüp restorandan çıktım. Topuklularımın üzerinde dengede kalmakta
zorlanmasam da biraz stresliydim ve her an düşecekmiş gibi hissediyordum.
Özgür’ün arabayı bıraktığı yere doğru
yürümeye başladığımda gözlerim etrafta dolanıyordu. Pars’ın arabasını bir kez
görmüştüm ancak görsel hafızamın beni yanıltacağını sanmıyordum. Öyle de oldu.
Bir dakika geçmeden sol taraftan gelen ve yavaşlamaya başlamış arabayı
tanımıştım.
Araba durduğunda valenin onlara
yaklaşmasına izin vermeden arabaya doğru hızlıca adımladım. “Araba park
etmeyecek, kolay gelsin size.” Valeye verdiğim bilginin ardından adam başını
sallayarak yanımdan uzaklaştı. Bu sırada Pars’ın camı, Mayıs’ın ise kapısı
açılmıştı.
Pars’ın bakışlarını üzerimde hissediyorken
onun arabadan inmemiş olmasını fırsata çevirerek, açtığı kapıdan kafasını
uzatan Mayıs’a başımla restoranı işaret ettim. Direkt arabadan inmişti.
“Buluşacağın kişi Despina mıydı Mayıs?” diye soran Pars’ın aklı kesinlikle
karışmış görünüyordu. “Tanımadığın arkadaşlarım derken kimlerden bahsediyordun
abicim?”
Adımlarımı hızlandırıp arabadan inen
Mayıs’a yaklaştım. Pars da inmeye karar vermeden önce çok kısa bir süreye
sahiptim. Bu süreyi Mayıs’ı kolundan tutup kaldırıma çekerek, “Özgür dış
kısımda, arkana bile bakmadan yanına git. Bu geceyi istediğim şekilde
tamamlamazsanız, az sonra yapacağım rezilliğin acısını sizden çıkartırım.”
demekle harcamıştım.
Pars’ın beni duymadığından emindim, ama
Mayıs kesinlikle duymuştu. Hızla adımlamaya başlarken, sırtında zarif bir dekolte
olan kırmızı elbisesi ilgimi çekmişti. Bir ara nereden aldığını sormam
gerekiyordu.
Mayıs’ın ilerlemeye başlaması Pars’ın
kaşları çatılarak kapısına uzanmasıyla sonuçlanınca panikle kendimi arabanın
içine, az önce Mayıs’ın indiği ön yolcu koltuğuna attım. “İnme!” diye sesimi
kontrol edemeden bağırdığımda Pars afallamış bir biçimde yüzüme bakakalmıştı.
“Lütfen inme, Pars.”
Gözleri biraz daha fazla açıklama
beklediğini haykırarak yüzümde geziniyorken yutkundum. O sırada Pars’ın henüz
kapatmadığı camından bir kafa uzandı. “Beyefendi park edecekseniz yardımcı
olayım, devam edecekseniz de gelen araçları engellemeyin.” Az önce açıklama
yaptığım valeye ait yüz ve ses eşliğinde Pars’ın bakışları benden sıyrılıp ona
çevrildi.
“Gideceğiz,” dedim ona fırsat tanımadan.
“İnsanları engelliyormuşuz Pars, sürsene arabayı.”
“Deli misin kızım sen?” Pars sabrı taşmış
gibi boynunu hızla bana çevirdiğinde dudaklarım kopacakmış gibi gülümsedim.
Abartılı ve kesinlikle stres dolu bir gülümsemeydi.
“Abi Allah aşkına tartışmanızı biraz
ileride yapın, barışıp gelin olmazsa.” Valenin artık beklemeye hali kalmamış
olacak ki adam ‘beyefendi’ demekten de vazgeçmişti.
“Biraz sinirlendi de,” dedim valeye kısık
sesle. Pars sanki duymuyormuş gibi onun üzerinden adama doğru yaklaştırmıştım
kafamı. “Fark ettim onu yenge ama kaç araba bekliyor arkanızda bi’ dön bak.”
Küçük bir an ‘yenge’ ne demek diye
düşünmüş, cevabı bulduğum anda da iri iri gözlerimi açmıştım. Açıklama yapmaya
girişeceğim sırada araba öylesine hızlı bir kalkışla öne atılmıştı ki sırtım
geriye yapıştığından ağzım da kapanmıştı.
Araba bir dakika bile geçmeden sola sapmış
ve ara sokakta, yanımızdan başka bir araba geçebilecek şekilde durmuştu.
“Ne çeviriyorsunuz siz yine?”
Pars başını tamamen bana çevirip gözlerini
gözlerime dikti. “Lafı dolandırmadan anlat, dolandırdığını anladığım anda
Mayıs’ın peşinden giderim.”
Kullandığı tehdit gayet işe yarardı. Bu
yüzden dudaklarımı aralarken herhangi bir geçiştirmeye başvurmadım.
“Bugün Özgür’ün doğum günü,” dedim
kucağımda duran ellerimin parmaklarını birbirlerine dolarken. “Mayıs onun
yanına gitti az önce.”
Kaşları derince çatıldı. Sinirden değil de
anlamlandırmaya çalıştığından olmuş gibi görünüyordu. “Barıştılar mı yani?”
“Barışsalar... Nasıl hissederdin?” Bu
gecenin sonuna dair umudum barışmaları yönündeydi ki bana kalırsa küs de
değillerdi. Tek sorun ikisinin de adım atmamakta direnmesiydi. Bu noktada da
ben elimden geleni yapmış ve ayrı ayrı ikisini de bolca doldurup durmuştum.
“Soruma cevap vermeden bana yeni bir soru
soramazsın.” dediğinde onu taklit ederek ben de kaşlarımı çattım. “Hangi
kitaptan bu kural? Dengesiz ayılarla nasıl sohbet edilir konulu bir kitaptan
mı?”
“Ben miyim ayı?” derken gözlerini kıstı.
“Tavşan olduğunu falan mı düşünmüştün? Ayrıca dengesiz kısmına şaşırmadın bile,
bak.”
Başını omuzuna doğru hafif eğdi. Kendini
savunmaya girişeceğini belli eden duruşu, henüz konuşmaya başlamadan
bozulduğunda yanak içimi ısırdım. “Sen,” dedi birden öne doğru yaklaşıp. “O
küçük kıvrımlı aklınla beni mi oyalıyorsun şu anda?”
Tam olarak öyle yapıyordum ama konumuz bu
değildi bence.
“Hayır,” dedim saçlarımı kulağımın
arkasına doğru alıp bir yandan da yanağımı tırnaklarımla hafifçe çizdiğim
sırada. “Sana öyle gelmiş, hislerin pek kuvvetli değil sanırım.”
“Despina,” derken bir an -ama gerçekten
kısacık bir an- bulunduğum ortamdan kopmuş ve sadece adımı nasıl
seslendirdiğine algım açık hale gelmiştim. Babam adımı doğru tonladığında önümü
kapladığını hissettiğim buğuya benzer bir biçimde görüşüm birkaç saniyeliğine
her şeye kapanmıştı.
“Efendim?” diyebildiğimde kısa sürmüş olsa
da duraksayışımı fark ettiğini yüzünden anlayabilmem zor olmadı. Arabaya ilk
bindiğimde aldığım kokular karmaşıktı. Mayıs’ın parfümü, arabanın kokusu ve
üçüncü bir koku birleşerek içeriyi kaplamış durumdaydı. Şimdi ise bir süredir
açık olan camın etkisiyle, Mayıs’ın kokusu kaybolmuş ve arabanın kokusu geri
planda kalmıştı. Üçüncü koku ise artık çok daha belirgindi.
Ağır olmayan kokular severdim. Ağırlaşan
kokular genellikle başımı ağrıtır ve mideme kramplar giriyormuş gibi
hissettirirdi. Burnuma şu anda dolan koku ise kesinlikle hafif bir koku
değildi. Ancak ne başımda bir ağrı ne de midemde bir kramp hissetmiyordum.
Pars’a ait kokuyu ilk kez soluduğumu
söylemem yalan olurdu. Göğsüne birden fazla kez -ama ikisi de aynı sebepten-
olacak şekilde çarpmışlığım ve orada nefeslenirken kokusunu almışlığım vardı.
Sadece ilk kez bilinçli bir biçimde kokusuna odaklanıyordum. Az önce adımı
seslenişi beni yapmamam gerekene itmişti.
“Sorumu cevaplamayacak mısın?” derken sesi
ne kısık ne de yüksekti. Aynı arabanın içinde, aramızda pek de mesafe yokken
birbirimize dönüktük. Sesi fısıltıdan ibaret de olsa kulaklarıma dolabilirdi.
“Barışmadılar,” dedim mırıltıdan farksız
bir sesle. “…ama barışmalılar.”
“Öyle mi?” derken kaşları artık çatık
değildi. “Neden?”
Birbirlerine geçirdiğim parmaklarımı
sıktım. “Daha önce hiç onları karşı karşıya görmemiş gibi bu soruyu soramazsın
bana.” dedim omuzlarımı düşürerek. “Birbirlerine nasıl baktıklarını görmemiş
olamazsın, bu kadar önünü göremeyen bir adam mısın?”
“Nasıl bir adam olduğuma dair en ufak bir
fikrin yokken böyle bilmiş bilmiş konuşmamalısın.”
Omuzumdan düşmemiş olmasına rağmen sağ
omuz askımı boynuma doğru çekiştirdim. O bakışlarını çekmediği için ben de
çekmemiştim ve rengi aynı tonları farklı olan gözlerimizin bir süredir tek
yaptığı birbirlerine kenetli kalmaktı.
“Nasıl bir adammışsın?” dedim kaşlarım
havalanırken. Neyi kastediyordu?
“Merak mı ettin?” diye soruma soruyla
yanıt verdiğinde omuz silktim. “Etmedim.” derken allığımı yeniden dağıtırmış
gibi yanağıma sürtmüştüm parmaklarımı. Bakışları elimin hareketini takip edip
hızla gözlerime geri döndü. Dudağında çok küçük bir kıvrım belirmiş, hemen
ardından ben daha sebebini bulamadan kaybolmuştu.
“Etmemelisin de zaten.”
Hiçbir şey söylemeden bakışlarımı
kaçırdım. Bedenimi de arabada normal bir biçimde oturacağım şekilde çevirerek
sırtımın tamamını koltuğa yaslamıştım.
Kucağımda duran çantamdan yükselen zil
sesiyle birlikte dikkatim oraya toplandı. Telefonu çıkarttığımda ekranda
gördüğüm ismin sinirlenip geri gelmem için arayan Özgür olması, Özgür’e kızıp
restoranı terk etmeye karar veren Mayıs olması ya da belki durum kontrolü için
arayan babam olması yüksek tuttuğum üç ihtimaldi. İlk ikisinin gerçekleşmesini
pek istediğim söylenemezdi, üçüncüsüyle de bir derdim yoktu.
Ekranda beliren arama, üç ihtimalden de
uzaktı. İhtimalleri sıralayacağım tüm listelerde en sona koymak isteyeceğim
isimdi.
Telefonun ses tuşuna dokunarak aramayı
kapatmasam da zil sesinin susmasını sağladım. Arama sonlanana dek bir süre daha
ekrandaki ‘Bástardos’ yazısıyla karşı
karşıya kalmıştım.
*(Piç.)
“Despina!” diye seslenen Pars’ın neden
bağırdığını anlamak için bakışlarımı ona çevirdiğimde yüzündeki karmaşık
ifadeyle karşılaşmıştım. “Duymuyor musun beni?”
“Duyuyorum.”
“Dördüncü seslenişimde duyuyorsun, evet.”
“Ne diyordun?” diye sordum sakince. İçimde
sakinliğin s’si bile yokken sesim tam aksini haykırıyordu.
“Bu restoran işi Özgür’ün planı mıydı?”
diye sorarken nedense asıl sormak istediği bu değilmiş gibi gelmişti. Yine de
bir şey belli etmedim. “Hayır,” dedim başımı iki yana sallarken. “Özgür’ün
hiçbir şeyden haberi yoktu.”
Söylediklerime inanmaması mümkündü.
Güvenmesi gereken biri değildim. Ama bana inanarak bakıyordu, sanki verdiğim
cevaplar onun için yeterliydi.
Telefonum bir kez daha çalmaya
başladığında irkildim. Donuklaştığımın farkındaydım ancak bu bir çözüm
bulabildiğim anlamına gelmiyordu. Ekranda yeniden aynı isim belirmişti. “Ben…
Konuşup geliyorum, bekle olur mu?”
Cevabını beklemeden kapıya uzanıp açtım. Çantamın
koltukta kalmasını umursamadan arabadan inip kapıyı geri ittiğimde
kaldırımdaydım artık.
Birkaç adım atar atmaz aramayı yanıtlayıp
telefonu kulağıma yasladım.
“Ti
symvaínei?” diyerek açtığım telefonda duymak üzere olduğum sese dair tek
hissettiğim bütün bedenimi kaplayan bir baskıydı.
*(Ne
oldu?)
“Mou
leípeis tóso polý.”
*(Seni
çok özledim.)
Bulunduğum yerde bir kenara eğilip
içimdeki her şeyi kusmak istememe sebep olan sesi ve cümlesiyle birkaç
saniyeliğine gözlerimi kapattım.
“Mi
mou tilefoneís állo.”
*(Arama
beni artık.)
İç çektiğini duydum. Uzun ve rahatsız
edici nefes sesinin ardından yeniden konuştu. “Den sou leípei o patéras sou, o
mikrós mou erastís ?”
*(Babanı
özlemedin mi, benim küçük sevgilim?)
Omuzlarım sarsılırken boğuk bir sesle inledim.
Hissettiğim şeyin fiziksel bir acı olmadığına kendimi inandırabilmek çok zordu.
Canım öylesine yanıyordu ki bunun sadece ruhumun acısı olduğunu kendime
kabullendirmeye çalışırken çok yoruluyordum.
O iğrenç, her duyuşumda etkisi olduğu gibi
aynı kalan seslenişini bir süredir duymuyor olduğumu şimdi duyar duymaz fark
etmiştim. Uzağındayken; görmeden, duymadan ondan sıyrılmaya çalışmak biraz da
olsa daha kolaydı. Oysa varlığını hatırlatacak herhangi bir şey olur olmaz tüm
hücrelerim ayaklanıyor ve ruhumun işkencesi başlıyordu.
Telefonu kulağımdan çekerek ekrana birden
fazla kez dokunup hızla aramayı kapattım. Telefonu kapatmak, onu olduğu yere
hapsedecek ve benden uzak kılacakmış gibi bu işe tutunmuştum.
“Değilim,” diye soludum kendi kendime.
“Ben sadece küçük bir kız çocuğuydum, başka hiçbir şey değildim; olmadım.”
Kendime fısıldadıklarım yalnızca kulağıma
kadar ulaşıyor, beynimin algılaması gereken yerde ortadan kayboluyorlardı.
“Babam değilsin ki sen zaten benim,”
Telefonu kapatmadan önce söylemem gerekenleri kendime fısıldayıp duruyordum.
Ona hiçbir zaman gücümü yettirememiştim, yine öyle olacağına kendimi öylesine
inandırmıştım ki cümlelerimi ona duyurmaktan bile kaçıyordum. “Akıl hastası bir
piçin kızı değilim ki,” Kollarımı bedenime sardım sıkı sıkı. “Timur Akdoğan’ın kızıyım, Ahu’yum ben.”
Zihnimde birden fazla ses aynı anda
bağırıp durmaya, birbirleriyle düşünce yarıştırmaya başladığında bulanan
aklımla kalakaldım. Olduğum yerde kollarım kendime sarılı halde dururken
nerede, ne halde olduğum gibi gerçekler anlamını yitirmişti.
Ben İstanbul’a aslında dışını tatlı
renklere boyayarak içindeki harabeyi gizleyen bir yıkıntı olarak gelmiştim.
Despina
Matris; gülüp duran, insanlarla atışarak
sevgisini belli eden, güven veren temaslara alışkın olan biri değildi, hiç
olmamıştı.
Ben aslında günlerdir çaresizce Ahu Akdoğan olmaya çabalıyordum.
Çabalarım belki de boşaydı. Kimse, tanımadığı biri olmayı başaramazdı. Ben
Ahu’yu tanımıyordum. Despina’ya ise ezberim kimseye olmadığı kadar tamdı.
*
Pars
birkaç dakikadır sürücü koltuğundan kıpırdamamış, olduğu yerde ön camdan
karşısındaki hiçliğe bakarak beklemişti.
Bekleyişinin
tetikleyicisi apar topar telefonla konuşmak için arabadan inmiş olan kadındı.
Acil bir telefon olduğunu varsayarak çok üzerinde durmasa da Despina’nın
arabadan inmeden önceki yüz ifadesini çok iç açıcı bulmamıştı.
Despina
arabadan indiğinde, geriye doğru yürümüştü. Pars, onu görmesini istemediğinden
yapıldığını düşündüğü bu hareket nedeniyle elinden geldiğince hareketsiz kalmış
ve geriye bakmak için ne aynaları ne de boynunu çevirip arka camı
kullanmamıştı.
Ön
panelde asılı duran telefonu peş peşe titrediğinde dikkati oraya toplandı.
Mayıs: Abi Despina aramalarımızı açmadı
Mayıs: Özgür gelsin mi?
Mayıs: Senin ters bir şey yaptığını düşünüyor pek aksini
iddia edemiyorum ben de
Mayıs: Bir sorun var mı?
Pars: Beni saf yerine koymanız dışında bir sorun yok abim
Pars: Telefonla konuşuyor o yüzden açmamıştır
Pars: Ne haliniz varsa görün bu akşam seninle de o cinsle
de uğraşasım yok
Pars: Eve bırakacağım şimdi Despina’yı
Pars: Gecikme sen de.
Mayıs: Canım balım aşkım birtanecik abimsin çünkü
Mayıs: İkinizi de öptüm
Pars
başını iki yana sallayarak hafifçe güldü. Kız kardeşinin aşırılıklarına
alışkındı. Hatta en çok o alışkındı ama yine de bünyesinde etkisi aynıydı işte.
Telefonu
vitesin yanındaki boşluğa bıraktı. Ardından beklemekten sıkılarak dayanamayıp
arkaya döndü. Arka camdan görebileceği bir konumda olduğunu bildiği bedeni
görüş açısına aldığı anla, kapıya uzanıp açtığı ve kendisini dışarı attığı an
arasında birkaç saniye bile yoktu.
Dizleri
yere yaslı halde olduğu yere çökmüş, bulunduğu alanda küçülür gibi kendi
kendini sarmış olan Despina’ya doğru attığı adımların altıncısı onu kızın
yanına ulaştırmıştı.
“Despina?”
diyerek seslendiğinde, arabadaki son konuşmaya benzer şekilde hiçbir yanıt
alamadı ondan. Adını birkaç kez daha tekrarladı. Kaldırımda yere çöküp yüzüne
daha düzgün bir şekilde bakmaya çalıştığında karşılaştığı manzara Pars’ı
gördüğüne pişman etmişti.
Kirpiklerini
boyayan siyah rimelin yanaklarına çizdiği ince uzun yollar, kaç yaşın hangi
şekilde boynuna yol aldığını açıkça gösterirken açık mavi irislerinin etrafı
kızıla bürünmüştü.
Pars’ın
ilk aklına gelen, telefondan kötü bir haber almış olabileceğiydi. Belki bir
kaza ya da ölüm haberi bu hale gelmiş olmasına yol açmış olabilirdi. Başka bir
ihtimal şimdilik aklında belirmiyordu.
“Despina,”
dedi bir kez daha şansını deneyerek. Bu sefer seslendiği sırada avucu
karşısındaki hareketsiz bedenin omuzuna dokunmuştu yavaşça. İnce askılı
elbisenin açıkta bıraktığı tenine dokunduğunda hissettiği soğukluk Pars’ın
avucundaki sıcakla tezattı.
Çıplak
bacaklarının kaldırıma yaslı olmasından kaynaklandığını düşünerek Pars elini
biraz daha çabuk tutmaya çalıştı. Hava soğuk değildi ama bu çıplak tenin soğuk
kaldırımla buluşurken de üşümeyeceği anlamına gelmiyordu.
“Kötü
bir şey mi oldu?” diye sordu sakin kalmayı deneyerek. “Sorun ne?”
Despina,
onu duymadığı çok belli bir biçimde bakışları boşluğa odaklı halde siyah boyayla
karışan gözyaşlarını yanaklarına düşürmeyi sürdürüyordu.
“Canın
mı yanıyor?” dedi birden Pars. Neden o an böyle bir soru sorduğundan
habersizdi, tıpkı en doğru soruyu bulduğundan habersiz olduğu gibi.
Despina
duyduğu soruyla kısıkça iç çekti. Biraz önce kendisine anlattığı, canının
yanışının dışarıya yansımadığını ama çok derin olduğunu içeren cümleleri
Pars’ın duymuş olması mümkün değildi. Ama duymuş gibi soruyordu.
“Çok,”
dedi fısıltıyla.
Pars,
tepki alabildiğine sevinmişti ancak tepki aldığı sorusu ve gelen cevap iç açıcı
değildi elbette.
“Tamam,”
derken az önce dokunduğu omuzunda duran elini yavaşça aşağı kaydırdı. Kolunun
yarısına geldiğinde durdu. “Buradan kalkalım, canını yakan neyse bir çözüm
bulunur.”
Despina
kendine gelmiş değildi. Ancak az önceki kadar algısı kapalı da durmuyordu
artık. Pars’ın son cümlesinin baştan aşağı yalan olduğunu biliyordu. Çözüm
bulunacak bir şey yoktu. Yine de küçük bir çocuk gibi bu basit yalanla
kandırılmakta bir sakınca görmedi.
Kalkmaya
çalıştığını belli ederek hareketlendiğinde Pars tek hamlede ayaklanmış.
Despina’nın kalkarken tutunması için ona elini uzatmıştı. Pars’ın büyük avucu
içinde kaybolan eliyle destek alarak ayağa kalktığında Despina başındaki hafif
dönmenin etkisiyle topuklularının üzerinde durmakta zorlandı.
Pars
izinsiz temas etme konusunda sınırları kolay kolay aşmazdı. Az önce kendisini
görsün diye omuzuna dokunurken olduğu gibi zorunda kalmadığı sürece bunu
yapmaktan kaçınırdı. Şimdiki durum da bunun benzeriydi. Arabaya kadar
yürüyebilmesi için bir şekilde onu tutması gerekiyordu.
Pars
henüz nasıl bir destek vereceğine karar vermemişken Despina ondan çok daha
atikti. Ayakta kalamayacağını anladığında kendisini yanındaki iri bedene doğru
bırakmıştı. Yan bir biçimde göğsüne dayandığında Pars’ın kolu da yerini zaten
biliyormuş gibi elbisenin sıkıca sardığı ince beli buldu.
“Arabaya
kadar taşıyabilirim seni, rahatsız olacaksan yapmam ama.”
Despina
yanağının denk geldiği göğsün inip kalkışıyla birlikte başını hafifçe kaldırdı.
Pars’ın çenesiyle bakışır hale geçmişti. Onun hareket edişine bakmak için Pars
da başını eğince ise aralarında sadece boy farklarının yarattığı kadar mesafe
kalmıştı.
“Senin
canın hiç çok yandı mı?”
Despina’nın
sorusu kısıktı. Yüksek olmasına da gerek yoktu gerçi, Pars onu fısıldasa da
duyacak yakınlıktaydı. Pars saklanma gereği duymadı. Cevaplarken refleksle
Despina’nın beline sarılı olan kolunu sıkılaştırdığını fark etmeden dudaklarını
araladı.
“Yandı,”
dedi kadını taklit ederek sessizce. “Benim canım da yandı, minik tanrıça.”
Despina’nın
dudakları kıvrıldı yorgun bir biçimde. “Yunan denildiğinde mitolojiden başka
bir şey gelmiyor aklınıza.”
Pars,
biraz olsun değişmek üzere gibi görünen konuya sıkıca tutundu. Kollarındaki
bedenin az önceki ruh halinden çıkması için gereken veya gerekmeyen birçok şey
yapmaya hazırdı. Neden hazır olduğundan haberi yoktu ama hazırdı. Nedene değil
sonuca bakıyordu.
“Yunan
olmasan da bir tanrıçayı andırdığını söyleyebilirdim, bu kökeninle alakalı bir
durum değil Despina.”
Pars,
Despina’nın duygusal olarak girdiği kapanın etkisiyle bir sarhoş gibi
görünmesine aldanarak fazla açık sözlü davrandığını cümlesi sonlandıktan sonra
fark etmişti. Ancak iş işten geçmişken fark etmesi bir şey kazandırmıyordu
tabii.
“Tanrıçalar
nasıl görünür?” Despina, Pars’ın aldanışını boşa çıkartmayarak bir sarhoştan
hallice en alakasız kısma takılıp soru sorduğunda Pars gülecek gibi oldu.
“Bilmem, daha önce bir tanrıçayla karşı karşıya kalmadım.”
Despina
biraz bekleyip söylenenleri sindirmeyi başardığında aklı o kadar karmaşıktı ki
adını sorsalar onu bile söyleyebileceği şüpheliydi o sırada.
“Tanrıça
olsaydım,” diye mırıldandı Despina içli içli. “Güçlü olurdum, kimse zarar
veremezdi bana. Değilim ki.”
Pars
duraksadı. O kadar içten gelmişti ki duydukları, elinden gelseydi o an Despina’nın
gerçekten bir tanrıçaya dönüşmesi için bir şeyler yapardı.
“Kim
zarar veriyor sana?” diye sordu istemsizce. Daha çok kendi kendineydi sorusu
ama Despina da duymuştu onu. Duymuştu duymasına ama dudaklarını sıkıca
birbirine bastırmış, tek kelime bile etmemişti bu soruya karşılık.
“Pars?”
diye mırıldandı bir dakika kadar sonra Despina. Pars aradan saniyeler
geçtiğinin farkında bile değildi. Sıkıca dengede tuttuğu bedeni kendine
yaslamışken aklı karışmıştı. Dinlediğini belli eden bir ses çıkartmakla yetindi
devam etmesi için.
“Senin
canın çok yandığında, nasıl geçti o acı?”
Az
önce aldığı yanıttan yola çıkarak yeni bir soru üretmişti Despina. Madem canı
yanmıştı, bir çözümü de var olmalıydı bu durumda.
Pars
duraksadı. Bu, şu ana kadarki en uzun duraksayışlarından biriydi. Hatta belki
de en uzunuydu. Kendisiyle küçük bir ikileme savrulmasına sebep olmuştu çünkü
bu soru.
“Geçmedi.”
demesi uzunca bir süre beklemesinin ardından gerçekleşmişti. “Nasıl geçer
bilmiyorum ama geçmedi.”
Despina,
solmaya başlamış kırmızı rujla renklenen dudaklarını gererek gülümsedi. Bu
cevabı, önceki cevaplardan daha çok sevmişti. Pars’ın canının acımasından
hoşnut olduğundan değildi, söyleyecek bir şeyleri olduğundandı.
“Çünkü
bazı acılar ölmemek üzere doğar, ölümsüz acıları öldürecek yollar bulamayız.”
Pars,
bir kez duyduğu ancak birden fazla kez zihninde yankı bulan sözü düşünüyorken
daha fazla beklemeden Despina’yı yavaşça kucağına aldı.
Belindeki
kolun varlığına ve yaslandığı yerdeki sıcağa alışmış olduğundan Despina bu
kucaklanışa ters bir tepki vermemişti.
Kolları
karnında kalacak şekilde, başı Pars’ın omuzuna yaslıyken belinde ve dizlerinin
altında olan kollar sayesinde arabaya doğru taşınıyor olmayı sürdürürken
Despina, Pars’ın bedenine oranla ne kadar hafifse bir o kadar ağır
hissediyordu.
Pars
bedenini değil, ruhunu kucaklamaya çalışsaydı eğer; o kocaman güçlü bedenine
rağmen bunu yapamayacağını biliyordu.
Peki Pars’ın bile taşıyamayacağını düşündüğü o yükü yıllardır cılız bedeniyle Despina nasıl taşıyordu?
Yorumlar
Yorum Gönder