Aykırı Çiçek 18.Bölüm

18.BÖLÜM



Acar’ın kucağında daldığım uykudan, kulağımı yırtmak ister gibi peş peşe çalan kapı ziliyle sıyrılmaya başladım. Bulunduğum yerin artık onun kucağı olmadığını fark edince dudaklarımı büküp gözlerimi araladım.

Uyumadan önce birlikte oturuyor olduğumuz koltukta tektim, başımın altına küçük bir yastık koyulmuştu, uzanıyordum.

Ben kendime gelene dek zil sesi çoktan kesilmişti. Acar’ın kapıda olduğunu varsayarak doğruldum. Sırtımı koltuğa yaslayıp elbisemin yukarı toplanan eteğini düzeltmeye çalışırken kapıdan uzanan bedeni görmüştüm.

“Uyanmışsın.” Bakışlarımız kesiştiğinde bunu söyleyip bana doğru adımladı. Başımı salladım. “Biri mi geldi?” diye çalan kapıyı kastederek sordum.

“Sipariş vermiştim, onu getirdiler.” dedikten sonra ekledi. “Zili çalmamaları için not düşmüştüm ama pek takmadılar, uyandırmış oldum seni.”

Acar’ın nadiren de olsa ince düşüncelere sahip oluyor olması umutlarımı yeşertiyordu. Belki de safkan bir kütüğe âşık değildim, sadece onu Melih’in anlattıkları dışında birebir tanımıyordum.

“Önemli değil, iyi oldu uyanmam hatta. Saat kaç?” dedim hafifçe gülümseyerek. Yanıma otururken kolundaki saati bana çevirdi. Saat yerine elini inceleme isteğimi göz ardı ederek neredeyse 4’e gelen saate baktım.

Bugün için hiçbir planım yoktu, fakat bunu nedensizce Acar’a belli etmek istemeyerek yerimde kıpırdandım. “Birazdan kalkarım ben artık.”

Acar, kolunu kendisine doğru çekip saatle -ve eliyle- olan bakışmamı kesince yüzüne odaklandım.

“Gidecek misin?”

Kal dersen bir daha bu evden hiç çıkamayabiliriz Acarcım demek isteyen heyecanlı tarafımı susturup başımı salladım. “Gideyim.”

Bir şey söylemedi, ama yüzünden anladığım kadarıyla pek memnun değildi. Bu içten içe sırıtmama sebep olurken elbisemin etek uçlarıyla oynadım. Acar’layken bazen olduğumdan çok daha küçük bazense çok daha olgun hissediyordum.

“Gidersin bi ara.” Geçiştirir gibi konuşup ayaklanınca başımı geriye atıp gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Bu bir çeşit ‘gitme’ deme şekli miydi?

“Niye kalktın?” dedim ayakta dikilmesine bir anlam veremeyerek. Ne gidiyor ne de oturuyordu.

İşaret parmağıyla burnumun ucunu havaya kaldırır gibi baskı uyguladığında huylanarak yüzümü buruşturdum. Yarım ağız sırıttı. “Her yerinden huylanıyorsun, daha neler keşfedeceğiz acaba?” Ben yeniden konuşmadan devam etti. “Mutfağa gidiyoruz.”

“Birlikte mi gidiyoruz?” dedim şaşırarak. Yemek yiyeceksek eğer hiç aç değildim çünkü.

“Birlikte gidiyoruz, kalk bakalım.” Elini uzatıp kalkmamı beklediği için itiraz etmeden elimi avucuna bıraktım.

“Bana yemek mi yaptıracaksın Acarcım? Mantıklı bir karar olmayabilir, uyarmış olayım da.”

Elimi bırakmadan salonun çıkışına yürümeye başlarken söylediklerime güldü. “Yapa yapa öğrenirsin, hatta mutfağı da temizleteceğim elin değmişken.”

“Ojelerim var, bozulur.” diyerek abartısına ortak olduğumda omuz silkti. O sırada mutfağa ulaşmıştık.

“Bana ne kızım ojelerinden, boşa mı getirdim eve seni?”

Acar’ın beni eve yemek ve temizlik için getirmiş olma fikri fazlasıyla komik geldiğinde kendi kendime güldüm. Öncesinde de enerji toplamam için öpüp kucağında uyutmuş olabilirdi.

Başka bir şeyler için söylenmek üzere dudaklarımı aralamışken mutfağın ortasındaki ada tezgâhta duran kırmızılık gözüme takılınca sustum. Uyku sersemi yanlış görmüyorsam eğer, tezgâhın üzerinde koca bir kap çilek duruyordu çünkü.

Saydam plastik kabın içerisindeki çileklere ilerlemek için Acar’ın elini bırakmaya çalışsam da başarılı olamadım. “Biraz yiyeyim mi?”

“Hepsi senin, ne kadar yemek istersen o kadar ye.” dediğinde bir kez daha çileklere gitmeye çalıştım. Bu kez de başaramayınca çirkefleşmesine engel olamadığım sesimle Acar’a döndüm. “Ama bırakmıyorsun ki yiyeyim!”

Kaşları havalandı. “Dövseydin bir de, hallere bak. Çilekler mi ben mi Feris, hızlı cevap ver yoksa bırakmam.”

Düşünmeye gerek duymadan cevapladım. “Çilekler. Bırak şimdi, hadi.” Kızıyormuş gibi ifadesini sertleştirince gülümsedim. “Tamam, yalan söyledim.”

‘Aferin, yola gel’ bakışlarıyla gözlerime bakarken devam ettim. “Eşit seviyorum, seçim yapamam.”

“Feris!”

Oflayarak yerimde sallandığımda birden havalanınca panikle tutunmaya çalıştım. Acar belimi iki yandan kavrayıp beni bebek gibi havaya kaldırmış, ardından çileklerin yanına, tezgâhın üzerine bırakmıştı.

Önümde dikilmesini boş verip solumda duran çileklere uzandım. Tam alacakken elimi kapıp kucağıma bıraktı. “Yıkanmadı onlar, bekle biraz.”

“Bir şey olmaz, ben bir tane yiyeyim sen kalanını yıka.” Konu meyveler, özellikle kırmızı olanlar olduğunda aşeren bir hamileden farksızdım. Yemek yemeden yalnızca meyve yiyerek beslenmeye dünden razıydım ama vücudum buna pek sıcak bakmıyordu. Daha önceki birkaç denemem hüsranla sonuçlanmıştı maalesef.

“Bekle dedim Feris, yoksa hiçbirini yiyemeyeceksin.” Tehdidini umursamadan çileğe geri uzanmaya çalıştığımda bu kez yalnızca ellerimi değil, tüm bedenimi engelleyecek şekilde üzerime doğru eğildi. Avuçlarını iki yanımdan tezgâha yaslayıp kapana kısılmışım gibi beni sıkıştıran bedeniyle yolum kapanmıştı.

Acar’ın inadını kırmaya çalışırsam bunun çileklerin yıkanma süresinden daha uzun olacağını düşünüp omuzlarımı düşürdüm. Beden dilimdeki kabullenmişliği fark edince zafer kazanmış gibi gülüp boynuma minik bir öpücük bıraktı. Ardından çilekleri de alıp musluğa yöneldi.

Boynumdaki öpücüğün verdiği anlık titremeyi atlatmaya çalışırken yerimden kıpırdamadan sırtını izlemeye başladım.

Ben uyurken üzerindeki takım elbiseden kurtulmuştu. Koyu mavi bir tişörtün sardığı gövdesi ne olursa olsun yıkılmayacak olan bir dağ gibi duruyordu. Acar’ın devliğinden mi yoksa hissettirdiklerinden mi bilmiyordum ama benim için görüntüsü fazlasıyla güç çağrıştırıyordu.

Çilekleri yıkamasını beklerken sırtına dalmış olmalıyım ki bana döndüğünde manzaram bölündüğü için mızmızlanmak üzereydim. Bu, yanıma bırakılan koca bir tabak parıl parıl parlayan çileği görene kadar sürmüştü.

Acar’ı ve çilekleri eşit seviyorum derken şaka yapmamıştım.

Gözüme ilk çarpan, koyu kırmızı çileği alıp dudaklarıma yaklaştırdım. Acar, koca mutfakta duracak yer yokmuş gibi yine önümde dibime girmiş halde durmaya başladı.

Onu yok sayıp çileğimden kocaman bir ısırık aldığımda ağzıma yayılan tatla gözlerimi kıstım. Çilek gurmeliğim beni kolay kolay yanıltmazdı, tabaktaki en güzel çileği seçtiğime emindim, öyle de olmuştu.

Acar’ın bakışlarının dudaklarımda olduğunun farkındaydım. Çileğin kalan yarısını da ağzıma attığımda elimdeki yeşil yaprakları tabağın kenarına bırakıp, yeni bir çilek kavramak için uzandım. Çileğimi seçip önüme döndüm. Ağzımdakini tam yutamadan merakla sordum. “Sen yemeyecek misin?”

“Bunlar seni anca doyurur gibi güzelim, ben karışmayayım.”

Nezaketen tekrar sormam gerekiyor muydu? Cevap evetse de umursamadım, bir kere sormuştum yeterdi.

“Sen bilirsin.” derken ağzımdaki çilek bitmiş ve yeni çileğimin tamamını ağzıma atmıştım. Acar sesli bir şekilde gülünce ağzımdakileri yanağım dolu dolu çiğnerken gülümsemesini izledim.

“Seviyorum derken abarttığını düşünmüştüm mesajlarda, ama bir kasa çilek yiyor olma konusunda ciddi gibisin.”

“Çilekle şaka olmaz Acarcım.”

“Doğru söylüyorsun.” Çok mantıklı bir şey söylemişim gibi beni desteklediğinde memnuniyetle baktım.

Acar, acaba önceki yaşamında hanımcı biriydi de arada istemsizce aklı mı karışıyordu? Bazen düşünmeden edemiyordum.

Kaçıncı çileğimi yediğimi saymayı bıraktığım anlara geçerken Acar yerinden kıpırdamadan beni izlemeye devam ediyordu. Tabaktaki çileklerin azalmaya başladığını görünce dertlenen bakışlarım Acar’ı buldu. “Az kalmış.”

“Yine alırız, zaten bundan fazlası mideni ağrıtırdı yeter şimdilik.”

“Ağrıtmaz ağrıtmaz, ben tanıyorum midemi.” Minik yalanımla Acar’a ikna edici bakışlar atmayı denerken pek başarılı olmuş gibi değildim. Son birkaç çileğimi yerken, hafif aralı duran bacaklarımın arasına koca bedenini sıkıştıran Acar’la ağzımdaki çileğin suyu boğazıma aniden indi.

Ciğerlerimi çıkarır gibi öksürürken Acar elimde duran yarım çileği kenara atıp başımı yukarı kaldırdı. Tavanla bakışırken sırtıma da canımı acıtmayacak şekilde birkaç kez vurdu. “İyi misin? Su vereyim mi?”

Öksürüğüm yavaşça kaybolup boğazım rahatlayınca başımı iki yana salladım. “İyiyim, gerek yok.”

“Önünden aldık sanki, yavaş yesene kızım şunları.”

Boğulmama sebep olan bizzat kendisiydi, ama bunu belirtme ihtiyacı duymadan suçun çileklere kalmasına bir şey demedim.

“Boğazıma kaçtı suyu, ne yapayım?”

“Yavaş ye mesela, nasıl fikir? İki kilo çileği yedin on beş dakikada. Ne bu çilek aşkı?”

“Çok seviyorum dedim ya, anlamıyor musun?” dediğimde sanki yaklaşabileceği bir alan varmış gibi iyice dibime girdi. Bacaklarım iki yanda sallanırken tezgâha yasladığı elleri üst bacağıma belli belirsiz değiyordu. “Anlamıyorum, çilekleri yerken ve beni öperken aynı ifadeye sahip olman hoşuma gitmedi. Az önce ikinizi eşit seviyorum derken dalga geçiyorsun sanmıştım.”

Burnumu havaya dikerek bilmiş bilmiş cevapladım. “Çilek konusunda şaka yapmam demiştim.”

“Çileklerin önüne geçmek için ne yapmalıyım?” Yüzünü yüzüme yaklaştırarak konuştuğunda nefesimi tutmam gerekiyormuş gibi hissederek kendimi soluksuz bıraktım. “Hım?” Sorusunu yineler gibi mırıldandığında dudaklarına uzanmak için boynumu gerdim. Ne yapacağımı anlamış gibi bir elini yukarı kaldırıp başparmağını dudaklarıma yasladı. “Soruma cevap vermeyecek misin güzel bebeğim?”

Kulaklarıma çarpan hitapla birlikte dudaklarına ulaşma isteğim az öncekinin katbekat üzerine çıktı.

Benimle oynuyor olmasının verdiği sinir bozukluğu onu öpmemi engellemesinin gerginliğiyle birleştiğinde bacaklarımı kalçasının üzerinde çaprazlayarak birbirine doladım. Kendimi öne doğru iterek yükselttiğimde tezgâha yasladığı eli oyalanmadan belime ulaştı. Elbisemin ince kumaşı, tutuşunun sertliğiyle avucunda buruştu.

Öpmeme izin vermemişti, fakat saniyeler sonra dudaklarını dudaklarıma yaslayan o olacaktı.

Dudaklarımın üzerinden çekmediği başparmağını bulunduğu yere belli belirsiz bir hareketle sürttüğünde yeşil irislerimi onun koyu kahvelerine diktim. Gözlerimi gözlerinden ayırmadan dudaklarımı biraz araladığımda parmağı alt dudağımda kaldı.

Alt dudağımda bir şeyi siler gibi gezinen parmağını aniden ağzımın içinde hapsettiğimde gözlerimi gözlerinden ayırmadığım için kahvelerinde saniyelik yanıp sönen ışığı kaçırmamıştım. “Yapma.” Dişlerinin arasından tıslar gibi konuşurken dilinden bu dökülse de gözleri ‘durma’ der gibi duruyordu.

Gözlerini kırasım gelmemişti hiç.

Dudaklarımla sıkıştırdığım, yarısı ağzımda olan parmağını bırakmak yerine emdiğimde belimdeki eli orayı ellerinin arasında un ufak edecekmiş gibi kasıldı. Parmağına dilimi çarptığımda dişlerini sıktığını kasılan yanaklarından görebiliyordum. “Ne istiyorsun Feris?” Kulağıma doğru yaklaşıp boğuk bir sesle konuştuğunda tezgâhta oturuyor olmama şükretmiştim. Ayakta duruyor olsaydım bu ses tonunun dizlerimin bağını çözeceğine adım kadar emindim. “Sınırlarımda gezinmeyi seviyorsun değil mi?”

Onaylama ihtiyacı duymadım. Sevdiğim gayet açıktı, ortadaydı.

“Arala dudaklarını.” Bunu parmağını çekmek için istediği sanarak dediğini yaptığımda yarısı ağzımda olan parmağını tamamen bana itmesini beklemiyordum.

Dilime sürtünerek ağzımda ilerleyen parmağı kısık bir sesle inlememe sebep olurken o da anlayamadığım bir şeyler homurdandı. Gözlerimi, parmağı ağzımdayken gözlerine yeniden diktiğimde bakışlarımda gördüğü her neydiyse saniyeler içinde parmağının yerini dudakları aldı.

Parmağını çektiğinde dudaklarımı kapatmama izin vermeden ağzımın içine sızan diliyle gözlerim yarıya kadar kapanır gibi oldu. “O yeşil irisler kapanırsa, dururum Feris. Hangi noktada olduğumuzun bir önemi yok, yeminim olsun dururum.”

Dudaklarını dudaklarımdan birkaç santim ayırarak konuşup beklemeden yeniden beni öpmeye başladığında söylediğini yapacağını bildiğimden gözlerimi kontrol etmeye çabalarken kollarımı kaldırıp boynuna sardım.

Belimdeki elini kıpırdatmadan az önce ağzımda olan elini bacağıma uzattı. Ona doladığım bacaklarım yetmiyormuş gibi bacağımı kendisine doğru bastırdı. Elbisemin eteğini aşan parmakları üst bacağımı okşarken dudaklarımızı bir kez daha ayırdı.

Bunu sürekli yapmaya devam ederse bir bebek gibi mızmızlanmaya başlayacaktım. Beni öperken konuşası mı tutuyordu?

“Çilek… Ağzının için çilek kaplı gibi.” Bunu söyleyiş şekli az önce çileklerle yarışmaya çalışan kendisi değilmiş gibiydi. “Sevdin mi?” diyerek şansımı zorladığımda dudakları kıvrıldı. Dudakları neredeyse benimkilere yaslıydı, bu yüzden bu kıvrılmayı kendi dudaklarımda hissedebilmiştim. Ve kesinlikle hissettiğim en iç gıdıklayıcı şeylerden biriydi.

Cevap alamadığım için sorumu yineleyecekken Acar’ın belimdeki eli gevşedi, ardından belimi bıraktı. Bakışlarımı oraya çevirmeye çalışıp ne yaptığına bakmak isterken yüzüme yaslı olan yüzüyle bunu engelledi.

Yüzlerimizi çok az boşluk bırakacak şekilde uzaklaştırdığında tepkisizce onu izliyordum. Dudaklarıma tabakta kalan son birkaç çilekten birini uzattı. Az önce dudaklarımı tüketen dudaklarının aksine soğuk olan çileği dudaklarıma sürtüp ağzıma doğru bastırdı. “Isır.” Gözleri dudaklarımdayken fısıldar gibi konuşunca dediğini ikiletmeden çileğin bir kısmını dişlerimle koparttım.

Çileğin parçası ağzıma düşer düşmez Acar elinde kalan çileği kenara bıraktı. Ben o sırada çileği ağzımda gezdirmekle meşguldüm.

Çileği yutmak üzereyken Acar yeniden dudaklarımızı birleştirdiğinde gözlerim irice açıldı.

Ağzımdaki çilek tadını yoğunlaştırmaya çalıştığını düşünmüştüm, çileği bu yüzden ısırttığını sanmıştım. Fakat çileği henüz yutamadan dudaklarıma kapanmasını beklemiyordum.

Ensesindeki saçları sertçe okşar gibi çekiştirdiğimde öpüşü hoyratlaştı. Gözlerim dayanamayarak hazla kapandığında Acar’ın dudakları duruldu. Söylediğini bu kadar dakik gerçekleştireceğini düşünmemiştim, bazen Acar’ın kontrol delisi bir adam olduğunu atlıyordum.

Gözlerimi açtım. Neden durduğunu bilsem de bilmezlikten geldim. “N’oldu?”

Gözlerinin yoğunlaşıp koyulaşan irisleri benimkilere dikkatle bakıyordu. “Gözlerini kapatman yasaktı.”

“Yasakları çiğnemek hiçbir zaman umurumda olmadı.” Hızla cevaplamamı beklemiyor gibiydi. “Bundan sonra umurunda olsun o zaman.”

“Ne münasebet, hiç de olmayacak.”

“Görürüz onu güzelim, görürüz.”

“Görelim Acarcım.”

“Siktir, inatlaşarak aklımı dağıttın. Nerede kalmıştık?” diyerek yüzünü bana yaklaştırdı. Dudaklarımız temas edecekken evi dolduran zil sesiyle tadım kaçmış olsa da Acar’ın ifadesindeki değişime hafifçe güldüm. Hayalleri yıkılmış gibi bakıyordu.

“Ses falan duymadın değil mi? Ben gaipten sesler duyuyorum, sanki kapı çalmış gibi.” Onaylarsam dünyalar onun olacakmış gibi baksa da mecburen başımı iki yana salladım. Zaten o sırada zil bir kez daha çaldı. “Zil çalıyor.” dedim.

“Gerekli bir şey değilse, ki hiç sanmıyorum gerekli olduğunu, kapıdakini…” Devamında muhtemelen ağır bir küfür vardı fakat zil bir daha çalınca Acar küfrü yolda etmeyi tercih ederek beni hızla bırakıp sert adımlarla kapıya yöneldi.

Tezgâhtan atlayıp üzerimi düzelttikten sonra çıplak ayaklarımın çıkarttığı garip seslerle peşinden ilerledim. Ben mutfaktan çıkarken Acar kapıya ulaşıp çoktan aralamıştı.

Kapı tam açılmadan önce Acar’ın yanına, çoğunlukla arkasında kalacak şekilde geçtim.

Kapı açıldığında karşımda daha önce hiç görmediğim birini bulmuştum. Acar’dan biraz daha kısa fakat muhtemelen aynı yaşlarda, açık tenli, sarışın bir adamdı.

“Fatih?” Acar, kapının çalmasına olan sinirini çok da gizlemeye gerek duymadan konuşunca adamın adını öğrenmiş oldum. “Cidden evdeymişsin lan.” Adam hayret ederek konuşunca neye bu kadar şaşırdığını anlayamamıştım.

Acar’ın bedeninin arkasından yarısı görünen beni bulan bakışlarıyla şaşkınlığı biraz daha artmış gibiydi. Acar’a dönüp ‘hayırdır’ der gibi kafa salladı.

Benim kim olduğumu anlama şekline göz devirmemek için zor durdum. Diplerindeydim, görüyordum kaş göz yaptığını; buna rağmen saçma sapan şeyler yapıyordu.

“Önemli bir şey mi var Fatih? Kapıyı alacaklı gibi çalmana sebep olan ne, şeker mi eksik tuz mu yok? Hayırdır?” Acar’ın tepkisine güldüğüm için bunu saklamaya çalışarak yüzümü koluna bastırdım.

“Var onlar ya, eksik olma sağ ol.” Fatih’in cevabıyla bakışlarımı yeniden ona çevirdim. Bu göz göze gelmemize sebep olunca irkilmiştim. Dikkatle bana bakıyordu çünkü.

“Fatih!” Acar’ın yükselen sesi bina boşluğunda yankılanınca Fatih’in bakışları üzerimden çekilip ona döndü. “Daha dikilecek miyiz kapıda? Ne varsa söyle, dinliyorum.”

“Tamam lan, iki dakika duramadın anasını satayım. Şeyda aradı, telefonlarını açmıyormuşsun, ajansı aramış yok demişler. Eve bi baksana dedi, önemli bir şeymiş. Karşı daireye gidemem diyemedim, şansıma evde çıktın sen de.”

Fatih’in söyledikleriyle birlikte Acar’ın sinir perileri bana transfer olmaya başladı. Konu dönüp dolaşıp nasıl şu kıza gelebiliyordu ben gerçekten artık anlamakta zorlanıyordum.

“Mektup yollasaymış amına koyayım, görmediysem bir ara dönerim telefonuna. Bu kadar acil olan ne olabilir? Seni niye dikti buraya?”

“Ben ne bileyim Acar, meraklısı mıyım lan ben ikinizin arasında posta güvercini olmanın?”

“Siktir git kardeşine anlat o zaman meraklı olmadığını, vaktim olursa dönerim aramasına. Hadi iyi akşamlar.” Acar bunları söyledikten sonra kapıyı Fatih’in başka bir şey söylemesine izin vermeden kapattı.

Kardeşine anlat demişti, Fatih Şeyda’nın abisi miydi yani? Ayrıca karşı komşusu olduğu detayını da atlayamazdım.

“Bitmiyorlar amına koyayım, akıllısı bulmuyor beni.”

Acar kendi kendine söylenirken arkasını döner dönmez benimle karşılaştı. Yüzümdeki ifadeyi gördüğünde ise duraksamıştı.

İkinci kez, hatta doğum günü gecesini de sayarsak üçüncü kez kriz yaratan Şeyda konusundan yine kaçmaya çalışırsa delirip ya onu boğazlayacaktım aya da çekip gidecek ve bir daha yüzünü görmemek üzere yanından ayrılacaktım.

Doğru kararı vermesini umarak gözlerimi kaçırmadan ona bakmaya devam ettim. Bakışlarımı madem öpüşürken izlemeyi seviyordu, biraz da böyle bakabilirdi o halde.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm