Aykırı Çiçek 27.Bölüm

 27.BÖLÜM



- Temmuz 2002… / İstanbul

 

“Ama annecim pastayı yerseniz babanız mumları nasıl üfleyecek? Dilek dileyemez böyle yaparsak.” Pınar, henüz buzdolabına kaldırmadığı doğum günü pastası oğulları tarafından talan edilmek üzereyken onları ikna etmek istercesine konuşuyordu.

“Yenisini yaparsın, bunu biz yiyelim.” Hazırcevaplığı 6 yaşında olmasına rağmen şimdiden kendisiyle bütünleşmiş olan Yekta parmağını pastaya sürtmeye çalışıyordu bir yandan.

“Babanız birazdan gelecek, nasıl yetiştireyim ben yeni pastayı Yektacım?”

Yaman, annesinin üzüldüğünü düşünerek kardeşini çekiştirdi. “Odamdaki çikolatalardan vereceğim sana, pastayı bırakalım.” Yekta kısa bir an bunun kârlı bir teklif olup olmadığını düşündükten sonra başını salladı. “Anlaştık.”

Yekta koşarak abisinin odasına giderken Pınar, kendisini kurtaran oğlunun yanağına kocaman bir öpücük bırakmıştı. Yaman için bir sürü çikolatasından vazgeçebileceği kadar önemliydi annesinden aldığı bu öpücük.

“Yekta’nın yanına gitmeden önce kardeşlerinin odasına bakabilir misin sessizce annecim? Uyuyorlardı en son, ama belki biri uyanmıştır.”

Pınar, Yaman’ın kardeşleriyle ilgili sorumluluk almaya bayıldığını bildiğinden böyle küçük yardımları ondan almaya özen gösteriyordu. “Olur bakarım!” dedikten sonra gözden kaybolan oğlunun arkasından gülümseyerek pastayı dolaba koymak için işe koyuldu.

Yaman koridoru hızlı adımlarla yürümüş olsa da kardeşlerinin uyuduğu odanın önüne geldiğinde hareketlerini yavaşlattı. Kapı çok az aralı haldeydi. Bu yüzden yavaşça ileriye itip odaya girebildi.

Odanın üç ayrı duvarına yaslı, üç ayrı beşik vardı. Kapıyı Yekta’nın ortalığı ayağa kaldırma potansiyelinden çekinerek biraz örttükten sonra kendisine en yakın olan beşiğe yöneldi.

Yaman, Yekta doğduğunda 3 yaşında olduğundan bir kardeşi olacağını fark edememişti. Özellikle babası, Yekta doğduktan sonra ikisini birbirlerine alıştırırken akla karayı seçmişti. Fakat ikinci kardeş haberi geldiğinde Yaman artık 7 yaşındaydı. Anaokulunda ve ilkokulun ilk senesinde bolca arkadaş edinmiş, kalabalıkta olmayı sevmişti. Yekta gibi, aynı evde yaşayabileceği bir arkadaşı daha olacağından da fazlasıyla memnun kalmıştı bu yüzden.

İkinci kardeş haberinin asıl sürprizi ise gelen kardeş sayısının ne bir ne de iki oluşuydu. Annesinin hızla büyüyen karnının içerisinde üç bebeğin yaşıyor olduğunu, Yaman annesi doğum yapana kadar aklına hatta hayaline sığdırmakta zorlanmıştı.

İlk yaklaştığı beşiğin içinde görmeyi beklediği kardeşlerinden hiçbiri yoktu. Yaman ikinci beşikte de aynı manzarayla karşılaşınca korkuyla annesine seslenmek üzereyken üçüncü beşiğin içindeki minik bedenleri görmüştü.

Annesinin hepsini tek bir beşiğe yatırmayacağını biliyordu. Uyurlarken bazen birbirlerine istemsizce zarar verebiliyor ya da birbirlerini uyandırıyorlardı. Muhtemelen Toprak ve Rüzgar uyanıp Deniz’in yanına tırmanmışlardı. Deniz’in uykusu diğerlerine göre daha ağırdı, bazen uyandırmak istediklerinde de uyumaya çalışıyordu. Yaman bu duruma sessizce gülerken kardeşlerini daha iyi görebilmek için parmak uçlarında yükseldi.

Yanılmamıştı. Üçüzler birlikte mışıl mışıl uyuyorlardı.

Rüzgar, beşikte duran peluş ördeğe sarılmış, Deniz’in omuzuna yaslanmışken Toprak sıkıca Deniz’in elini tutuyordu.

Henüz üç yaşlarına girmemiş olmamalarına rağmen aralarındaki bağ, üçüz olduklarının farkındalarmış gibi kuvvetliydi. Yaman çoğu kez onları birbirlerinden kıskansa da sesini çıkartmamaya çalışıyordu. Annesine gidip kendisi de üçüz olarak doğmadı diye çoğu zaman üzüldüğünü anlatırdı, Pınar bunun artık mümkün olmadığını ama en büyük çocuk olmanın da çok güzel bir şey olduğunu söylediğinde ise bu kez Yekta mızmızlanmaya başlardı.

Sıklıkla Pınar ve Savaş’ı yoran bu sohbetler, üçüzler gelip abilerine sırnaşana kadar sürüyordu. Özellikle Deniz boş bulduğu her an kendisini birinin kucağına attığından abileri düşüncelerinden uzaklaşıyorlardı.

Yaman, kardeşlerini sessizce izlerken odanın kapısının aralandığını hissedince hızla arkasını döndü. Gelen Yekta’ydı.

İşaret parmağını dudaklarına bastırdı Yaman, kardeşinin çikolata lekeleriyle kaplanan yüzünü gördüğünde ise gülmemek için zor durmuştu. “Sessiz ol, uyuyorlar.”

“Ben de bakayım!” Yekta kısık sesle bağırır gibi heyecanla beşiğe yaklaştı.

“Buraya bas.” Yaman, beşiğin altındaki çıkıntıyı gösterdikten sonra her ihtimale karşı kardeşini sırtından destekledi. Yekta beşiğin içinde yatan üçüzleri incelerken hiç görmemiş gibi meraklıydı. “Neden hepsi birlikte yatıyor abi? Diğer beşikler boş kalmış.”

“Bilmiyorum ki.” dedi Yaman fısıltıyla. Toprak ve Rüzgar’ın Deniz’e düşkünlüğünü anlamakta bazen zorlanıyordu.

Büyüdükçe ise keşke hiç anlamasaydım dediği bu gerçeği kabullenmek zorunda kalmıştı.

Bu andan yaklaşık beş ay sonra, 20 koca yıl üçüncülerinden ayrı kalacak olacak Toprak ve Rüzgar saf kalpleriyle ellerindeki üç yılı hep yana yana geçirmek istemişlerdi. Deniz’in onlardan gideceğini belki de içten içe hep hissediyorlardı.

 

~

 

İzgi’nin bilincini yitirip Acar’ın kollarına yığılması herkesi önce küçük bir afallamayla duraksatmış hemen sonrasında ise telaşın ortalığı kaplamasına neden olmuştu.

Koray, Acar’ın kucağındaki kızın başını desteklerken çoktan ayaklanmış olan Savaş, Yaman ve Barış üçlüsü de yanlarında bitmişti. Reyhan, bu sahneyi izlerken ne hissetmesi gerektiği kestiremiyordu. Üzülmeliydi, korkmalıydı ama bunları hissetmiyordu. Haftalardır olduğu gibi sessizce eşinin yasını yaşamaya devam etmeyi istiyordu. Annesi Emine Hanım’ın oturduğu koltuktan kalkmadan olanları memnuniyetsiz tavrıyla gözlemlediğini gördüğünde omuzlarını düşürdü.

Annesini hiçbir zaman memnun etmeyi başaramamıştı. Alpay ile evlenmeye karar verdiğinde şiddetle karşı çıkan annesini dinlemeden yaptığı evlilikten 25 yıl boyunca bir kez olsun pişman olmamıştı. Denemelerine rağmen sahip olamadıkları çocuk ise annesi için başka bir eleştiri kapısına dönüşmüştü. Emine Hanım sorunun Alpay’dan kaynaklandığına emin olsa da çocuk sahibi olamayan isim Reyhan’dı. O dönemin tıbbi şartları altında deneyebilecekleri her yolu deneseler de olmamıştı.

Alpay, Emine Hanım’ın suçu kendisinde bulmasını düzeltmeden, karısı yerine kendisi psikolojik olarak hasar almayı tercih etmişti hep. Reyhan’ın annesi tarafından yeterince ötekileştirildiğinin farkındaydı. Farkında olmak için geç kaldığı tek detay, Reyhan’ın anneliğinin kendi annesinin tıpatıp aynı oluşuydu.

İzgi’yi evlat edindiklerinde bunun olacağına ihtimal vermemişti. Reyhan’ın, annesinin yaptığı yanlışlardan canı yandığı için İzgi’ye tam tersi şekilde davranacağını sanmıştı. Ancak Reyhan, İzgi’ye belki de annesinin kendisine uyguladığından çok daha fazlasını göstermişti. Alpay, zaman zaman İzgi’yi hiç evlat edinmemiş olmayı dilerdi. Reyhan’ın bir sözünden, bazen bir bakışından kırılıp saatlerce ağlayan kızın hayatına hiç girmemiş olsalardı ne olurdu diye düşünürdü.

İzgi’yi elinden geldiğince sevmeye çalışmış, Reyhan’dan bazı zamanlarda uzaklaştırmayı başarmıştı. Ancak Alpay için öncelik hiçbir zaman İzgi değildi. Babası gibi değil de, en fazla babasının bir arkadaşının yapacağı amcalık kadar korumuştu İzgi’yi.

Reyhan, annesine ve onun yanında oturan erkek kardeşine baktı. İkisi de ortalık birbirine girmesine rağmen telaşsız görünüyordu. Ardından bakışlarını diğer tarafa çevirdi.

İzgi’nin halen Koray’ın yanında gelen adamın kucağında olduğunu gördü. Dakikalar önce İzgi’nin gerçek ailesi olduğunu öğrendiği insanlar ise etrafına toplanmışlardı. Reyhan boş bakışlarla seyrettiği insanların saniyeler içerisinde bahçeden ayrılmaya başladıklarını gördüğünde duraksadı. Onları durdurup, İzgi’yi içeriye götürmelerini söyleyecek gibi olduğunda annesiyle göz göze geldi.

Bunu yaptığında annesinin vereceği tepkiyi hayal etmesi Reyhan’ın hamle yapmaması için yeterliydi. Reyhan bencil bir kadındı, bir anne olmaktan yıllardır olduğu gibi halen çokça uzaktı.

Acar, sıkıca tuttuğu İzgi ile birlikte etrafındaki kalabalığı umursamadan arabaya yönelmek için hareketlenirken arabanın sitenin dışında olduğunu hatırlayınca sessizce küfretti.

“Arabayı ebesinin amında niye bıraktık biz lan?” Koray’a seslenmiş olsa da Göktürk üçlüsünün duymaması mümkün değildi.

“Bizim arabalar burada, hastaneye gidelim hemen. Oyalanmayalım.” Yaman, kimin nesi olduğunu bilmediği bir adamın kucağındaki zarif bedenden gözlerini ayırmadan konuşurken kızın gerçekten kardeşi olup olmadığını anlamaya çabalıyordu. Mahmut’un şirkete gelmeden önce yaptığı araştırmanın sonucu Levendoğlu ailesinin evine yöneltmişti Göktürkleri. Fakat kimse hiçbir şeyden emin değildi henüz.

Babası kızı görür görmez ‘Deniz’ diye sayıklamış olsa da yalnızca göz renginden anlayacak kadar sığ bir konu değildi bu.

“Gerek yok, Koray sen gidip arabayı geti-…” Acar’ın cümlesini bitirmesine izin vermeyen Savaş’tı. “Kimsin bilmiyorum ama kucağındaki kızı bu dakikadan sonra feriştahın gelse gözümün önünden ayıramazsınız. Binin arabalara.”

Barış ve Yaman’ın aynı anda açtığı araba kilitleri senkronize bir ses çıkarttığında Acar karşısındaki adamın keskin bakışlarının hapsindeydi. “Siz…” dedi Acar yalnızca fakat devamında ‘kimsiniz’ gibi bir soru geleceği açıktı.

“Savaş Göktürk.” Savaş, oğlunu ve kardeşini şaşırtacak kadar sakindi. “Kollarının arasındaki kızın babasıyım. Şimdi bin şu arabaya, yoksa kızımı alıp seni burada bırakıp gideceğim.”

Yaman ve Barış, Savaş’ın bu kadar emin şekilde kızın Deniz olduğunu savunmasına şimdilik bir şey demeseler de akıllarında bolca soru işareti vardı.

Savaş ise dakikalar önce yemyeşil ormanların kendisine baktığını gördüğünde karşısındakinin Deniz olduğundan emin olmuştu. Aksi mümkün değildi, kızını yirmi değil kırk yıl da geçse gözlerinden tanıyabilecek kadar çok izlemişti geçirebildikleri üç yılda.

Koray, Acar’ın işaretiyle arabaya binmek için hareketlendiğinde Barış ikinci araca geçerken Acar İzgi ile birlikte ilk aracın arka koltuğuna yerleşti. Koray yanına oturacakken Savaş Göktürk engeline toslamış, Yaman’ın sürücü koltuğuna oturduğu arabada ön koltuğa geçmişti.

Arabalar peş peşe siteyi terk ederken Savaş’ın gözleri İzgi’nin yüzündeydi. Gözkapakları kapalıyken yeşillerini göremiyor olsa da geriye kalan detaylarda dolaşıyordu bakışları. Güzelliğinin önüne geçmeye çalışan, solgunlaşmış gözüken tenine rağmen melek gibiydi. Savaş dişlerini sertçe birbirine bastırıp çenesini kasarken parmaklarını yavaşça yüzüne uzattı. Alnına değen birkaç tutam saçı teninden uzaklaştırırken, saatlerce çizim yapsa bir an olsun sızlamayan parmak uçları tutuşmuş, titremeye başlamıştı.

“Babam,” dedi yalnızca dudakları kıpırdamış sesi hemen dibinde oturan Acar’a bile ulaşmamıştı. “Özür dilerim can suyum, geç kaldım ben sana, affedeceksin değil mi baybanı?” Kızı kendisinden koparılmadan önce halen ‘baba’ kelimesini o fazlalık harf olmadan söyleyemiyordu. Savaş, kızından hiç başka halini duyamamıştı bu seslenişin.

“Baba…” diyerek arabadaki garip sessizliği bölen sürücü koltuğundaki Yaman oldu. Savaş, gözlerini kızından ayırmadı. “Söyle.”

“O… Ya o kız Deniz değilse, boşu boşuna umut ediyorsak…”

Savaş, kendisi için bir kanıta ihtiyaç duymuyordu. Ama oğlunun ikna olması için aklına ilk gelen ayrıntıyı söyledi önce. “Fındığa alerjisi var değil mi?”

Acar merakla Koray’a döndü. Koray ise başını hızla arka koltuğa çevirmişti. “Evet, siktir evet var.”

Yaman arabanın hâkimiyetini kaybetmemek için sıkıca tutunduğu direksiyonu bırakmadan yolda tutmaya çalıştı bakışlarını. Savaş, hem oğlu hem de arabadaki diğer iki adam için bir şey daha söyledi sakince. “Karnının sol üstünde de bir doğum lekesi var, kaburgalarının hemen altında.”

Acar bu kez Koray’dan bir onay alma gereği duymadı. İzgi’nin üzerindeki tişörtü hafifçe açtığında tenindeki o küçük kahverengi izi kendi gözleriyle gördü. Savaş da buruk bir tebessümle aynı ize bakıyordu.

“Sikeyim,” diyerek kafasını arkaya doğru sertçe vurdu Acar. “Kollarımda gerçekten Deniz Göktürk var.”

Koray yüzünü ovuşturarak nasıl korkunç bir senaryonun içinde olduklarına şaşırırken, Yaman artık babasından farkı kalmayan haliyle arabanın hızını arttırdı. Hastaneye ne kadar hızlı ulaşırlarsa kardeşine dokunup, kucaklayabilmek için daha az beklemiş olacaktı.

Savaş, araba yakınlardaki bir hastanenin önünde durana dek gözlerini bir an bile kızının üzerinden çekmedi. Baygın oluşuna telaşlanıyordu fakat sanki huzurlu bir uykudaymış gibi görünen İzgi telaşının artmasına engel oluyordu.

Arabadan ilk inenler Koray ve Yaman olurken Koray Acar’ın kapısını açmak için ilerleyemeden Yaman ondan önce davranıp arka kapıyı açtı. Acar’ın kucağındaki bedene bu kez kararsızlığından sıyrılmış ve özlemi gözlerinden taşan bir halde bakmıştı. İzgi’yi Acar’ın kucağından almak için kollarını içeriye uzattığında Acar bunu görmemiş gibi sıyrılıp İzgi’yi sıkıca tutarak arabadan indi.

Yaman’ın, İzgi’nin daha doğrusu Deniz’in abisi olduğunu arabada adam Savaş’a baba diye seslendiğinde anlamış olsa da İzgi’yi ona bırakmak istememişti.

Hastaneye girip, hemşirelerden biri tarafından öncelikle acile yönlendirildiler. Özel bir hastanede olduklarından etraf fazla kalabalık değildi fakat yine de hepsinin aynı anda İzgi’nin yanında durmasına izin verilmemişti. Savaş, izin verilen ikinci kişinin kim olacağını düşünmedi. Kendisi, ameliyata da alınsa kızının peşinden ayrılmazdı şu anda.

İzgi’nin yatırıldığı sedyemsi yatakta serum için elinin üstüne açılan damar yolunu kendi canı acıyormuş gibi yüzünü buruşturarak izlerken bir anda yanında beliren kişi Koray’dı. Dışarıdaki savaşı nasıl kazanmış olduğunu bilmiyordu fakat Yaman ya da Barış’tansa diğer iki adamdan birinin gelmiş olmasına sevinmişti. İzgi uyurken sormak istediği şeyler vardı.

Hemşire, “Her ihtimale karşı kan aldık, testlerin sonucu gelene kadar serum da bitmiş olur. Doktorla birlikte tekrar uğrayacağım.” diyerek uzaklaşırken etraflarındaki beyaz perdeler sayesinde bulundukları alanı kimse görmüyordu.

Savaş, kenarda duran sandalyeyi yatağın dibine kadar sürükleyip oturduktan sonra İzgi’nin serum olmayan elini yavaşça kavradı. Başparmağıyla elinin altındaki yumuşak teni okşarken gözleri halen kızının yüzündeydi. Gözlerini ondan çekerse kaybolacakmış gibi hissediyordu. Yokluğuyla o kadar uzun zaman sınanmıştı ki, şimdi yanında olduğuna inanası gelmiyordu. Rüya görmediğine inanması zaman alacaktı.

“Gerçek değilmişsiniz gibi geliyor, kusura bakmayın ama sanki birazdan kalkıp gidecekmişsiniz gibi hissediyorum. Nasıl bir oyun var ortada, bizim rolümüz ne anlayamıyorum.” Koray, kollarını göğsünde birleştirmiş halde Savaş’ın karşı tarafında, yatağın diğer kısmındaydı. Bakışları bir İzgi’ye bir Savaş’a dönüp duruyordu.

“Öncelikle…” Savaş kısa bir an Koray’a baktı. “Kim olarak konuşuyorsun benimle, Deniz’in neyisin sen?” dediğinde Koray kıskançlıkla bezeli bir dürtüyle adının Deniz olmadığını haykırmak istedi. Yıllarca İzgi’m diyerek seslendiği kişiye birilerinin bambaşka bir kimlikle sesleniyor olmasına kısa zamanda alışamayacağı kesindi.

“Abisi, kardeşi, arkadaşı… Hatta belki bazen babası.” Son kelimeyi bastıra bastıra söylediğinde Savaş’ın kalbine nasıl bir yük bıraktığını bilseydi belki de susardı Koray. Ona göre yabancı bir adam olan Savaş Göktürk’ün kalbinde kızı için nasıl bir yara bulunduğunu bilseydi o yaraya böyle umursamazca tuz basmaya çalışmazdı.

“Koray,” dedi Savaş önce sakince. Acar’ın ona birkaç kez seslenmesiyle adını çoktan öğrenmişti. “Ben Deniz’in yaşıyor olduğunu öğreneli yaklaşık 4 saat oluyor. Öğrendim, inanmakta güçlük çektiğim o umuda tutundum ve o eve geldim. Benim yarım kadar bile olmayan bir mezarın başında ağlamaya başlayalı ise 20 yılı geçiyor. Bu acıyı sana tarif etsem bir şey anlayamazsın, tecrübe ederek de tatmasını istediğim bir Allah’ın kulu yok bu dünyada.”

Koray sertçe yutkundu. Empati yapabileceği bir konu olmadığının farkındaydı ama yine de ufacık bir düşünme anı bile içinin kararmasına yetmişti.

“Beni tanımıyorsun, zamanla tanırsın. Aklındaki soruların birçoğu benim de zihnimde, o cevapları bulup ortaya dökeceğimi bil. Ama şimdi değil, önce kızımın varlığına alışacağım. Kızımı annesine, kardeşlerine kavuşturacağım. Sonra bu 20 yıllık yaraya değil sebep olanlar, adı hikâyenin bir köşesinde bir kez olsun geçenlerden bile tek tek hesap soracağım. Bunu kendim için, senin için ya da bir başkası için değil; kızım için yapacağım. Deniz için…”

Koray, hipnoz olmuş gibi karşısındaki adamı dinlerken cümlelerinin sonunda dudaklarının kenarı yavaşça kıvrıldı. Geç kalınmıştı, çok geç kalınmıştı.

Ama bir yandan da olabilecek en doğru zamandı.

İzgi’nin, Alpay Levendoğlu’nun ölümünden sonra en sevgisizlikle sınandığı zamanda kocaman bir sevgi çemberinin içine düşmek üzere olması en azından işleri yoluna koymak için başlangıç adımı olacaktı. Zor olacaktı belki fakat eninde sonunda olacaktı.

Savaş, Koray’a sormayı düşündüğü tüm soruları erteleyerek bütün dikkatini kızına verdi. Elini okşadı, zaman zaman eğilip öptü. Koray, dakikalar önce ateş püskürtmeye çalıştığı adama şimdi bambaşka bir pencereden bakabiliyor olduğundan sessizce yanlarından ayrılmıştı.

Savaş, çaresiz bir merakla yüzünü kızının omuzuna doğru yaslayıp kokusunu hissetmeye çalıştı. Bebek kokusunu hatırlamak istese de artık hatırlayamıyordu, burnunda kalan tek koku isli yanık kokusuydu.

Aldığı haberle çiftliğe ulaştığında kızı diye çıkartılan, dakikalarca alevlerin arasında kalan bedenin kızı olmadığını saatler önce öğrenmişti. Ama bu, o acının, kızını son kez sarışının hissettirdiklerinin silindiği anlamına gelmiyordu.

Kucağından o cansız bedeni uzun bir süre kimse alamamıştı. Savaş, kaç kişi gelirse gelsin göğsüne yasladığı, her yeri yanıklarla kaplı, saçlarına kadar yanmış olan o bebeği bırakmamıştı. Ne Pınar ne de çocuklar o an orada değillerdi. Savaş, karısının tüm ısrarlarına rağmen o bedeni görmesine sonrasında da hiç izin vermemişti. Pınar’ın bunu atlatamayacağından korkmuştu, korkuları yersiz değildi. Savaş hiç atlatamamıştı, karısı da ondan farklı hissetmeyecekti.

Savaş, başını kızının omuzuna koyduğunda burnuna dolan kokunun çiçek bahçesinde gibi hissettirmesine buruk bir tebessümle tepki verdi. Bu kokuyu ilk kez alıyordu, bundan sonra hep alabiliyor olmak için ne yapılması gerekiyorsa yapacaktı. Çekindiği, göze alamayacağı hiçbir şey yoktu.

“Bitti babam, o evdeki insanlardan aldığım enerjiler beni inşallah yanıltıyordur ama hiç umudum yok. Ait olduğun yerdesin artık, uyandıktan sonra bambaşka olacak her şey. Söz veriyorum, her şeyim üzerine yemin ediyorum sana. Ne kalbine ne tenine bir daha zarar gelmeyecek, baban burada, yanında.”

Savaş, aklına gelen bebeklik anılarını hem kendine hatırlatmak hem de İzgi’nin zihnine işlemek ister gibi anlatmaya başlarken yanlarına uzun bir süre kimse gelip gitmedi. Savaş, oğlunu tanıyordu. Biri onu tutmasa yanlarına damlayacağından adı kadar emindi.

Yaman’ı hastanenin girişinde oyalayan ise herkesi şaşırtarak Acar olmuştu. Koray, içeriden çıkıp yanlarına geldiğinde içeride bir kişilik izin boşluğu oluşunca içeriye girmeye çalışan Yaman, Acar engeline takılmıştı. “Sizden iki kişi oluyor, adil değil. Ya ben girerim ya da sen de burada kalırsın.” Acar’ın garip denklemi Yaman’ı zar zor bahçede tutmaya yeterken Barış ve Koray kenarda oturuyordu.

Barış, Savaş’ın sormaktan çekindiği birkaç şeyi Koray’a sormaya çalıştığında net bir cevap almıştı. “İzgi size neyi ne kadar anlatmak isterse o kadarını dinlersiniz ondan. Ben en sevdiği renk sorusunu bile cevaplamayacağım.”

Barış, memnun olmasa da üstelemeyerek önüne döndüğünde telefonu çalmaya başladığı için herkesin bakışları ona çevrilmişti. Telefonunu ceketinin cebinden çıkarttığında ekrandaki ismi görünce hızla Yaman’a baktı. “Toprak arıyor.”

Koray ve Acar için bir şey ifade etmeyen bu isim Yaman’ı germişti. Toprak, sezgileri kuvvetli biriydi genelde. Söylediğiniz bir kelimenin tonlamasından yalanı, sırrı anlar insanı delirtirdi.

“Aç, geçiştir bir şekilde amca. Şirkette olmadığımızı yeni fark etti sanırım, çıkış saati gelmiş.”

Barış ‘kolaysa sen yap’ bakışlarıyla yeğenine ters ters baksa da telefonu daha fazla oyalanmadan açtı.

“Söyle aslanım.”

Toprak’ın sorgulayıcı sesi kulağına doldu hemen sonrasında. “Babam telefonunu açmadı, hiçbirinizi odalarınızda göremeyince seni aradım ben de. Abim de yok, neredeler haberin var mı?”

“Biz öğlen çıktık şirketten, bu teslim tarihi değişen proje için bir iki görüşme yaptık falan. Saat geç olunca da dönmeyelim dedik.” Barış aklına ilk geleni söylerken Yaman başparmağıyla onaylayıcı bir işaret yaptı. Ona göre yeterli bir yalan gibiydi şimdilik.

“Görüşmelerden sekreterlerinizin haberi yok sanırım, hepsi fellik fellik sizi arıyor. Proje ile ilgili görüşmeye gelen kişilerle konuşun diye.” Barış kısık sesle ağır bir küfür savurdu. Güzel sıyrıldığını düşünürken en olmayacak yerden gol yemişti.

“Şöyle ki-…”

“Amca uzatmayalım, ne çeviriyorsanız dökül bir an önce. Yoksa ilk işim annemi ve yengemi ayaklandırmak olacak.” Barış telefonu kulağından hafifçe uzaklaştırdıktan sonra, “Sıçtık.” diye mırıldandı. Yaman bir şeylerin yolunda gitmediğini anlayarak mecburen telefonu amcasından almıştı.

“Ne diyorsun Toprak? İşimiz var abim, sonra arayacağım ben seni.”

“Ne işiniz var Yaman abi? Üçünüzün bildiği, apar topar gittiğiniz iş ne olabilir?”

“Sana sürpriz hazırlıyoruz koçum, kapat çok yazmasın. Konuşasın varsa boş gezenin boş kalfası karındaşını ara.” Yamaç telefonu Toprak başka bir şey diyemeden kapatıp sanki yeniden ararsa kaçabilecekmiş gibi amcasına verdi hızla. “En fazla bir saat idare eder bu bizi, sonra polise falan gider kesin. Kime çekti bilmiyorum ama ilginç bir çocuk oldu.” Hayretler içinde konuşması Koray’ı biraz güldürürken Acar, İzgi’nin kaç abisi olduğunu hesaplamakla meşguldü.

Şimdiye kadar üç saymıştı. Yanında dikilen herif, telefondaki Toprak denilen adam ve az önce bahsedilen ‘karındaş’. Belli ki telefondaki adamın ikizi vardı.

“Deniz ne zaman uyanır acaba?” Yaman merakla kendi kendine sesli düşünürken kimseden cevap gelmedi. Bu bekleyişin çok uzun sürmemesini umuyorlardı hepsi.

Aynı dakikalarda Savaş, yanlarına gelen doktorla konuşuyordu. “Bir sorun yok o halde.”

“Dediğim gibi, görünürde hiçbir problem yok. Serumu bitmek üzere, az sonra uyanacaktır. Uyandığında çıkışınızı yaparız, olağandışı bir durum sezerseniz hemşire hanıma seslenebilirsiniz.”

Doktor yanlarından ayrıldığında Savaş biraz rahatlamıştı. Doktorun kendisinden bir sorun olmadığını duymak iyi hissettirmişti. Stresten bayıldığını az çok tahmin etse de yine de kötü bir şey duyma korkusu son ana kadar yanı başındaydı.

Dakikalar sonra İzgi’nin gözkapaklarının hareketlenmeye başladığını Savaş fark etmekte gecikmedi. Gözlerini zaten kızının üzerinden ayırmıyordu hiç.

İzgi, gözlerini aralarken başının sızlıyor oluşunu hissetmeye başladığı için yüzünü buruşturdu istemsizce. Alnına saplanan ağrıları elini oraya uzatarak engellemek istediği için sağ elini kaldırdığında damar yolunun açıldığı eli olduğu için canı yanmıştı.

“Şş, sağ elini oynatmak yok. Ne istiyorsan söyle bana.”

İzgi, duyduğu sesi gözlerini aralamadan önce içerisinde bulunduğu rüyalar aleminden hatırlıyor gibi olduğunda şaşkınca etrafa bakınmaya çalıştı.

Sırtı kendisine dönük halde ağlıyor olduğunu gördüğü bir beden vardı rüyasında. Dizlerinin üzerinde oturmuş yüksek seslerle ağlıyordu. İzgi, adamın kim olduğunu bilmese de ağlamasına dayanamayarak yanına ilerlemiş önüne geçerek tıpkı onun gibi diz çökmüştü. Adam onu gördüğünde ağlamayı aniden kestiği için şaşırmaya fırsat bulamadan bu kez gülümsemeye başlamıştı aynı kişi. “Geldin.” demişti kendisine. “Geldim, ağlama artık.” İzgi, adamı ağlatanın kendisi olduğunu hissederek bunu söylediğinde bir anda etrafına sarılan kollarla bedeni çepeçevre kuşatılmıştı. “Ağlamayacağım Deniz, ağlamayacağız bir daha.”

Gözlerini tam olarak aralayabildiğinde başını kendisine doğru eğmiş olan birini görmek İzgi’nin gözlerini kırpıştırarak gördüğü yüzü incelemesine sebep oldu. İlk gözüne takılan karşısındaki adamın yeşil irisleri oldu. Aynaya bakıyormuş gibi hissettiren yeşil gözlerin içinde dolaşan duyguların yoğun olduğu açıktı fakat İzgi o duyguları yorumlamakta güçlük çekiyordu.

“İyisin değil mi?” Adamın yeniden konuşmasıyla İzgi bu sesin rüyasındaki ses olduğuna emin olurken adamın yüzünün de aynı olduğunu fark etti. Rüyasındaki adam karşısında duruyordu.

“Başım…” diyebildi fısıltıyla. Başındaki ağrı, uyumadan öncesini hatırlamaya çalışırken artmıştı. Savaş, ellerinden birini onun alnına uzattı. Canını acıtmayacak şekilde parmaklarını masaj yapar gibi alnında dolaştırmaya başladığında İzgi’nin kasılan yüzü yavaşça gevşemişti. “Doktorunu çağıracağım şimdi, ağrın geçsin diye bir şeyler eklerler serumuna.”

“Geçiyor.” Savaş, sesini yüksek çıkartamayan kızının söylediğine rahatlayarak parmaklarının hareketine devam etti. “Geçecek, her şey geçecek.”

İzgi, başı rahatladıkça düşünmek için daha çok zorlayabiliyordu zihnini. Hastanede olduklarını anlamıştı. Neden hastanede olduğunu anlamak için kendisini gözlerini kapatmadan öncesine götürmeye çalıştığında yavaş yavaş belirginleşmeye başlayan sahneyle yutkundu.

Alnına masaj yapmaya çalışan bu adam, kendisine Deniz diye seslenip bilincini kaybetmesine yol açan adamdı. Kim olduğunu bilmese de aklından geçen seçenekler çok çeşitli değildi.

Savaş, kızın değişen bakışlarından tamamen kendisine geldiğini anladığında derin bir nefes aldı. Nasıl konuşmaya başlaması gerektiğini bilmiyordu. Kızının gerçekleri ne ölçüde biliyor olduğundan haberdar değildi. Koray yanlarından sıvışmasaydı ona soracağı en önemli soru bu olacaktı.

“Neden o evdeydiniz?” İzgi bakışlarını adamın yeşil gözlerinden ayırmadan sorduğu sorunun cevabını fazlasıyla merak ediyordu.

Savaş, bugün anlatmasa yarın anlatması gereken gerçekleri şu an ortaya dökmeye başlamaktan emin olamadı. “Koray’ı çağıralım mı?”

İzgi bu soruyu duyduğuna çokça sevinerek başını salladı. Yanında yalnızca bu adamın bekliyor olmasını garipsemişti ama Koray ve Acar’ı sormak aklına gelmemişti.

Savaş telefonunu çıkartıp Barış’ı aradı. Telefon açılır açılmaz Koray’ın içeri gelmesini söyleyip kapatmıştı. Uyandığını söylerse hepsinin içeriye doluşacağını düşünüyordu. Muhtemelen yanılmıyordu da.

Bir dakika bile geçmeden yanlarında beliren Koray, İzgi’nin uyanmış olduğunu görünce hızla yanına eğildi. “İzgi’m, iyi misin?” Yanağını öptükten sonra doğrulup yüzüne bakmaya başladı.

“İyiyim.” Ağız alışkanlığıyla bu şekilde cevaplasa da iyi olmadığı ortadaydı.

Koray, şu an İzgi’nin en çok neyden çekindiğini bildiğinden gülümsedi. “Sahildeki soru işaretlerini hatırlıyorsun değil mi? Ya ben değilsem demiştin hani…”

İzgi, göz ucuyla Savaş’a baktı. Bu birkaç saniye sürmeden hemen bakışlarını kaçırmıştı. Savaş ise Koray’ın bahsettiklerini anlamaya çalışıyordu.

“Sen uyurken biz o soru işaretlerini sildik.” dedi tebessüm ederek. “Acar’ın babası yanılmıyordu, Deniz Göktürk sensin.”

Savaş şaşkınca Koray’a baktı. Kızının Deniz Göktürk olma ihtimalinden kendisinin de haberi var mıydı yani? Levendoğluların öz ailesi olmadığını biliyor olması garip değildi fakat gerçek kimliğine nasıl ulaşmıştı?

İzgi’nin sol elini yüzüne kapatıp gizlenmesini iki adam da beklemiyordu. Savaş, halen kızının alnından çekmediği elini hareket ettirerek saçlarını geriye doğru okşadı. İzgi’nin aldığı derin nefesler bedeninin yavaşça inip kalkmasına sebep olurken Savaş ve Koray tedirgindi.

“İzgi…” dedi Koray ılımlı bir sesle. “Sakin olmaya çalış canımın içi, hiçbir şey için acele etmene gerek yok. Herkes sen ne istiyorsan onu yapacak, zorunda hissetmen gereken hiçbir şey yok.”

“Ben… Benden mi rahatsız oldu? Çıkayı-…” Savaş bir yandan bu düşünceyle içi yanarken diğer yandan kızının rahat hissetmesi için her şeyi yapabileceği için ayağa kalkmak üzereyken, kızının parmakları saçlarının arasında duran eline tutundu. “Gitme.” Savaş’ın birkaç parmağını tüm avucuyla sardığında yüzü de açığa çıkmıştı İzgi’nin.

Savaş büyük bir heyecanla kızına doğru eğildi. Kalmasını istemesini de elini sıkıca tutmasını da beklemiyordu. Gözünün önünden geçip giden, bebekliğinden beri minik parmaklarıyla sıkı sıkıya kendisine tutunan kızının görüntüsü içini titretmişti. “Gitmem, sen kal dersen ben bir daha hiç gitmem can suyum. Buradayım babam.”

İzgi, çoktan hissetmeye başladığı gerçeği Savaş’ın dilinden de döküldüğünde tamamen kabullendi. Elini tuttuğu bu adam babasıydı, gözlerinin bir çift kopyasını taşıdığı bu adam Deniz Göktürk’ün babasıydı. Kendisi ise Deniz’di. Yıllardır taparcasına sevdiği o mavi sonsuzluk, adının ta kendisiydi.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm