Düşten Farksız 28.Bölüm
28.BÖLÜM
Bir insan bir yere ait hissedebilmek için
tam olarak neye ihtiyaç duyardı?
Sorunun cevabını, daha önce herhangi bir
yere ait hissetmemiş birinin vermesi olanaksızdı bana kalırsa. Öyle dışarıdan
gözlemekle, akıl yürütüp karar vermekle olacak şey değildi. Hayatın sizi bir
noktada ait olabileceğiniz bir yere sürüklemesi ve bunu deneyimlemenizi
sağlaması gerekiyordu.
Kendimi bildim bileli bulunduğum ülke
aynıydı. Başka dillerin, kültürlerin peşinde koşturup onları öğrenmeye
çalıştıysam da olduğum yer hiç değişmemişti. En azından bir ay öncesine kadar bu hep böyleydi…
Yunanistan’da geçirdiğim son yıllar
annemin hastalığıyla, önceki yıllar ise annemin gölgesinde gelişen ve ona
görünmeyen bambaşka sancılarla geçmişti. Geriye dönüp baktığımda en çok
sızlayan boşluğumun ‘ait hissetmek’ olduğunu yeni yeni fark ediyordum. Bu da,
ait olmanın ne demek olduğunu bilmeden bu hissi ne tanımlayabilir ne de
eksikliğini hissedebilir olamayacağımın kanıtıydı.
Türkiye’ye gelmekle aniden buraya ait
hissetmeye başlamamıştım tabii. Hatta buradaki ilk günlerimin önceki
yıllarımdan da beter hissettirdiğini itiraf etmek zorundaydım. Ancak günler
birbiri ardına gelip geçtikçe kucağıma hiç ummadığım sürprizler bırakmaya
başlamışlardı.
Bir yere ait hissetmenin kilidi, o yerde
bulunan insanlardaydı. O insanlarla olan bağ kuvvetlendikçe, o yerle olan bağ
da aynı oranda hatta belki daha da çok kuvvetleniyordu.
Değerini kendisiyle tanıştıktan sonra
anlayabildiğim, kısacık bir zaman içinde dileklerimin tepe noktalarından
birinde yer edinen bu hisle artık bir bağımlılık ilişkisine sahip olduğumu
düşünüyordum.
Olumsuz düşüncelerimin tümünde,
kâbuslarımın bir köşesinde hep bu histen ayrı kalmak ya da ayrı kalmak zorunda
bırakılmak vardı. Hiç tanımadığım bir hisle apar topar tanışmıştım ve bu his
bir ay içinde kaybetmekten en çok korktuğum hissim olmayı başarmıştı.
En çok evdeyken kendimi oraya ait
hissediyordum, babam sakince beni kollarının arasında tutarken Özgür’e
mızmızlanıp durduğum herhangi bir anın bana nasıl iyi geldiğini ve bunun
bağımlılık yapıcı olduğunu tarif edebilmem çok zordu.
Şimdi bulunduğum yer ise evimizden biraz
uzaktaydı. Orası kadar ait hissettirebilmesi mümkün değildi, ama söylemiştim
işte; ait hissettiren duvarlar değildi insanlardı.
Özgür’ün bana seslenişlerine cevap
alamadığı onuncu saniyenin sonunda holde belirmesinin ardından kendimi onunla
birlikte salona doğru yol alırken bulmuştum. Geride bıraktığımız Pars’ın yüzüne
hiç bakma fırsatım olmadan abim tarafından çekiştirilmek beni biraz germiş
ancak bir o kadar da rahatlatmıştı.
Etrafta birileri varken bile kapıldığım
çekim alanı, kimse yokken çok daha kaçınılmaz hale geliyordu. Pars’la karşı
karşıya kalmak, bana Mayıs’ın kıkır kıkır güldüğü ‘ceylan-avcı’ benzetmesini
anımsatıyordu. Bazen beni cidden avlayabileceğini ve bu sırada parmağının bile
yorulmayacağını düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi.
Salona girdiğimiz sırada ben Özgür’ün
kolunun altında sıkışmış bir çantadan farksızdım. Mayıs bu girişimizi
gördüğünde dudak bükmüştü. “Oyalama çalışmalarım sonuç vermedi Despoşum,
tutamadım yanımda.”
Özgür’ün yanımıza gelmemesi için gerekirse
canını verecekmiş gibi fedakâr görünen Mayıs’a ters bakışlar attım. Yemiyor
içmiyor, abisiyle benim aramda bir köprü kurabilmek için çalışıyordu.
“Utanmadan oyalayamadım diyorsun bir de
Mayıs,” diyen Özgür abartılı bir surat asışla Mayıs’ın yanına yerleştiğinde ben
de eski yerime dönüp yan yana duran tekli koltuklardan onlara yakın olana
geçtim.
“Yalan mı söyleyeyim yani aşkım?” diyerek
kendisini haklı çıkartmak için Özgür’e iri iri açtığı gözleriyle bakmaya
başladı Mayıs. Göz renkleri aslında aynıydı, ancak Mayıs’ın irisleri çok daha
koyu bir kahveydi.
Benzer bir karşılaştırmanın az önce
gözleri gözlerime tutunan adamla aramda yapılabileceğini fark ettiğimde yanak
içimi ısırmıştım. Koyu mavileri, benim parlayan açık mavi gözlerime her
çarptığında okyanusun kucağına düşmüş küçük bir göl gibi hissediyordum.
Özgür ve Mayıs’ın birbirleriyle yarı
tartışır yarı sırnaşır hallerinden sıyrılarak olduğum yerde hafifçe aşağı
kaydım. Bedenimi daha yayvan bir hale getirmiştim. Üstümdeki mavi elbisenin
rahat kumaşlı oluşu ve bedenimi sıkıca sarışı sayesinde rahattım. Hareket etsem
de üst bacağımın yarısında asılı kalan kumaş daha yukarı tırmanmıyordu.
“Abim odasına mı geçti?” diye sorarken
Mayıs bana dönmüştü hafifçe. Bir iki dakikadır kendi içlerinde konuşuyor
oldukları için sohbetten sıyrılmış olmaktan memnundum. Şimdi okun ucu bana
dönünce rahatım az da olsa bozulmuştu.
“Bilmiyorum, sanırım öyle yaptı.” diye
konuştum.
Yanımıza
gelmeyecek mi yani..? Hayallerinin yıkılışıyla
birlikte kendisi de yıkık bir duruma gelen Pars hayranı sesi göz ardı etmeyi
denedim. Zordu, fakat neyse ki imkânsız değildi. Yani en azından henüz…
Cümlem biter bitmez salon kapısında kapıyı
neredeyse tamamen kaplayan bedeniyle belirmeseydi ve dikkatimi dağıtmasaydı,
tahminimde haklı olabilir ve görmezden geldiğim sesi susturma konusunda daha
başarılı olabilirdim belki. Ancak Pars bilmediği anlarda bile benim üstüme
gelmeyi bir şekilde başarıyordu.
“Salondaki koltuklar tükendi herhalde.”
Giriş cümlesiyle beynimi zorlamıştı. Neyi
kastettiğini anlamak için ona doğru baktığımda bakışlarının yan yana -belki bir
açıdan üst üste- oturuyor olan Mayıs-Özgür ikilisinde olduğunu görmüştüm.
“En rahat koltuk burası, bir sorun mu
var?”
Özgür’ün sabır sınamak için asla nefes
bile alma süresini beklememesine şaşırmadım. Huyu buydu.
Pars onların yanındaki boşluğu, benim
karşımda ve onların diğer çaprazında kalan diğer koltuğu yok sayarak benim
yanımdaki ikinci tekli koltuğa kendisini bırakırken yanıtladı onu. “Yok tabii,
otur sen rahat rahat.”
Sesi ve söyledikleri pek uyuşmuyordu ama
kimse sorgulamadığı için ben de bu işe hiç girişmedim. Aklımı o kadar da
kaybetmemiştim.
Özgür az önce alayla soran bir başkasıymış
gibi yüzündeki ifadeyi dondurup sırayla iki tekli koltuğu -ve dolayısıyla bizi-
süzdü.
“Despina yanıma gelsene sen, abim.”
Kollarımı göğsümde kavuşturup gözlerimi
kıstım. “Niye?”
“Böyle ters oldu,” dedi bir iki saniyelik
duraksamanın ardından. “Uzağımda kaldın, özledim seni.”
Pars’ın kısık sesli gülüşünü duydum. Ona
doğru dönme refleksimle savaşıp savaşı bir şekilde kazandığımda bakışlarım
Özgür ve Mayıs’taydı.
“Saçmalamasan mı acaba Özgür?” Mayıs
bıkkınlıkla konuşurken yanında oturan sevgilisini dürtmüştü dirseğiyle.
“Şu odada saçmalamadığını düşünen tek bir
kişi olmaması nasıl hissettiriyor Akdoğan?” Pars, Özgür’ün sevgilisinden de
tepki almasının keyfiyle konuştuğunda ben sessiz kalan taraf olmayı seçtim.
Aralarındaki dengeyi henüz çözmüş değildim. Kimi zaman alaycılıkları şaka
yolluydu ama bazen söylediklerinde çok ciddi olduklarını düşünüyordum. Bu anın
hangi kategoriye girdiğini çözememiştim mesela.
“Bilmem,” dedi Özgür başını hafifçe yana
eğerken. “Saçmalamama rağmen seviliyor olmak iyi hissettiriyor ama biliyor
musun?” Gülümseyecektim. Tatlı bir biçimde, kendini güzelce savunmasına kocaman
gülümseyecektim ama susmadan devam etti ve dudaklarımın gülümsemek için
kıvrılmasına değil şaşkınlıkla aralı kalmasına sebep oldu.
“Saçmalamadığın, kendi kendine en iyi
olduğunu düşündüğün halde sevilmemek nasıl hissettiriyor peki?”
Şaşkınlığımın sebebi duyduklarımı anlamlandıramamam
değildi, Özgür’ün böylesine sert bir karşılık verip hiç düşünmeden
konuşmasıydı.
Sevilmemenin ne demek olduğunu bilmeseydim
belki bu denli ağır gelmezdi söyledikleri ama o hisse o kadar aşinaydım ki
cümlesi Pars’a değil bana çarpmış gibi irkilmiştim.
Mayıs’ın müdahale etmesini bekledim. Biri
abisi ve diğeri de sevgilisiydi. Onları tanıyan da, bu anın sonunun nasıl
geleceğini bilen de oydu. Ancak Mayıs beni şaşırtarak sessiz kaldı.
Onun sessizliği bulaşıcıymış gibi herkese
sıçradığında az önce yayıldığım koltukta yavaşça toparlanıp doğruldum.
Sessizliği bölüp bir şeyler söylemek ve elimden geldiğince bu anı düzgün
sonlandırmak için dudaklarımı aralayacağım sırada Pars yerinden ani bir biçimde
kalktı.
Bu ani kalkışın içeri gitmek için olduğunu
düşünerek kendimi kandırmadım. Özgür’e doğruydu hareketi, fark etmemek zordu.
Tek fark eden ben de değildim. Mayıs da abisiyle aynı anda yerinden fırlamıştı.
“Abi, dur!” diye seslendiğinde Pars çoktan
durmuştu zaten. Aralarında kısa bir mesafe vardı şimdi.
“Durdum,” dedi Pars dümdüz bir sesle.
Sesinden en ufak bir ipucu bile sızmıyor, onun şu an hangi hisle çevrili
olduğunu anlamama izin vermiyordu.
Mayıs’ın bir şeyler söyleyeceğini
düşündüğüm birkaç saniye geçti aradan. Dönüp Özgür’e kızmasını bile bekledim ama
sadece bakışlarını abisine dikmiş öylece bekliyordu.
“Bir şey söyleyecek misin?” dedi Pars,
Mayıs’a bakıyorken. “Sevgilinin cümlelerinden çıkarmak ya da belki onlara
eklemek istediklerin var mı Mayıs?”
Özgür’e baktım göz ucuyla. Oturduğu yerde
dümdüz karşıya bakıyordu. Ani parlayan öfkesinin daha önce odağı olmuşluğum
vardı. Babamla aralarındaki bağı öğrendiğimi anladığında yine böyle bir patlama
yaşanmıştı ve söylediklerinin kontrolünü kaybetmişti.
Mayıs’ın sesi çıkmadığında Pars başını
öylece salladı hafif bir şekilde. “Ben de öyle düşünmüştüm, abicim. Otur şimdi
‘haklı bulduğun’ sevgilinin yanına, keyfine bak.”
Pars az önce geldiği kapıdan, gelişinin
aksine çok hızlı bir biçimde çıktığında omuzlarım yer çekimine yenik düştü.
Ağırlıklar omuzlarıma bırakılmış gibi yerimde çökmüştüm.
Mayıs kendini çuval gibi koltuğa
bıraktığında Özgür’den farksız bakışlarıyla önüne baktı öylece.
“Ne yapıyorsunuz siz?” diye mırıldandım
istemsizce. Birden bire nasıl gerilmiştik, biri nasıl böylesine kırıcılaşmış
diğeri de bu duruma sessiz kalmıştı?
Karışmaya hakkım yok diye susmuştum ancak
pişmandım. Özgür konuştuğu anda araya girmeli, Mayıs’ı beklememeliydim.
Pişmanlığımın eşinin, belki de çok daha
yoğun halinin Mayıs’ın gözlerinde belirdiğini ve Özgür’ün -dışarıya yansımasa
da- içinde doğup büyüdüğünü görmedim. Yanlarında kalsaydım görecektim. Ancak
görme fırsatım olmadan ayaklanmış, Pars’ın peşinden gitmemin kime ne
düşündüreceğini umursamadan salondan çıkmıştım.
Evden çıkmış olma ihtimalini düşünüyor
olsam da dış kapının sesini duymamış olma ihtimaline tutunup kendimi koridora
attım. Mayıs’ın buraya geldiğim sayılı zamanların neredeyse tümünde yaptığı
‘abimin odası da burası işte, hani işin düşerse…’ şakaları sayesinde koridorun
sonundaki kapının nereye açıldığını çok iyi biliyordum.
Kapının önüne geldiğimde duraksamadım.
Durup düşünmenin beni vazgeçirebilecek güçte bir etkisi olabileceğini
biliyordum çünkü.
Kapıyı açıp içeri girdiğim anda ben
odadaki varlığına göz atamadan önce yoğun bir biçimde kokusuyla sarınmıştım.
Doğru odada olduğumu anlamak için gözlerimi kapatsam bile yeterli ipucum
olurdu. Oda, Pars’a ait kokuyla doluydu.
Kokusunun beni çektiği buluttan kopup
gerçekliğe döndüğümde gözlerim odanın içinde gezindi. Onu ne halde bulmayı
beklediğimi sorsanız cevapsız kalırdım ancak odadaki geniş dolabın dibinde,
sırtı duvara yaslı bir biçimde yere çökmüş bedenini göreceğimi beklemediğimi
söyleyebilirdim.
İçeriye birinin girdiğini fark etmemiş
olması düşük ihtimaldi. Gözlerini aralama gereği duymaması nedendi, bilmiyordum.
Başını hafifçe geriye atarak tıpkı sırtı
gibi duvara yaslı olmasını sağlamıştı. Kapalı gözleri ve ifadesiz yüzüyle
birlikte neredeyse uyuduğuna inanacağım bir görüntüdeydi. Bakışlarım biraz
aşağıya kaydığında ise bir elinin boynunda, bugün bolca dikkatimi verdiğim
siyah ip kolyenin ucunda olduğunu gördüm. Avucunu kapattığı yerde o yeşil taş
saklıydı.
Odaya girdiğimde kapıyı arkamdan kapatmış,
fakat kapıdan hemen uzaklaşmak yerine tam dibinde durmayı seçmiştim.
“Pars,” diyerek kısıkça adını mırıldandığımda
yerimden kıpırdamamayı sürdürdüm. O da bana eşlik etmiş, hiçbir hareketlilik
göstermemişti. “Geleyim mi?” diye sordum sesim az öncekiyle aynı
yükseklikteyken. İçeri sorgusuz girmiştim ama git dese giderdim, yalnız kalmak
istiyorsa bu hakkı ondan almazdım.
Sessiz kaldığında dudağımın kenarını
dişlerimle hafifçe acıtıp yerimde sallandım. “Gelmeyeyim mi?”
Sorumu olumsuza çevirmiş olmamın ondan
tepki alışımın sebebi olması biraz da olsa içimi rahatlatmıştı. İkinci sorumla
birlikte yüzündeki hiçbir hisse benzemeyen ifadesi, yerini kısıkça açılan
gözleriyle bana doğru sakince bakan Pars’a bırakmıştı.
“Çoktan gelmişsin, neden soruyorsun?”
dediğinde omuz silktim. “İçeriye girmeden fikrini bilemezdim, girince soruyorum
o yüzden.” Açıklamamı tek nefeste bitirdikten sonra ekledim. “Gideyim mi?”
“Gitme,” dediği sırada sesindeki
yorgunluğu hissedebilmeme bilerek mi izin vermişti bilmiyordum ama hissettiğim
şeyi sevmemiştim hiç. Karşımda durup beni köşeye sıkıştırmasını, aklımı
bulandırmasını ve dudaklarının belli belirsiz kıvrılmasını izlemeyi bu
yorgunluğuna bin kez tercih ederdim.
Küçük adımlarla ona doğru yürüdüm.
Elbisemi umursamadan dizlerimi kırıp yere, yaslı olduğu duvarın dibine oturdum.
Sırtımı onu taklit ederek arkaya yasladığımda ne yaptığımı görmek ister gibi
gözkapaklarını daha çok aralamıştı. Kısık bakışları normal hale gelirken göz
kırpmadan beni izliyordu.
Yerleşmeyi bitirdiğimde yere yaslı olan
çıplak bacaklarım hafifçe ürpermeme sebep olsa da bu detayı boş verip başımı
omuzuma doğru yatırarak ona baktım.
“Odan hiç güzel değilmiş,” diye konuştum
abartılı bir beğenmemeyi sesime kondurup. “Sen mi seçtin bu eşyaları?”
Ne diyeceğimi bilemediğimden böyle
saçmaladığımı düşünüyor olmalıydı. Bakışlarından ve yüzündeki ifadeden bunu
anlayabilmiştim. Bu yanlış anlaşılmayı düzeltmedim. Üzgün olduğunu düşündüğüm
birini nasıl mutlu edeceğimi bilmiyordum, aklıma gelen ilk şey ise saçmalayarak
dikkatini dağıtmak olmuştu. Bile isteye saçmalıyordum aslında.
“Ben seçtim,” dedi başını onaylar anlamda
küçük bir hareketle oynatıp.
Yere otururken mesafeyi biraz daha iyi
ayarlamış olmam kendi faydama olurdu, şu anda sol kolum onun sağ koluna
neredeyse yapışıktı. Dibine oturma işini biraz abartmıştım.
“Belli,” dedim kaşlarımı havalandırıp.
“Zevksizsin demek ki.”
Gözlerini sanki en derinlerimi
görebilirmiş gibi gözlerime odakladı. “Oda konusunda belki,” dedi kısık ama
bana yeten bir sesle. “Ama bambaşka bir konuda hiç zevksiz olmadığımı çok kolay
kanıtlayabilirim sana.”
Dudağımı büktüm. “Kanıtla,” dedim
duraksamadan.
Büktüğüm dudaklarım saniyelik olarak onun
göz hapsine düşerken bakışları yeniden gözlerime çıkar çıkmaz konuştu. “Sağında
koca bir ayna var,” dedi başıyla orayı işaret ederken. “Kendini sadece birkaç
saniye dikkatle seyret, Afrodit. Büyülenmek için böylesi bir büyüyü seçtim ben,
zevksiz olduğumu iddia edemezsin.”
Koşuyordum sanırım. Bu odaya girmeden önce
saatlerce koşmuştum hatta. Kalbimin derimi aşıp dışarı çıkacakmış gibi
hızlanmasının mantıklı tek açıklaması
bu olabilirdi. Bir kalp, hangi sebeple böyle delirip yerinden kopup çıkmaya
çabalardı?
Gözlerimi kaç kez kırptım, her açışımda
yeniden onu karşımda bulunca kaç kez yutkundum; saymadım.
Bütün bedenim uyuşuyordu. Bunu, bedenimin
yükünü verip altıma aldığım bacaklarıma bağlamak ve kendimi kandırmak isterdim.
Yükümü taşıyamayan bacaklarımın uyuşması her yere yayılıyor olabilirdi. Ama
yapmadım bunu kendime. Bacaklarımı ileriye doğru uzatmış da olsam aynı
uyuşmanın beni yakalayacağı gerçeğinden kaçmadım.
Bakışlarının mı, sözcüklerinin mi yoksa
bugüne kadar ondan gelip de bende biriken tüm her şeyin mi getirisi olduğunu
bilmediğim bir güdü beni elimi kaldırmaya itti önce. Kaldırdığım elim ona
uzandı. Elim yerini zaten hep biliyormuşçasına yanağına kapandı.
Avucum yanağına, belli belirsiz uzamış
açık renk sakallarla kaplı tenine değdiği anda gözleri direkt kapandı.
Koyu mavilerinin delici yoğunluğunu
yüzümde hissetmiyor olmak, az önce elimi kaldırmama izin veren cesaretimi daha
da körükledi. Başparmağımla, göz çukuruna yakın bir yeri sanki oradan bir iz
silmem gerekiyormuş gibi okşadım.
Kulaklarımda dakikalar önce Özgür’ün
söyledikleri yankılanıyorken, Pars göremese de yüzüm düşmüştü. Birinin karşıma
geçip böyle bir soru sorduğunu hayal edince bile kırgın hissetmiştim. Acaba
Pars bunun kaç katını hissediyordu?
“Elinin hep bulunduğu yerde kalması için,
oradan hiç ayrılmayıp şifasını bana bulaştırması için ne istiyorsun benden?”
Sessizce sorduğu soruyu dinledim. Sanki
sesi biraz yükselse bütün an bozulup, bambaşka bir hale geçecekmişiz gibi
dikkatliydi.
Pars’ın sevdiği şeylerden biri olduğunu,
en azından keyif aldığını bildiğim şeyi yapmak için araladım dudaklarımı. “Şifa
ne demek ki?”
Güldü. Gözlerini aralamadan, yanağındaki
elimin de onunla birlikte hareket etmesine sebep olacak kadar yoğun şekilde
güldü.
“İlaç, iyileştirme gücü demek.” dedi beni
bekletmeden.
Öğrendiğim anlamı yerine yerleştirip bana
söylediklerini kendi kendime tekrarladığım sırada gözlerini yavaşça araladı.
Koyu mavi irisleri kapanmadan önceki dalgınlığından sıyrılmış, belirginliğine
şaşırıp kaldığım bir sıcaklıkla yüzümde geziniyordu şimdi.
“İyileştirme gücü mü varmış benim
ellerimde?” diye sordum fısıltıdan öteye gidemeyen sesimle.
“Güzel olan her şey parmaklarının ucunda.”
dediğinde yutkundum.
“Sen varsın şu an parmaklarımın ucunda…”
Dudakları kıvrıldı. Az önceki gülüşünden
kalan izlerle değil, şimdi söylediğimin etkisiyle oldu bu kıvrılma.
“Güzel miyim?” diye sordu beni güldürecek
bir tavırla. Özellikle yaptığını biliyordum. Daha önce ona böyle bir karşılık
verdiğim gün çok da uzağımızda değildi, beni eve götürmek için Korel’le
inatlaştığı günün üzerinden haftalar geçmemişti.
“Hı hım,” dedim onaylar mırıltımla.
“Afrodit’sin hatta.”
Yüksek bir sesle güldü. Gülüşünün sahte
olmayışı, gerçekten gülmüş olması içimden ne zaman her yeri kapladığını
bilmediğim bir yük kaldırmıştı. “Teşekkür ederim,” dedi gözlerini yavaşça
kapatıp açtığı sırada. “Ama biraz yaratıcı olmalısın minik tanrıça, Afrodit
kartının kullanımı bana ait.”
Bana ne der gibi omuz silktim. Yanağından
çekmediğim elim sanki oraya aitmiş gibi ikimiz de bambaşka şeylere
odaklanmıştık şu anda.
“Ben de kullanacağım, öyle istiyor canım.”
Çenesinin kasıldığını hissettim. Elim
yüzündeyken hissetmemem garip olurdu zaten. “Canına ölsünler senin,” diye
dudaklarından döktüğü cümle aklımı karıştırdığında kaşlarımı çattım.
“Kim ölsün?” dedim anlamsızca.
“Pars ölsün,” dedi nefes bile almadan.
“Canına ölsün, sana ölsün; nasıl bir şeysin sen?”
Söylediklerini hiç sevmemiştim. Yüzüm bunu
belli ederek buruştuğunda yanağındaki elimi gevşettim geri çekecekmiş gibi.
Bunu fark etse muhtemelen engel olmayı denerdi ama yeterince hızlıydım.
Herhangi bir temasımız kalmayana dek geri çekildiğimde bu da yetmemiş,
oturduğum yerden hızla kalkmıştım.
“Saçma sapan şeyler söylüyorsun,” dedim
yakınarak.
Pars afallamış bir halde oturduğu yerden,
doğal olarak bayağı aşağıdan bana bakıyordu. Onun bu kadar yukarısında olmak
ilginç hissettirmişti.
Bu fark sanırım ona da ilginç gelmiş
olacaktı ki tek hamlede yerden kalkmış, boy farkımızı her zamanki haline geri
çevirmişti.
“Ne ayaklanıyorsun öyle hızlı hızlı? Ben
ne diyorum sen ne yapıyorsun?”
Sorularına, sorgulamasına bir tepki vermem
gerektiği kesindi. Üste çıkmalı ve kendimi savunmalıydım. Ama yap-a-madım.
Bu eve gelişlerimin birçoğunda yaşanan
klişenin bir kez daha yaşanmasına içimden saydırırken dişlerimi sıka sıka
konuştum. “Odaya girdiğinde kediyi buradan çıkarttın, değil mi?”
Bacaklarıma dolanan tüylü sıcaklığın
kaynağının kim olduğunu bile bile umutsuzca sormuştum. Bu kedi her seferinde
nasıl başıma bela olup beni Pars’ın yanındayken çıldırtıyordu? Buna kurulu bir
oyuncak gibiydi.
Mayıs’ın ben geldim diye kediyi abisinin
odasına koyduğunu söylediği anı az önce hatırlamıştım. Bu hatırlama
bacaklarımın alt kısmında hissedilir olan tüylerle birleşince sonuç açıkça
ortaya çıkıyordu.
“Ne?” diye soran Pars ani duygu
değişimimin analizini yapmakla uğraşırken çığlığı basmak üzereydim. Çığlığımın
içeridekileri ayaklandıracağını bildiğimden bir rezilliğe imza atmamak için
kendimi kastım.
Yatağa çıkmam, kedinin yanıma gelişini
asla engellemeyecekti. Odada herhangi bir kaçış yolu da yoktu. Geriye kalan tek
elle tutulur seçenek, daha önce de deneyimlediğim ve işe yaradığını bildiğim
için içgüdülerimin beni yapmaya ittiği tırmanıştı.
Açıklama yapmaya bile çabalamadan, daha
fazla bacağımdaki hisse katlanamayacağımı bilerek hızla yerimde yükselip
kendimi Pars’ın üzerine doğru bıraktım. Bedenine çarpan bedenimi ufacık bir
sarsıntıyla karşılamış, kolu hızla kalçamın altından dolanıp bana kucağında
durabilmem için koca bir destek oluşturmuştu.
Bu an, koca bir dejavu olmakla beraber
aslında yepyeni de sayılabilirdi.
Daha önce bir benzeri yaşanırken
bulunduğumuz ortamda tek olmayışımız ve de Pars’ın o gün Özgür’le sevgili
olmadığımızı öğrendiğinden beri açılan çenesi kesinlikle şu an gerçekleşen
durumu yeni bir duruma çeviriyordu.
Daha önceki anın bana böyle
hissettirmediğinden emindim. O an düşündüğüm şeyler sadece kediden kaçmak ve
devamında Özgür’ün karmaşa yaratmamasını ummaktan ibaretti.
Şu an iki avucumla sıkıca tutunduğum
omuzları, hafifçe yüksekten baktığım yüzündeki detayları ezberlemeye çalışır
gibi süzüşüm ve kalçamın altında bir sandalye görevi gören kolu da kesinlikle o
gün yaşanan durumla örtüşmüyordu.
“Kedi,” dedim dudaklarımı aralayacak gücü
bulduğumda. Gözlerim de aklımda dalgındı, bunu fark etmiyor olmasını ummam ise
sanırım sadece boş bir hayaldi. “Kedi bacaklarıma tırmanıyordu.”
“Kıskanıp, sen de bana mı tırmanmaya karar
verdin?” diye sorduğu sırada sesinden nasıl bir şeyler tutup algılamam
gerektiğini seçemeyecek kadar karmaşıktım.
Sorusuna küskün küskün baktım. Dalga
geçiyordu. Ben eğlenmiyordum, geçmesindi.
“Bakma bana öyle,” dedi gözleri çok az
kısılırken. “Alaya almazsam, aklımı dağıtamam. Aklımı dağıtamazsam arkamızdaki
aynadan yansıyan görüntüden başka bir şey göremez olurum, Afrodit.”
Afalladım. Afallayışımı dilime de yansıtıp
mırıldandım. “Ne görüntüsü?”
“Bacaklarına tutunamayacak kadar kısa bir
elbiseyle kucağıma atlarken aklından ne geçiyordu? Beni yakıp kavurmaktan başka
bir şey bilmiyorsun sen, delireceğim.”
Yutkundum. Yutkunuşumla birlikte başımı
hafifçe arkaya doğru omuzumun üzerinden çevirerek bahsettiği görüntüye olan
merakımı dindirmeye çabaladım.
Çabalamamalıydım.
Merakımdan delirsem de arkamı dönüp
bakmamalıydım.
Kedi korkum bana esnek kumaşlı elbisemi
unutturmuş, bacaklarımı beline sararken kumaşın gerilip dayanamayarak
kalçalarıma doğru sıyrılacağı gerçeğini ortadan yok etmişti. Yere çömelirken
dayanmıştı, ancak şu anki pozisyonda tamamen kıvrılıp belime çıkmaması bile
mucizeydi.
Bacaklarım sıkıca ona sarılı, kalçalarımın
belli belirsiz açılacağı kadar açık elbisemle kucağındaydım. Elbisenin
bitiminde iri kolu yer bulmuş, beni sıkıca sarmıştı.
Aynadaki görüntünün başka bir anda önüme
sunulması, sanırım bana çok başka şeyler düşündürürdü. Çok çok başka şeyler…
Kediden korkup karşısındaki adama sığınan
bir kadından çok, arsızca üstüne atlamış ve bambaşka bir hamlenin bir önceki
adımındaymış gibi görünüyordum.
“Pars,” dedim çaresizce. Ne yapacağımı
bilemeyerek köleye sıkışmıştım, yardım etmeliydi.
“Siktir,” diyerek huysuzlandı. Beklenmedik
tepkisiyle gerildim. “Kucağımdayken adımı o korktuğun kediler gibi mırlamayı
kes.”
Nedenini sorgulamadım. Sorgulamama gerek
yoktu, bakışları neler olduğunu zaten bağırıyordu.
“Kediyi dışarı çıkaralım,” dedim
fısıldayarak. “Kucağından ineyim hemen, ama şimdi inemiyorum korkuyorum ondan.”
Başını hafifçe yukarı kaldırdı. Burnu
çenemi sıyırıp geçmişti. “Şunu söyledikten sonra, ben o kediyi buradan çıkartır
mıyım..?”
“Çıkartır mısın?” dedim cevabı duymak
isteyerek.
Konuşmasını beklerken bakışlarımı
gözlerinden çekip aralanmasını umduğum dudaklarına çevirmem, mantık dışıydı.
Ancak onun yanındayken mantığım çoğu zaman devre dışıydı. Engel olamıyordum.
Mantığın dışına taşan hareketim, Pars’ın
derin bir nefes vermesine sebep oldu.
Verdiği nefes yüzümü, özellikle de
dudaklarımın üstünü hedef aldığında yüzümü biraz da olsa öne doğru itmem
muhtemelen içimdeki o Pars delisinin işiydi. Pars’ın neyi beklediğini o kadar
iyi biliyordu ki, duraksamadan o hareketi yapmış ve Pars’ı harekete geçirecek olan
küçük adımı atmıştı.
Yüzümü birkaç santim öteye, ona doğru
ittiğimde sarsıcı bir hızla ona hapsoldum.
Dudakları dudaklarımı sıkıca kavrayıp
kendine çektiğinde zihnimde ve göğsümün içinde aynı anda binlerce balon
patlamıştı.
Pars,
beni öpüyordu.
Alt dudağım dudaklarının arasında sıkışıp
kalmışken gözlerimi ne zaman kapattığımdan habersizdim. Ancak etraf karanlık
olsa bile birden fazla rengi gözlerim açıkmış gibi belirgin şekilde görüyordum.
Dudağım dudaklarının kucaklamasıyla karşı
karşıyayken yaşananın gerçekliği zihnimde yerine yerleşebilmiş değildi.
Bir rüyanın ortasında ya da belki
hayallerden ibaret bir anın içindeydim. Daha önce birden fazla kez bu anı hayal
etmeme sebep olan içimdeki parçayı reddedemezdim.
Asla sert olduğunu söyleyemeyeceğim, hatta
bu nedenle hayal olduğunu düşünmekte ısrarcılaşmak üzere olduğum baskısı
sonlandığında alt dudağımın dudakları arasında uzarmış gibi gerilmesine yol
açarak yüzünü yavaşça geri çekti.
Gözlerimi aralamak bu anı tamamen ortadan
yok etme tehlikesini yanında taşıdığından geri çekilmiş olmasına rağmen
gözlerimi kapalı tuttum.
Bittiğini sandığım temasın bitmediğini
kanıtlamak ister gibi dudaklarımın üzerine az önce bana bulaştırdığı nemi
taşıyan ıslak bir öpücük bıraktı.
“Arala gözlerini, minik tanrıça.”
Kısık, yüzü yüzümün bu denli yakınındayken
bile kısıklığını koruyan sesiyle boğuk bir biçimde konuştuğunda ona hiç
düşünmeden itaat edişim; fark ettiğim anda kendime görünmeyen çığlıklar atmama
sebep olmuştu.
Gözlerimi açtığımda Pars’ı karşımda
gözlerimi kapatmadan önceki halinden hiçbir fark yokken bulmayı bekliyordum.
İrislerinin mümkünmüş gibi koyu bir laciverte dönüşü beklediklerim arasında
değildi.
Gözlerinden kaçmak için bakışlarımı
aceleyle kıpırdattığımda bu kez az önce dudaklarımda hissediyor olduğum dudaklarına
çarpmak zorunda kalmıştım.
Hıçkırır gibi bir nefes almama,
dolayısıyla da bedenimin aniden sarsılmasına yol açmıştı dudaklarına bakmış
olmak. Kucağında bir nevi titremiş olmam kalçamın altında beni dengede tutan
kolunu sıkılaştırmasını sağlayınca omuzlarında duran avuçlarımla tişörtünü
buruşturacak kadar sert bir biçimde ona tutunmuştum.
“Bedeninin tepkilerine aldanmamakta
zorlanıyorum, ama ilk ve son kez soracağım bunu. Kontrol edemediğim hızımın
seni afallatıp istemediğin bir şeyi-…”
Söylediklerini öylece yarıda kesmemişti.
Eğer… Eğer susmasına sebep olmasaydım devam edecekti.
Cümlesinin nereye varacağını o devam
etmeden önce algıladığımda, her şeyi duyduktan sonra onu yanıtlamak yerine onu
yarıdayken susturacak ve aynı anda da cevabı almasına sebep olacak hamlemi
yapmakta gecikmemiştim.
Gecikmemem için deliren, birkaç saniyenin
bile hesabını yapıyor olan birden fazla ses zihnimde yankılanıyordu. O
yankıların eşliğinde dudaklarımızın birbirine yaslanmasını sağlamam, Pars’ı
susturandı.
Onun yaptığı gibi dudaklarını dudaklarımın
arasına almamış, yalnızca dudaklarımızın yeniden temas etmesine sebep olmuştum.
Küçük bir öpücüktü. Yani benim öpücük listeme göre küçük sayılamazdı belki ama
onun için ufacık kaldığını düşünen tarafım böyle bir karar vermişti.
Bu açıdan bakmak, belli ki kucağında ve
öpücükler arasındayken yapmamam gereken bir şeydi. Çünkü şu an tek
düşünebildiğim, az önce ilk öpücüğümü çalan dudaklarının daha önce başka
yerlerde de soluk bulduğuydu.
Geri çekildiğimde Pars’ın dudakları her
geçen saniye artan ve derinleşen bir kıvrılmayla hareketlenmeye başladı.
“İlk öpücük beni bağımlın yapmak için
yeterliydi, ama fazlasına hayır demek de aptallıktan başka bir şey değil.”
Söylediklerine odaklanmak yerine kendi
düşüncelerimde yüzüyorken, henüz kucağından inmemiş olmam gerçeği sarsıcı bir
biçimde bana çarptı.
“Kediyi çıkar,” dedim fısıltıdan öteye
gidemeyen sesimle.
“Neden?” diye sormadan önce hiç
duraksamamıştı. “İndir beni artık.” diye yanıtladım.
“Ayakların yere bastığında beni nasıl
öpeceksin, minik?”
Kaşlarımı derince çattım. “Öpmeyeceğim.”
Ona bıçak savurmuşum gibi yüzünü acıyla
buruşturdu.
“Gerçekleşmeyecek bir şeyler saçmalıyor
olman, duyunca üzülmeyeceğim anlamına gelmiyor.”
Abartısına dudaklarımı ıslatarak tepki
verdim. Konuşmadan önce bunu yapma ihtiyacı duymuştum. Pars bana ıslaklığını
bulaştırırken bir yandan da dudaklarımı çöle çevirmeyi nasıl başarmıştı?
“Kediyi çıkart,” dedim bir kez daha.
Beni birkaç saniyeliğine yere indirmesi,
ardından kediyi hızla yakalayıp odadan çıkarmasını içeren isteğimi ikinci kez
tekrarlamam üzerine hareketlendi.
Ayaklarımı yere bastığımda dengemin
bozulmaması kendimi hazırlamakla boğuşuyordum. Bu boğuşmanın tamamen boşa
olduğunu anlamam ise birkaç saniye sonra gerçekleşti.
Kucağındaki bedenime bir hiçmiş gibi davranarak
benimle birlikte kapıya doğru adımladı. Bedenimi istemsizce ona daha çok
yaklaştırmış, göğsüne tamamen kendimi yapıştırmıştım.
Kapıyı açtığını görmesem de anladım.
Sırtımın dönük olduğu kapı açıldığında kedinin parkeleri döven pati sesleri de
peşi sıra duyuldu. Odadan çıkmak için çoktan hazır ve istekliydi sanırım.
Pars kapıyı hiç beklemeden geri kapadı.
“Kediyi çıkarttım,” dedi isteğimi yerine
getirdiğini altını çizerek.
“Tebrikler,” diye mırıldandım hafif bir
alayla. “Şimdi izin ver de ineyim, Pars.”
“Tüh,” diyerek üzüntülü bir biçimde
seslendi. “Az önceki dileğini gerçekleştirince, hakların bitti.”
İstemsizce küçük de olsa ses çıkartarak
güldüm.
“Pars,” dedim ‘hadi’ dercesine.
“Beni bir kez daha öpersen,
değerlendireceğim isteğini.”
Karşımda iki metreye birkaç santim kala
uzamayı durdurmuş, uğraştığı sporla birlikte yumrukları muhtemelen bir insanın
canını alabilecek güce çoktan ulaşmış bir adam değil; huysuzlanan ve bunu
istediklerini yaptırmak için pazarlığa döken küçük bir oğlan çocuğu varmış gibi
hissediyordum şu anda.
Geçtiğimiz dakikalarda gerçekleşen
öpücüklerin yok olup unutulması mümkün değildi. Onlar yokmuş gibi davranmam ve
on dakika önceki hale dönmemizi sağlamam olanaksızdı. Gerçi bunu isteyip
istemediğim sorulsa vereceğim cevap da çok net ve fazlasıyla olumsuzdu.
Odaya geliş nedenim, devamında yaşanan
anlarla birleşince onu kırasım gelmedi ve dudaklarımı az önce yaptığım gibi
dudaklarının üzerine hafifçe bastırdım. Aynı şekilde geri çekileceğim sırada
ise bu kez üst dudağımı dudaklarının arasında sıkıştırıp ince bir baskıyla
emdi.
Birkaç saniye -birkaç saat gibi
hissettirdiği ayrıntısı bana kalmış olsa da- geçtiğinde bu kez dudaklarımla
aynı anda bedenimi de serbest bıraktı.
Ayaklarım yere bastığında artık bacaklarım
ona dolanmış değildi. Ama avuçlarımı henüz omuzlarından çekmemiştim. Çekmemeye
devam edebilmem için sesli bir şey söylemedi ama başını ve kendisini de hafifçe
bana eğik tutarak omuzlarına tutunuşumu kolaylaştırarak aslında çok şey
söylüyordu.
“Neler olduğunun farkındasın değil mi?”
Sorusuyla gözlerimi birkaç kez
kırpıştırmış, ardından söyleyecek bir şey bulur bulmaz da dudaklarımı
aralamıştım.
“Ares olmana izin verdim.”
Kaşlarını hafifçe havalandırıp ‘hayır’
anlamlı bir ifadeye büründü.
“Ares olmama izin vereli çok oluyor,” dedi
kendinden emin bir biçimde. “Sen az önce bana gerçek anlamda pars olma izni verdin.”
Göğsüm ağır bir nefesle inip kalkarken
devam etti. “Sen yırtıcı bir avcının kucağına kendi ayaklarınla gelip,
korkusuzca önünde kendini gösterdin ceylan
yavrusu.”
Burnunu burnuma sertçe sürttü. “Arkanı dönüp kaçabileceğin tüm yollar
kapandı, bana tutsaksın Ahu.”
~
“Ne bu haliniz sizin? Biriniz düzgünce
konuşun artık, yoksa ikinizi de kapatacağım bir odaya orada çözün diyeceğim
derdinizi.”
Babamın dayanamayarak patlaması birkaç
saatten fazla zamanını almıştı. Bu konuda kendisini tebrik etmeliydim. Ben
muhtemelen bu kadar da dayanamazdım.
Özgür’le ayrıldığım eve, yine onunla
dönmüştüm.
Pars’ın bana ‘beni yiyecek bir yırtıcı’
olduğunu açıkça belirttiği anın ardından odasından resmen kaçmış ve kendimi
çırpınan kalbim ile birlikte dışarı atmıştım.
Özgür ve Mayıs’ı salondaki yerlerinde
bulmuştum. Gittiğim ana kıyasla en büyük fark Mayıs’ın bayağıdır ağladığını
açıkça belli eden ıslak ve kızarık gözleriydi.
Yeterince üzgün ve pişman görünmesine
herhangi bir yorum yapmadan düz bir biçimde Özgür’e bakmıştım. ‘Gidelim’ demeye
çalıştığımı anlaması çok sürmemişti. Mayıs’ın saçlarına uzun bir öpücük bırakıp
kulağına duyamadığım bir şeyler mırıldandıktan sonra ayaklanmıştı.
Salondan peşimizde Mayıs da varken
çıktığımızda seslerin Pars’ı buraya getirmemesi, sanırım Mayıs veya Özgür’le
karşı karşıya kalmak istememesindendi. Durum kötüydü ama kendi açımdan bu kısım
beni memnun etmişti. Pars’ı gördüğümde tüm odağımın o olacağından, hareket
edemeyecek kadar bulanıklaşacağımdan emindim. Görmezken bile yarı yarıya o
haldeydim zaten.
Evden çıktığımız sırada Mayıs kollarını
sıkıca bedenime sardığında onun kırgın haline dayanamayarak bir kolumu sırtına
sarıp avucumu hafifçe sırtında gezdirmiştim. Abisiyle arasında olan duruma
tamamen dahil olmam doğru değildi, Pars’ın odasına gidişim de sadece onun
kırgın oluşunu elimden geldiğince ortadan kaldırma amacıylaydı. Sorunlarını
kendileri çözeceklerdi. Yani öyle umuyordum.
Motorla geldiğimiz için dönüşte zaten
istesek de Özgür’le bir şey konuşamazdık. Motordan inip eve ilerlemeye
başladığımız zaman sessiz kaldığında ise ben de ona uyum sağlamış ve susmuştum.
Suskunluğumuzun başlangıcı buydu. Sonu ise
hâlâ gelmiş değildi.
Babam eve gelene kadar ben odama, o da
odasına çekilmişti. Babam artık hava kararmaya başladığı sıralarda eve gelince
ise yemek yemek üzere odalardan çıkmamız gerekmişti. Yani ben zaten babama
kapıyı açmak için odadan çıkmış, onun kuyruğu gibi peşinde gezinmeye
başlamıştım. Özgür ise yemek için çağırıldığında odadan çıkmayı tercih etmişti.
Yemekteki sessizliğimiz babamın ilgisini
çekince sadece bir kez neyimiz olduğunu sormuş, bir şey yok cevabı alınca da
daha fazla itiraz etmemişti. Ancak yemekten sonra salona geçtiğimizde devam ettirdiğimiz
sessizlik artık sabrını tüketmiş olacak ki az önceki bizi odaya kapatma tehdidi
içeren cümlelerini sıralamıştı.
“Bir şey yok-…” diyerek yemektekine benzer
bir cevap vereceğim sırada babam elalarını bana çevirerek devam edemeyeceğim
kadar ifadesiz bir bakış atınca sustum.
“Kızın bana küsmüş abi, ciddi bir şey
yok.”
Özgür gözlerini ‘kapalı’ televizyondan
ayırmadan konuştuğunda babam tek kaşını kaldırdı. “Aptal mı var oğlum senin
karşında? Kızım sana küsmüş olsa iki güldürür, barıştırırdın kendinle. Belli ki
tek küsen kızım değil. Ne dönüyor, anlatın.”
“Anlatacak bir şey yok,” dedim omuz
silkerken. “Özgür bugün ayıcasının ne kadar gelişmiş olduğunu kanıtladı bana.
Şaşkınlığımı atamadım henüz.”
Babam üzerinden aslında birbirimizle
konuşmaya başladığımızı fark etmemiştim o an. Sanırım konuşmaya başlamak için
bir ateşleyiciye ihtiyacımız vardı. Bu ateşleyici de babamın ısrarı olmuştu.
“Ne söyledi sana, yavrum? Neye küstün?”
Özgür alaycı bir sesle güldü. “Ne söyledim
sana, evet. Ben de merak ediyorum gerçekten.”
Babamın afallamış suratına bakmayı bir
anlığına kesip Özgür’e baktım. Televizyona bakmaya devam ediyordu ancak bizim
televizyona yansıyan gölgelerimizden ona bakmaya başladığımı görmüş olacak ki
başını biraz çevirdi ve bakışları beni buldu.
“Bana söylememiş olman mı tek savunman?
Kime söylediğinle değil, ne söylediğinle ilgileniyorum.”
“Kime söylediğimle ilgilenmiyorsun…”
dediğinde söylediğine inanmadığını bağırıyordu ifadesiyle.
Pekâlâ, söylediği kişiyle kesinlikle
ilgileniyordum. Yakından… Ama konumuz
gerçekten bu değildi.
Beni ilk rahatsız eden söylediklerinin
Pars’a oluşu değil, söylediklerinin ne oluşuydu. Pars’ın kırgınlıkla kalkıp
gitmesi aslında Mayıs’ın sessizliğinden sonra gerçekleşmişti. Özgür’e değil,
kız kardeşine kırılmıştı.
“Evet,” dedim. Bu sırada ellerimden
birinin yanağıma tırmanıp parmaklarımla tenimi sıyırdığını kontrol etmekte
geciktiğim için yalanım birkaç saniye bile yaşama tutunamamıştı gerçi.
“Kimseyi sevilmemesiyle vurmaya
çalışamazsın!” diye haykırdım dayanamayıp. “Sevilen birine alayla bile
söyleyemezsin bunu, canavarca bir şey bu!”
Öne atılır gibi hareketlenerek
konuştuğumda babam düşecekmişim gibi bana uzandı. Onun kollarına sığınıp
sessizleşmek bir seçenekti ancak o seçeneği zor da olsa kenara iterek
bakışlarımı Özgür’den ayırmadım.
“Kime söyledin bunu?” diye soran babam
aramızdaki bakışmayı ve Özgür’ün suskunluğunu böldü.
Verilecek cevabın az önce elimi yanağıma
attığım anın asıl açığını da babama sunacağını biliyordum. Ama gözlerimin
önünde Pars’ın odaya girdiğim andaki kolyeye tutunan gözleri kapalı hali
geldiğinde duraksamakla bile vakit kaybetmedim.
“Pars,” diye mırıldandım. “Pars’a
söyledi.”
Özgür’ün gözlerinin irileştiğini, babamın
bedeninin gerildiğini aynı anda gözlerimle ve hislerimle duyumsadığımda aslında
pek küçük bir bombanın pimini çekmediğimi de kabul etmek zorundaydım.
Dudaklarımdan tereddütsüzce ismini
dökeceğimi beklemeyen Özgür’ün babama bunu söylemekte hiç çekinmeyişime
şaşkınlığı gizleyemeyeceği kadar fazlaydı.
Babam ise az önce bize bozdurmaya
çalıştığı sessiz kalma inadına kendi tutulmuş gibi herhangi bir tepki
vermiyordu.
Özgür’ün omuzuna doğru eğdiği başını
taklit ederek ben de başımı aynı yöne doğru eğdim.
Hiç kimsenin koruması altında kalmamış
halde büyüdüğümden haberleri yoktu. Bunun bende değer verdiğim herkesi
delicesine koruma içgüdüsü yarattığını ise ben de yeni keşfetmekteydim.
İstanbul’un bana hediye ettiği kalabalığın içinden değer veriyor olduğum bu kadar insanın kısa zamanda hayatıma dahil olması beklenmedikti. Ama bir parça da olsa şikâyetim yoktu.
Yorumlar
Yorum Gönder