Düşten Farksız 21.Bölüm
21.BÖLÜM
“Yüz yüze tanışmamıştık, Özgür ben.”
Özgür ve Pars oturduğumuz masaya
vardıklarında yanımızda oturan kişinin Korel olduğunu anlamaması imkânsızdı.
Mayıs’ın kafede olduğumuzu söylerken bunu kesin belirttiğini düşünüyordum.
Konuşurken uzattığı eli Korel tarafından
kavrandı, kısaca el sıkıştılar. “Korel ben de,” dediği sırada bakışları Özgür’ü
bulduğu için mutluydum. Girişte olduklarını fark ettiğimizden beri Korel’in Pars’a
kilitlenmiş gibi bakması beni fazlasıyla germişti.
“Oturmayacak mısınız?” diyerek araya giren
Mayıs başıyla masadaki boş sandalyeleri işaret etmişti. “Abim ve Korel
tanışmıştı zaten.” Evet, memnun olmaktan kafayı yemiş gibi görünüyorlardı
hatta.
Pars ve Korel’in tepkilerini görebilmek
için hızlıca ikisine de bakmıştım. Korel sakince gülümsemiş, Pars ise beni
şaşırtmayarak bir şey duymamış gibi tepkisiz kalmıştı.
“Oturalım,” derken Özgür’ün de fark
edilmemesi epey zor olan gerilimi fark ettiğini bakışları Pars ve Korel
arasında gidip geldiğinde anlamıştım. Mayıs’ın yanındaki sandalyeye Özgür
yerleşti, karşısında Korel ve çaprazında da ben vardım. Kalan boş sandalye
masanın başında, ben ve Mayıs’ın arasında kalan kısımdaydı. Pars da oraya
oturmuştu.
“Ne zaman tanıştınız ki siz-…” diyerek
başladığı sorusunun sonu gelmeden Özgür sanırım cevabı kendisi bulmuş olacak ki
sessizleşti. O günün akşamında kendisi de Pars’ın kapısına dayanmıştı zaten.
Kahve bardağımda duran pipeti sağa sola
iterken çaresizce Mayıs’a baktım. Kendimi hiç rahat hissetmiyordum. Dudakları
aralandığında beni kurtarmak için bir şeyler söyleyeceğini umuyordum.
Ummakla da kalmıştım.
“Biz birazdan kalkalım olur mu?
Ertelemememiz gereken bir konuşmamız var bizi bekleyen.” Başını hafifçe Özgür’e
çevirerek söylemişti bunu. Dalga mı geçiyordu? Onlar gidecekti ben de Pars ve
Korel’in arasında oturup bekleyecek miydim?
“Öyle yapacağız zaten, Despina seni eve
bırakayım oradan ayrılırız.” İkinci kısımda bana döndüğünde hevesle başımı
sallayıp onaylamak üzereydim ki hareketimi engelleyen ufak(!) bir pürüz oluştu.
“Ben bırakırım,” diyen ses aynı anda iki
ayrı ağızdan yükseldiğinde dudaklarımı pipetime yapıştırıp kahvenin yarısını
mideme yolladım. Ben yutana kadar umarım az önceki an yok olurdu.
Mayıs’ın yüzündeki ifadeyi artık
tanıyordum. Gülmek için çırpınan ama kendisini tutan haliydi bu. Özgür ise
hafif çatılmaya başlayan kaşlarıyla birlikte sırayla Pars ve Korel’e bakmıştı.
“Yolumun üstü, ben bırakırım eve.” Pars az
önce onunla birlikte bir kişi daha aynı öneriyi sunmamış gibi rahatça arkasına
yaslanarak konuşmuştu.
“Güvenip Despina’yı yalnız bırakabileceğim
kişiler arasında yoksun. Özgür bırakmayacaksa, ben bırakmak zorundayım.”
Korel’in babam tarafından özellikle
uyarıldığını ve yanımda saydığı kişilerden biri yoksa yalnız olmamam gerektiği
konusunda ciddi olduğunu biliyordum. Ama bu, ikisinin birbirleriyle
inatlaşmasını seyredeceğim anlamına gelmiyordu.
“Tam aranızda oturuyor olduğumun farkında
mısınız?” diye sordum sakin sakin. “Fikrimi sormayı aklına ilk getirene ödül
veririm diye düşünmüştüm aslında.”
Mayıs burnunu kaşır gibi görünse de eminim
ki gülüyordu. Özgür ise bana nedenini çözemediğim gurur dolu bakışlarla bakmaya
başlamıştı.
“İşim sana eşlik etmek, Despina. Kırıcı
olduysam üzgünüm ama güvende olduğundan emin olmak zorundayım.” Korel bana
doğru dönüp açıklama yaparken ona gözlerimi açıp kapatarak anladığımı belli
eder şekilde baktım.
“Bir kez daha beni onun için bir
tehlikeymişim gibi anarsan…” Pars konuşmaya başladığında omuzumun üzerinden ona
dönmüştüm direkt. Cümlesinin devamı gelecek miydi bilmiyordum ama bakışlarımız
kesiştiğinde susmuştu.
Yüzüme düşen saç tutamını kulağımın
arkasına doğru ittim. “Yorulmana gerek yok, Korel’le geldim onunla
dönebilirim.”
Mantıklı olan buydu. Bana eşlik etmek
Korel’in de dediği gibi onun işiydi bir açıdan. Ama mantıklı olanı seçtiğim
halde içimde bir parçanın pek memnun olmadığını hissediyordum. O parça
mantıktan çok uzakta, bambaşka baskılar altındaydı.
Olumlu -hatta en azından olumsuz- bir
tepki vermesi için başımı eski haline çevirmeden bekledim. Ancak bunu
geciktirdikçe ona bakmaya devam etmem garipleştiği için en sonunda önüme dönmek
zorunda kalmıştım. Bu süre boyunca yüzünden okuyabildiğim tek tepki,
çenesindeki gerginlikti.
“Kahve içip öyle kalkın isterseniz-…”
Mayıs’ın teklifi havada asılı kalırken kimse üstüne alınacak gibi durmuyordu.
“Siz burada kalın, biz gidelim. Boşuna
uğraşmayın.” dedim aklıma geleni söyleyerek. Amacım onların uğraşıp
uğraşmamasından çok, kendimi bir an önce eve atmaktı. Ona bakmayı kesmiş olmama
rağmen Pars’ın kasılı çenesi ve tepkisiz yüzü gözümün önündeymiş gibi
hissediyordum.
Cümlem bittikten sonra bir an bile
beklemeden masadan kalkan Pars oldu. Herhangi bir şey söylemedi, masadan
uzaklaşmaya başladı. Kısacık bir süre sonra da görüş açımızdan tamamen
kaybolmuştu. Omuzlarımı düşürmemek için küçük bir savaş veriyorken Korel’e
döndüm. “Biz de kalkalım mı?”
“Nasıl istersen.” dedikten sonra
ayaklandı. “Arabaya doğru geçiyorum ben, gelirsin.” Mayıs ve Özgür’e bir şey
söyleyeceğimi nasıl anlamıştı bilmiyordum ama buna sevinmiştim. Korel de
ilerleyip yanımızdan ayrılınca yan yana oturuyor ve dizi izler gibi az önceki
sahneleri izliyor olan ikiliye döndüm.
“Beğendiniz mi bölümü?”
“Ne?” diye aynı anda konuştuklarında göz
devirdim. “Seninle zaten sonra konuşacağız,” derken Mayıs’a devam ederken de
Özgür’e baktım. “Sen de keyifli keyifli izledin resmen, bana yardım edemez
miydin?”
“Bana gerek kalmadı, ikisine de yerlerini
bildirdin bence çığırtkan.”
“Özgür!” diyen Mayıs’a doğru döndü. “Söyle
Mayıs çiçeği.”
Mayıs neye kızdığını unutmuş gibi
gülümsediğinde oflayarak sandalyemi geri itip ayaklandım. Fazla aşka maruz
kalmaktan baygınlık geçirecektim şimdi.
“Gidiyorum ben.”
“Öpmeden mi?” diye soran Mayıs üzgün üzgün
bakışlar attığı için eğilip yanağını öpmüştüm. Doğrulmadan önce kulağına
fısıldadım. “Beni abin ve Korel’le bırakma çabanı ayrı bir zamanda
konuşacağız.”
Tedirgince gülümsese de onu rahatlatacak
herhangi bir şey söylemedim.
Gitmek için hareketlendiğim sırada Özgür
konuştu. “E hani bana?”
Yarı yoldan dönmem Mayıs’ı güldürürken ona
ters ters baktığımda kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Sanırım küsmüştü, ben
daha beter küsecektim ona.
Özgür’ü de öpüp doğruldum.
“Bundan sonra birbirinizi öpün, sürekli
sizinle uğraşamam.” deyip saçlarımı savurarak çıkışa yöneldim. Arkamdan sesli
bir şekilde güldüklerini yürüyor olmama rağmen duymuştum. Komik miydi?
Kafenin çıkışından sağa doğru ilerleyip
Korel’in arabayı bıraktığı kısma yürüyecekken askılı elbisemin açık bıraktığı
üst kolumda hissettiğim tüy hafifliğindeki dokunuşla irkildim.
Tepkim yükselecekken aynı anda kulağıma
çarpan ses sakinleşmeme ve tehlike algılayan bedenimin yanlış alarm verdiğini
kabullenmesine yol açmıştı.
“Bekle Despina,” diye konuşan Pars’a
gözlerimi peş peşe kırpıştırarak baktım. Gitmemiş miydi?
Kolumdaki parmaklarını çektiğinde az önce
temas ediyor olduğu kısmın tam neresi olduğunu unutmuş değildim. Sorsaydı, tam
o noktayı gösterebilirdim.
“Efendim?”
Sanki ilk iki kelimesi dışında kalan
konuşmayı planlamamış gibi duraksadı. Bekle dedikten sonra beklediğimde ne
yapacağına karar vermemişti henüz belli ki.
“Seni güvende hissettiremeyecek bir adam
değilim.” demesini beklemiyordum. Bunu söylerken yemin ediyor gibi koyu
mavileriyle sözcüklerini mühürlemesini de öyle…
“Hım?” gibi bir şey mırıldanabildim. “O
herifin yanı benim yanımdan daha mı güvenli? Onunla gitmek istemen bundan mı?”
“Pars…” dedim gözlerimi kaçırmadan
gözlerine bakarken. Boynumu geriye atmam gerekiyordu yüzüne bakmam için. Kısa
biri değildim. Sorun bende değil, karşımdaki adamdaydı. İki metre miydi,
değilse de fazla sınırında olmalıydı.
“Cevapla, minik tanrıça. Cevaplamadığın
sürece gitmene izin vermeyeceğim.”
O
zaman cevaplamayalım diye çığlık atarak
ayaklanan sesleri susturmakla birkaç saniye kaybettiysem de hemen sonrasında
dudaklarım aralandı.
“Bahsettiğin kişi bir polis, Korel bir
polis. Güven vermemesi komik olmaz mıydı?”
Dudağı alayla kıvrıldı. “Verdiği güven de
mesleği de umurumda değil, sana bunu sormadım. Sana benim yanımdayken güvende
hissedip hissetmediğini sordum.”
“Bu cevapla ne yapacaksın?” dedim zaman
kazanmak için kıvranarak.
“İnan… İnan bu cevapla yapacaklarım kısaca
anlatılamayacak kadar karmaşık.”
“O zaman uzun uzun anlat,” dedim
duraksamadan. Az önce alayla kıvrım kazanan dudakları bu kez daha gerçek bir
gülümsemeyle hareketlendi. “Cevap, minik tanrıça, önce cevap…”
Göğsümde hissettiğim ağrının tanıdıklığını
sorguladım. Kalbimin ağrımasına alışkındım, orada yangınlar ağırlamaya
aşinaydım ama şu an hissettiğimi bu iki tanıma da yakın tutamıyordum.
“Dün…” dedim fısıltıya dönüşmesini
engelleyemediğim sesimle. “Saatlerce yanındaydım, saatlerce ağladım.”
Söylediklerim gülümsemesinden iz bile bırakmayacak kadar düz bir ifadeye
bürünmesine sebep oldu. “Bunu yapmazdım, o kadar savunmasızken güvende hissettirmeyen
bir yerde kalamazdım.”
Bu, Pars’a söylerken aslında kendime de
yaptığım küçük bir hatırlatmaydı. Gözyaşlarımı herkese göstermeye alışkın biri
değildim. Elimden geldiğince saklanarak bir köşeye kaçarak içimdekileri
akıtırdım. Dün, beni kucağında arabaya bıraktığında beni hemen eve götürmesini
isteyebilecekken itiraz bile etmeden yanında kalmıştım.
“Güzel,” dedi sadece. Tonla şey
söylemiştim karşılığı bu kadarcık mıydı?
Kaşlarım belli belirsiz çatıldığında
bakışları orayı bulsa da fazla oyalanmadan yeniden gözlerime çevirdi odağını.
“Ne güzel? Ağlamış olmam mı?” dedim dalga geçerek.
“Güzel olan sensin,” derken öylesine bir
şey söylemiş gibi durağandı. Oysa kelimelerinin heyecanla sarınıp sarmalanmama
yol açtığından haberi yoktu.
“Güzel miyim?” dedim istemsizce. Gülmedi,
dalga geçmedi ya da garipsemedi. Başını hafifçe salladı. O sallantının bin katı
içimde gerçekleşmiş gibi sarsıldım.
“Teşekkür ederim,” diye mırıldanırken az
önce tırnaklarımı çıkartmış olsam da şimdi yerine sinmiş sakin bir kediye
benziyordum.
“Sözlü olarak teşekkür edilmesinin hiçbir
anlamı yok.” Omzunu silkerek konuştuğunda anlamayarak baktım. “Nasıl teşekkür
edeceğim başka?”
“Seni eve ben götüreceğim, Despina.
Koray’a gitmesini söyleyeceksin ve birlikte eve gideceğiz.”
“Korel,” dedim gözlerimi kısarken. “Korel
adı.”
“Her ne sikimse.” diye homurdandığını
duymamış gibi yaptım. Adını bildiğinden, özellikle yanlış söylediğinden
emindim.
“Bana güzel olduğumu söyleme nedenin bu
mu? Korel’le değil seninle gelmem ve dediğinin olması mı?”
“Sana güzel olduğunu söyleme nedenim çok
basit aslında.” derken başını küçük bir hareketle hafifçe eğdi. “Sessiz
kalınamayacak kadar güzelsin, Afrodit.”
Aşkın
ve güzelliğin tanrıçası… Gözlerimi yavaşça kapatıp
açtım. Kirpiklerim birbirlerine dolanırken içimdeki hisler de en az onlar kadar
dolaşıktı.
“Sen kimsin peki?” diye sordum kendimi
tutamadan. Afrodit hakkında ne kadar bilgiye sahip olduğunu merak ediyordum,
kendisini nereye yerleştireceğini ise daha da çok…
“Kimin yanına gitmeyi, sonsuz aşkı da onda
bulmayı umarsa umsun Afrodit dönüp dolaşıp kendini aynı kollarda bulmuş.”
diyerek başladığında onun dudaklarından sesli benim dudaklarımdan ise aynı anda
ama fısıltı bile olamayacak kadar sessiz şekilde aynı isim döküldü.
“Ares,”
dediği sırada eşlik etmiştim ona. Devamını ise içimden getirdim. Afrodit’in ondan başka kime koşarsa koşsun
dayanamayıp geri döndüğü, güzelliğiyle kendisine bağlayamayacağı ruh olmamasına
rağmen vazgeçemediği aşkı… Savaşın ve korkunun tanrısı olan Ares…
Onun Afrodit ve Ares’e dair bilgili
olmasına mı yoksa beni Afrodit kendisini Ares kılmasına mı şaşırmalıydım,
seçemiyordum. Tek bildiğim ağzımı açamayacak kadar afallamış olduğumdu.
Afallamışlığımın ona keyif veriyor
olduğunu anlamak için derin gözlem yeteneklerine sahip olmaya gerek yoktu.
Yüzündeki ifade bunu hiç gizlemiyor, aksine gururla sergiliyordu.
“Olmama izin verirsen senin için Ares
olurum, kontrol ettiğim korkunun herkesin üzerinde kurduğu baskıyla seni
korurum. Korku bir tek senin kalbine uğramaz, kalan herkesi yakıp yıkmasına
karışmam.”
Onu dinlerken nefeslerimin hızlandığını
ama aynı zamanda da yetmemeye başladığını yeni fark etmiştim. “İzin vermezsem,”
dedim sık nefeslerimin arasından zar zor.
“Savaşırım, o izni almak için tüm gücümle
savaşırım minik tanrıça.”
Kısa sayılamayacak bir an boyunca sessiz
kaldım. Buna sabredemediğini belli ederek benden önce yeniden konuşmaya
başladı. “Arabam arkamızda. Git, Koray’ı yolla, yanıma gel.”
Gözlerimi kıstım. “Emirlerin çok yoğun,
uyacağımdan emin misin?” dedikten sonra ekledim. “Ayrıca Koray deyip durmayı
bırak, adının bu olmadığını çok iyi biliyorsun.”
“Kaçıp durduğun kedilerden farksız
görünüyorsun, uslu uslu o emirlere uyacağından eminim.”
Yüzümü buruşturdum. “Kediler mi uslu?”
“Kedi olduğunu kabul ediyorsun yani, sorun
kedilerin uysal olmaması mı?”
“Uysal..?” diye tekrarladım sessizce.
Gözlerinin kenarlarında küçük çizgiler belirdi. Dudakları kıvrılıp yanakları
gerildiğinde o çizgiler kendilerini saklayamıyorlardı. “Söz dinleyen, uyumlu
olan…”
Başımı salladım anladığımı belli ederek.
“Öğrendim,”
“Aferin o zaman sana,” derken gayet
ciddiydi. Ciddiyeti beni de çok önemli bir aferin almışım gibi
heveslendirmişti.
“Bekliyorum, tam burada. Git ve hemen gel
Despina.”
Birkaç gün önce biri bana Pars’ın sözünü
dinleyeceğimi, itirazsızca ona uyum sağlayacağımı söyleseydi delicesine inkar
ederek bunun gerçekleşmeyeceğini savunurdum. Oysa adımlarım beni Korel’in
arabasına doğru ulaştırmakla meşgulken neyin gerçekleşiyor olduğu çok belliydi.
Arkama dönüp Pars’a bakmak, gidişimi
izlerken yüzünde nasıl bir ifade olduğunu görmek istesem de bunu yapmadan
durmayı başarabildim.
Korel’in arabasına doğru yaklaştığımda
arabanın camları açık haldeydi. Sürücü koltuğunda oturduğunu buradan
görebiliyordum. Kulağına yasladığı telefonunu da görmüştüm son birkaç adımımın
başlangıcında. Sesini duymaya başladığımda ise artık uzansam kapıyı açabilecek
kadar yakındaydım.
“En fazla bir saat, güzelliğim. Bir
saatten fazla sürerse yanında olmam, o zaman istediğin kadar kızmana izin
vereceğim. Hemen gelemediğim için üzgünüm.”
Korel’in peş peşe sakinleştirici bir
tavırla sıraladığı cümleleri sonlandığında orada olduğumu belli etmek için
küçük bir öksürük sesi çıkartmadan önce içimden gülümsemiştim. Öksürüğüm hızla
bana doğru dönmesine yol açtığında camdan eğilmek yerine ön kapıyı açıp koltuğa
oturdum. Kapıyı kapatmamıştım ama arabaya binmiş olmamın gözlerini buradan
ayırmadığından emin olduğum Pars’ı memnun etmediğini biliyordum.
“Ben geldim,” dedim Korel’e doğru
dönerken. Kulağından telefonu ayırmamıştı, yani telefonu hoparlöre almış olma
ihtimali yoktu. Ancak benim sesimden sonra telefondaki ses öylesine yükselmişti
ki hoparlör konusunda şüpheye düşmek üzereydim.
Telefondaki ince sesin Korel’in adını
resmen haykırdığını duyduğumda gözlerim irileşti. Özgür yanımızda olsaydı,
çığırtkanlığım elimden alınabilirdi. Bence ben bu kadar tiz bir sese imza
atamazdım.
“Canım… Kulağım…” Korel acı çekiyormuş
gibi konuştuğunda gülmekle gülmemek arasında sıkışmıştım.
Telefondaki ses bir şeyler söylemeye
nefessizce devam ediyordu. Onu tam anlamıyla duysam da bu kadar hızlı konuşulan
Türkçeyi anlamakta zorlanırdım zaten.
“Bahsetmiştim ya sana görevden, Emre
komiserin rica ettiği hani…”
Telefondaki ses bir anda kesildi. Korel
dudaklarını birbirine bastırmıştı bu sırada. Şimdi o da gülecek ama gülemiyor
gibi görünüyordu. “Beni duyuyor muydu?” diye soran sesi telefondan yükselen
kadın az önceki haline oranla bin kat sakindi.
“On metre yakınımdaki herkesin seni
duyduğunu söyleyebiliriz, sevgilim.”
Konuşmanın önceki kısmından yeterince
şüphe edinmiştim ama ufak bir ihtimalle kız kardeşiyle ya da yakın bir kız
arkadaşıyla da konuşuyor olabilirdi. Son kelimesinden sonra ise durumu
tamamıyla çözmüştüm artık.
Korel birden telefonu kulağından çekti.
Kapattığını düşünmüştüm ama ekranda bir yere dokundu, böylece az önce
bahsettiğim hoparlör gerçekten açılmış oldu.
“Şimdi konuşabilirsin.” dediğinde şaşkınca
Korel’e baktım. Elimle kendimi gösterip dudaklarımı kıpırdattım. “Ben de
duyuyorum ama.”
Yüzünde görmeye alıştığım bir gülümsemeyle
başını salladı biliyorum der gibi. Bu sırada telefondan ses gelmişti.
“Merhaba,” derken az önce kıyameti kopartan başkasıymış gibi sesi sakindi.
“Merhaba,” diyerek yanıt verirken ben onun
kadar hızlı mod değiştirememiştim. Şaşkınlığım sesime yansımıştı.
“Emre komiserimin yeğenisiniz değil mi?
Özlem ben, amcanızın ekibindenim Korel gibi.”
Şaşkınlığım azalmak yerine artıyordu.
Gözlerimi bir Korel’e bir telefona çevirdim. Sevgilisi de polisti, amcamı da
gayet yakından tanıyordu anlaşılan.
“Despina ben de, memnun oldum Korel’in
sevgilisi ve amcamın ekibindeki Özlem…” Öğrendiğim bilgilerini peş peşe
sıraladığımda Korel ufak bir kahkaha atmış, telefondaki ses ise gergince iç
çekmişti. “Ben de çok memnun oldum Despina Hanım, şu an yaşanan tatsız durumdan
amcanızın haberi olur mu sizce?”
Tatsız durumdan kastı sanırım Korel’i
benim yanımdan aceleyle çağırması ve benim sesimi duyduğunda yanlış anlayarak
kıyameti kopartmasıydı.
“Bilmem,” dedim omuz silkerek. Korel başka
bir cevap bekliyormuş gibi kaşlarını havalandırdı. Hattın diğer tarafından ise
umutsuz bir iç çekiş geldi. Onları yormadan devam ettim. “Yanına gidip
söylerseniz haberi olur, bence söylemeyin.”
Onları biraz daha korkutabilirdim ama
karşımda Özgür yoktu. Herkes şakalarımı kaldıramayabiliyordu.
“Tamam mıyız, güzelim?” dedi Korel
telefonu kendisine doğru yaklaştırıp. “Despina’yı evine bırakıp geleceğim
yanına.”
Özlem’in ne diyeceğini hiç beklemedim.
“Yok,” dedim hemen. “Öyle yapmayacağız. Sen sevgilinin yanına hemen
gidebilirsin, beni eve bırakmana gerek yok.”
Korel anlamamışçasına kaşlarını hafifçe
çatarak bana baktı. “Ne?”
Başımla arkayı işaret ettim. “Kafenin
çıkışına doğru bak.” Aynadan dediğim yere doğru baktı. Burnundan kısa bir nefes
verdi. “O kadar hızlı ikna olması garipti zaten, onunla mı döneceksin yani
eve?”
Başımı salladım.
“Babanı bundan haberdar etmek zorundayım,
önüne gelen biriyle seni gönderemem Despina.”
“Edebilirsin.” dedim uzatmadan. Babamın
buna hayır diyeceğini düşünmüyordum, sadece biraz tadı kaçabilirdi.
Korel’in babamı araması ve kısacık bir
konuşmanın -telefonu bana vermeye çalıştığında ölü taklidi yapmıştım- ardından
arabasından inmek için hareketlendim.
“Amcam, Özlem’le sevgili olduğunuzu da mı
bilmiyor?” dedim merakıma yenik düşerek.
Gözlerini evet dercesine kapatıp açtı.
Sırıttım. “Niye ki?”
“Belli bir nedeni yok, aynı ekipteyken
söylemek istemedik. Şimdi ben çalışmıyorum ama kaldı böyle, döndüğümde belki…”
“İsterseniz ben söyleyeyim,” dedim hafif
dalga geçerek.
“Aslında mantıklı.” demesini
beklemiyordum. “Ne?”
“Sana kıyamayacaktır.”
Saçmalama dercesine bakıp bedenimi
hareketlendirdim. “Görüşürüz, teşekkür ederim eşlik ettiğin için bugün.”
“Dikkatli ol, seni evine götürmediğime
pişman olmayayım olur mu?”
“Olur olur.” dedikten sonra arabadan
indim. Kapıyı kapattığımda Korel’in arabayı çalıştırmasını beklemeden
adımlarımı az önce geldiğim noktaya doğru yönlendirmeye başlamıştım.
Yerinden ayrılmadığını söyleyemezdim ama
uzağa gitmiş de sayılmazdı. Pars’ın tek yaptığı kafenin çıkışından ayrılıp,
biraz gerideki arabasının ön kısmına yaslanmak olmuştu. Korel ona baktığında
kafenin çıkışındaydı, ben arabadan inerken yerinden ayrılmış olduğu belliydi.
Yanına vardığımda kalçası arabaya hafifçe
yaslı durduğundan bedeni az da olsa kısalarak büküldüğü için kolayca yüzüne
bakabilmiştim.
“Gelmeseydin, biraz daha vedalaşsaydınız
keşke.”
Ofladım. “Bekliyorsun diye acele ettim,
gitmediyse devam ede-…”
“Despina.” dedi sadece.
“Hım?” dedim adımı öylesine söylemediğini
bile bile.
“Bin arabaya.”
“Bana emir vermeyi kes.”
“Arabaya bin.”
“Yerlerini değiştirdin, emir ortadan
kalkmadı. Türkçem bu kadar zayıf mı sanıyorsun?”
Koyu mavileriyle yüzümde yavaş bir tur
attıktan sonra dudakları aralandı. “Arabaya binecek misin artık?”
Tek kaşımı yapabildiğim kadar
havalandırdım. “Sabrımı zorluyorsun.” dediğinde umursamazca omuz silktim.
“Korel’i arayıp dönmesini ist-…”
“Arabaya biner misin, Despina?”
“Olur,” dedim gülümseyerek. “Madem rica
ediyorsun, bineyim.”
Geri adımlayıp kapıya doğru ilerleyecekken
ben adım atamadan bedeninin arabayla olan temasını kesti. Böylece normalde olan
boy farkımız yeniden kendini göstermişti.
“Gerodeménos.”
diye homurdandım. Bu kadar kocaman olmak zorunda
mıydı? Kendimi masal cücesi gibi hissediyordum, üstelik kısa sayılamayacak
kadar uzundum.
*(İri
yarı, çam yarması.)
“Başladık mı yine kanal değişimine? Ne
demek şu?”
Sırıttım. Onu takmadan arabaya binecektim
ki dirseğimin biraz altından canımı yakmayacak şekilde tuttu. “Kime diyorum?”
“Boyun kaç senin?” diye sordum birden.
“İki metre misin?”
“Hayır,” dedi sorumun aniliği üzerinde
afallamadan. “1.96.”
“Bayağı farklıymış,” dedim ağzımın içinde.
Özgür de uzundu, hatta babam da öyleydi ama Pars’ın aralarındaki en uzun kişi
olduğu gözle görülüyordu.
“Süt iç, belki dört santim daha uzarsın.”
Yüzünde, yüzünün her zerresine yayılan bir
gülümseme belirdi. “Sütü sen iç ki büyüyesin, minik.”
Kolumu ondan çekip beni bir kez daha
durdurmasına izin vermeden arabaya bindim.
Minik falan değildim.
Minik
tanrıça dediğinde sorun olmuyor tabii…
diye söylenen iç sesimi boğarak sustururken ön koltuğa yerleşerek kollarımı göğsümde
kavuşturmuştum. Bir kere olsun benim tarafımı tutamaz mıydı şu ses?
~
“Çok acıktım,” diye sızlanan Özgür’ü
duymamak için kafamı yanımdaki cama vurmak ve kendimi bayıltmak üzereydim.
“Çıkmadan midemi tutsun diye yarım ekmek
yedin, Özgür.”
Babam kırmızı ışıkta durduğumuzda arka
koltukta oturan Özgür’e doğru dönerek bıkkınca konuşmuştu. Yayıldığım ön
koltukta onları izliyordum.
Burada oturma hakkı kazanmam kolay
olmamıştı. Gerçi yalan söylememeliydim, bayağı kolay olmuştu. Özgür ön koltuğa
oturacakken babama üzgün üzgün bakıp arkaya geçmek için hareketlendiğimde
Özgür’ün bedeni bir anda arka koltuğa fırlatılmıştı. Böylece öne, babamın
yanına kurulabilmiştim.
“Ama yarım saatten fazla süredir yoldayız,
ben o yarım ekmeği sindireli bayağı oldu abi.”
Gözüm ön paneldeki saate çarptı. Söylediği
gibi kırk dakikadır yoldaydık. Yola çıkışımız plansızdı, plansız olunca da
trafiğin ortasında kalmıştık.
Daha önce gittiğimizde bu kadar
sürmediğinden emin olduğum yol bitmiyor, bir türlü ulaşacağımız yere
ulaşamıyorduk.
“Geç kalacağımızı haber vermek için
arayalım mı? Belki onlar da çok acıkmışlardır.” dedim araba yeniden hareket
etmeye başladığında. “Ara bebeğim, bir şey lazım mı diye de sor.”
Her bebeğim dediğinde yaptığım gibi babama
gözlerimi kırpıştırarak baktıktan sonra telefonumu çıkarttım. Arayabileceğim
birden fazla isim vardı ama en sık konuştuğum kişiyi aramayı seçmiştim.
Telefonu kulağıma yasladığımda çok
geçmeden arama yanıtlandı. “Gelmekten vazgeçtik diye arıyorsan, kapatacağım
boncuk. Neredesiniz?”
Dedemin tepkisine kıkırdadım. “Trafik var,
biraz geciktik. O yüzden aradım.”
Nefeslendi. “Erkenden gelseydiniz böyle
olmazdı.”
Şaşkınlıkla cevapladım. “Halam aradıktan
biraz sonra çıktık, yeni davet etmiştiniz.”
“Davet edilmeden gelseydiniz o zaman
erkenden, onu da ben mi söyleyeceğim?”
Bir şekilde haklı çıkmış olmasına
şaşkınlığım sürerken babam ne olduğunu anlamaya çalışır gibi bir bana bir yola
bakıyordu. Özgür de kafasını öne doğru uzatmış, ikimizin arasından kendini var
etmişti.
“Geliyoruz birazdan, almamız gereken bir
şey var mı?”
“Canan!” diye seslendiğinde kulağım
çınlamıştı. Bağırmasa da sesi o kadar toktu ki duyduğunuzda zihninizde birkaç
kez yankılanıp anca öyle yok oluyordu. “Bir şey lazım mı?” diye ekledi. Aldığı
cevabı duyamadım ama bir süre sonra bana yönelik konuştu tekrar.
“Ekmek ve içecek alırsınız.
Arabadakilerden biri alsın ama, sen keyfine bak boncuk.”
“Tamam,” dedim gülerek. Telefonu kapatıp
kucağıma bıraktım. Almamız gerekenleri söylediğimde babam başını salladı. “Evin
ilerisindeki markete gireriz, on beş dakika kadar kaldı.”
Bahsettiği on beş dakikanın sonunda araba
büyük bir marketin önünde durdu. “Ben alıp geleyim,” diyerek kapısına uzanan
Özgür’ü babam durdurmuştu. “Ben hallederim.”
Aralarında küçük bir ‘sen-ben’
tartışmasına başladıklarında ofladım. “İkiniz gidin o zaman, neyi
tartışıyorsunuz?”
Başları aynı anda bana doğru döndü.
Sevimli olmasını umarak gülümsedim. “Mantıklı değil mi?”
“İnsan, ben gideyim der çığırtkan.”
“Ben gideyim desem yollayacak mısınız?”
Aynı anda, “Hayır.” dediler.
“O zaman artık gidin ve gelin, yeterince
geç kaldık.”
Bakıştılar, sonra daha fazla oyalanmadan
arabadan indiler. Markete doğru uzaklaşmalarını izlerken arkalarından biraz
gülmüştüm. İnatlarını geri çekmek yerine, tek kişilik işi iki kişi yapmaya
hazırlardı.
Markete girdiklerinde onları beklerken ön
camdan dışarıya diktiğim bakışlarımla etrafı izliyordum. Otururken buruşan
elbisemin uç kısımlarını düzeltmeye çalışırken, yazın ortasında olduğumuz için
saat sekize gelse de kararmamış hava sayesinde etrafı rahat rahat
gözlemleyebiliyordum.
Tenha bir sokak değildi. İnsanlar markete
ve yakındaki binalara girip çıkıyordu. Yoldan da arabalar geçiyordu sıkça. Bir
arka sokak, İstanbul’a ayak bastığım gün taksiden inip valizimle birlikte
kendimi bulduğum kapıyı barındıran sokaktı. Eve çok yakındık.
Etrafımdaki kalabalığa ve hareketliliğe
rağmen birkaç dakika içinde bakışlarım yolun karşısındaki kaldırımda,
bulunduğum arabayla aynı hizada duran arabaya takıldı. Park etmiş gibi
görünüyordu. Dikkatimi çeken bir detayı yoktu ilk bakışta. Diğer her şeye
yaptığım gibi bakışlarımı orada da birkaç saniye tutup yeni bir yere bakmaya
devam edecektim.
Park edilmiş olduğunu düşündüğüm arabanın
arka camı yavaşça aşağıya inmeseydi, o arabanın benim için diğer arabalardan hiçbir
farkı bulunmayacaktı. Fakat şimdi geçiştiremeyeceğim, bakışlarımı oradan
ayıramayacağım kadar büyük bir farka sahipti.
Arka koltukta oturuyor olan, cam aşağıya
doğru inerek aralandığında yüzünü gördüğüm bedeni üç haftadır görmüyordum.
Görmüyorum derken kastettiğim gerçeklikti, kâbuslarımı hesaba katarsam onu
kimseyi görmediğim kadar çok gördüğümü söyleyebilirdim.
Arabaların arasında tek şeritli bir yolun
kaplayacağı kadar boşluk vardı. Bu boşluk belki de gözlerini görmeme engel
olacak kadar çoktu, gördüğümü sandığım gözleri sadece yıllarca ezberimde
tuttuğum görüntüydü.
Hangi şekilde olursa olsun camım
kapalıyken gördüğüm o yeşil, kısık bakışların bedenimi amansız bir titremeye
sürüklemesine engel olamamıştım. Titreyen parmaklarımla ilk yaptığım, daha
doğrusu yapmaya çalıştığım kapımın kilidine ulaşmak ve tuşa dokunarak kapıyı
kilitlemekti.
Onlarca değil, bir adım uzağımdaymış gibi;
bana bir nefes uzaktaymış ve uzansa kapımı açıp bana dokunabilirmiş gibi kilide
gitmişti parmaklarım önce.
Bakışlarımı oradan bir an bile
ayıramıyordum. Göz kırpmayı unutmuş bile olabilirdim bu süre boyunca. Gözümü
açıp kapattığım sürede bile yenilebilirdim ona, bana her an tetikte olmayı o
kadar iyi öğretmişti ki…
Kucağımda duran telefonum çalmaya başladı.
Arayanın sabırsızlanan dedem olmasını,
belki aklına alınması gereken yeni bir şey gelen Canan Hanım’ın aramasını ya da
yine abisi konusunda beni köşeye sıkıştırmak için susmadan konuşacak olan
Mayıs’ın adını telefonda görmeyi isterdim. Bu seçeneklerden herhangi birinin gerçekleşmesi
için her şeyi yapardım.
Bakışlarımı camdan ayırdığım saniye,
kucağımdaki telefonumun ekranına düşürdüm. Yazan ismi gördüğümde boğuk bir
çığlık atmıştım. Aramayı yapan, camın ötesindeki gözlerin sahibiydi.
Korkularımın bana hayal gördürtecek kadar
kuvvetlendiğine sığınıp, arabada onu gördüğüm anın bir sanrı olduğuna
inandırabilirdim kendimi. Kucağımda titreyen telefonda adını görmeseydim,
aramayı açmadığımda aynı isimden telefonuma bir mesaj düşmeseydi kesinlikle
bunu yapardım.
‘Éla
ston patéra, o mikrós mou erastís.’ Yazılı mesajı bir
kez okumam midemin çalkalanmasına ve aynı anda tüm bedenime yayılan bir
uğultunun beni boğmaya başlamasına yetmişti.
*(Babanın
yanına gel, küçük sevgilim.)
Bulunduğum yerde soğuk terler dökmeye
başladığım halde üşüyormuş gibi titriyordum. Kapıya tutunup, gücüm biri açmaya
çalışsa yetecekmiş gibi parmaklarımı sert yüzeye kapadım.
Dudaklarımı yaralayacak kadar fazla
baskıyla ısırdığımın farkında değildim. Canım yanmaya başladığında farkına
varmam bir işe yaramamıştı. Bedenimin kontrolü benim elimden çıkmıştı sanki. Üç
gün önce, Pars’ın yanındayken girdiğim o etrafı sisli görmeme sebep olan
bulutun içine çekilmiştim yine. Tek bir fark vardı, yanımda kimse yoktu.
Boynum kopacak kadar sert şekilde başımı
sürücü koltuğunun camına çevirdim. Marketin girişine bulanan midem ve görüşümü
buğulu hale getiren gözlerim eşliğinde zar zor baktığımda neye güldüklerini
bilmediğim ama gülümsemelerini seçebildiğim tanıdık iki yüzü görmüştüm.
Aklım hesaplama yapmak için çok uğraşmadı.
Tek derdi, kapıyı açıp onlara doğru koştuğumda yolun karşısındaki arabadan
çıksalar da bana yetişemeyecek olduklarından emin olmaktı. Emin olduğum ilk
anda, kilitlediğim kapıyı açmam ve bedenimi arabadan dışarı atmam arasında bir
iki saniye bile yoktu.
Hafif esen rüzgârın dizlerime doğru inen
elbisemin etek uçlarını hareketlendirmesine, bir askımın omuzumdan düşmesine ya
da saçlarımın birbirine karışıp yüzümün bir kısmını örtmesine aldırmadım.
Arabanın önünden dolanıp kaldırıma ayağımı bastığım anda yalpalayan adımlarla
koştum.
Beni ilk gören, Özgür’dü.
Yarım halde yüzünde bekleyen gülüşü halimi
gördüğü anda toz olup uçtu. Ona doğru bakıp bir şeyler söylüyor olan babamın
duraksadığını ve yüzünü görür görmez onun baktığı yöne döndüğünü gördüm sonra.
Onlara ulaşmama son birkaç adım kala,
koşacak gücüm kalmamıştı. Koşmaya başlarken de hangi güç kırıntısına
tutunduğumu bilmiyordum aslında. Gücüm arabada, camın ötesindeki yüzü gördüğüm
anda beni çoktan terk etmişti.
Adımın dudaklarından döküldüğünü gördüm.
Duymadım, gördüm. Belki bağırmıştı, haykırmıştı adımı ama duymuyordum.
Kulaklarımdaki uğultu öylesine kuvvetliydi ki hiçbir sesi duyamaz haldeydim.
Dudaklarından adımın çıktığını gözlerimle görmüştüm sadece.
Kapatmaya gücümün kalmadığı boşluğu
neredeyse tek adımıyla hızla örttüğünde artık yanımdaydı.
Babam yanımdaydı.
Bir şeyler söylüyordu. Duymuyordum. Onu
duymadığımı fark edemiyor, durmadan konuşuyordu. Boğazıma takılı kalan nefesle
birlikte, acıyla sızlandım.
Sırtımı güçlü koluyla sarıp beni kendisine
yasladı. Bir kolu sırtımı, diğeri omuzlarımın biraz üzerinden ensemi ve
saçlarımı sardığında yüzüm sertçe göğsüne düşmüştü. Sertliği umurumda değildi,
burnum da kırılsa bir santim geriye çekilmezdim.
Yıllarca haberimin olmadığı, haberim
olmaya başladığı andan beri benim için bir morfine dönüşen mentollü kokusu
burnuma dolduğunda titremekten kasılan bedenim aniden çözüldü.
Kulaklarım birden duymaya başladı, bana
ulaşan ses kendi sesimdi. Nefesimi kesecek yoğunlukta hıçkırıklarla sarsılarak
ağlamaya başladığımda yüzümün yaslı olduğu yerdeki kalp atışlarının hızlandığı
hissettim. Uydurmamdan ibaretti ya da algım bana oyun oynuyordu ama yaslandığım
yerin hıçkırıklarımla birlikte düzensiz şekilde çırpınmaya başladığını
hissetmiştim.
“Buradayım,” Kaç kez bu sözcüğü kulağımın
hemen yanında duydum, hatırlamıyorum. Hiç durmadan, hiç bıkmadan tekrarladı.
Beni, benimle olduğuna inandırmak için çabaladı.
Üstündeki tişörtün iki yanını avuçlarımla
sıkıca tutuyordum. Karnının iki yanından kavradığım kumaşa öylesine sıkı
tutunmuştum ki beni oradan ayıracak bir kuvvet olamazdı sanki.
“Babasının bebeği,” dedi tekrarladığı
sözcüğe ara verdiği ilk anda. Kulağımda yankı bulan fısıltısını duyduğumda
korkuyla sızlanırken güven bulduğu bir kucağa sinen bir bebekten farklı
değildim, haklıydı. “Babasının güzel bebeği,” diye fısıldadı kulağıma. Şakağıma
doğru bastırdığı dudakları saçlarımla kaplanan tenime küçük öpücükler bıraktı.
Hıçkırıklarım kesilmiş değildi. Ancak az
önceki kadar kuvvetli olmadıklarını söyleyebilirdim. Bedenimi sarsmaya devam
ediyorlardı ama nefeslerimin ciğerlerimi şişirmesine engel olmayı bırakmışlardı
artık.
“Yanındayım, söyle bebeğim. Ne korkuttu
seni, neyin var?”
Kollarını hiç gevşetmeden konuşmuştu.
Yüzüm göğsüne saklı olduğu için ne ben onu görüyordum ne de o beni görüyordu.
Ürpertiyle, onun da hissedebileceği şekilde kollarının arasında titredim.
“Şş, geçti.” Şakağımı öptü yine. Saçlarım
yüzüme dağıldığı kadar onun sakallarına da dolanmıştı, hissediyordum.
Babamın dudakları alnımın kıyısındayken,
omuzumda belli belirsiz başka bir yüz hissettim. Özgür’ün sıkıntıyla iç
çektiğini duyuyordum, omuzuma yaslanan oydu.
“Gözlerime bakar mısın?” dediğini duydum
babamın. Olumsuz bir ses çıkarttım sadece.
“Lütfen,” dedi. “Kollarımın arasından
çıkarmayacağım seni, başını kaldır sadece.”
O kadar çaresizce istemişti ki dediğinin
aksini yapmam mümkün değildi zaten. Çenemi göğsüne sürterek yüzümü kaldırdım.
Boynumu geriye doğru attığımda istediği gibi yüzüm gözlerinin önündeydi.
“Yine kızıl çöktü mavilerine, buna engel
olamadığım her an için kendimi bir kez daha affetmemeye yemin ediyorum.”
Gözlerim kısıldı. Bu hareketimle
gözlerimde biriken yaşlar yanaklarıma doğru yağmaya başlamıştı yeniden.
“Burada,” dedim. Nefesim yettiğince
konuşarak. “O, burada.”
Ağlayan yüzümü gördüğünde acıyla kasılan
yüzü, sözlerimi söyleyip sustuğum anda bambaşka bir şekilde kaskatı kesildi.
Yanakları içe doğru çöktü, çenesindeki gerginliği görmemem mümkün değildi.
Elalarındaki yangının harlandığını, o yangının etrafa sıçramak için an
kolladığını gördüm. Görmemek için kör olmam gerekirdi.
“Nerede?” diyen Özgür’dü. Şaşkınlıkla
karışmış öfkesiyle birlikte sormuştu. Babam, Özgür’ün sorusuna vereceğim cevabı
bir saniye daha fazla bekleyemezmiş gibi bakışlarını hızla etrafta gezdirmeye
başladı.
“Araba…” dedim gözlerim acırken. “Yolun
karşısında, beyaz arabada.”
İkisi de aynı anda arkama doğru baktılar.
Benim sırtım oraya dönüktü, onlar ise direkt görebilir haldelerdi.
“Beyaz araba,” diye tekrarladı Özgür.
“Öyle bir araba yok güzelim, beyaz mıydı emin misin? Hangisi, tekrar bak?”
Panikle arkama doğru döndüm. Aslında
babamın kollarında kıvrandım da denilebilirdi. Beni büyük ölçüde sıkıca tutmaya
devam ediyordu ama dönebileceğim kadar izin vermişti hareketlenmeme.
İndiğimiz arabanın tam karşısında durması
gereken araba, yoktu. Beyaz araba aynı yerde değildi. Sağa sola bakıp arabadan
bir iz bulmaya çalıştım telaşla ama bulamadım. Sokağın hiçbir noktasında
değildi.
“Yok,” dedim titrek bir sesle. “Gitmiş,
yok. Ama buradaydı, yemin ederim buradaydı!”
Babam kollarıyla beni çevreledi yeniden.
Yüzümü sakinleşmemi ister gibi göğsüne yasladı. Bu kez yanağım göğsüne
değiyordu, bakışlarım Özgür’ün olduğu taraftaydı.
“Sakinleş biraz, bak kendin söyledin
gitmiş işte çığırtkan. Belki de gördüğünü sandın, aklın sana oyun-…”
Gözlerimi acımalarına rağmen irice açtım.
“Buradaydı diyorum!” dedim yakınarak. Bana inanmayacaklar mıydı?
“Şş,” diyerek ensemi avucuyla yavaşça
okşadı babam. “İnanıyoruz sana, bebeğim.”
Sinirle güldüm. Gülmekten çok sinir
bozukluğumun sesli bir yansımasıydı. “İnanmıyorsunuz,” dedim başımı iki yana
sallayarak. Göğsünden çekilmeye çabaladım, ensemdeki elini çekmedi ama geri
çekilmeme izin vermişti.
“Telefonum…” dedim aklıma gelir gelmez.
“Onu gördüğüm anda mesaj attı, tesadüf mü o da?” Özgür’e doğru bakarak kendimi
anlatmaya çabalarken elim ayağım titriyordu. O an üzerime giyindiğim kuvvetle
babamdan sıyrılıp arabaya doğru adımladım hızla. İkisinin de peşimden geldiğini
hissediyordum.
Arabaya varıp, inerken arabanın içinde
yere düşürdüğüm telefonumu aldım yerden. Ekrandan silinmemiş bildirimi
görmeleri için telefonu onlara doğru uzattım.
Bu sırada derdim bir mesajın var olduğunu
göstermekti. Tek amacım buydu. Bana inanmalarını istemiştim.
Henüz sıyrılmayı başaramadığım,
beklenmedik krizin bulanıklığıyla; ekrandaki mesajın Yunanca olmasının yalnızca
Özgür için çözülemez olduğunu atlamıştım.
Ekranda yazanlar temel bir Yunancayla
anlaşılabilecek kadar basitti. Timur Akdoğan bana bu ölçüde Yunanca biliyor
olduğunu duyuralı bayağı oluyordu.
Elalarında az önce bir yangın olduğunu
söylemiştim. Onun burada olduğunu söylediğim anda beliren yangının büyüklüğü
konusunda ise yanılsamaya düştüğümü şu an anlıyordum.
Eğer az önce gördüğüm bir yangınsa,
şimdiki neydi? O yangın, şimdi gördüğüm patlamanın küçük bir parça közü bile
olamayacak kadar küçük kalmıştı.
“O
mikrós mou erastís…” diyerek mesajın son
birkaç kelimesini tekrarladı kısıkça. Telaffuzu doğru, aksanı belirgindi.
*(Benim
küçük sevgilim…)
Kalbine dayalı bir silah ateş almış gibi
sarsıldı. Tekrarladığı sözcüklerin anlamını biliyor olduğunu açıkça anlamama
yeten buydu.
Anlamını bildiği sözcüklerin ağırlığı,
göğsüne inen aynı ağırlıkta bir darbe varmış gibi sarsmıştı onu.
Nikolos’a dair korkumun beni Atina’ya geri
götüreceği endişesi ile sınırlı olduğunu düşünüyordu. Ona bunu düşündüren
bendim. Ondan saklanan, ona korkumun belki de yüzde birinden fazlasını
anlatmayan bendim.
Şimdi ise ne saklanacak köşe ne de kaçacak
bir delik kalmıştı.
Babamı kaldıramayacağını kavradığım
gerçekten korumak istemiştim ama çok geçti. Tek sorunun yıllarca ayrı kalmamız
olmadığını, onun yerine yerleşen bir canavarla büyüdüğümü bilmek ve kabullenmek
zorundaydı.
Tıpkı benim her şeye zorunda kalışım gibi…
Yorumlar
Yorum Gönder