Düşten Farksız 46.Bölüm
46.BÖLÜM
- Bir şansa hiç sahip olamamak mı daha acıydı yoksa o
şansı bir süre yaşamayı başarıp kısa bir süre sonra şansın ellerinden kayıp
gittiğini öylece izlemek zorunda kalmak mı? -
- Timur’dan
“Bir daha ara Özgün, başlatmasınlar
sevgililerinden. Yemek hazır gelsinler bir an önce.”
Özgün yan yan bana baktıktan sonra elinde
tutuyor olduğu telefonu salladı. “Abi arıyorum zaten. Özgür açmıyor, kızın da
ondan akıl alıyor olacak ki o da açmıyor.”
Sabır dilenir gibi başımı geriye attım.
“İkisinde de yarımşar akıl var, birleştirmeyi de bilmiyorlar ki.”
“Ses kaydına alsaydım keşke,” diye
söylendiğini duydum Özgün’ün. “Despina’ya dinletirdim, birkaç gün senden uzak
bize yakın takılırdı.”
Evde akıl sağlığı yerinde olan üye
bulunmaması benim sınavımdı. Geçebileceğimden emin olamadığım ancak yine de
bolca çalışıp çabaladığım bir sınav süreciydi.
Ayakta dikilmek yerine hazırladığım
masanın kenarındaki sandalyelerden birini çekip oturdum. Kahvaltılarda ve akşam
yemeklerinde hep beraber olmamız her zaman mümkün olmuyordu ancak bu
gerçekleştiğinde Ahu’nun nasıl hevesli olduğunu bildiğimden şartları
olabildiğince toplu yemek yenecek şekilde uyarlamaya çalışıyordum.
Özgür’ü oradan buradan toplamak, Özgün’ü
işini gücünü ayarlaması için uyarmak ve kendi günlük planımın saatlerini
bunlara uydurmak ne çok zor ne de çok kolaydı.
Boş tabakların arasında, gözümü anlamsızca
bir duvara çevirmişken son bir saattir arada yoklayan göğüs sıkışmamı göz ardı
etmeye çalışıyordum. Kahveyi fazla kaçırmış olmama yorduğum ağrılar yoğundu,
biri iki elini göğsüme bastırmış kalbimi sıkıyor gibiydi.
Özgün su içmek için bardağa ve şişeye
uzanmışken tezgâhtaki hareketliliğini durdurmasına sebep olan zil sesi duyuldu.
“Telefonu yoldalar diye açmamışlar demek
ki.” Bu saatte gelenin kim olduğu belliydi.
Ayaklanmadım. Özgün zaten ayaktaydı,
kapıyı açabilirdi.
Ben burada bekleyecek, içeri girdikten
sonra koştur koştur beni bulup üstüme ağırlığını bırakacak olan kızımı
kucaklayacaktım.
Özgün mutfaktan çıktı. Kapıyı araladığını
belli eden sesi duydum hemen sonrasında. Ahu’nun Özgün’e nazlanmalarını
dinleyeceğimi, susmadan bir şeyler anlatacağını düşünerek gülümseyecek
olduğumda beni bundan alıkoyan, yaşanan uzun sessizlikti.
Önce yüzümdeki yumuşak ifade yerinden
oldu, ardından nefesimin ağırlaştığını hissettim.
Özgür ve Ahu koşturmuyor, birbirlerine laf
atmaya girişmiyorken; Özgün bundan faydalanıp Ahu’yu kendisine yaklaştırmak
için bir şeyler homurdanmıyorken hayatın normal akışında ilerlediğini
söyleyemezdim.
Sandalyeyi sertçe geriye ittim. Düzgünce
geriye kaymak yerine sırtı yere gelecek şekilde düşen sandalyeyi umursamadan
adımlarımı kapıya çevirdiğimde aceleci değildim.
Merakım aklıma düşen endişeyle baş
edemiyordu, endişe beni yavaşlatıyor ve merakımın isteğiyle hızlanmama engel
oluyordu.
“Özgün,” diye seslendim kapıdan çıktığım
anda. Hole adım atmaz konuşmuştum. Düşünebileceğim tek iyi ihtimal çalan
kapının saçma sapan bir denk geliş olmasıydı. Yanlış daireye gelen aptalın
tekiyle yüz yüze gelmek için birçok şeyimden olmayı göze alırdım.
Özgün’ün sırtını gördüm önce. Kapı açıktı,
eşikte duruyordu.
Bacaklarımdaki gücün çekilmesine,
bahsettiğim göğüs ağrılarının katbekat artmasına sebep olan ise onun omuzunun
üstünden görebildiğim yüzdü.
Özgün’ün tam karşısında Özgür duruyordu.
Henüz eve girmemiş, dışarıdaydı.
Hiç durmadan gülmesine, karşısında rakibi
olmadıkça muzip halinden sıyrılmamasına yıllardır aşina olduğum adamın yüzünün
halini gördüğümde kıyametin koptuğunu düşündüm.
Gözlerinin akına izler çizen
kırmızılıkları buradan beri görebilmeme rağmen öne doğru aceleyle adımladım.
“Özgür?” dedim bu kez.
Bakışları beni bulduğunda uzun zamandır
görmediğim kadar, belki de yıllar önce son kez gördüğümü sandığım kadar
savunmasızdı.
Aldığı nefesin bedenini sarstığını,
titrediğini görebilmiştim.
Özgün’ün yanından sıyrılıp bir anda bana
doğru geldiğinde afallamadım. “Sakinleş,” diyebildim kendim bunu başaramıyor
halde olsam da. Kolumu omuzuna doğru atıp kendime çektim, bana çarptığında hiç
beklemeden yerine sindi.
Koca bir adamdı, onunla yarışır irilikte
olmama rağmen öyle kollarımla kolayca sarabilmem mümkün değildi ama yaşadığı
her ne ise onu un ufak etmişti sanki.
Ufak bir çocuk gibi omuzuma yüzünü
yasladı. Titremesi arttığında daha fazla aklımdaki düşüncelerle baş başa
kalamayacağımı bildiğim için sırtına hafif hafif vurdum.
“Buradayım oğlum,” dedim önce. “Buradayım
aslanım, söyle. Ne oldu?”
Aklıma bu durumu düzlüğe çıkartabilecek
hiçbir ihtimal gelmiyordu.
Şu an aklımı yitirmiş gibi davranmama tek
engel Ahu’nun Pars’la olduğunu düşünmem, Pars’ın onu yalnız bırakmama huyuna
güvenmemdi.
Özgün de görebildiğim kadarıyla benden
farksızdı. Ne olduğunu anlayamamış halde, az önce kapattığı kapıya sırtını
yaslamış bize bakıyordu. Bakışları çoğunlukla kardeşindeydi, onun yıkılmış ve
yıkıntının altında küçük bir çocuğa dönüşmüş halini görmenin Özgün’e iyi
gelmediğini biliyordum. Geçmişe gidiyordu, geçmişe gitmek Özgün’ün ruhunu
katran karasına boyardı.
“İshak,” dedi birden bire Özgür. İğrenir
gibi, bunu söylemekten gocunur gibiydi ama anmıştı o ismi.
“Despina’yla Mayıs’ı aldı,” dediğinde ise
artık bana yaslanıp güç alabileceği bir kaynağı yoktu. Tek bir cümleyle en
fazla ne kadar acı çekilirse, o kadar acıyla baş başaydım şimdi.
Özgün’ün savurduğu ağır küfür kulağıma
çarptı, Özgür titreye titreye nefeslenip omuzumda kalmayı sürdürdü ama
kıpırdamadım.
İçimde kopan fırtınayı nasıl dışarı
taşıracağımı bilmiyordum.
“Şaka mı yapıyorsunuz bana?” dedim tıpkı
bedenim gibi bakışlarımın da donuklaştığından eminken. “Ahu mu kandırmak istedi
beni? Aklınca babasını korkutup sonra naz mı yapacak?”
Özgür’ü hangi sözcüğüm, hangi sorum
tamamen mahvetti bilmiyorum ama kasıldı. Kendini geriye çektikten sonra elleri
saçlarını buldu. Saçlarını çekiştirerek bana baktı. “Özür dilerim, abi
koruyamadım özür dilerim.”
Güldüm.
Sinirlerim bozulmuş bir halde güldüm.
“Yürü git hadi Özgür. Ciddi değilsin biliyorum ben, anlıyorum. Anlıyorum çünkü
bunun şaka olmamasını anlayamam, söylediklerinin gerçek olmasını ben anlayamam
oğlum.”
Özgür elinin tersiyle yüzünü sildi. Ne
zaman gözlerinden yaşlar dökülmeye başladığına dair hiçbir fikrim yoktu. Algım
birden fazla şeye kapanmış, tek bir şeye açık kalmıştı.
“Kızım nerede? Pars’tan mı ayrılamadı?
Ankara’ya yolladım diye ceza mı veriyor bana?”
“Abi-“ diyecek oldu Özgün öne doğru gelip.
Özgür’ü yakınımdan tutup uzaklaştırmak için çekiştirdi. Kardeşinden çok daha
soğukkanlıydı ama tedirginliğini hissediyordum.
“Gelme,” dedim onu elimi kaldırıp
durdururken. “Gelm-…” diye devam edecekken öfkeye karışmış ve öfkeden beter
hissettiren sarsıntılarla titremeye başlayan ellerim havada kaldı. “Nerede lan
benim kızım?” diye bağırarak Özgür’e döndüm.
“Pars yanında değil miydi? Sen yok muydun?
Siktiğimin hayatında üç gün üst üste içim kavrulmadan nefes alabilmem herkese
yük mü lan benim?”
Özgür başını hiç durmadan iki yana sallamaya
başladı. “Vardım,” diye sayıkladı susmadan. “Vardım, yanındaydım uzakta
değildim. Koruyamadım.”
Çıkılmaz, bitmek bilmez bir döngüde
sıkışmış gibi susmayı reddedip aynı şeyleri sayıklamaya devam etti. Ellerimi
yüzüme kapattım. Arkamı onlara dönüp ileri doğru adımladım.
Göğsümdeki sıkışmanın sebebinin içtiğim
kahveler olmadığını fark ettiğimde dizlerimin üstüne çöktüm. Dizkapaklarım yere
kemiklerim kırılacakmış gibi sertçe vururken fısıltıyla bile ah etmedim.
“Söz verdim,” dedim kendi kendime. “Bitti babam
dedim, korkacak bir şey kalmadı dedim. Baban burada, seni koruyacak dedim.”
Omuzlarım düştü birden. “Yalan mı söyledim
ben ona?”
Yalan söylemiştim.
Kanı bozuğun tekiyle yıllarını tüketmişti,
ruhum duymamıştı. Yüzlerce kilometre uzağımda acı çekmişti, ben burada boktan
nefesler alıp yaşamaya devam etmiştim.
Şimdi başa mı sarıyorduk?
“Tanımadığı biri elini öylesine havaya
kaldırsa korkuyor lan benim kızım!” dedim dayanamayıp geri dönerek. Özgür’ün
konuşmak yerine içini çekiyor olmasına dahi tepki veremiyordum. “O piçin
yanında kalbi dayanır mı benim Ahu’mun?”
İshak’ın ne derece iğrençleşebileceğini,
hiçbir sınır bilmeden saldırabileceğini biliyor olmak kanımı kaynatıyordu.
Konumuz en son İshak’ken bu senaryoda
Ahu’nun yerinde Özgür vardı.
Bir bok biliyormuş gibi kızını koruduğunu
sanarak Özgür’ün Mayıs’tan uzak durması için yapmadığını bırakmamıştı. En
sonunda da başarmıştı, aralarındaki Despina gelene kadar süren ayrılığın
kaynağı yine o piçti.
Özgür’e attığı herhangi bir adım korkunç
değildi, Özgür tek eliyle o asalağı ikiye bölebilirdi bu yüzden de olan biten
hep tehditleşmeden ibaretti. Şimdiyse harekete geçmişti.
Harekete geçmiş, kızını yanına almış ve
kızımı buna karıştırmıştı.
Özgün’e döndüm bir anda. Yerde dizlerimin
üstünde nasıl bir görüntü çizdiğimden, çaresizliğimi böyle açıkça belli
ettiğimden haberdardım ama umurumda bile değildi.
“Adamlar,” dedim tek nefeste.
“Peşindekiler görmüştür. Kızları nereye götürecekse kendi de siktirip gidecek
oraya, Mayıs’ı görmeden durmaz.”
İshak konusunda tamamen pasif kalmamam,
içime doğmuş gibi Özgün’den bu konuda önlem almasını istemem işe yarayabilirdi.
Özgür’ün de nefeslendiğini işittim. “Takip
mi ettiriyordunuz?” derken sesinde öyle çiğ bir umut vardı ki sesimi
çıkartamadım. Kaynayan öfkemi püskürtmek için yer arıyor ve güvenip kızımı
emanet ettiğim Özgür ve Pars ikilisini bu konuda öncelikli görüyordum.
“Haber vermediklerine göre rutinden şaşan
bir bok yememiş henüz İshak, yine de arayacağım şimdi. Sayılarını da
arttırırım.”
İshak’ı bulmak zor değildi. Onu şu an
bulur ve boğazına yapışırdım ama kızları hangi delikte sakladığını bilmediğim
sürece onun derisini de yüzsem elime bir şey geçmezdi.
Özgün telefonunu çıkartırken bir anlığına
gözlerini sıkıca kapatıp açmış olması gözümden kaçmamıştı. Başına saplanan ağrıyı
bastırmaya çalıştığı belliydi. Soğukkanlı kalmaya çalışsa da içinin Özgür’ün
dışa yansıttığı yıkıntıdan farksız olduğunu biliyordum.
Elimi yere bastırarak, normalde hiçbir
destek almadan kolayca kalkabileceğim yerden güçlükle doğrulduğumda omuzlarımda
bin tonluk yük varmış gibi yorgundum.
“Emre’yi arayacağım,” dedim Özgün’e
bakarak. “Telefon sinyaline baksınlar, kapatıp bir kenara atmadılarsa tabii.”
“Evde,” diye bir fısıltı yükseldi
Özgür’den. “Telefonları evde.”
Tek elimle yüzümü baştan aşağı ovuşturdum
sertçe. “Evin içinden mi aldılar kızları? Siz ne sikim yapıyordunuz Özgür?”
Başını iki yana salladı. Dudaklarını
araladı. Sonunda olan biteni anlatacaktı.
Anlatacaktı, evet ancak duyacaklarımın
bende neleri yerinden oynatacağını bilmiyordum.
~
- İki gün sonra
- İyileşmeyi başaramadan yanı başındaki şifasını
yitiren biri, henüz geçmeyen yaralarına rağmen şifasına kavuşmak için
çabalayabilir miydi? Yoksa yaralar buna engel olup hastayı şifaya kavuşamadan
öldürür müydü? -
- Pars’tan
“Kokusu yok buradan başka hiçbir yerde.”
Özgür’ün Mayıs’ın odasına kapanıp bir daha
hiç çıkmamak üzere kendini bıraktığı anın üstünden önce saatler, sonra günler
geçmişti.
Telefonumu kaldırımın köşesinde
parçaladığım anın devamında Özgür’ün yanımdan gittiğini bile fark etmemiş,
sanki bir şekilde onlardan iz bulabilecekmişim gibi dur durak bilmeden
yürümüştüm. Hiçbir sokak bana onlara dair en ufak bir şey bile gösteremediğinde
ise kendimi bulduğum ilk yer, kendimi kaybettiğim ilk yerdi.
Buraya geleceğimi, çıkmazdayken kendimi daha
da kenara itmek için hep buraya uğradığımı bilebilecek kadar sinsi bir adamın
kanındandım. Bir köşede beni izleyen adamlarının olduğundan emindim.
Mayıs’ı annemin soğuk bedenine sarılı
halde uzanırken bulduğum; kardeşimi yanıma alıp, annemi bedeni kadar soğuk
toprağın altına bırakmak zorunda kaldığım cehennem çukuruydu burası.
O günden sonra dışarıdan görünen tüm
şaşaasına rağmen kimsesiz kalmış, terk edilmiş bir gecekondudan farksız halde
çürümekle cezalandırılmıştı. İshak Eraslan için bu seçenek, evin içinde huzurla
yaşıyor olan bir aileden daha iştah açıcıydı.
Bahçesine adım atabiliyor olsam da
ayaklarım kapının eşiğinden hiç geçmemişti. Yıllar önce son kez o eşikten
geçtiğimde beni karşılayan manzara hâlâ içeride beni bekliyormuş gibi ayaklarım
yere mıhlanıyor ve eve giremiyordum.
“Anne,” diye mırıldandım göğü izlerken.
Sağ elim uzanıp tişörtümün içine doğru sarkıttığım yeşil taşı buldu. “Sana ne
anlattığımı hatırlıyor musun?” dedim sanki ondan duyabileceğim bir cevap varmış
gibi.
Bir ay önce, son dokuz yıldır lanetli
olduğuna inandığım doğum günümde ilk kez nefes alabiliyor haldeyken
seslenmiştim ona.
Ahu kucağımda bebek gibi uyurken, ona
anlattıklarımı sindirmeye çalışırken tükettiği gücünü toplamak için bana
sığınırken, kollarımın arasında o varken dudaklarımdan anneme seslenişler
kopmuştu.
Bana anlattığı, yaralı bir prensin hiç
durmadan diyar diyar gezip şifacı aradığı o masalı hatırlamıştım. Aslında ben o
masalı apaçık mavi gözler benim koyu mavilerimi bulduğundan beri kendime tekrar
tekrar hatırlatıyor, unutmanın kıyısından bile geçmiyordum.
Masalla avutmaya çalıştığı oğlunun aklına
umutsuz kalmaması gerektiğini kazımaya çalışıyordu annem. Yaralı prens bendim.
Şifacıyı, yaralarını mucizevi bir şekilde geçirecek şifayı aramak için son
gücüne kadar savaşan prens bendim.
“Buldum dedim sana,” diye yakındım. “Anne
şifacımı buldum, şifamı buldum dedim sana. Kaybetmeyeceğim hiç, iyileşeceğim
dedim.”
Masalda prens şifacıyı buluyor ve
iyileşiyordu. Mutlu sonsuzluklar sadece masallara özgü müydü? Neden bu masalda
prens iyileşemeden şifasını yitirmiş, masala canavarlar dahil olmuştu?
“O bana şifa, ben ona lanet miyim? Canıma
üfleyip söndürsün istedim, onun canını yakmak istemedim. Anne yemin ederim
istemedim bunu.”
Annem cevap vermedikçe içim daha da
acıyor, hiç cevap alamayacağım bir yere yakınmaktan başka çare bulamamak;
Ahu’yu bir daha göremeyecekmişim gibi huzursuzlanmama sebep oluyordu.
Güçsüz, biçare herifin tekiydim.
Sızlanmaktan, konuşmaktan başka yol
bulamayacak kadar aptaldım.
Karanlık üzerime çöktüğünde, kırk sekiz
saat çoktan geride kaldığında gelmesi kadar ayrılması da bana zor gelen evin
bahçesinden yavaşça çıktım.
Arabaya binişim, arabanın eve doğru yola
koyulması gibi kısımlar zihnimde pusluydu.
Bu pus hem düşüncelerimden hem de
sigaradan başka bir şey tüketmeyen dudaklarımdan armağandı. Açlığın sinyaller
çaldırmaya başlayacak kadar bedenimi tükettiğini hissediyor değildim, böyle bir
hissim yoktu. Sadece biliyordum.
Eve ulaştığımda arabadan inip yukarıya
çıkmak için hareketlendim. Binaya girecekken dalgınlığımın had safhada olduğunu
anlamam, kolumu sertçe yapışan bir kol hissettiğim anın çok geç gelmesiyle
ortaya çıkmıştı.
Birinin bana yaklaştığını, yürüdüğüm yerde
birinin olduğunu son ana dek fark edememiştim.
“Ne cehennemdesin sen?” diye soluyan
bedene çevirdim gözlerimi. Cevap vermeyişime sinirleneceğini sanıyorken, tek
yaptığı yüzüne çevirdiğim bakışlarımın en içini görür gibi beni izlemek oldu.
Özgün Kılıç bana karşı tahammülü yüksek
bir adam değildi.
Asıl tahammülsüzün Özgür olduğunu düşünen,
ilk bakışa aldanacak olanlara karşın asıl tepkili olan oydu hep. Mayıs ve Özgür
arasında yaşanan, içine İshak Eraslan’ı katan her durumun şahidiydi. Kardeşinin
canının yanmasına da canının yanışına bir şekilde sebep olanlara da tahammülü
yoktu.
Listede başı çeken isim İshak’tı. Onun
ardında ise Mayıs ve ben diziliydik. Özgün, Mayıs’a karşı çok daha ılımlı ve
sakinken duruma İshak karıştığı andan itibaren bu hakkı yitirmişti. Özgün
kabuğuna çekilmiş, Özgür’ü bizden uzak durması için uyarmış ancak onun aşkının
önüne geçemeyeceğini anladığında sadece uzaktan korumalık yapmaya başlamıştı.
Ta ki hayatımızdaki her taşı kaldırıp
yeniden bambaşka yerlere koyacak olan, boyundan bin kat büyük değişimlere tek
başına imza atan, derdi başından aşkın olsa da önceliklerine bizi de katmakta
sakınca görmeyen taze bir Akdoğan sınırlarımıza katılana dek…
“Öldün de ağlayanın mı yok senin? Sadece
nefes alacak kadar güç bırakmışsın kendinde, böyle mi yeteceksin onlara?”
“Öldüm de ağlayanım yok,” dedim
onaylayarak. “Ağlayacak olanlarım yanımda değil, iki kişiden ibaretler ama
ikisi de yok.”
Söylediklerine vereceğim tepkinin ne
olacağını sanıyordu bilmiyorum ama bunu beklemediğini gözlerinde belirip
kaybolan ince bir gölgeden anlamıştım.
“Özgür telefonunu açmıyor bir iki saattir,
saat başı haber var mı diye arayan herif yok oldu. Haberin var mı? Ne
karıştırıyor? Senin de telefonun yok, ulaşmak için peşinizden kovalamak mı
gerekiyor oğlum sizi?”
Telefonum iki gün önce kaldırımda
parçalanmıştı, yeni bir telefon almak gibi bir girişimim de olmamıştı.
“Mayıs’ın odasından çıkmıyor,” dedim iki
gündür olanı özetleyerek. “Elinde-…” dedim yutkunmadan önce. İsmini sesli
olarak anmak ve karşımda onu bulamamak ölümden beterdi. “Ahu’nun şekerleri var.
Ne kalkıyor ne de şekerleri bırakıyor.”
Kahveli şekerler… Ahu’nun elinden almazsak
onar onar ağzına yuvarladığı, bize kızıp durduğu sigara bağımlığından hallice
olan bağımlılığıydı.
“İki gündür burada mı?” diye sordu sesi
biraz kısılırken. “Etrafa dağılmış, aramaya çalışıyor sanıyordum.”
“Özgür’ü tanıdığından emin misin?”
Duraksadı. Onu kırıp dökmek gibi bir
derdim yoktu. Sadece dilimde bir filtre bulunduramayacak kadar aklım dolmuştu.
Cevapsız kaldı. Başka bir şey söylemedim.
Bina kapısına ait şifreyi girdiğimde kapı gürültülü bir sesle açılmıştı.
Yukarıda vakit öldürmeyecektim. İki gündür
eve uğradığım anlar kısıtlıydı. Özgür’e bakıyor, koltuğa bile oturmadan evden
yeniden çıkıyordum.
Bakmadığım yer, aklımda olup adımımı
atmadığım bir alan bırakmamış; İshak Eraslan’ın elinin altında olan her yere
uğramıştım.
İshak’ın Özgün tarafından izlendiğini
biliyordum, ancak bana nerede olduğuna dair hiçbir şey söylememekte ısrarcıydı.
Gördüğüm anda elimde can vereceğini benden daha iyi bilmelerine şaşırmama gerek
yoktu.
Bindiğimiz asansörün kapıları açıldığında önden
ilerleyip anahtarımı evin kapısına taktım.
İçeriye girer girmez bizi karşılayan ince
bir miyavlamaydı.
Kabarık tüyleriyle mutfağın kapısından
buraya doğru bakan kedinin olanları hissetmiş gibi huzursuz ve huysuz geçen
ikinci günüydü.
Eve girdiğim anlarda önüme çıkıyor, her
seferinde bana iki ayrı görüntü anımsatıyordu. Görüntülerden birinde Mayıs
kucağına aldığı kediyi severken kıkır kıkır gülüyor, diğerinde ise kediyi gören
Ahu panikle kendini benim kollarıma atıyordu.
Görüntülerin zihnimden başka bir yerde
canlanamıyor olmasına, alışmış olduğum basit görünen anları dahi yaşayamıyor
olmama kediyi gördükçe isyan etmek istiyor ancak sadece düz bakışlar
atabiliyordum.
Ağlamanın sınırlarını zorlayan Özgür,
öfkesini adamlarından çıkartarak haykırıp duran Özgün ve iki gün boyunca hiç
karşılaşmasam da haykırışlarını içinde tutmadığından emin olduğum Timur
Akdoğan’ın aksine sakindim.
Çok sakindim.
Ne sızlanmış ne ağlamış ne de öfkemi
kusabilmiştim. Verdiğim son ve büyük tepki telefonumu kaldırımda parçalamaktı.
“Özgür?” diyerek holdeyken seslenmeye
niyetlenen Özgün’e yardımcı olmak için elimle Mayıs’ın odasını işaret ettim.
Çünkü seslense de Özgür gelmeyecekti, biliyordum.
Özgün gösterdiğim yere doğru ilerlemeye
başladı. Ben de kapıyı kapattıktan sonra birkaç saniye olduğum yerde beklemiş,
yüzüme bir parça su çarpmak için banyoya yürümeye karar verdiğimde ise
adımlarımı kesen sesi işitmiştim.
“Siktir!” diye bağıran Özgün’ü duyduğum
anda odaya yöneldim.
Yatakta uzanan, boş ancak kıpkırmızı
bakışlarla kapıdaki boşluğu izleyen bir Özgür görmeye alıştığım odada bu kez
manzara farklıydı.
Özgün’ün tepkisinin neye olduğunu
gördüğümde göğsümü ağırca şişirdim.
Mayıs’ın aynası, önünde oturup saatlerce
hazırlandığı ve bir türlü başından kalkamadığı için her yere geç kaldığı aynası
bin parça olmuştu.
Küçük bir konsolun üstünde duran geniş
aynayı bu denli parçalamak için elini kullanmış olma ihtimali bir an aklıma
gelse de yerde duran bibloya bakılırsa araç oydu. Ancak Özgür’ün ellerinde
kanlar bulunması kafamı karıştırmıştı.
Yatağın dibine çökmüş, elleri boşlukta
sallanıyor halde oturuyordu. Etrafına saçılmış olan cam parçalardan habersiz
gibi sakindi.
“Derin değil,” dedi Özgün kardeşinin iki
elini olabildiğince dikkatle kontrol ettikten sonra. “Kendine gel lan artık!”
diye bağırdığında aslında sinirli değil korkmuş bir haldeydi.
Özgür bakışlarını kaldırdı. Kısa bir an
Özgün’e baktı, sonra bana doğru döndü. Hiçbir şey söylemedi. Kollarını, kendine
doğru çektiği dizlerinin üstünde birleştirip yüzünü de yavaşça oraya doğru
kapattı.
“Özgür,” dedi Özgün. “Oğlum biz de
kanıyoruz, hepimiz kanıyoruz kardeşim benim. Bir de sana mı dertleneyim,
kendine zarar vermeye mi çalıştın sen? Bu mu çözümün?”
Özgür sustu. Özgün konuşmaya devam etti.
Aynı şeyleri, benzer şeyleri söyledi durdu ama kardeşinden aldığı bir yanıt
yoktu.
Kasılan boynumu gevşetmek için sertçe
hareket ettirdim. Odadan çıkmak üzere arkamı onlara döndüğümde henüz kapıdan
geçemeden gözüm konsola takıldı. Mayıs’ın eşyalarının üzerinde paramparça olan
aynanın iri parçalarından biri konsoldan yere düşmemiş, olduğu yerde kalmıştı.
Ne yaptığımı bilmez bir halde o parçaya
uzandım. Avuç içime vereceği zararı umursamadan cam parçasıyla birlikte odadan
çıktım.
Nereye gittiğimin bir önemi yoktu. En
yakın olan yere, kendi odama girip kapıyı kapattım.
Yatağımın en ucuna, sanki misafirmişim
gibi oturduğumda ayna parçası hâlâ elimdeydi.
Duvara saplanan bakışlarımı bir süre sonra
oradan çekip elimdeki aynaya çevirdim.
Ortasındaki koca çatlağa rağmen ikiye
ayrılmamış, iri bir parça halinde kalmayı başarabilmiş olan aynaya baktığım
anda kendi yansımamı yamuk bir çizgiyle ikiye ayrılmış gibi görmüştüm.
Aynadaki görüntü bir an için kendi yüzüm
olmaktan sıyrılıp ince bir camın ardında onu görüyormuşum gibi hissettirdiğinde
aynayı daha sıkı tuttum.
Avuçlarım kanadı, camın kenarları
ellerimde ince kesikler açtı. Kılımı kıpırdatmadım.
Kırgın bakışlarla, onu en son gördüğüm
anda benim yüzümden yaşadığı kırgınlığın kalıntılarıyla bana bakıyordu. Ahu’ya
bakıyordum.
“Gitme ihtimalini, güvende olacağını
bilecek olmama rağmen dünyam başıma yıkılmış gibi karşıladım diye mi gidişinle
sınanıyorum minik tanrıça?” diye fısıldadım yansımaya.
Mayıs’ı özlemiştim, Ahu’yu özlemiştim.
Özlemim beni delirtmeye başlayacak kadar yoğundu. Fakat bir yerde kendimi
Mayıs’ın iyi olduğunu düşünerek avutabiliyor, İshak’ın ona olan hastalıklı
bağlılığını güvence sayabiliyordum. Bu Mayıs’ın olmayışını sindirdim demek
değildi, sadece endişeden aklımı kaçıracak hale gelmeye daha zamanım var
demekti.
Aynı şeyi Ahu için düşünememek ise
cehennem azabıydı.
Bu azabı kaç saat daha, kaç gün daha
çekeceğimi düşünmeye çalışmak ise zordu.
Tükeniyordum.
Ahu’ya bir zarar gelirse dönüşeceğim
kişiyi zihnimde canlandıramıyor, o kişinin alacağı kararlardan endişe
duyuyordum.
O kararların sonu birden fazla kişiye
ölümdü ve ben de bu listede adı yazılı olanlardandım.
~
- Yazardan
‘Şimdi
mutfağı Özgür’le Özgün toplasın, biz balkona çıkalım’
Timur’un iki akşam önce kurduğu sofradaki
tek bir çatala dahi dokunmamasına, yemeğe hazır ancak yemeksiz bir masanın iki
gündür evin mutfağında durmasına sebep olan ses buydu.
Zihninde hiç durmadan tekrarlayan ses
Despina’ya aitti. Akşamları bunu her seferinde deniyor, öncelikle ‘abi’
demeyerek Özgün’ü, ardından iş kilitlediği için Özgür’ü çıldırtıyor; kaçışı da
babasının kollarına sığınmakta buluyordu.
Timur bu cümleyi tekrar kaynağından duyana
dek masadaki hiçbir şeye dokunmayacaktı, böyle tembihlemişti kendini. Kızı
gelecek, kollarının arasında abilerine emirler savuracak ve kendisine bir zarar
gelmeyeceğini bilmesine rağmen babasının göğsünde saklanacaktı.
Despina’ya Özgür veya Özgün’den gelecek
bir zararın doğma ihtimali yoktu. Buna rağmen Timur onu koruma görevini seve
seve üstleniyordu. Oysa şimdi, evden çok uzaktayken ve zarar saçan bir kaynağın
ellerindeyken korunmaya ihtiyacı vardı.
Despina ne zaman gerçekten korunmaya
ihtiyaç duysa, Timur ya habersiz ya da çaresizdi. Helen’in karnındayken kendi
annesinden koruyamamıştı önce onu, sonra çocukluğunun canavarı rolü devralmıştı
ve Timur yine ortada yoktu. Şimdi ise her şeyden haberi varken, neyin kızını
acıttığını bilirken hareketsizdi.
Geçmiş için kendini hiç affetmemişti, o
affedilemeyenlerin yanına bu günler de eklenecekti.
Boş tabaklara göz daldırıp, o tabaklardan
birini koca bir küllüğe çevirecek kadar çok sigarayı solumakla hiçbir şeye çare
olduğu yoktu. Sadece umutsuzca bekliyordu işte. Despina gelecek, sigara içtiği
için ters ters ona bakacak ve en sonunda kıyamayıp ona sırnaşacaktı.
Yeni yeni düzeni kurulan hayatlarındaki bu
detayların hiçbiri Timur için hiçbir şekilde paha biçilemezdi.
Merkezine beklemeyi koyduğu plan konusunda
sabrını çoktan tüketmişti. Bu gece sabaha varmadan, güneş yeniden etrafta boy
göstermeden önce Özgün’ün adamlarından ya da bir ihtimal Emre’den ses çıkmazsa
ne yapacağını çok iyi biliyordu.
Parmakları arasında dengelediği sigarasını
tabağın kenarına vurup külleri döktüğünde son nefesi çekmek için sigarayı
dudaklarına yaklaştıracağı sırada kapıdan gelen anahtar sesleri kulağına
ulaştı.
Özgün’ün anahtarla kapıyı açtığını tahmin
etmekte zorlanmamıştı. Yerinden kıpırdamadı.
“Yürüyün içeri,” dediğini duyduğunda ise
kaşları hafifçe çatılmış, Özgün’ün peşinden kimi getirdiğini düşünmüştü.
“Timur abi?” diye seslenen Özgün’ü yeniden
işittiğinde ise olduğu yerde hareketlendi. Bir şey mi olmuştu?
Sigarayı gelişigüzel şekilde bırakıp
sandalyesini iterek ayaklandı.
Mutfağın kapısından çıktığında karşısında
duran görüntü iki gün öncesinden çok farklı değildi. Daha az tepkili bir Özgün,
gözlerindeki kızıl izlerle Özgür… Görüntüye yeni eklenen ise bu ikilinin biraz
daha arkasında kalan, önünde iki koca beden durmasına rağmen cüssesi gizli
kalamayan Pars’tı.
Timur olduğu yerde kalıp onlara
yaklaşmadan sadece bakışlarıyla hepsini sırayla taradı. Gözüne peş peşe
Özgür’ün iki elinde, Pars’ın ise sağ elinde duran beyaz ince sargılar takılınca
kaşlarını derince çattı.
“Birbirinize mi girdiniz?” dedi ilk
olarak. Özgür duygusal bir çöküşte görünse de en ufak bir gerilimin onu
patlamaya iteceğini biliyordu. Pars ise… Gündelik olarak bu riskle yaşıyordu
zaten.
“Yok,” dedi Özgün. İkilinin
konuşmayacağını anlayınca o araya girmişti. Özgür’ün sessizlik yemini var
gibiydi, Pars ise en son onu buraya getirmek üzere zorla arabasına bindirdiği
sırada direnmiş ve biraz sonra da çenesini zamkla kapatmışçasına susmaya
başlamıştı.
“Kızları bulmak yerine bunların ayrı
köşelerde can çekişip çekişmediğini kontrol etmek zorunda kalıyorum,” dedi
başıyla ikisini Timur’a gösterip. “Bu evin sınırlarını aşmayacaksınız, kapıdan
adım atanı adım atamayacak hale gelene kadar dövmezsem eğer adım Özgün değil.”
Pars’tan kısık, neredeyse duyulamayacak
bir fısıltı yükseldi. “Ama adın Özgün…” dedi Despina’yı taklit ederek. Bu anın
‘ama adın Pars’ olanını yaşadıkları
bir anıya sahiplerdi.
Kimse onun ne dediğini anlayabilecek kadar
kelimelerini duyamamıştı. Pars kendi aklının tuzağına düşmüş halde öylece
dururken Timur öne adımladı.
“Ne oldu elinize?” diye sordu sırayla
ikisine de bakıp. Özgür sadece gözlerine bakmak ve susmakla yetinmişken Pars
bakma kısmını dahi yapmamıştı.
Timur duraksadı. Mutfaktan çıktığı andan
beri tek bir kez bile yüzüne dönmeyen bakışların bir sebebi olabileceğini yeni
fark ediyordu.
“Niye bakamıyorsun lan sen bana?” dedi
Özgür ve Özgün’ü geçip, kapıya yaslı duran Pars’a doğru giderek.
Pars yutkundu. O yutkunuşla birlikte
boğazındaki belirgin çıkıntı hareketlendi ancak bakışları yerdeydi.
“Ahu yok diye mi bakamıyorsun?” dedi Timur
hangi damara basması gerektiğini çok iyi bilerek.
Pars’ın bulundukları dört duvar arasındaki
en iri bedene sahip olması o bedenin titremeyecek kadar kuvvetli olduğu
anlamına gelmiyordu. Sesli olarak duymak, duyduğu kişinin Timur oluşuyla
birleştiğinde göğsüne kurşun saplanmışa dönmüştü.
“Ahu yok, Mayıs yok…” dedi Timur sanki
kimse bunu bilmiyormuş gibi. “Biz burada bi’ sike yarıyormuş gibi toplanmışız,
ondan mı bakamıyorsun yüzüme?”
Timur daha fazla sözleriyle savaşı
sürdürmedi. Elini uzatıp Pars’ın çenesini sertçe kavrayıp kafasını kaldırdı.
Yüzüne baktı; gözlerini, gözaltlarını, yanaklarının solgunluğunu gördüğünde
almak istediği cevapları çoktan almıştı.
“Çok mu güçlüsün ulan sen? Ağlamadın,
bağırmadın, içinde kopan fırtınayı saklayabildin diye çok mu güçlü sanıyorsun
kendini?”
Elini sertçe geri çekti çenesinden. Pars
az önce yüzüne bakamayacak kadar utanç duyduğu adama şimdi dikkatle bakıyor,
gözlerini bile kırpmıyordu.
“Korusaydın oğlum o zaman, gücün öyle
boldu madem kızımı bulsaydın hemen.”
Özgün başını iki yana sallayarak müdahale
etmek için araya girecekken koluna Özgür tutundu. Özgün bakışlarını ona
çevirdiğinde kardeşini olumsuz anlamda baş sallarken bulmuştu. Karışmamasını
söyleyen Özgür’ü dinlemeye karar verdi ancak yine de tetikteydi.
“Sana kızdığımı mı düşünüyorsun?” dedi
Timur, Pars’a. “Doğru düşünüyorsun, kızdım. Sana kızdım, Özgür’e kızdım, sabah
onu sizin evinize bırakan Özgün’e kızdım.”
“Haklısın,” diyebildi Pars. O tek kelimeyi
dahi zorlukla dudaklarından dökebilmişti. Azarlanacak, yiyeceği azara içli içli
sızlanacak bir çocuk gibi bakıyordu.
“Sikeyim haklılığımı, en çok kendime
kızdım Pars. Birini suçlayacak konumda değilim ben, hepiniz beni suçlayın lan
gıkım çıkabilir mi sence? Babasıyım ben onun, kılına gelecek zarardan ben
sorumluyum.”
“Gelmesin,” dedi Pars yalvarır gibi.
“İkisine de zarar gelmesin; beni alsın yanına, sıksın kafama ama onlara bir şey
olmasın.”
Timur duraksadı. Ona, yanlarında onları
izliyor olan ikili de eşlik etmişti bu sırada.
“Saçma sapan konuşma karşımda.” Pars,
Timur’un uyarısını umursayacak gibi değildi. “Yerini biliyorsunuz, nerede
olduğunu söyleyin bana. Karşısında beni bulunca hıncını benden alsın, siktirsin
gitsin hayatınızdan.”
“Sen üstüne gittiğinde yapacağı tek şey ya
korkup altına sıçmak ya da daha saldırganlaşmak olur, işe yarar planın bu mu?
Kızlara ne yararı var bunun?” Pars başını iki yana sallayarak Özgün’e baktı.
Konuşan oydu.
“Karşılık vermeyeceğim, ne sikim yapacaksa
yapsın. Mayıs’ı kendi yanında tutmak istiyor, buna benim engel olduğumu
düşünüyor. Mayıs’ın ondan delice korkuyor olduğunu kabullenmiyor, derdi
benimle.”
“Mayıs’ı bir kez yanına alabilmişken
bırakmaz,” derken Timur’un sesi düşünceliydi. “Senin gitmenle çözülecek bir şey
değil bu.”
“Bırakmaz,” diye onayladı Pars. “Mayıs
tehlikede değil, sadece orada kaldığı günler ona kâbustan farksız. Ben de
yanına gitmiş olacağım işte.”
Özgün derin bir nefes aldı. “Despina’yı
oradan almaya çalışıyorsun,” dedi usulca.
Pars yutkunarak gözlerini Özgün’den
kaçırıp Timur’a baktı. “Sizin ikna olmayışınız yüzünden olabilecek tek şansı da
yok ediyorsak eğer… Bunun yükünü kaldırabilecek misin?”
“Yem mi olmak istiyorsun?”
“Neler olacağını bilsem, önüne geçer
duvarı olurdum. Olamadım, bırak da bunu yapayım. Abi ben boğuluyorum, aldığı
nefes insana can yerine ateş üfler mi? Böyle yaşayabilir miyim sanıyorsun?”
“Buna izin verirsem, planın işe yararsa…
Ahu’nun iki eli yakamdan iner mi?”
“İnmesin,” diye yakardı Pars. “En büyük
derdiniz bu olsun, Ahu’nun yokluğuna değil kızgınlığına dayanmaya çalışırsın
olur biter.”
Timur kuracağı cümlenin ağırlığını önce
kendisine hatırlattı, kaldırabileceğinden emin olduktan sonra dilinden döktü.
“Kızımın aşkını hafife almaya devam etme, sıçtırtma bacağına Eraslan.”
Pars beklemediği tepkiyle birlikte anlık
olarak sessiz kalırken bu anı bekliyormuş gibi Özgür sessizlik yeminini
bozmuştu.
“Despina’nın seni bu evin sınırları içinde
bizden bile nasıl korumaya çalıştığından haberin var mı amına koyayım? Öyle
beni alsınlar onu bıraksınlar diye dayılanmakla her şeyi çözeceksin yani. Bi’
zeki senmişsin, önce ben akıl etseydim de tutup atsaydım o zaman seni ortaya.”
“Konu bana laf sokmak olunca konuşasın mı
geldi Akdoğan?”
İğneliyor gibi kulağa gelen sorusunun
aksine Pars, Özgür’ün gözlerinin içine bakıyor ve biraz rahatlamış görünüyordu.
“Ses tellerimi sökseler de kaçırmazdım bu
fırsatı, sik sik konuşmamayı öğrenmediğin sürece bayağı da fırsatım olacak.”
“Flörtleşiyor musunuz lan?”
Özgün’ün garipseyerek sorduğu sorunun
ardından Özgür ve Pars aynı donuk hale büründüler. Despina’nın bu imaları
yaptığı, Mayıs’ın kıkırdamalarını tutamadan gülüp durduğu anlar birden çoktu.
Özgür bir şey söylemek için ağzını
açmışken onu durduran bir telefon sesi oldu. Kendi telefonundan yükselen
tanıdık melodiyi duyduğunda şu an için onu arayabilecek olan herkesin yanında
oluşunu fark eder etmez hızla telefonuna uzandı.
“O orospu çocuğu mu arıyordur?”
Ekranı görebilecek şekilde kendisine
tuttuğunda birbirlerinden çok da uzakta olmadıklarından herkes arayanın kayıtlı
olmayan bir numara olduğunu görmüştü. Soruyu soran da Özgün’dü.
Özgür bir şey söylemedi, sadece hemen
aramayı yanıtladı ve direkt olarak hoparlörü açıp gelecek olan sesi herkes için
duyulur hale getirdi.
“Alo?” dedi az önceye dek iki gün boyunca
hiç konuşmadığından pürüzlü bir hal alan sesiyle.
“Özgür!” diyerek fısıltıyla ama bağırmak
istercesine yükselen sesi duyduğunda olduğu yerde sarsılmıştı.
Ses yalnızca Özgür’ü değil, sese kulak kesilen
diğer üç adamı da sarsmıştı.
“Mayıs?” dedi Özgür aklı karışmış, nefesi
kesilmiş bir halde. “İyi misin? İyi misiniz güzelim? Neredesin?”
Peş peşe sorduğu, paniğini yansıtan
sorular bittiğinde telefonun ucundan Mayıs’ın fısıltısı gelmeye devam etti. Özellikle
fısıldıyor olduğu belliydi ancak sesinde günlerdir bağırıyormuş gibi baskın bir
kısıklıkta vardı.
Susmadan ağladığını, belki de bağırdığını
söylemese de olurdu. Herkes anlamıştı.
“Bilmiyorum,” dedi Mayıs iç çekişlerinin
arasında. “İyiyim ben, bir şeyim yok ama n’olur gelin. Despina’yı yanımdan
aldılar, o nerede bilmiyorum. Sabah götürdüler, nereye götürdüler?”
Yarı aklı yerinde yarı değil şekilde
konuştuğu belliydi. Cümleleri kopuk, sesi bilinçsizdi.
“Kimin telefonu bu? Konum atabilir misin
bana?”
“Atamadım,” dedi Mayıs hıçkırarak.
“Olmuyor, olduğumuz yeri de göremedim. Baktım gerçekten.”
“Tamam çiçeğim, tamam güzelim. Sakinleş,
sakinleş halledeceğiz biz tamam mı? Numaradan buluruz. Yakalanmadan telefonu
bırakmaya çalış sadece, söz veriyorum gecikmeyeceğim.”
“Gecikmeyin,” diye sayıkladı Mayıs. “Ben
dayanabiliyorum ama Despina yanımda değilken onu merak ediyorum, iyi değildi.”
Timur iki avucunu yüzüne kapatıp arkasını
döndü üçlüye. Sırtını dönünce duydukları kayboluyor değildi ama aklını yitirmek
üzereydi.
“Mayıs,” diye seslendi Pars sesini sabit
tutmaya çalışarak. “Geleceğiz abim, biraz daha dayan tamam mı?”
“Abi!” dediği anda az önce bilinçsiz gelen
sesi aniden hüzünle dolmuş, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. “Buradayım
küçüğüm, buradayım abicim. Korkma, neleri hatırladığını biliyorum. Hatırlama
kurban olayım, az sabret.”
“Annem gibi,” dedi birden Mayıs. “Annem
gibi!” diye tekrarladı.
Pars irkilerek gözlerini kapatıp açarken
Özgür ve Özgün’le göz göze gelmişti.
“Ne?” diyebildi. “Ne annem gibi Mayıs?”
“Annem gibi gidecek Despina,” dedi Mayıs
şaşkınca. Kendi söylediğine en çok kendisi şaşırıyordu.
Arkasını çoktan dönmüş olan Timur olduğu
yerde dondu, Özgün gözlerini sıkıca kapatıp bu andan saklanmaya çalıştı, Özgür
elindeki telefonu düşürecek gibi oldu.
Konuşmaya zar zor güç bulabilen Pars’tı
yine.
“Annem…” dedi yutkunarak. “İntihar etti
Mayıs, ne anlatmak istediğini anlayamıyorum abim.” Anlamak istemiyorum dese
daha doğru olurdu aslında.
“Etmedi!” diye fısıltısıyla haykırdı yine
Mayıs. “Etmedi, hatırladım. Abi annem intihar etmedi. O… O adam burada
Despina’nın üstüne geldiğinde gözlerim karardı, hatırladım yemin ederim
hatırladım. O öldürdü annemi.”
Telefondan sesini duyuyor olan dört adamın
aynı anda buz kesmesine sebep olan, üçünü bir kez vurduysa Pars’ı on kez vuran
söylediklerinin ardından susmadı Mayıs. “İlaçlar,” dedi telaşla. “İlaçlar
vardı, burada da var. Gördüm.”
Bir an kimse bir şey söylemedi. Duydukları
öyle hemen hazmedilecek şeyler değildi.
Özgün aralarındaki en hızlı
toparlanabilecek isimdi, öyle de oldu. Konuşmak, Mayıs’ı düzgünce yönlendirmek
için dudaklarını araladı. Ancak dudaklarından çıkacak olanlar henüz kimseye
ulaşamadan telefonun öteki ucunda bir gürültü koptu.
Gürültünün sonu Mayıs’tan kopan titrek bir
nefesle bağlandığında Özgür telefonun içine girip ona dokunabilecek gibi öne
attı kendini.
“Mayıs!” diye seslendiğinde yanıt gelmedi.
Tekrarladı, sesini daha da yükseltip bir daha bağırdı. Yine yanıt alamadı.
“Ne oldu? Fark mı ettiler?” dedi
endişeyle. O, bunu söylerken arama aniden sona ermiş ve telefon kapanmıştı.
“Siktir,” diye soludu. “Siktir hayır, ne oldu?”
“O piç hani şüphe çeker bir yere
gitmemişti Özgün?” diye bağıran da Timur’du. Özgür’ün sesini direkt olarak
bastırmış ve aklını yitirmiş gibi haykırmıştı.
“Bilmiyorum,” dedi Özgün şaşkınca.
Telefonunu çoktan çıkarmış Özgür’e gelen aramayı yapan numarayı not etmişti.
Şimdi de İshak’ın peşindeki adamlarını arıyordu.
Kulağına yasladığı telefonundan ses
gelmesini beklerken sabırsızca yerinde dizini titretiyordu. “Aç şu siktiğimin
telefonunu lan!”
Her arayışında henüz ikinci kez çalmadan
açılan, istisnası olmayan telefonun bu kez neden defalarca çalıp da
açılmadığını bulması çok zor değildi. Ancak öylesine gözü kararmıştı ki durumu
analiz etmekte güçlük çekiyordu.
Aslında olanlar basitti. Kabullenmek
istemeseler de dördü de bunu çoktan anlamışlardı.
Özgün’ün İshak’ın peşindeki adamları
çoktan etkisiz hale getirilmiş, İshak da soluğu kızların yanında almıştı.
Despina’yı bu sabaha dek Mayıs’la bir
tutup, aniden ayıran da onun gelişiydi. İshak Eraslan oyununu oynamaya
başlamış, kendisine engel olacak olanlara da fazlasıyla kısa bir süre
bırakmıştı.
Saat işliyor, Mayıs’ın söyledikleri sanki
sürekli tekrar ediliyormuş gibi dördünün zihninde yankılanıyordu.
“Annem bizden vazgeçmemiş,” diye
sayıkladığını kimse duymamıştı Pars’ın. Annesinin intiharına sebep olduğunu
düşünmek onun dokuz yılını çalmıştı, şimdi bunun gerçek olmadığını mı
öğreniyordu?
Üstelik bu öyle bir andı ki Pars yıllardır
inandığı yalanın aslını öğrendiğinde uzun uzun bunu düşünebilmek yerine tüm
odağını sevdiği kadına ayırmak zorundaydı.
Ahu’yu
annesinin cennetten ona yolladığı bir hediye varsaymışken o hediyenin sonu
annesinin kapkara bir boyaya bulanan kaderini yaşamak mı olacaktı?
Ne ruhuna ne aklına bunu nasıl sığdırabilirdi? Bunun ihtimali dahi içini kırıp dökmüşken, gerçekleşirse yaşanacak olan depremden nasıl sağ çıkabilirdi?
Yorumlar
Yorum Gönder