Düşten Farksız 21.Bölüm

 21.BÖLÜM



“Yüz yüze tanışmamıştık, Özgür ben.”

Özgür ve Pars oturduğumuz masaya vardıklarında yanımızda oturan kişinin Korel olduğunu anlamaması imkânsızdı. Mayıs’ın kafede olduğumuzu söylerken bunu kesin belirttiğini düşünüyordum.

Konuşurken uzattığı eli Korel tarafından kavrandı, kısaca el sıkıştılar. “Korel ben de,” dediği sırada bakışları Özgür’ü bulduğu için mutluydum. Girişte olduklarını fark ettiğimizden beri Korel’in Pars’a kilitlenmiş gibi bakması beni fazlasıyla germişti.

“Oturmayacak mısınız?” diyerek araya giren Mayıs başıyla masadaki boş sandalyeleri işaret etmişti. “Abim ve Korel tanışmıştı zaten.” Evet, memnun olmaktan kafayı yemiş gibi görünüyorlardı hatta.

Pars ve Korel’in tepkilerini görebilmek için hızlıca ikisine de bakmıştım. Korel sakince gülümsemiş, Pars ise beni şaşırtmayarak bir şey duymamış gibi tepkisiz kalmıştı.

“Oturalım,” derken Özgür’ün de fark edilmemesi epey zor olan gerilimi fark ettiğini bakışları Pars ve Korel arasında gidip geldiğinde anlamıştım. Mayıs’ın yanındaki sandalyeye Özgür yerleşti, karşısında Korel ve çaprazında da ben vardım. Kalan boş sandalye masanın başında, ben ve Mayıs’ın arasında kalan kısımdaydı. Pars da oraya oturmuştu.

“Ne zaman tanıştınız ki siz-…” diyerek başladığı sorusunun sonu gelmeden Özgür sanırım cevabı kendisi bulmuş olacak ki sessizleşti. O günün akşamında kendisi de Pars’ın kapısına dayanmıştı zaten.

Kahve bardağımda duran pipeti sağa sola iterken çaresizce Mayıs’a baktım. Kendimi hiç rahat hissetmiyordum. Dudakları aralandığında beni kurtarmak için bir şeyler söyleyeceğini umuyordum.

Ummakla da kalmıştım.

“Biz birazdan kalkalım olur mu? Ertelemememiz gereken bir konuşmamız var bizi bekleyen.” Başını hafifçe Özgür’e çevirerek söylemişti bunu. Dalga mı geçiyordu? Onlar gidecekti ben de Pars ve Korel’in arasında oturup bekleyecek miydim?

“Öyle yapacağız zaten, Despina seni eve bırakayım oradan ayrılırız.” İkinci kısımda bana döndüğünde hevesle başımı sallayıp onaylamak üzereydim ki hareketimi engelleyen ufak(!) bir pürüz oluştu.

“Ben bırakırım,” diyen ses aynı anda iki ayrı ağızdan yükseldiğinde dudaklarımı pipetime yapıştırıp kahvenin yarısını mideme yolladım. Ben yutana kadar umarım az önceki an yok olurdu.

Mayıs’ın yüzündeki ifadeyi artık tanıyordum. Gülmek için çırpınan ama kendisini tutan haliydi bu. Özgür ise hafif çatılmaya başlayan kaşlarıyla birlikte sırayla Pars ve Korel’e bakmıştı.

“Yolumun üstü, ben bırakırım eve.” Pars az önce onunla birlikte bir kişi daha aynı öneriyi sunmamış gibi rahatça arkasına yaslanarak konuşmuştu.

“Güvenip Despina’yı yalnız bırakabileceğim kişiler arasında yoksun. Özgür bırakmayacaksa, ben bırakmak zorundayım.”

Korel’in babam tarafından özellikle uyarıldığını ve yanımda saydığı kişilerden biri yoksa yalnız olmamam gerektiği konusunda ciddi olduğunu biliyordum. Ama bu, ikisinin birbirleriyle inatlaşmasını seyredeceğim anlamına gelmiyordu.

“Tam aranızda oturuyor olduğumun farkında mısınız?” diye sordum sakin sakin. “Fikrimi sormayı aklına ilk getirene ödül veririm diye düşünmüştüm aslında.”

Mayıs burnunu kaşır gibi görünse de eminim ki gülüyordu. Özgür ise bana nedenini çözemediğim gurur dolu bakışlarla bakmaya başlamıştı.

“İşim sana eşlik etmek, Despina. Kırıcı olduysam üzgünüm ama güvende olduğundan emin olmak zorundayım.” Korel bana doğru dönüp açıklama yaparken ona gözlerimi açıp kapatarak anladığımı belli eder şekilde baktım.

“Bir kez daha beni onun için bir tehlikeymişim gibi anarsan…” Pars konuşmaya başladığında omuzumun üzerinden ona dönmüştüm direkt. Cümlesinin devamı gelecek miydi bilmiyordum ama bakışlarımız kesiştiğinde susmuştu.

Yüzüme düşen saç tutamını kulağımın arkasına doğru ittim. “Yorulmana gerek yok, Korel’le geldim onunla dönebilirim.”

Mantıklı olan buydu. Bana eşlik etmek Korel’in de dediği gibi onun işiydi bir açıdan. Ama mantıklı olanı seçtiğim halde içimde bir parçanın pek memnun olmadığını hissediyordum. O parça mantıktan çok uzakta, bambaşka baskılar altındaydı.

Olumlu -hatta en azından olumsuz- bir tepki vermesi için başımı eski haline çevirmeden bekledim. Ancak bunu geciktirdikçe ona bakmaya devam etmem garipleştiği için en sonunda önüme dönmek zorunda kalmıştım. Bu süre boyunca yüzünden okuyabildiğim tek tepki, çenesindeki gerginlikti.

“Kahve içip öyle kalkın isterseniz-…” Mayıs’ın teklifi havada asılı kalırken kimse üstüne alınacak gibi durmuyordu.

“Siz burada kalın, biz gidelim. Boşuna uğraşmayın.” dedim aklıma geleni söyleyerek. Amacım onların uğraşıp uğraşmamasından çok, kendimi bir an önce eve atmaktı. Ona bakmayı kesmiş olmama rağmen Pars’ın kasılı çenesi ve tepkisiz yüzü gözümün önündeymiş gibi hissediyordum.

Cümlem bittikten sonra bir an bile beklemeden masadan kalkan Pars oldu. Herhangi bir şey söylemedi, masadan uzaklaşmaya başladı. Kısacık bir süre sonra da görüş açımızdan tamamen kaybolmuştu. Omuzlarımı düşürmemek için küçük bir savaş veriyorken Korel’e döndüm. “Biz de kalkalım mı?”

“Nasıl istersen.” dedikten sonra ayaklandı. “Arabaya doğru geçiyorum ben, gelirsin.” Mayıs ve Özgür’e bir şey söyleyeceğimi nasıl anlamıştı bilmiyordum ama buna sevinmiştim. Korel de ilerleyip yanımızdan ayrılınca yan yana oturuyor ve dizi izler gibi az önceki sahneleri izliyor olan ikiliye döndüm.

“Beğendiniz mi bölümü?”

“Ne?” diye aynı anda konuştuklarında göz devirdim. “Seninle zaten sonra konuşacağız,” derken Mayıs’a devam ederken de Özgür’e baktım. “Sen de keyifli keyifli izledin resmen, bana yardım edemez miydin?”

“Bana gerek kalmadı, ikisine de yerlerini bildirdin bence çığırtkan.”

“Özgür!” diyen Mayıs’a doğru döndü. “Söyle Mayıs çiçeği.”

Mayıs neye kızdığını unutmuş gibi gülümsediğinde oflayarak sandalyemi geri itip ayaklandım. Fazla aşka maruz kalmaktan baygınlık geçirecektim şimdi.

“Gidiyorum ben.”

“Öpmeden mi?” diye soran Mayıs üzgün üzgün bakışlar attığı için eğilip yanağını öpmüştüm. Doğrulmadan önce kulağına fısıldadım. “Beni abin ve Korel’le bırakma çabanı ayrı bir zamanda konuşacağız.”

Tedirgince gülümsese de onu rahatlatacak herhangi bir şey söylemedim.

Gitmek için hareketlendiğim sırada Özgür konuştu. “E hani bana?”

Yarı yoldan dönmem Mayıs’ı güldürürken ona ters ters baktığımda kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Sanırım küsmüştü, ben daha beter küsecektim ona.

Özgür’ü de öpüp doğruldum.

“Bundan sonra birbirinizi öpün, sürekli sizinle uğraşamam.” deyip saçlarımı savurarak çıkışa yöneldim. Arkamdan sesli bir şekilde güldüklerini yürüyor olmama rağmen duymuştum. Komik miydi?

Kafenin çıkışından sağa doğru ilerleyip Korel’in arabayı bıraktığı kısma yürüyecekken askılı elbisemin açık bıraktığı üst kolumda hissettiğim tüy hafifliğindeki dokunuşla irkildim.

Tepkim yükselecekken aynı anda kulağıma çarpan ses sakinleşmeme ve tehlike algılayan bedenimin yanlış alarm verdiğini kabullenmesine yol açmıştı.

“Bekle Despina,” diye konuşan Pars’a gözlerimi peş peşe kırpıştırarak baktım. Gitmemiş miydi?

Kolumdaki parmaklarını çektiğinde az önce temas ediyor olduğu kısmın tam neresi olduğunu unutmuş değildim. Sorsaydı, tam o noktayı gösterebilirdim.

“Efendim?”

Sanki ilk iki kelimesi dışında kalan konuşmayı planlamamış gibi duraksadı. Bekle dedikten sonra beklediğimde ne yapacağına karar vermemişti henüz belli ki.

“Seni güvende hissettiremeyecek bir adam değilim.” demesini beklemiyordum. Bunu söylerken yemin ediyor gibi koyu mavileriyle sözcüklerini mühürlemesini de öyle…

“Hım?” gibi bir şey mırıldanabildim. “O herifin yanı benim yanımdan daha mı güvenli? Onunla gitmek istemen bundan mı?”

“Pars…” dedim gözlerimi kaçırmadan gözlerine bakarken. Boynumu geriye atmam gerekiyordu yüzüne bakmam için. Kısa biri değildim. Sorun bende değil, karşımdaki adamdaydı. İki metre miydi, değilse de fazla sınırında olmalıydı.

“Cevapla, minik tanrıça. Cevaplamadığın sürece gitmene izin vermeyeceğim.”

O zaman cevaplamayalım diye çığlık atarak ayaklanan sesleri susturmakla birkaç saniye kaybettiysem de hemen sonrasında dudaklarım aralandı.

“Bahsettiğin kişi bir polis, Korel bir polis. Güven vermemesi komik olmaz mıydı?”

Dudağı alayla kıvrıldı. “Verdiği güven de mesleği de umurumda değil, sana bunu sormadım. Sana benim yanımdayken güvende hissedip hissetmediğini sordum.”

“Bu cevapla ne yapacaksın?” dedim zaman kazanmak için kıvranarak.

“İnan… İnan bu cevapla yapacaklarım kısaca anlatılamayacak kadar karmaşık.”

“O zaman uzun uzun anlat,” dedim duraksamadan. Az önce alayla kıvrım kazanan dudakları bu kez daha gerçek bir gülümsemeyle hareketlendi. “Cevap, minik tanrıça, önce cevap…”

Göğsümde hissettiğim ağrının tanıdıklığını sorguladım. Kalbimin ağrımasına alışkındım, orada yangınlar ağırlamaya aşinaydım ama şu an hissettiğimi bu iki tanıma da yakın tutamıyordum.

“Dün…” dedim fısıltıya dönüşmesini engelleyemediğim sesimle. “Saatlerce yanındaydım, saatlerce ağladım.” Söylediklerim gülümsemesinden iz bile bırakmayacak kadar düz bir ifadeye bürünmesine sebep oldu. “Bunu yapmazdım, o kadar savunmasızken güvende hissettirmeyen bir yerde kalamazdım.”

Bu, Pars’a söylerken aslında kendime de yaptığım küçük bir hatırlatmaydı. Gözyaşlarımı herkese göstermeye alışkın biri değildim. Elimden geldiğince saklanarak bir köşeye kaçarak içimdekileri akıtırdım. Dün, beni kucağında arabaya bıraktığında beni hemen eve götürmesini isteyebilecekken itiraz bile etmeden yanında kalmıştım.

“Güzel,” dedi sadece. Tonla şey söylemiştim karşılığı bu kadarcık mıydı?

Kaşlarım belli belirsiz çatıldığında bakışları orayı bulsa da fazla oyalanmadan yeniden gözlerime çevirdi odağını. “Ne güzel? Ağlamış olmam mı?” dedim dalga geçerek.

“Güzel olan sensin,” derken öylesine bir şey söylemiş gibi durağandı. Oysa kelimelerinin heyecanla sarınıp sarmalanmama yol açtığından haberi yoktu.

“Güzel miyim?” dedim istemsizce. Gülmedi, dalga geçmedi ya da garipsemedi. Başını hafifçe salladı. O sallantının bin katı içimde gerçekleşmiş gibi sarsıldım.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldanırken az önce tırnaklarımı çıkartmış olsam da şimdi yerine sinmiş sakin bir kediye benziyordum.

“Sözlü olarak teşekkür edilmesinin hiçbir anlamı yok.” Omzunu silkerek konuştuğunda anlamayarak baktım. “Nasıl teşekkür edeceğim başka?”

“Seni eve ben götüreceğim, Despina. Koray’a gitmesini söyleyeceksin ve birlikte eve gideceğiz.”

“Korel,” dedim gözlerimi kısarken. “Korel adı.”

“Her ne sikimse.” diye homurdandığını duymamış gibi yaptım. Adını bildiğinden, özellikle yanlış söylediğinden emindim.

“Bana güzel olduğumu söyleme nedenin bu mu? Korel’le değil seninle gelmem ve dediğinin olması mı?”

“Sana güzel olduğunu söyleme nedenim çok basit aslında.” derken başını küçük bir hareketle hafifçe eğdi. “Sessiz kalınamayacak kadar güzelsin, Afrodit.”

Aşkın ve güzelliğin tanrıçası… Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. Kirpiklerim birbirlerine dolanırken içimdeki hisler de en az onlar kadar dolaşıktı.

“Sen kimsin peki?” diye sordum kendimi tutamadan. Afrodit hakkında ne kadar bilgiye sahip olduğunu merak ediyordum, kendisini nereye yerleştireceğini ise daha da çok…

“Kimin yanına gitmeyi, sonsuz aşkı da onda bulmayı umarsa umsun Afrodit dönüp dolaşıp kendini aynı kollarda bulmuş.” diyerek başladığında onun dudaklarından sesli benim dudaklarımdan ise aynı anda ama fısıltı bile olamayacak kadar sessiz şekilde aynı isim döküldü.

“Ares,” dediği sırada eşlik etmiştim ona. Devamını ise içimden getirdim. Afrodit’in ondan başka kime koşarsa koşsun dayanamayıp geri döndüğü, güzelliğiyle kendisine bağlayamayacağı ruh olmamasına rağmen vazgeçemediği aşkı… Savaşın ve korkunun tanrısı olan Ares…

Onun Afrodit ve Ares’e dair bilgili olmasına mı yoksa beni Afrodit kendisini Ares kılmasına mı şaşırmalıydım, seçemiyordum. Tek bildiğim ağzımı açamayacak kadar afallamış olduğumdu.

Afallamışlığımın ona keyif veriyor olduğunu anlamak için derin gözlem yeteneklerine sahip olmaya gerek yoktu. Yüzündeki ifade bunu hiç gizlemiyor, aksine gururla sergiliyordu.

“Olmama izin verirsen senin için Ares olurum, kontrol ettiğim korkunun herkesin üzerinde kurduğu baskıyla seni korurum. Korku bir tek senin kalbine uğramaz, kalan herkesi yakıp yıkmasına karışmam.”

Onu dinlerken nefeslerimin hızlandığını ama aynı zamanda da yetmemeye başladığını yeni fark etmiştim. “İzin vermezsem,” dedim sık nefeslerimin arasından zar zor.

“Savaşırım, o izni almak için tüm gücümle savaşırım minik tanrıça.”

Kısa sayılamayacak bir an boyunca sessiz kaldım. Buna sabredemediğini belli ederek benden önce yeniden konuşmaya başladı. “Arabam arkamızda. Git, Koray’ı yolla, yanıma gel.”

Gözlerimi kıstım. “Emirlerin çok yoğun, uyacağımdan emin misin?” dedikten sonra ekledim. “Ayrıca Koray deyip durmayı bırak, adının bu olmadığını çok iyi biliyorsun.”

“Kaçıp durduğun kedilerden farksız görünüyorsun, uslu uslu o emirlere uyacağından eminim.”

Yüzümü buruşturdum. “Kediler mi uslu?”

“Kedi olduğunu kabul ediyorsun yani, sorun kedilerin uysal olmaması mı?”

“Uysal..?” diye tekrarladım sessizce. Gözlerinin kenarlarında küçük çizgiler belirdi. Dudakları kıvrılıp yanakları gerildiğinde o çizgiler kendilerini saklayamıyorlardı. “Söz dinleyen, uyumlu olan…”

Başımı salladım anladığımı belli ederek. “Öğrendim,”

“Aferin o zaman sana,” derken gayet ciddiydi. Ciddiyeti beni de çok önemli bir aferin almışım gibi heveslendirmişti.

“Bekliyorum, tam burada. Git ve hemen gel Despina.”

Birkaç gün önce biri bana Pars’ın sözünü dinleyeceğimi, itirazsızca ona uyum sağlayacağımı söyleseydi delicesine inkar ederek bunun gerçekleşmeyeceğini savunurdum. Oysa adımlarım beni Korel’in arabasına doğru ulaştırmakla meşgulken neyin gerçekleşiyor olduğu çok belliydi.

Arkama dönüp Pars’a bakmak, gidişimi izlerken yüzünde nasıl bir ifade olduğunu görmek istesem de bunu yapmadan durmayı başarabildim.

Korel’in arabasına doğru yaklaştığımda arabanın camları açık haldeydi. Sürücü koltuğunda oturduğunu buradan görebiliyordum. Kulağına yasladığı telefonunu da görmüştüm son birkaç adımımın başlangıcında. Sesini duymaya başladığımda ise artık uzansam kapıyı açabilecek kadar yakındaydım.

“En fazla bir saat, güzelliğim. Bir saatten fazla sürerse yanında olmam, o zaman istediğin kadar kızmana izin vereceğim. Hemen gelemediğim için üzgünüm.”

Korel’in peş peşe sakinleştirici bir tavırla sıraladığı cümleleri sonlandığında orada olduğumu belli etmek için küçük bir öksürük sesi çıkartmadan önce içimden gülümsemiştim. Öksürüğüm hızla bana doğru dönmesine yol açtığında camdan eğilmek yerine ön kapıyı açıp koltuğa oturdum. Kapıyı kapatmamıştım ama arabaya binmiş olmamın gözlerini buradan ayırmadığından emin olduğum Pars’ı memnun etmediğini biliyordum.

“Ben geldim,” dedim Korel’e doğru dönerken. Kulağından telefonu ayırmamıştı, yani telefonu hoparlöre almış olma ihtimali yoktu. Ancak benim sesimden sonra telefondaki ses öylesine yükselmişti ki hoparlör konusunda şüpheye düşmek üzereydim.

Telefondaki ince sesin Korel’in adını resmen haykırdığını duyduğumda gözlerim irileşti. Özgür yanımızda olsaydı, çığırtkanlığım elimden alınabilirdi. Bence ben bu kadar tiz bir sese imza atamazdım.

“Canım… Kulağım…” Korel acı çekiyormuş gibi konuştuğunda gülmekle gülmemek arasında sıkışmıştım.

Telefondaki ses bir şeyler söylemeye nefessizce devam ediyordu. Onu tam anlamıyla duysam da bu kadar hızlı konuşulan Türkçeyi anlamakta zorlanırdım zaten.

“Bahsetmiştim ya sana görevden, Emre komiserin rica ettiği hani…”

Telefondaki ses bir anda kesildi. Korel dudaklarını birbirine bastırmıştı bu sırada. Şimdi o da gülecek ama gülemiyor gibi görünüyordu. “Beni duyuyor muydu?” diye soran sesi telefondan yükselen kadın az önceki haline oranla bin kat sakindi.

“On metre yakınımdaki herkesin seni duyduğunu söyleyebiliriz, sevgilim.”

Konuşmanın önceki kısmından yeterince şüphe edinmiştim ama ufak bir ihtimalle kız kardeşiyle ya da yakın bir kız arkadaşıyla da konuşuyor olabilirdi. Son kelimesinden sonra ise durumu tamamıyla çözmüştüm artık.

Korel birden telefonu kulağından çekti. Kapattığını düşünmüştüm ama ekranda bir yere dokundu, böylece az önce bahsettiğim hoparlör gerçekten açılmış oldu.

“Şimdi konuşabilirsin.” dediğinde şaşkınca Korel’e baktım. Elimle kendimi gösterip dudaklarımı kıpırdattım. “Ben de duyuyorum ama.”

Yüzünde görmeye alıştığım bir gülümsemeyle başını salladı biliyorum der gibi. Bu sırada telefondan ses gelmişti. “Merhaba,” derken az önce kıyameti kopartan başkasıymış gibi sesi sakindi.

“Merhaba,” diyerek yanıt verirken ben onun kadar hızlı mod değiştirememiştim. Şaşkınlığım sesime yansımıştı.

“Emre komiserimin yeğenisiniz değil mi? Özlem ben, amcanızın ekibindenim Korel gibi.”

Şaşkınlığım azalmak yerine artıyordu. Gözlerimi bir Korel’e bir telefona çevirdim. Sevgilisi de polisti, amcamı da gayet yakından tanıyordu anlaşılan.

“Despina ben de, memnun oldum Korel’in sevgilisi ve amcamın ekibindeki Özlem…” Öğrendiğim bilgilerini peş peşe sıraladığımda Korel ufak bir kahkaha atmış, telefondaki ses ise gergince iç çekmişti. “Ben de çok memnun oldum Despina Hanım, şu an yaşanan tatsız durumdan amcanızın haberi olur mu sizce?”

Tatsız durumdan kastı sanırım Korel’i benim yanımdan aceleyle çağırması ve benim sesimi duyduğunda yanlış anlayarak kıyameti kopartmasıydı.

“Bilmem,” dedim omuz silkerek. Korel başka bir cevap bekliyormuş gibi kaşlarını havalandırdı. Hattın diğer tarafından ise umutsuz bir iç çekiş geldi. Onları yormadan devam ettim. “Yanına gidip söylerseniz haberi olur, bence söylemeyin.”

Onları biraz daha korkutabilirdim ama karşımda Özgür yoktu. Herkes şakalarımı kaldıramayabiliyordu.

“Tamam mıyız, güzelim?” dedi Korel telefonu kendisine doğru yaklaştırıp. “Despina’yı evine bırakıp geleceğim yanına.”

Özlem’in ne diyeceğini hiç beklemedim. “Yok,” dedim hemen. “Öyle yapmayacağız. Sen sevgilinin yanına hemen gidebilirsin, beni eve bırakmana gerek yok.”

Korel anlamamışçasına kaşlarını hafifçe çatarak bana baktı. “Ne?”

Başımla arkayı işaret ettim. “Kafenin çıkışına doğru bak.” Aynadan dediğim yere doğru baktı. Burnundan kısa bir nefes verdi. “O kadar hızlı ikna olması garipti zaten, onunla mı döneceksin yani eve?”

Başımı salladım.

“Babanı bundan haberdar etmek zorundayım, önüne gelen biriyle seni gönderemem Despina.”

“Edebilirsin.” dedim uzatmadan. Babamın buna hayır diyeceğini düşünmüyordum, sadece biraz tadı kaçabilirdi.

Korel’in babamı araması ve kısacık bir konuşmanın -telefonu bana vermeye çalıştığında ölü taklidi yapmıştım- ardından arabasından inmek için hareketlendim.

“Amcam, Özlem’le sevgili olduğunuzu da mı bilmiyor?” dedim merakıma yenik düşerek.

Gözlerini evet dercesine kapatıp açtı. Sırıttım. “Niye ki?”

“Belli bir nedeni yok, aynı ekipteyken söylemek istemedik. Şimdi ben çalışmıyorum ama kaldı böyle, döndüğümde belki…”

“İsterseniz ben söyleyeyim,” dedim hafif dalga geçerek.

“Aslında mantıklı.” demesini beklemiyordum. “Ne?”

“Sana kıyamayacaktır.”

Saçmalama dercesine bakıp bedenimi hareketlendirdim. “Görüşürüz, teşekkür ederim eşlik ettiğin için bugün.”

“Dikkatli ol, seni evine götürmediğime pişman olmayayım olur mu?”

“Olur olur.” dedikten sonra arabadan indim. Kapıyı kapattığımda Korel’in arabayı çalıştırmasını beklemeden adımlarımı az önce geldiğim noktaya doğru yönlendirmeye başlamıştım.

Yerinden ayrılmadığını söyleyemezdim ama uzağa gitmiş de sayılmazdı. Pars’ın tek yaptığı kafenin çıkışından ayrılıp, biraz gerideki arabasının ön kısmına yaslanmak olmuştu. Korel ona baktığında kafenin çıkışındaydı, ben arabadan inerken yerinden ayrılmış olduğu belliydi.

Yanına vardığımda kalçası arabaya hafifçe yaslı durduğundan bedeni az da olsa kısalarak büküldüğü için kolayca yüzüne bakabilmiştim.

“Gelmeseydin, biraz daha vedalaşsaydınız keşke.”

Ofladım. “Bekliyorsun diye acele ettim, gitmediyse devam ede-…”

“Despina.” dedi sadece.

“Hım?” dedim adımı öylesine söylemediğini bile bile.

“Bin arabaya.”

“Bana emir vermeyi kes.”

“Arabaya bin.”

“Yerlerini değiştirdin, emir ortadan kalkmadı. Türkçem bu kadar zayıf mı sanıyorsun?”

Koyu mavileriyle yüzümde yavaş bir tur attıktan sonra dudakları aralandı. “Arabaya binecek misin artık?”

Tek kaşımı yapabildiğim kadar havalandırdım. “Sabrımı zorluyorsun.” dediğinde umursamazca omuz silktim. “Korel’i arayıp dönmesini ist-…”

“Arabaya biner misin, Despina?”

“Olur,” dedim gülümseyerek. “Madem rica ediyorsun, bineyim.”

Geri adımlayıp kapıya doğru ilerleyecekken ben adım atamadan bedeninin arabayla olan temasını kesti. Böylece normalde olan boy farkımız yeniden kendini göstermişti.

“Gerodeménos.” diye homurdandım. Bu kadar kocaman olmak zorunda mıydı? Kendimi masal cücesi gibi hissediyordum, üstelik kısa sayılamayacak kadar uzundum.

*(İri yarı, çam yarması.)

“Başladık mı yine kanal değişimine? Ne demek şu?”

Sırıttım. Onu takmadan arabaya binecektim ki dirseğimin biraz altından canımı yakmayacak şekilde tuttu. “Kime diyorum?”

“Boyun kaç senin?” diye sordum birden. “İki metre misin?”

“Hayır,” dedi sorumun aniliği üzerinde afallamadan. “1.96.”

“Bayağı farklıymış,” dedim ağzımın içinde. Özgür de uzundu, hatta babam da öyleydi ama Pars’ın aralarındaki en uzun kişi olduğu gözle görülüyordu.

“Süt iç, belki dört santim daha uzarsın.”

Yüzünde, yüzünün her zerresine yayılan bir gülümseme belirdi. “Sütü sen iç ki büyüyesin, minik.”

Kolumu ondan çekip beni bir kez daha durdurmasına izin vermeden arabaya bindim.

Minik falan değildim.

Minik tanrıça dediğinde sorun olmuyor tabii… diye söylenen iç sesimi boğarak sustururken ön koltuğa yerleşerek kollarımı göğsümde kavuşturmuştum. Bir kere olsun benim tarafımı tutamaz mıydı şu ses?

 

~

 

“Çok acıktım,” diye sızlanan Özgür’ü duymamak için kafamı yanımdaki cama vurmak ve kendimi bayıltmak üzereydim.

“Çıkmadan midemi tutsun diye yarım ekmek yedin, Özgür.”

Babam kırmızı ışıkta durduğumuzda arka koltukta oturan Özgür’e doğru dönerek bıkkınca konuşmuştu. Yayıldığım ön koltukta onları izliyordum.

Burada oturma hakkı kazanmam kolay olmamıştı. Gerçi yalan söylememeliydim, bayağı kolay olmuştu. Özgür ön koltuğa oturacakken babama üzgün üzgün bakıp arkaya geçmek için hareketlendiğimde Özgür’ün bedeni bir anda arka koltuğa fırlatılmıştı. Böylece öne, babamın yanına kurulabilmiştim.

“Ama yarım saatten fazla süredir yoldayız, ben o yarım ekmeği sindireli bayağı oldu abi.”

Gözüm ön paneldeki saate çarptı. Söylediği gibi kırk dakikadır yoldaydık. Yola çıkışımız plansızdı, plansız olunca da trafiğin ortasında kalmıştık.

Daha önce gittiğimizde bu kadar sürmediğinden emin olduğum yol bitmiyor, bir türlü ulaşacağımız yere ulaşamıyorduk.

“Geç kalacağımızı haber vermek için arayalım mı? Belki onlar da çok acıkmışlardır.” dedim araba yeniden hareket etmeye başladığında. “Ara bebeğim, bir şey lazım mı diye de sor.”

Her bebeğim dediğinde yaptığım gibi babama gözlerimi kırpıştırarak baktıktan sonra telefonumu çıkarttım. Arayabileceğim birden fazla isim vardı ama en sık konuştuğum kişiyi aramayı seçmiştim.

Telefonu kulağıma yasladığımda çok geçmeden arama yanıtlandı. “Gelmekten vazgeçtik diye arıyorsan, kapatacağım boncuk. Neredesiniz?”

Dedemin tepkisine kıkırdadım. “Trafik var, biraz geciktik. O yüzden aradım.”

Nefeslendi. “Erkenden gelseydiniz böyle olmazdı.”

Şaşkınlıkla cevapladım. “Halam aradıktan biraz sonra çıktık, yeni davet etmiştiniz.”

“Davet edilmeden gelseydiniz o zaman erkenden, onu da ben mi söyleyeceğim?”

Bir şekilde haklı çıkmış olmasına şaşkınlığım sürerken babam ne olduğunu anlamaya çalışır gibi bir bana bir yola bakıyordu. Özgür de kafasını öne doğru uzatmış, ikimizin arasından kendini var etmişti.

“Geliyoruz birazdan, almamız gereken bir şey var mı?”

“Canan!” diye seslendiğinde kulağım çınlamıştı. Bağırmasa da sesi o kadar toktu ki duyduğunuzda zihninizde birkaç kez yankılanıp anca öyle yok oluyordu. “Bir şey lazım mı?” diye ekledi. Aldığı cevabı duyamadım ama bir süre sonra bana yönelik konuştu tekrar.

“Ekmek ve içecek alırsınız. Arabadakilerden biri alsın ama, sen keyfine bak boncuk.”

“Tamam,” dedim gülerek. Telefonu kapatıp kucağıma bıraktım. Almamız gerekenleri söylediğimde babam başını salladı. “Evin ilerisindeki markete gireriz, on beş dakika kadar kaldı.”

Bahsettiği on beş dakikanın sonunda araba büyük bir marketin önünde durdu. “Ben alıp geleyim,” diyerek kapısına uzanan Özgür’ü babam durdurmuştu. “Ben hallederim.”

Aralarında küçük bir ‘sen-ben’ tartışmasına başladıklarında ofladım. “İkiniz gidin o zaman, neyi tartışıyorsunuz?”

Başları aynı anda bana doğru döndü. Sevimli olmasını umarak gülümsedim. “Mantıklı değil mi?”

“İnsan, ben gideyim der çığırtkan.”

“Ben gideyim desem yollayacak mısınız?”

Aynı anda, “Hayır.” dediler.

“O zaman artık gidin ve gelin, yeterince geç kaldık.”

Bakıştılar, sonra daha fazla oyalanmadan arabadan indiler. Markete doğru uzaklaşmalarını izlerken arkalarından biraz gülmüştüm. İnatlarını geri çekmek yerine, tek kişilik işi iki kişi yapmaya hazırlardı.

Markete girdiklerinde onları beklerken ön camdan dışarıya diktiğim bakışlarımla etrafı izliyordum. Otururken buruşan elbisemin uç kısımlarını düzeltmeye çalışırken, yazın ortasında olduğumuz için saat sekize gelse de kararmamış hava sayesinde etrafı rahat rahat gözlemleyebiliyordum.

Tenha bir sokak değildi. İnsanlar markete ve yakındaki binalara girip çıkıyordu. Yoldan da arabalar geçiyordu sıkça. Bir arka sokak, İstanbul’a ayak bastığım gün taksiden inip valizimle birlikte kendimi bulduğum kapıyı barındıran sokaktı. Eve çok yakındık.

Etrafımdaki kalabalığa ve hareketliliğe rağmen birkaç dakika içinde bakışlarım yolun karşısındaki kaldırımda, bulunduğum arabayla aynı hizada duran arabaya takıldı. Park etmiş gibi görünüyordu. Dikkatimi çeken bir detayı yoktu ilk bakışta. Diğer her şeye yaptığım gibi bakışlarımı orada da birkaç saniye tutup yeni bir yere bakmaya devam edecektim.

Park edilmiş olduğunu düşündüğüm arabanın arka camı yavaşça aşağıya inmeseydi, o arabanın benim için diğer arabalardan hiçbir farkı bulunmayacaktı. Fakat şimdi geçiştiremeyeceğim, bakışlarımı oradan ayıramayacağım kadar büyük bir farka sahipti.

Arka koltukta oturuyor olan, cam aşağıya doğru inerek aralandığında yüzünü gördüğüm bedeni üç haftadır görmüyordum. Görmüyorum derken kastettiğim gerçeklikti, kâbuslarımı hesaba katarsam onu kimseyi görmediğim kadar çok gördüğümü söyleyebilirdim.

Arabaların arasında tek şeritli bir yolun kaplayacağı kadar boşluk vardı. Bu boşluk belki de gözlerini görmeme engel olacak kadar çoktu, gördüğümü sandığım gözleri sadece yıllarca ezberimde tuttuğum görüntüydü.

Hangi şekilde olursa olsun camım kapalıyken gördüğüm o yeşil, kısık bakışların bedenimi amansız bir titremeye sürüklemesine engel olamamıştım. Titreyen parmaklarımla ilk yaptığım, daha doğrusu yapmaya çalıştığım kapımın kilidine ulaşmak ve tuşa dokunarak kapıyı kilitlemekti.

Onlarca değil, bir adım uzağımdaymış gibi; bana bir nefes uzaktaymış ve uzansa kapımı açıp bana dokunabilirmiş gibi kilide gitmişti parmaklarım önce.

Bakışlarımı oradan bir an bile ayıramıyordum. Göz kırpmayı unutmuş bile olabilirdim bu süre boyunca. Gözümü açıp kapattığım sürede bile yenilebilirdim ona, bana her an tetikte olmayı o kadar iyi öğretmişti ki…

Kucağımda duran telefonum çalmaya başladı.

Arayanın sabırsızlanan dedem olmasını, belki aklına alınması gereken yeni bir şey gelen Canan Hanım’ın aramasını ya da yine abisi konusunda beni köşeye sıkıştırmak için susmadan konuşacak olan Mayıs’ın adını telefonda görmeyi isterdim. Bu seçeneklerden herhangi birinin gerçekleşmesi için her şeyi yapardım.

Bakışlarımı camdan ayırdığım saniye, kucağımdaki telefonumun ekranına düşürdüm. Yazan ismi gördüğümde boğuk bir çığlık atmıştım. Aramayı yapan, camın ötesindeki gözlerin sahibiydi.

Korkularımın bana hayal gördürtecek kadar kuvvetlendiğine sığınıp, arabada onu gördüğüm anın bir sanrı olduğuna inandırabilirdim kendimi. Kucağımda titreyen telefonda adını görmeseydim, aramayı açmadığımda aynı isimden telefonuma bir mesaj düşmeseydi kesinlikle bunu yapardım.

‘Éla ston patéra, o mikrós mou erastís.’ Yazılı mesajı bir kez okumam midemin çalkalanmasına ve aynı anda tüm bedenime yayılan bir uğultunun beni boğmaya başlamasına yetmişti.

*(Babanın yanına gel, küçük sevgilim.)

Bulunduğum yerde soğuk terler dökmeye başladığım halde üşüyormuş gibi titriyordum. Kapıya tutunup, gücüm biri açmaya çalışsa yetecekmiş gibi parmaklarımı sert yüzeye kapadım.

Dudaklarımı yaralayacak kadar fazla baskıyla ısırdığımın farkında değildim. Canım yanmaya başladığında farkına varmam bir işe yaramamıştı. Bedenimin kontrolü benim elimden çıkmıştı sanki. Üç gün önce, Pars’ın yanındayken girdiğim o etrafı sisli görmeme sebep olan bulutun içine çekilmiştim yine. Tek bir fark vardı, yanımda kimse yoktu.

Boynum kopacak kadar sert şekilde başımı sürücü koltuğunun camına çevirdim. Marketin girişine bulanan midem ve görüşümü buğulu hale getiren gözlerim eşliğinde zar zor baktığımda neye güldüklerini bilmediğim ama gülümsemelerini seçebildiğim tanıdık iki yüzü görmüştüm.

Aklım hesaplama yapmak için çok uğraşmadı. Tek derdi, kapıyı açıp onlara doğru koştuğumda yolun karşısındaki arabadan çıksalar da bana yetişemeyecek olduklarından emin olmaktı. Emin olduğum ilk anda, kilitlediğim kapıyı açmam ve bedenimi arabadan dışarı atmam arasında bir iki saniye bile yoktu.

Hafif esen rüzgârın dizlerime doğru inen elbisemin etek uçlarını hareketlendirmesine, bir askımın omuzumdan düşmesine ya da saçlarımın birbirine karışıp yüzümün bir kısmını örtmesine aldırmadım. Arabanın önünden dolanıp kaldırıma ayağımı bastığım anda yalpalayan adımlarla koştum.

Beni ilk gören, Özgür’dü.

Yarım halde yüzünde bekleyen gülüşü halimi gördüğü anda toz olup uçtu. Ona doğru bakıp bir şeyler söylüyor olan babamın duraksadığını ve yüzünü görür görmez onun baktığı yöne döndüğünü gördüm sonra.

Onlara ulaşmama son birkaç adım kala, koşacak gücüm kalmamıştı. Koşmaya başlarken de hangi güç kırıntısına tutunduğumu bilmiyordum aslında. Gücüm arabada, camın ötesindeki yüzü gördüğüm anda beni çoktan terk etmişti.

Adımın dudaklarından döküldüğünü gördüm. Duymadım, gördüm. Belki bağırmıştı, haykırmıştı adımı ama duymuyordum. Kulaklarımdaki uğultu öylesine kuvvetliydi ki hiçbir sesi duyamaz haldeydim. Dudaklarından adımın çıktığını gözlerimle görmüştüm sadece.

Kapatmaya gücümün kalmadığı boşluğu neredeyse tek adımıyla hızla örttüğünde artık yanımdaydı.

Babam yanımdaydı.

Bir şeyler söylüyordu. Duymuyordum. Onu duymadığımı fark edemiyor, durmadan konuşuyordu. Boğazıma takılı kalan nefesle birlikte, acıyla sızlandım.

Sırtımı güçlü koluyla sarıp beni kendisine yasladı. Bir kolu sırtımı, diğeri omuzlarımın biraz üzerinden ensemi ve saçlarımı sardığında yüzüm sertçe göğsüne düşmüştü. Sertliği umurumda değildi, burnum da kırılsa bir santim geriye çekilmezdim.

Yıllarca haberimin olmadığı, haberim olmaya başladığı andan beri benim için bir morfine dönüşen mentollü kokusu burnuma dolduğunda titremekten kasılan bedenim aniden çözüldü.

Kulaklarım birden duymaya başladı, bana ulaşan ses kendi sesimdi. Nefesimi kesecek yoğunlukta hıçkırıklarla sarsılarak ağlamaya başladığımda yüzümün yaslı olduğu yerdeki kalp atışlarının hızlandığı hissettim. Uydurmamdan ibaretti ya da algım bana oyun oynuyordu ama yaslandığım yerin hıçkırıklarımla birlikte düzensiz şekilde çırpınmaya başladığını hissetmiştim.

“Buradayım,” Kaç kez bu sözcüğü kulağımın hemen yanında duydum, hatırlamıyorum. Hiç durmadan, hiç bıkmadan tekrarladı. Beni, benimle olduğuna inandırmak için çabaladı.

Üstündeki tişörtün iki yanını avuçlarımla sıkıca tutuyordum. Karnının iki yanından kavradığım kumaşa öylesine sıkı tutunmuştum ki beni oradan ayıracak bir kuvvet olamazdı sanki.

“Babasının bebeği,” dedi tekrarladığı sözcüğe ara verdiği ilk anda. Kulağımda yankı bulan fısıltısını duyduğumda korkuyla sızlanırken güven bulduğu bir kucağa sinen bir bebekten farklı değildim, haklıydı. “Babasının güzel bebeği,” diye fısıldadı kulağıma. Şakağıma doğru bastırdığı dudakları saçlarımla kaplanan tenime küçük öpücükler bıraktı.

Hıçkırıklarım kesilmiş değildi. Ancak az önceki kadar kuvvetli olmadıklarını söyleyebilirdim. Bedenimi sarsmaya devam ediyorlardı ama nefeslerimin ciğerlerimi şişirmesine engel olmayı bırakmışlardı artık.

“Yanındayım, söyle bebeğim. Ne korkuttu seni, neyin var?”

Kollarını hiç gevşetmeden konuşmuştu. Yüzüm göğsüne saklı olduğu için ne ben onu görüyordum ne de o beni görüyordu. Ürpertiyle, onun da hissedebileceği şekilde kollarının arasında titredim.

“Şş, geçti.” Şakağımı öptü yine. Saçlarım yüzüme dağıldığı kadar onun sakallarına da dolanmıştı, hissediyordum.

Babamın dudakları alnımın kıyısındayken, omuzumda belli belirsiz başka bir yüz hissettim. Özgür’ün sıkıntıyla iç çektiğini duyuyordum, omuzuma yaslanan oydu.

“Gözlerime bakar mısın?” dediğini duydum babamın. Olumsuz bir ses çıkarttım sadece.

“Lütfen,” dedi. “Kollarımın arasından çıkarmayacağım seni, başını kaldır sadece.”

O kadar çaresizce istemişti ki dediğinin aksini yapmam mümkün değildi zaten. Çenemi göğsüne sürterek yüzümü kaldırdım. Boynumu geriye doğru attığımda istediği gibi yüzüm gözlerinin önündeydi.

“Yine kızıl çöktü mavilerine, buna engel olamadığım her an için kendimi bir kez daha affetmemeye yemin ediyorum.”

Gözlerim kısıldı. Bu hareketimle gözlerimde biriken yaşlar yanaklarıma doğru yağmaya başlamıştı yeniden.

“Burada,” dedim. Nefesim yettiğince konuşarak. “O, burada.”

Ağlayan yüzümü gördüğünde acıyla kasılan yüzü, sözlerimi söyleyip sustuğum anda bambaşka bir şekilde kaskatı kesildi. Yanakları içe doğru çöktü, çenesindeki gerginliği görmemem mümkün değildi. Elalarındaki yangının harlandığını, o yangının etrafa sıçramak için an kolladığını gördüm. Görmemek için kör olmam gerekirdi.

“Nerede?” diyen Özgür’dü. Şaşkınlıkla karışmış öfkesiyle birlikte sormuştu. Babam, Özgür’ün sorusuna vereceğim cevabı bir saniye daha fazla bekleyemezmiş gibi bakışlarını hızla etrafta gezdirmeye başladı.

“Araba…” dedim gözlerim acırken. “Yolun karşısında, beyaz arabada.”

İkisi de aynı anda arkama doğru baktılar. Benim sırtım oraya dönüktü, onlar ise direkt görebilir haldelerdi.

“Beyaz araba,” diye tekrarladı Özgür. “Öyle bir araba yok güzelim, beyaz mıydı emin misin? Hangisi, tekrar bak?”

Panikle arkama doğru döndüm. Aslında babamın kollarında kıvrandım da denilebilirdi. Beni büyük ölçüde sıkıca tutmaya devam ediyordu ama dönebileceğim kadar izin vermişti hareketlenmeme.

İndiğimiz arabanın tam karşısında durması gereken araba, yoktu. Beyaz araba aynı yerde değildi. Sağa sola bakıp arabadan bir iz bulmaya çalıştım telaşla ama bulamadım. Sokağın hiçbir noktasında değildi.

“Yok,” dedim titrek bir sesle. “Gitmiş, yok. Ama buradaydı, yemin ederim buradaydı!”

Babam kollarıyla beni çevreledi yeniden. Yüzümü sakinleşmemi ister gibi göğsüne yasladı. Bu kez yanağım göğsüne değiyordu, bakışlarım Özgür’ün olduğu taraftaydı.

“Sakinleş biraz, bak kendin söyledin gitmiş işte çığırtkan. Belki de gördüğünü sandın, aklın sana oyun-…”

Gözlerimi acımalarına rağmen irice açtım. “Buradaydı diyorum!” dedim yakınarak. Bana inanmayacaklar mıydı?

“Şş,” diyerek ensemi avucuyla yavaşça okşadı babam. “İnanıyoruz sana, bebeğim.”

Sinirle güldüm. Gülmekten çok sinir bozukluğumun sesli bir yansımasıydı. “İnanmıyorsunuz,” dedim başımı iki yana sallayarak. Göğsünden çekilmeye çabaladım, ensemdeki elini çekmedi ama geri çekilmeme izin vermişti.

“Telefonum…” dedim aklıma gelir gelmez. “Onu gördüğüm anda mesaj attı, tesadüf mü o da?” Özgür’e doğru bakarak kendimi anlatmaya çabalarken elim ayağım titriyordu. O an üzerime giyindiğim kuvvetle babamdan sıyrılıp arabaya doğru adımladım hızla. İkisinin de peşimden geldiğini hissediyordum.

Arabaya varıp, inerken arabanın içinde yere düşürdüğüm telefonumu aldım yerden. Ekrandan silinmemiş bildirimi görmeleri için telefonu onlara doğru uzattım.

Bu sırada derdim bir mesajın var olduğunu göstermekti. Tek amacım buydu. Bana inanmalarını istemiştim.

Henüz sıyrılmayı başaramadığım, beklenmedik krizin bulanıklığıyla; ekrandaki mesajın Yunanca olmasının yalnızca Özgür için çözülemez olduğunu atlamıştım.

Ekranda yazanlar temel bir Yunancayla anlaşılabilecek kadar basitti. Timur Akdoğan bana bu ölçüde Yunanca biliyor olduğunu duyuralı bayağı oluyordu.

Elalarında az önce bir yangın olduğunu söylemiştim. Onun burada olduğunu söylediğim anda beliren yangının büyüklüğü konusunda ise yanılsamaya düştüğümü şu an anlıyordum.

Eğer az önce gördüğüm bir yangınsa, şimdiki neydi? O yangın, şimdi gördüğüm patlamanın küçük bir parça közü bile olamayacak kadar küçük kalmıştı.

“O mikrós mou erastís…” diyerek mesajın son birkaç kelimesini tekrarladı kısıkça. Telaffuzu doğru, aksanı belirgindi.

*(Benim küçük sevgilim…)

Kalbine dayalı bir silah ateş almış gibi sarsıldı. Tekrarladığı sözcüklerin anlamını biliyor olduğunu açıkça anlamama yeten buydu.

Anlamını bildiği sözcüklerin ağırlığı, göğsüne inen aynı ağırlıkta bir darbe varmış gibi sarsmıştı onu.

Nikolos’a dair korkumun beni Atina’ya geri götüreceği endişesi ile sınırlı olduğunu düşünüyordu. Ona bunu düşündüren bendim. Ondan saklanan, ona korkumun belki de yüzde birinden fazlasını anlatmayan bendim.

Şimdi ise ne saklanacak köşe ne de kaçacak bir delik kalmıştı.

Babamı kaldıramayacağını kavradığım gerçekten korumak istemiştim ama çok geçti. Tek sorunun yıllarca ayrı kalmamız olmadığını, onun yerine yerleşen bir canavarla büyüdüğümü bilmek ve kabullenmek zorundaydı.

Tıpkı benim her şeye zorunda kalışım gibi…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm