Düşten Farksız 46.Bölüm

 46.BÖLÜM



- Bir şansa hiç sahip olamamak mı daha acıydı yoksa o şansı bir süre yaşamayı başarıp kısa bir süre sonra şansın ellerinden kayıp gittiğini öylece izlemek zorunda kalmak mı? -

 

- Timur’dan

“Bir daha ara Özgün, başlatmasınlar sevgililerinden. Yemek hazır gelsinler bir an önce.”

Özgün yan yan bana baktıktan sonra elinde tutuyor olduğu telefonu salladı. “Abi arıyorum zaten. Özgür açmıyor, kızın da ondan akıl alıyor olacak ki o da açmıyor.”

Sabır dilenir gibi başımı geriye attım. “İkisinde de yarımşar akıl var, birleştirmeyi de bilmiyorlar ki.”

“Ses kaydına alsaydım keşke,” diye söylendiğini duydum Özgün’ün. “Despina’ya dinletirdim, birkaç gün senden uzak bize yakın takılırdı.”

Evde akıl sağlığı yerinde olan üye bulunmaması benim sınavımdı. Geçebileceğimden emin olamadığım ancak yine de bolca çalışıp çabaladığım bir sınav süreciydi.

Ayakta dikilmek yerine hazırladığım masanın kenarındaki sandalyelerden birini çekip oturdum. Kahvaltılarda ve akşam yemeklerinde hep beraber olmamız her zaman mümkün olmuyordu ancak bu gerçekleştiğinde Ahu’nun nasıl hevesli olduğunu bildiğimden şartları olabildiğince toplu yemek yenecek şekilde uyarlamaya çalışıyordum.

Özgür’ü oradan buradan toplamak, Özgün’ü işini gücünü ayarlaması için uyarmak ve kendi günlük planımın saatlerini bunlara uydurmak ne çok zor ne de çok kolaydı.

Boş tabakların arasında, gözümü anlamsızca bir duvara çevirmişken son bir saattir arada yoklayan göğüs sıkışmamı göz ardı etmeye çalışıyordum. Kahveyi fazla kaçırmış olmama yorduğum ağrılar yoğundu, biri iki elini göğsüme bastırmış kalbimi sıkıyor gibiydi.

Özgün su içmek için bardağa ve şişeye uzanmışken tezgâhtaki hareketliliğini durdurmasına sebep olan zil sesi duyuldu.

“Telefonu yoldalar diye açmamışlar demek ki.” Bu saatte gelenin kim olduğu belliydi.

Ayaklanmadım. Özgün zaten ayaktaydı, kapıyı açabilirdi.

Ben burada bekleyecek, içeri girdikten sonra koştur koştur beni bulup üstüme ağırlığını bırakacak olan kızımı kucaklayacaktım.

Özgün mutfaktan çıktı. Kapıyı araladığını belli eden sesi duydum hemen sonrasında. Ahu’nun Özgün’e nazlanmalarını dinleyeceğimi, susmadan bir şeyler anlatacağını düşünerek gülümseyecek olduğumda beni bundan alıkoyan, yaşanan uzun sessizlikti.

Önce yüzümdeki yumuşak ifade yerinden oldu, ardından nefesimin ağırlaştığını hissettim.

Özgür ve Ahu koşturmuyor, birbirlerine laf atmaya girişmiyorken; Özgün bundan faydalanıp Ahu’yu kendisine yaklaştırmak için bir şeyler homurdanmıyorken hayatın normal akışında ilerlediğini söyleyemezdim.

Sandalyeyi sertçe geriye ittim. Düzgünce geriye kaymak yerine sırtı yere gelecek şekilde düşen sandalyeyi umursamadan adımlarımı kapıya çevirdiğimde aceleci değildim.

Merakım aklıma düşen endişeyle baş edemiyordu, endişe beni yavaşlatıyor ve merakımın isteğiyle hızlanmama engel oluyordu.

“Özgün,” diye seslendim kapıdan çıktığım anda. Hole adım atmaz konuşmuştum. Düşünebileceğim tek iyi ihtimal çalan kapının saçma sapan bir denk geliş olmasıydı. Yanlış daireye gelen aptalın tekiyle yüz yüze gelmek için birçok şeyimden olmayı göze alırdım.

Özgün’ün sırtını gördüm önce. Kapı açıktı, eşikte duruyordu.

Bacaklarımdaki gücün çekilmesine, bahsettiğim göğüs ağrılarının katbekat artmasına sebep olan ise onun omuzunun üstünden görebildiğim yüzdü.

Özgün’ün tam karşısında Özgür duruyordu. Henüz eve girmemiş, dışarıdaydı.

Hiç durmadan gülmesine, karşısında rakibi olmadıkça muzip halinden sıyrılmamasına yıllardır aşina olduğum adamın yüzünün halini gördüğümde kıyametin koptuğunu düşündüm.

Gözlerinin akına izler çizen kırmızılıkları buradan beri görebilmeme rağmen öne doğru aceleyle adımladım. “Özgür?” dedim bu kez.

Bakışları beni bulduğunda uzun zamandır görmediğim kadar, belki de yıllar önce son kez gördüğümü sandığım kadar savunmasızdı.

Aldığı nefesin bedenini sarstığını, titrediğini görebilmiştim.

Özgün’ün yanından sıyrılıp bir anda bana doğru geldiğinde afallamadım. “Sakinleş,” diyebildim kendim bunu başaramıyor halde olsam da. Kolumu omuzuna doğru atıp kendime çektim, bana çarptığında hiç beklemeden yerine sindi.

Koca bir adamdı, onunla yarışır irilikte olmama rağmen öyle kollarımla kolayca sarabilmem mümkün değildi ama yaşadığı her ne ise onu un ufak etmişti sanki.

Ufak bir çocuk gibi omuzuma yüzünü yasladı. Titremesi arttığında daha fazla aklımdaki düşüncelerle baş başa kalamayacağımı bildiğim için sırtına hafif hafif vurdum.

“Buradayım oğlum,” dedim önce. “Buradayım aslanım, söyle. Ne oldu?”

Aklıma bu durumu düzlüğe çıkartabilecek hiçbir ihtimal gelmiyordu.

Şu an aklımı yitirmiş gibi davranmama tek engel Ahu’nun Pars’la olduğunu düşünmem, Pars’ın onu yalnız bırakmama huyuna güvenmemdi.

Özgün de görebildiğim kadarıyla benden farksızdı. Ne olduğunu anlayamamış halde, az önce kapattığı kapıya sırtını yaslamış bize bakıyordu. Bakışları çoğunlukla kardeşindeydi, onun yıkılmış ve yıkıntının altında küçük bir çocuğa dönüşmüş halini görmenin Özgün’e iyi gelmediğini biliyordum. Geçmişe gidiyordu, geçmişe gitmek Özgün’ün ruhunu katran karasına boyardı.

“İshak,” dedi birden bire Özgür. İğrenir gibi, bunu söylemekten gocunur gibiydi ama anmıştı o ismi.

“Despina’yla Mayıs’ı aldı,” dediğinde ise artık bana yaslanıp güç alabileceği bir kaynağı yoktu. Tek bir cümleyle en fazla ne kadar acı çekilirse, o kadar acıyla baş başaydım şimdi.

Özgün’ün savurduğu ağır küfür kulağıma çarptı, Özgür titreye titreye nefeslenip omuzumda kalmayı sürdürdü ama kıpırdamadım.

İçimde kopan fırtınayı nasıl dışarı taşıracağımı bilmiyordum.

“Şaka mı yapıyorsunuz bana?” dedim tıpkı bedenim gibi bakışlarımın da donuklaştığından eminken. “Ahu mu kandırmak istedi beni? Aklınca babasını korkutup sonra naz mı yapacak?”

Özgür’ü hangi sözcüğüm, hangi sorum tamamen mahvetti bilmiyorum ama kasıldı. Kendini geriye çektikten sonra elleri saçlarını buldu. Saçlarını çekiştirerek bana baktı. “Özür dilerim, abi koruyamadım özür dilerim.”

Güldüm.

Sinirlerim bozulmuş bir halde güldüm. “Yürü git hadi Özgür. Ciddi değilsin biliyorum ben, anlıyorum. Anlıyorum çünkü bunun şaka olmamasını anlayamam, söylediklerinin gerçek olmasını ben anlayamam oğlum.”

Özgür elinin tersiyle yüzünü sildi. Ne zaman gözlerinden yaşlar dökülmeye başladığına dair hiçbir fikrim yoktu. Algım birden fazla şeye kapanmış, tek bir şeye açık kalmıştı.

“Kızım nerede? Pars’tan mı ayrılamadı? Ankara’ya yolladım diye ceza mı veriyor bana?”

“Abi-“ diyecek oldu Özgün öne doğru gelip. Özgür’ü yakınımdan tutup uzaklaştırmak için çekiştirdi. Kardeşinden çok daha soğukkanlıydı ama tedirginliğini hissediyordum.

“Gelme,” dedim onu elimi kaldırıp durdururken. “Gelm-…” diye devam edecekken öfkeye karışmış ve öfkeden beter hissettiren sarsıntılarla titremeye başlayan ellerim havada kaldı. “Nerede lan benim kızım?” diye bağırarak Özgür’e döndüm.

“Pars yanında değil miydi? Sen yok muydun? Siktiğimin hayatında üç gün üst üste içim kavrulmadan nefes alabilmem herkese yük mü lan benim?”

Özgür başını hiç durmadan iki yana sallamaya başladı. “Vardım,” diye sayıkladı susmadan. “Vardım, yanındaydım uzakta değildim. Koruyamadım.”

Çıkılmaz, bitmek bilmez bir döngüde sıkışmış gibi susmayı reddedip aynı şeyleri sayıklamaya devam etti. Ellerimi yüzüme kapattım. Arkamı onlara dönüp ileri doğru adımladım.

Göğsümdeki sıkışmanın sebebinin içtiğim kahveler olmadığını fark ettiğimde dizlerimin üstüne çöktüm. Dizkapaklarım yere kemiklerim kırılacakmış gibi sertçe vururken fısıltıyla bile ah etmedim.

“Söz verdim,” dedim kendi kendime. “Bitti babam dedim, korkacak bir şey kalmadı dedim. Baban burada, seni koruyacak dedim.”

Omuzlarım düştü birden. “Yalan mı söyledim ben ona?”

Yalan söylemiştim.

Kanı bozuğun tekiyle yıllarını tüketmişti, ruhum duymamıştı. Yüzlerce kilometre uzağımda acı çekmişti, ben burada boktan nefesler alıp yaşamaya devam etmiştim.

Şimdi başa mı sarıyorduk?

“Tanımadığı biri elini öylesine havaya kaldırsa korkuyor lan benim kızım!” dedim dayanamayıp geri dönerek. Özgür’ün konuşmak yerine içini çekiyor olmasına dahi tepki veremiyordum. “O piçin yanında kalbi dayanır mı benim Ahu’mun?”

İshak’ın ne derece iğrençleşebileceğini, hiçbir sınır bilmeden saldırabileceğini biliyor olmak kanımı kaynatıyordu.

Konumuz en son İshak’ken bu senaryoda Ahu’nun yerinde Özgür vardı.

Bir bok biliyormuş gibi kızını koruduğunu sanarak Özgür’ün Mayıs’tan uzak durması için yapmadığını bırakmamıştı. En sonunda da başarmıştı, aralarındaki Despina gelene kadar süren ayrılığın kaynağı yine o piçti.

Özgür’e attığı herhangi bir adım korkunç değildi, Özgür tek eliyle o asalağı ikiye bölebilirdi bu yüzden de olan biten hep tehditleşmeden ibaretti. Şimdiyse harekete geçmişti.

Harekete geçmiş, kızını yanına almış ve kızımı buna karıştırmıştı.

Özgün’e döndüm bir anda. Yerde dizlerimin üstünde nasıl bir görüntü çizdiğimden, çaresizliğimi böyle açıkça belli ettiğimden haberdardım ama umurumda bile değildi.

“Adamlar,” dedim tek nefeste. “Peşindekiler görmüştür. Kızları nereye götürecekse kendi de siktirip gidecek oraya, Mayıs’ı görmeden durmaz.”

İshak konusunda tamamen pasif kalmamam, içime doğmuş gibi Özgün’den bu konuda önlem almasını istemem işe yarayabilirdi.

Özgür’ün de nefeslendiğini işittim. “Takip mi ettiriyordunuz?” derken sesinde öyle çiğ bir umut vardı ki sesimi çıkartamadım. Kaynayan öfkemi püskürtmek için yer arıyor ve güvenip kızımı emanet ettiğim Özgür ve Pars ikilisini bu konuda öncelikli görüyordum.

“Haber vermediklerine göre rutinden şaşan bir bok yememiş henüz İshak, yine de arayacağım şimdi. Sayılarını da arttırırım.”

İshak’ı bulmak zor değildi. Onu şu an bulur ve boğazına yapışırdım ama kızları hangi delikte sakladığını bilmediğim sürece onun derisini de yüzsem elime bir şey geçmezdi.

Özgün telefonunu çıkartırken bir anlığına gözlerini sıkıca kapatıp açmış olması gözümden kaçmamıştı. Başına saplanan ağrıyı bastırmaya çalıştığı belliydi. Soğukkanlı kalmaya çalışsa da içinin Özgür’ün dışa yansıttığı yıkıntıdan farksız olduğunu biliyordum.

Elimi yere bastırarak, normalde hiçbir destek almadan kolayca kalkabileceğim yerden güçlükle doğrulduğumda omuzlarımda bin tonluk yük varmış gibi yorgundum.

“Emre’yi arayacağım,” dedim Özgün’e bakarak. “Telefon sinyaline baksınlar, kapatıp bir kenara atmadılarsa tabii.”

“Evde,” diye bir fısıltı yükseldi Özgür’den. “Telefonları evde.”

Tek elimle yüzümü baştan aşağı ovuşturdum sertçe. “Evin içinden mi aldılar kızları? Siz ne sikim yapıyordunuz Özgür?”

Başını iki yana salladı. Dudaklarını araladı. Sonunda olan biteni anlatacaktı.

Anlatacaktı, evet ancak duyacaklarımın bende neleri yerinden oynatacağını bilmiyordum.

 

~

- İki gün sonra

 

- İyileşmeyi başaramadan yanı başındaki şifasını yitiren biri, henüz geçmeyen yaralarına rağmen şifasına kavuşmak için çabalayabilir miydi? Yoksa yaralar buna engel olup hastayı şifaya kavuşamadan öldürür müydü? -

- Pars’tan

 

“Kokusu yok buradan başka hiçbir yerde.”

Özgür’ün Mayıs’ın odasına kapanıp bir daha hiç çıkmamak üzere kendini bıraktığı anın üstünden önce saatler, sonra günler geçmişti.

Telefonumu kaldırımın köşesinde parçaladığım anın devamında Özgür’ün yanımdan gittiğini bile fark etmemiş, sanki bir şekilde onlardan iz bulabilecekmişim gibi dur durak bilmeden yürümüştüm. Hiçbir sokak bana onlara dair en ufak bir şey bile gösteremediğinde ise kendimi bulduğum ilk yer, kendimi kaybettiğim ilk yerdi.

Buraya geleceğimi, çıkmazdayken kendimi daha da kenara itmek için hep buraya uğradığımı bilebilecek kadar sinsi bir adamın kanındandım. Bir köşede beni izleyen adamlarının olduğundan emindim.

Mayıs’ı annemin soğuk bedenine sarılı halde uzanırken bulduğum; kardeşimi yanıma alıp, annemi bedeni kadar soğuk toprağın altına bırakmak zorunda kaldığım cehennem çukuruydu burası.

O günden sonra dışarıdan görünen tüm şaşaasına rağmen kimsesiz kalmış, terk edilmiş bir gecekondudan farksız halde çürümekle cezalandırılmıştı. İshak Eraslan için bu seçenek, evin içinde huzurla yaşıyor olan bir aileden daha iştah açıcıydı.

Bahçesine adım atabiliyor olsam da ayaklarım kapının eşiğinden hiç geçmemişti. Yıllar önce son kez o eşikten geçtiğimde beni karşılayan manzara hâlâ içeride beni bekliyormuş gibi ayaklarım yere mıhlanıyor ve eve giremiyordum.

“Anne,” diye mırıldandım göğü izlerken. Sağ elim uzanıp tişörtümün içine doğru sarkıttığım yeşil taşı buldu. “Sana ne anlattığımı hatırlıyor musun?” dedim sanki ondan duyabileceğim bir cevap varmış gibi.

Bir ay önce, son dokuz yıldır lanetli olduğuna inandığım doğum günümde ilk kez nefes alabiliyor haldeyken seslenmiştim ona.

Ahu kucağımda bebek gibi uyurken, ona anlattıklarımı sindirmeye çalışırken tükettiği gücünü toplamak için bana sığınırken, kollarımın arasında o varken dudaklarımdan anneme seslenişler kopmuştu.

Bana anlattığı, yaralı bir prensin hiç durmadan diyar diyar gezip şifacı aradığı o masalı hatırlamıştım. Aslında ben o masalı apaçık mavi gözler benim koyu mavilerimi bulduğundan beri kendime tekrar tekrar hatırlatıyor, unutmanın kıyısından bile geçmiyordum.

Masalla avutmaya çalıştığı oğlunun aklına umutsuz kalmaması gerektiğini kazımaya çalışıyordu annem. Yaralı prens bendim. Şifacıyı, yaralarını mucizevi bir şekilde geçirecek şifayı aramak için son gücüne kadar savaşan prens bendim.

“Buldum dedim sana,” diye yakındım. “Anne şifacımı buldum, şifamı buldum dedim sana. Kaybetmeyeceğim hiç, iyileşeceğim dedim.”

Masalda prens şifacıyı buluyor ve iyileşiyordu. Mutlu sonsuzluklar sadece masallara özgü müydü? Neden bu masalda prens iyileşemeden şifasını yitirmiş, masala canavarlar dahil olmuştu?

“O bana şifa, ben ona lanet miyim? Canıma üfleyip söndürsün istedim, onun canını yakmak istemedim. Anne yemin ederim istemedim bunu.”

Annem cevap vermedikçe içim daha da acıyor, hiç cevap alamayacağım bir yere yakınmaktan başka çare bulamamak; Ahu’yu bir daha göremeyecekmişim gibi huzursuzlanmama sebep oluyordu.

Güçsüz, biçare herifin tekiydim.

Sızlanmaktan, konuşmaktan başka yol bulamayacak kadar aptaldım.

Karanlık üzerime çöktüğünde, kırk sekiz saat çoktan geride kaldığında gelmesi kadar ayrılması da bana zor gelen evin bahçesinden yavaşça çıktım.

Arabaya binişim, arabanın eve doğru yola koyulması gibi kısımlar zihnimde pusluydu.

Bu pus hem düşüncelerimden hem de sigaradan başka bir şey tüketmeyen dudaklarımdan armağandı. Açlığın sinyaller çaldırmaya başlayacak kadar bedenimi tükettiğini hissediyor değildim, böyle bir hissim yoktu. Sadece biliyordum.

Eve ulaştığımda arabadan inip yukarıya çıkmak için hareketlendim. Binaya girecekken dalgınlığımın had safhada olduğunu anlamam, kolumu sertçe yapışan bir kol hissettiğim anın çok geç gelmesiyle ortaya çıkmıştı.

Birinin bana yaklaştığını, yürüdüğüm yerde birinin olduğunu son ana dek fark edememiştim.

“Ne cehennemdesin sen?” diye soluyan bedene çevirdim gözlerimi. Cevap vermeyişime sinirleneceğini sanıyorken, tek yaptığı yüzüne çevirdiğim bakışlarımın en içini görür gibi beni izlemek oldu.

Özgün Kılıç bana karşı tahammülü yüksek bir adam değildi.

Asıl tahammülsüzün Özgür olduğunu düşünen, ilk bakışa aldanacak olanlara karşın asıl tepkili olan oydu hep. Mayıs ve Özgür arasında yaşanan, içine İshak Eraslan’ı katan her durumun şahidiydi. Kardeşinin canının yanmasına da canının yanışına bir şekilde sebep olanlara da tahammülü yoktu.

Listede başı çeken isim İshak’tı. Onun ardında ise Mayıs ve ben diziliydik. Özgün, Mayıs’a karşı çok daha ılımlı ve sakinken duruma İshak karıştığı andan itibaren bu hakkı yitirmişti. Özgün kabuğuna çekilmiş, Özgür’ü bizden uzak durması için uyarmış ancak onun aşkının önüne geçemeyeceğini anladığında sadece uzaktan korumalık yapmaya başlamıştı.

Ta ki hayatımızdaki her taşı kaldırıp yeniden bambaşka yerlere koyacak olan, boyundan bin kat büyük değişimlere tek başına imza atan, derdi başından aşkın olsa da önceliklerine bizi de katmakta sakınca görmeyen taze bir Akdoğan sınırlarımıza katılana dek…

“Öldün de ağlayanın mı yok senin? Sadece nefes alacak kadar güç bırakmışsın kendinde, böyle mi yeteceksin onlara?”

“Öldüm de ağlayanım yok,” dedim onaylayarak. “Ağlayacak olanlarım yanımda değil, iki kişiden ibaretler ama ikisi de yok.”

Söylediklerine vereceğim tepkinin ne olacağını sanıyordu bilmiyorum ama bunu beklemediğini gözlerinde belirip kaybolan ince bir gölgeden anlamıştım.

“Özgür telefonunu açmıyor bir iki saattir, saat başı haber var mı diye arayan herif yok oldu. Haberin var mı? Ne karıştırıyor? Senin de telefonun yok, ulaşmak için peşinizden kovalamak mı gerekiyor oğlum sizi?”

Telefonum iki gün önce kaldırımda parçalanmıştı, yeni bir telefon almak gibi bir girişimim de olmamıştı.

“Mayıs’ın odasından çıkmıyor,” dedim iki gündür olanı özetleyerek. “Elinde-…” dedim yutkunmadan önce. İsmini sesli olarak anmak ve karşımda onu bulamamak ölümden beterdi. “Ahu’nun şekerleri var. Ne kalkıyor ne de şekerleri bırakıyor.”

Kahveli şekerler… Ahu’nun elinden almazsak onar onar ağzına yuvarladığı, bize kızıp durduğu sigara bağımlığından hallice olan bağımlılığıydı.

“İki gündür burada mı?” diye sordu sesi biraz kısılırken. “Etrafa dağılmış, aramaya çalışıyor sanıyordum.”

“Özgür’ü tanıdığından emin misin?”

Duraksadı. Onu kırıp dökmek gibi bir derdim yoktu. Sadece dilimde bir filtre bulunduramayacak kadar aklım dolmuştu.

Cevapsız kaldı. Başka bir şey söylemedim. Bina kapısına ait şifreyi girdiğimde kapı gürültülü bir sesle açılmıştı.

Yukarıda vakit öldürmeyecektim. İki gündür eve uğradığım anlar kısıtlıydı. Özgür’e bakıyor, koltuğa bile oturmadan evden yeniden çıkıyordum.

Bakmadığım yer, aklımda olup adımımı atmadığım bir alan bırakmamış; İshak Eraslan’ın elinin altında olan her yere uğramıştım.

İshak’ın Özgün tarafından izlendiğini biliyordum, ancak bana nerede olduğuna dair hiçbir şey söylememekte ısrarcıydı. Gördüğüm anda elimde can vereceğini benden daha iyi bilmelerine şaşırmama gerek yoktu.

Bindiğimiz asansörün kapıları açıldığında önden ilerleyip anahtarımı evin kapısına taktım.

İçeriye girer girmez bizi karşılayan ince bir miyavlamaydı.

Kabarık tüyleriyle mutfağın kapısından buraya doğru bakan kedinin olanları hissetmiş gibi huzursuz ve huysuz geçen ikinci günüydü.

Eve girdiğim anlarda önüme çıkıyor, her seferinde bana iki ayrı görüntü anımsatıyordu. Görüntülerden birinde Mayıs kucağına aldığı kediyi severken kıkır kıkır gülüyor, diğerinde ise kediyi gören Ahu panikle kendini benim kollarıma atıyordu.

Görüntülerin zihnimden başka bir yerde canlanamıyor olmasına, alışmış olduğum basit görünen anları dahi yaşayamıyor olmama kediyi gördükçe isyan etmek istiyor ancak sadece düz bakışlar atabiliyordum.

Ağlamanın sınırlarını zorlayan Özgür, öfkesini adamlarından çıkartarak haykırıp duran Özgün ve iki gün boyunca hiç karşılaşmasam da haykırışlarını içinde tutmadığından emin olduğum Timur Akdoğan’ın aksine sakindim.

Çok sakindim.

Ne sızlanmış ne ağlamış ne de öfkemi kusabilmiştim. Verdiğim son ve büyük tepki telefonumu kaldırımda parçalamaktı.

“Özgür?” diyerek holdeyken seslenmeye niyetlenen Özgün’e yardımcı olmak için elimle Mayıs’ın odasını işaret ettim. Çünkü seslense de Özgür gelmeyecekti, biliyordum.

Özgün gösterdiğim yere doğru ilerlemeye başladı. Ben de kapıyı kapattıktan sonra birkaç saniye olduğum yerde beklemiş, yüzüme bir parça su çarpmak için banyoya yürümeye karar verdiğimde ise adımlarımı kesen sesi işitmiştim.

“Siktir!” diye bağıran Özgün’ü duyduğum anda odaya yöneldim.

Yatakta uzanan, boş ancak kıpkırmızı bakışlarla kapıdaki boşluğu izleyen bir Özgür görmeye alıştığım odada bu kez manzara farklıydı.

Özgün’ün tepkisinin neye olduğunu gördüğümde göğsümü ağırca şişirdim.

Mayıs’ın aynası, önünde oturup saatlerce hazırlandığı ve bir türlü başından kalkamadığı için her yere geç kaldığı aynası bin parça olmuştu.

Küçük bir konsolun üstünde duran geniş aynayı bu denli parçalamak için elini kullanmış olma ihtimali bir an aklıma gelse de yerde duran bibloya bakılırsa araç oydu. Ancak Özgür’ün ellerinde kanlar bulunması kafamı karıştırmıştı.

Yatağın dibine çökmüş, elleri boşlukta sallanıyor halde oturuyordu. Etrafına saçılmış olan cam parçalardan habersiz gibi sakindi.

“Derin değil,” dedi Özgün kardeşinin iki elini olabildiğince dikkatle kontrol ettikten sonra. “Kendine gel lan artık!” diye bağırdığında aslında sinirli değil korkmuş bir haldeydi.

Özgür bakışlarını kaldırdı. Kısa bir an Özgün’e baktı, sonra bana doğru döndü. Hiçbir şey söylemedi. Kollarını, kendine doğru çektiği dizlerinin üstünde birleştirip yüzünü de yavaşça oraya doğru kapattı.

“Özgür,” dedi Özgün. “Oğlum biz de kanıyoruz, hepimiz kanıyoruz kardeşim benim. Bir de sana mı dertleneyim, kendine zarar vermeye mi çalıştın sen? Bu mu çözümün?”

Özgür sustu. Özgün konuşmaya devam etti. Aynı şeyleri, benzer şeyleri söyledi durdu ama kardeşinden aldığı bir yanıt yoktu.

Kasılan boynumu gevşetmek için sertçe hareket ettirdim. Odadan çıkmak üzere arkamı onlara döndüğümde henüz kapıdan geçemeden gözüm konsola takıldı. Mayıs’ın eşyalarının üzerinde paramparça olan aynanın iri parçalarından biri konsoldan yere düşmemiş, olduğu yerde kalmıştı.

Ne yaptığımı bilmez bir halde o parçaya uzandım. Avuç içime vereceği zararı umursamadan cam parçasıyla birlikte odadan çıktım.

Nereye gittiğimin bir önemi yoktu. En yakın olan yere, kendi odama girip kapıyı kapattım.

Yatağımın en ucuna, sanki misafirmişim gibi oturduğumda ayna parçası hâlâ elimdeydi.

Duvara saplanan bakışlarımı bir süre sonra oradan çekip elimdeki aynaya çevirdim.

Ortasındaki koca çatlağa rağmen ikiye ayrılmamış, iri bir parça halinde kalmayı başarabilmiş olan aynaya baktığım anda kendi yansımamı yamuk bir çizgiyle ikiye ayrılmış gibi görmüştüm.

Aynadaki görüntü bir an için kendi yüzüm olmaktan sıyrılıp ince bir camın ardında onu görüyormuşum gibi hissettirdiğinde aynayı daha sıkı tuttum.

Avuçlarım kanadı, camın kenarları ellerimde ince kesikler açtı. Kılımı kıpırdatmadım.

Kırgın bakışlarla, onu en son gördüğüm anda benim yüzümden yaşadığı kırgınlığın kalıntılarıyla bana bakıyordu. Ahu’ya bakıyordum.

“Gitme ihtimalini, güvende olacağını bilecek olmama rağmen dünyam başıma yıkılmış gibi karşıladım diye mi gidişinle sınanıyorum minik tanrıça?” diye fısıldadım yansımaya.

Mayıs’ı özlemiştim, Ahu’yu özlemiştim. Özlemim beni delirtmeye başlayacak kadar yoğundu. Fakat bir yerde kendimi Mayıs’ın iyi olduğunu düşünerek avutabiliyor, İshak’ın ona olan hastalıklı bağlılığını güvence sayabiliyordum. Bu Mayıs’ın olmayışını sindirdim demek değildi, sadece endişeden aklımı kaçıracak hale gelmeye daha zamanım var demekti.

Aynı şeyi Ahu için düşünememek ise cehennem azabıydı.

Bu azabı kaç saat daha, kaç gün daha çekeceğimi düşünmeye çalışmak ise zordu.

Tükeniyordum.

Ahu’ya bir zarar gelirse dönüşeceğim kişiyi zihnimde canlandıramıyor, o kişinin alacağı kararlardan endişe duyuyordum.

O kararların sonu birden fazla kişiye ölümdü ve ben de bu listede adı yazılı olanlardandım.

 

~

 

- Yazardan

 

‘Şimdi mutfağı Özgür’le Özgün toplasın, biz balkona çıkalım’

Timur’un iki akşam önce kurduğu sofradaki tek bir çatala dahi dokunmamasına, yemeğe hazır ancak yemeksiz bir masanın iki gündür evin mutfağında durmasına sebep olan ses buydu.

Zihninde hiç durmadan tekrarlayan ses Despina’ya aitti. Akşamları bunu her seferinde deniyor, öncelikle ‘abi’ demeyerek Özgün’ü, ardından iş kilitlediği için Özgür’ü çıldırtıyor; kaçışı da babasının kollarına sığınmakta buluyordu.

Timur bu cümleyi tekrar kaynağından duyana dek masadaki hiçbir şeye dokunmayacaktı, böyle tembihlemişti kendini. Kızı gelecek, kollarının arasında abilerine emirler savuracak ve kendisine bir zarar gelmeyeceğini bilmesine rağmen babasının göğsünde saklanacaktı.

Despina’ya Özgür veya Özgün’den gelecek bir zararın doğma ihtimali yoktu. Buna rağmen Timur onu koruma görevini seve seve üstleniyordu. Oysa şimdi, evden çok uzaktayken ve zarar saçan bir kaynağın ellerindeyken korunmaya ihtiyacı vardı.

Despina ne zaman gerçekten korunmaya ihtiyaç duysa, Timur ya habersiz ya da çaresizdi. Helen’in karnındayken kendi annesinden koruyamamıştı önce onu, sonra çocukluğunun canavarı rolü devralmıştı ve Timur yine ortada yoktu. Şimdi ise her şeyden haberi varken, neyin kızını acıttığını bilirken hareketsizdi.

Geçmiş için kendini hiç affetmemişti, o affedilemeyenlerin yanına bu günler de eklenecekti.

Boş tabaklara göz daldırıp, o tabaklardan birini koca bir küllüğe çevirecek kadar çok sigarayı solumakla hiçbir şeye çare olduğu yoktu. Sadece umutsuzca bekliyordu işte. Despina gelecek, sigara içtiği için ters ters ona bakacak ve en sonunda kıyamayıp ona sırnaşacaktı.

Yeni yeni düzeni kurulan hayatlarındaki bu detayların hiçbiri Timur için hiçbir şekilde paha biçilemezdi.

Merkezine beklemeyi koyduğu plan konusunda sabrını çoktan tüketmişti. Bu gece sabaha varmadan, güneş yeniden etrafta boy göstermeden önce Özgün’ün adamlarından ya da bir ihtimal Emre’den ses çıkmazsa ne yapacağını çok iyi biliyordu.

Parmakları arasında dengelediği sigarasını tabağın kenarına vurup külleri döktüğünde son nefesi çekmek için sigarayı dudaklarına yaklaştıracağı sırada kapıdan gelen anahtar sesleri kulağına ulaştı.

Özgün’ün anahtarla kapıyı açtığını tahmin etmekte zorlanmamıştı. Yerinden kıpırdamadı.

“Yürüyün içeri,” dediğini duyduğunda ise kaşları hafifçe çatılmış, Özgün’ün peşinden kimi getirdiğini düşünmüştü.

“Timur abi?” diye seslenen Özgün’ü yeniden işittiğinde ise olduğu yerde hareketlendi. Bir şey mi olmuştu?

Sigarayı gelişigüzel şekilde bırakıp sandalyesini iterek ayaklandı.

Mutfağın kapısından çıktığında karşısında duran görüntü iki gün öncesinden çok farklı değildi. Daha az tepkili bir Özgün, gözlerindeki kızıl izlerle Özgür… Görüntüye yeni eklenen ise bu ikilinin biraz daha arkasında kalan, önünde iki koca beden durmasına rağmen cüssesi gizli kalamayan Pars’tı.

Timur olduğu yerde kalıp onlara yaklaşmadan sadece bakışlarıyla hepsini sırayla taradı. Gözüne peş peşe Özgür’ün iki elinde, Pars’ın ise sağ elinde duran beyaz ince sargılar takılınca kaşlarını derince çattı.

“Birbirinize mi girdiniz?” dedi ilk olarak. Özgür duygusal bir çöküşte görünse de en ufak bir gerilimin onu patlamaya iteceğini biliyordu. Pars ise… Gündelik olarak bu riskle yaşıyordu zaten.

“Yok,” dedi Özgün. İkilinin konuşmayacağını anlayınca o araya girmişti. Özgür’ün sessizlik yemini var gibiydi, Pars ise en son onu buraya getirmek üzere zorla arabasına bindirdiği sırada direnmiş ve biraz sonra da çenesini zamkla kapatmışçasına susmaya başlamıştı.

“Kızları bulmak yerine bunların ayrı köşelerde can çekişip çekişmediğini kontrol etmek zorunda kalıyorum,” dedi başıyla ikisini Timur’a gösterip. “Bu evin sınırlarını aşmayacaksınız, kapıdan adım atanı adım atamayacak hale gelene kadar dövmezsem eğer adım Özgün değil.”

Pars’tan kısık, neredeyse duyulamayacak bir fısıltı yükseldi. “Ama adın Özgün…” dedi Despina’yı taklit ederek. Bu anın ‘ama adın Pars’ olanını yaşadıkları bir anıya sahiplerdi.

Kimse onun ne dediğini anlayabilecek kadar kelimelerini duyamamıştı. Pars kendi aklının tuzağına düşmüş halde öylece dururken Timur öne adımladı.

“Ne oldu elinize?” diye sordu sırayla ikisine de bakıp. Özgür sadece gözlerine bakmak ve susmakla yetinmişken Pars bakma kısmını dahi yapmamıştı.

Timur duraksadı. Mutfaktan çıktığı andan beri tek bir kez bile yüzüne dönmeyen bakışların bir sebebi olabileceğini yeni fark ediyordu.

“Niye bakamıyorsun lan sen bana?” dedi Özgür ve Özgün’ü geçip, kapıya yaslı duran Pars’a doğru giderek.

Pars yutkundu. O yutkunuşla birlikte boğazındaki belirgin çıkıntı hareketlendi ancak bakışları yerdeydi.

“Ahu yok diye mi bakamıyorsun?” dedi Timur hangi damara basması gerektiğini çok iyi bilerek.

Pars’ın bulundukları dört duvar arasındaki en iri bedene sahip olması o bedenin titremeyecek kadar kuvvetli olduğu anlamına gelmiyordu. Sesli olarak duymak, duyduğu kişinin Timur oluşuyla birleştiğinde göğsüne kurşun saplanmışa dönmüştü.

“Ahu yok, Mayıs yok…” dedi Timur sanki kimse bunu bilmiyormuş gibi. “Biz burada bi’ sike yarıyormuş gibi toplanmışız, ondan mı bakamıyorsun yüzüme?”

Timur daha fazla sözleriyle savaşı sürdürmedi. Elini uzatıp Pars’ın çenesini sertçe kavrayıp kafasını kaldırdı. Yüzüne baktı; gözlerini, gözaltlarını, yanaklarının solgunluğunu gördüğünde almak istediği cevapları çoktan almıştı.

“Çok mu güçlüsün ulan sen? Ağlamadın, bağırmadın, içinde kopan fırtınayı saklayabildin diye çok mu güçlü sanıyorsun kendini?”

Elini sertçe geri çekti çenesinden. Pars az önce yüzüne bakamayacak kadar utanç duyduğu adama şimdi dikkatle bakıyor, gözlerini bile kırpmıyordu.

“Korusaydın oğlum o zaman, gücün öyle boldu madem kızımı bulsaydın hemen.”

Özgün başını iki yana sallayarak müdahale etmek için araya girecekken koluna Özgür tutundu. Özgün bakışlarını ona çevirdiğinde kardeşini olumsuz anlamda baş sallarken bulmuştu. Karışmamasını söyleyen Özgür’ü dinlemeye karar verdi ancak yine de tetikteydi.

“Sana kızdığımı mı düşünüyorsun?” dedi Timur, Pars’a. “Doğru düşünüyorsun, kızdım. Sana kızdım, Özgür’e kızdım, sabah onu sizin evinize bırakan Özgün’e kızdım.”

“Haklısın,” diyebildi Pars. O tek kelimeyi dahi zorlukla dudaklarından dökebilmişti. Azarlanacak, yiyeceği azara içli içli sızlanacak bir çocuk gibi bakıyordu.

“Sikeyim haklılığımı, en çok kendime kızdım Pars. Birini suçlayacak konumda değilim ben, hepiniz beni suçlayın lan gıkım çıkabilir mi sence? Babasıyım ben onun, kılına gelecek zarardan ben sorumluyum.”

“Gelmesin,” dedi Pars yalvarır gibi. “İkisine de zarar gelmesin; beni alsın yanına, sıksın kafama ama onlara bir şey olmasın.”

Timur duraksadı. Ona, yanlarında onları izliyor olan ikili de eşlik etmişti bu sırada.

“Saçma sapan konuşma karşımda.” Pars, Timur’un uyarısını umursayacak gibi değildi. “Yerini biliyorsunuz, nerede olduğunu söyleyin bana. Karşısında beni bulunca hıncını benden alsın, siktirsin gitsin hayatınızdan.”

“Sen üstüne gittiğinde yapacağı tek şey ya korkup altına sıçmak ya da daha saldırganlaşmak olur, işe yarar planın bu mu? Kızlara ne yararı var bunun?” Pars başını iki yana sallayarak Özgün’e baktı. Konuşan oydu.

“Karşılık vermeyeceğim, ne sikim yapacaksa yapsın. Mayıs’ı kendi yanında tutmak istiyor, buna benim engel olduğumu düşünüyor. Mayıs’ın ondan delice korkuyor olduğunu kabullenmiyor, derdi benimle.”

“Mayıs’ı bir kez yanına alabilmişken bırakmaz,” derken Timur’un sesi düşünceliydi. “Senin gitmenle çözülecek bir şey değil bu.”

“Bırakmaz,” diye onayladı Pars. “Mayıs tehlikede değil, sadece orada kaldığı günler ona kâbustan farksız. Ben de yanına gitmiş olacağım işte.”

Özgün derin bir nefes aldı. “Despina’yı oradan almaya çalışıyorsun,” dedi usulca.

Pars yutkunarak gözlerini Özgün’den kaçırıp Timur’a baktı. “Sizin ikna olmayışınız yüzünden olabilecek tek şansı da yok ediyorsak eğer… Bunun yükünü kaldırabilecek misin?”

“Yem mi olmak istiyorsun?”

“Neler olacağını bilsem, önüne geçer duvarı olurdum. Olamadım, bırak da bunu yapayım. Abi ben boğuluyorum, aldığı nefes insana can yerine ateş üfler mi? Böyle yaşayabilir miyim sanıyorsun?”

“Buna izin verirsem, planın işe yararsa… Ahu’nun iki eli yakamdan iner mi?”

“İnmesin,” diye yakardı Pars. “En büyük derdiniz bu olsun, Ahu’nun yokluğuna değil kızgınlığına dayanmaya çalışırsın olur biter.”

Timur kuracağı cümlenin ağırlığını önce kendisine hatırlattı, kaldırabileceğinden emin olduktan sonra dilinden döktü. “Kızımın aşkını hafife almaya devam etme, sıçtırtma bacağına Eraslan.”

Pars beklemediği tepkiyle birlikte anlık olarak sessiz kalırken bu anı bekliyormuş gibi Özgür sessizlik yeminini bozmuştu.

“Despina’nın seni bu evin sınırları içinde bizden bile nasıl korumaya çalıştığından haberin var mı amına koyayım? Öyle beni alsınlar onu bıraksınlar diye dayılanmakla her şeyi çözeceksin yani. Bi’ zeki senmişsin, önce ben akıl etseydim de tutup atsaydım o zaman seni ortaya.”

“Konu bana laf sokmak olunca konuşasın mı geldi Akdoğan?”

İğneliyor gibi kulağa gelen sorusunun aksine Pars, Özgür’ün gözlerinin içine bakıyor ve biraz rahatlamış görünüyordu.

“Ses tellerimi sökseler de kaçırmazdım bu fırsatı, sik sik konuşmamayı öğrenmediğin sürece bayağı da fırsatım olacak.”

“Flörtleşiyor musunuz lan?”

Özgün’ün garipseyerek sorduğu sorunun ardından Özgür ve Pars aynı donuk hale büründüler. Despina’nın bu imaları yaptığı, Mayıs’ın kıkırdamalarını tutamadan gülüp durduğu anlar birden çoktu.

Özgür bir şey söylemek için ağzını açmışken onu durduran bir telefon sesi oldu. Kendi telefonundan yükselen tanıdık melodiyi duyduğunda şu an için onu arayabilecek olan herkesin yanında oluşunu fark eder etmez hızla telefonuna uzandı.

“O orospu çocuğu mu arıyordur?”

Ekranı görebilecek şekilde kendisine tuttuğunda birbirlerinden çok da uzakta olmadıklarından herkes arayanın kayıtlı olmayan bir numara olduğunu görmüştü. Soruyu soran da Özgün’dü.

Özgür bir şey söylemedi, sadece hemen aramayı yanıtladı ve direkt olarak hoparlörü açıp gelecek olan sesi herkes için duyulur hale getirdi.

“Alo?” dedi az önceye dek iki gün boyunca hiç konuşmadığından pürüzlü bir hal alan sesiyle.

“Özgür!” diyerek fısıltıyla ama bağırmak istercesine yükselen sesi duyduğunda olduğu yerde sarsılmıştı.

Ses yalnızca Özgür’ü değil, sese kulak kesilen diğer üç adamı da sarsmıştı.

“Mayıs?” dedi Özgür aklı karışmış, nefesi kesilmiş bir halde. “İyi misin? İyi misiniz güzelim? Neredesin?”

Peş peşe sorduğu, paniğini yansıtan sorular bittiğinde telefonun ucundan Mayıs’ın fısıltısı gelmeye devam etti. Özellikle fısıldıyor olduğu belliydi ancak sesinde günlerdir bağırıyormuş gibi baskın bir kısıklıkta vardı.

Susmadan ağladığını, belki de bağırdığını söylemese de olurdu. Herkes anlamıştı.

“Bilmiyorum,” dedi Mayıs iç çekişlerinin arasında. “İyiyim ben, bir şeyim yok ama n’olur gelin. Despina’yı yanımdan aldılar, o nerede bilmiyorum. Sabah götürdüler, nereye götürdüler?”

Yarı aklı yerinde yarı değil şekilde konuştuğu belliydi. Cümleleri kopuk, sesi bilinçsizdi.

“Kimin telefonu bu? Konum atabilir misin bana?”

“Atamadım,” dedi Mayıs hıçkırarak. “Olmuyor, olduğumuz yeri de göremedim. Baktım gerçekten.”

“Tamam çiçeğim, tamam güzelim. Sakinleş, sakinleş halledeceğiz biz tamam mı? Numaradan buluruz. Yakalanmadan telefonu bırakmaya çalış sadece, söz veriyorum gecikmeyeceğim.”

“Gecikmeyin,” diye sayıkladı Mayıs. “Ben dayanabiliyorum ama Despina yanımda değilken onu merak ediyorum, iyi değildi.”

Timur iki avucunu yüzüne kapatıp arkasını döndü üçlüye. Sırtını dönünce duydukları kayboluyor değildi ama aklını yitirmek üzereydi.

“Mayıs,” diye seslendi Pars sesini sabit tutmaya çalışarak. “Geleceğiz abim, biraz daha dayan tamam mı?”

“Abi!” dediği anda az önce bilinçsiz gelen sesi aniden hüzünle dolmuş, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. “Buradayım küçüğüm, buradayım abicim. Korkma, neleri hatırladığını biliyorum. Hatırlama kurban olayım, az sabret.”

“Annem gibi,” dedi birden Mayıs. “Annem gibi!” diye tekrarladı.

Pars irkilerek gözlerini kapatıp açarken Özgür ve Özgün’le göz göze gelmişti.

“Ne?” diyebildi. “Ne annem gibi Mayıs?”

“Annem gibi gidecek Despina,” dedi Mayıs şaşkınca. Kendi söylediğine en çok kendisi şaşırıyordu.

Arkasını çoktan dönmüş olan Timur olduğu yerde dondu, Özgün gözlerini sıkıca kapatıp bu andan saklanmaya çalıştı, Özgür elindeki telefonu düşürecek gibi oldu.

Konuşmaya zar zor güç bulabilen Pars’tı yine.

“Annem…” dedi yutkunarak. “İntihar etti Mayıs, ne anlatmak istediğini anlayamıyorum abim.” Anlamak istemiyorum dese daha doğru olurdu aslında.

“Etmedi!” diye fısıltısıyla haykırdı yine Mayıs. “Etmedi, hatırladım. Abi annem intihar etmedi. O… O adam burada Despina’nın üstüne geldiğinde gözlerim karardı, hatırladım yemin ederim hatırladım. O öldürdü annemi.”

Telefondan sesini duyuyor olan dört adamın aynı anda buz kesmesine sebep olan, üçünü bir kez vurduysa Pars’ı on kez vuran söylediklerinin ardından susmadı Mayıs. “İlaçlar,” dedi telaşla. “İlaçlar vardı, burada da var. Gördüm.”

Bir an kimse bir şey söylemedi. Duydukları öyle hemen hazmedilecek şeyler değildi.

Özgün aralarındaki en hızlı toparlanabilecek isimdi, öyle de oldu. Konuşmak, Mayıs’ı düzgünce yönlendirmek için dudaklarını araladı. Ancak dudaklarından çıkacak olanlar henüz kimseye ulaşamadan telefonun öteki ucunda bir gürültü koptu.

Gürültünün sonu Mayıs’tan kopan titrek bir nefesle bağlandığında Özgür telefonun içine girip ona dokunabilecek gibi öne attı kendini.

“Mayıs!” diye seslendiğinde yanıt gelmedi. Tekrarladı, sesini daha da yükseltip bir daha bağırdı. Yine yanıt alamadı.

“Ne oldu? Fark mı ettiler?” dedi endişeyle. O, bunu söylerken arama aniden sona ermiş ve telefon kapanmıştı. “Siktir,” diye soludu. “Siktir hayır, ne oldu?”

“O piç hani şüphe çeker bir yere gitmemişti Özgün?” diye bağıran da Timur’du. Özgür’ün sesini direkt olarak bastırmış ve aklını yitirmiş gibi haykırmıştı.

“Bilmiyorum,” dedi Özgün şaşkınca. Telefonunu çoktan çıkarmış Özgür’e gelen aramayı yapan numarayı not etmişti. Şimdi de İshak’ın peşindeki adamlarını arıyordu.

Kulağına yasladığı telefonundan ses gelmesini beklerken sabırsızca yerinde dizini titretiyordu. “Aç şu siktiğimin telefonunu lan!”

Her arayışında henüz ikinci kez çalmadan açılan, istisnası olmayan telefonun bu kez neden defalarca çalıp da açılmadığını bulması çok zor değildi. Ancak öylesine gözü kararmıştı ki durumu analiz etmekte güçlük çekiyordu.

Aslında olanlar basitti. Kabullenmek istemeseler de dördü de bunu çoktan anlamışlardı.

Özgün’ün İshak’ın peşindeki adamları çoktan etkisiz hale getirilmiş, İshak da soluğu kızların yanında almıştı.

Despina’yı bu sabaha dek Mayıs’la bir tutup, aniden ayıran da onun gelişiydi. İshak Eraslan oyununu oynamaya başlamış, kendisine engel olacak olanlara da fazlasıyla kısa bir süre bırakmıştı.

Saat işliyor, Mayıs’ın söyledikleri sanki sürekli tekrar ediliyormuş gibi dördünün zihninde yankılanıyordu.

“Annem bizden vazgeçmemiş,” diye sayıkladığını kimse duymamıştı Pars’ın. Annesinin intiharına sebep olduğunu düşünmek onun dokuz yılını çalmıştı, şimdi bunun gerçek olmadığını mı öğreniyordu?

Üstelik bu öyle bir andı ki Pars yıllardır inandığı yalanın aslını öğrendiğinde uzun uzun bunu düşünebilmek yerine tüm odağını sevdiği kadına ayırmak zorundaydı.

Ahu’yu annesinin cennetten ona yolladığı bir hediye varsaymışken o hediyenin sonu annesinin kapkara bir boyaya bulanan kaderini yaşamak mı olacaktı?

Ne ruhuna ne aklına bunu nasıl sığdırabilirdi? Bunun ihtimali dahi içini kırıp dökmüşken, gerçekleşirse yaşanacak olan depremden nasıl sağ çıkabilirdi?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm