Düşten Farksız 28.Bölüm

 28.BÖLÜM



Bir insan bir yere ait hissedebilmek için tam olarak neye ihtiyaç duyardı?

Sorunun cevabını, daha önce herhangi bir yere ait hissetmemiş birinin vermesi olanaksızdı bana kalırsa. Öyle dışarıdan gözlemekle, akıl yürütüp karar vermekle olacak şey değildi. Hayatın sizi bir noktada ait olabileceğiniz bir yere sürüklemesi ve bunu deneyimlemenizi sağlaması gerekiyordu.

Kendimi bildim bileli bulunduğum ülke aynıydı. Başka dillerin, kültürlerin peşinde koşturup onları öğrenmeye çalıştıysam da olduğum yer hiç değişmemişti. En azından bir ay öncesine kadar bu hep böyleydi…

Yunanistan’da geçirdiğim son yıllar annemin hastalığıyla, önceki yıllar ise annemin gölgesinde gelişen ve ona görünmeyen bambaşka sancılarla geçmişti. Geriye dönüp baktığımda en çok sızlayan boşluğumun ‘ait hissetmek’ olduğunu yeni yeni fark ediyordum. Bu da, ait olmanın ne demek olduğunu bilmeden bu hissi ne tanımlayabilir ne de eksikliğini hissedebilir olamayacağımın kanıtıydı.

Türkiye’ye gelmekle aniden buraya ait hissetmeye başlamamıştım tabii. Hatta buradaki ilk günlerimin önceki yıllarımdan da beter hissettirdiğini itiraf etmek zorundaydım. Ancak günler birbiri ardına gelip geçtikçe kucağıma hiç ummadığım sürprizler bırakmaya başlamışlardı.

Bir yere ait hissetmenin kilidi, o yerde bulunan insanlardaydı. O insanlarla olan bağ kuvvetlendikçe, o yerle olan bağ da aynı oranda hatta belki daha da çok kuvvetleniyordu.

Değerini kendisiyle tanıştıktan sonra anlayabildiğim, kısacık bir zaman içinde dileklerimin tepe noktalarından birinde yer edinen bu hisle artık bir bağımlılık ilişkisine sahip olduğumu düşünüyordum.

Olumsuz düşüncelerimin tümünde, kâbuslarımın bir köşesinde hep bu histen ayrı kalmak ya da ayrı kalmak zorunda bırakılmak vardı. Hiç tanımadığım bir hisle apar topar tanışmıştım ve bu his bir ay içinde kaybetmekten en çok korktuğum hissim olmayı başarmıştı.

En çok evdeyken kendimi oraya ait hissediyordum, babam sakince beni kollarının arasında tutarken Özgür’e mızmızlanıp durduğum herhangi bir anın bana nasıl iyi geldiğini ve bunun bağımlılık yapıcı olduğunu tarif edebilmem çok zordu.

Şimdi bulunduğum yer ise evimizden biraz uzaktaydı. Orası kadar ait hissettirebilmesi mümkün değildi, ama söylemiştim işte; ait hissettiren duvarlar değildi insanlardı.

Özgür’ün bana seslenişlerine cevap alamadığı onuncu saniyenin sonunda holde belirmesinin ardından kendimi onunla birlikte salona doğru yol alırken bulmuştum. Geride bıraktığımız Pars’ın yüzüne hiç bakma fırsatım olmadan abim tarafından çekiştirilmek beni biraz germiş ancak bir o kadar da rahatlatmıştı.

Etrafta birileri varken bile kapıldığım çekim alanı, kimse yokken çok daha kaçınılmaz hale geliyordu. Pars’la karşı karşıya kalmak, bana Mayıs’ın kıkır kıkır güldüğü ‘ceylan-avcı’ benzetmesini anımsatıyordu. Bazen beni cidden avlayabileceğini ve bu sırada parmağının bile yorulmayacağını düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi.

Salona girdiğimiz sırada ben Özgür’ün kolunun altında sıkışmış bir çantadan farksızdım. Mayıs bu girişimizi gördüğünde dudak bükmüştü. “Oyalama çalışmalarım sonuç vermedi Despoşum, tutamadım yanımda.”

Özgür’ün yanımıza gelmemesi için gerekirse canını verecekmiş gibi fedakâr görünen Mayıs’a ters bakışlar attım. Yemiyor içmiyor, abisiyle benim aramda bir köprü kurabilmek için çalışıyordu.

“Utanmadan oyalayamadım diyorsun bir de Mayıs,” diyen Özgür abartılı bir surat asışla Mayıs’ın yanına yerleştiğinde ben de eski yerime dönüp yan yana duran tekli koltuklardan onlara yakın olana geçtim.

“Yalan mı söyleyeyim yani aşkım?” diyerek kendisini haklı çıkartmak için Özgür’e iri iri açtığı gözleriyle bakmaya başladı Mayıs. Göz renkleri aslında aynıydı, ancak Mayıs’ın irisleri çok daha koyu bir kahveydi.

Benzer bir karşılaştırmanın az önce gözleri gözlerime tutunan adamla aramda yapılabileceğini fark ettiğimde yanak içimi ısırmıştım. Koyu mavileri, benim parlayan açık mavi gözlerime her çarptığında okyanusun kucağına düşmüş küçük bir göl gibi hissediyordum.

Özgür ve Mayıs’ın birbirleriyle yarı tartışır yarı sırnaşır hallerinden sıyrılarak olduğum yerde hafifçe aşağı kaydım. Bedenimi daha yayvan bir hale getirmiştim. Üstümdeki mavi elbisenin rahat kumaşlı oluşu ve bedenimi sıkıca sarışı sayesinde rahattım. Hareket etsem de üst bacağımın yarısında asılı kalan kumaş daha yukarı tırmanmıyordu.

“Abim odasına mı geçti?” diye sorarken Mayıs bana dönmüştü hafifçe. Bir iki dakikadır kendi içlerinde konuşuyor oldukları için sohbetten sıyrılmış olmaktan memnundum. Şimdi okun ucu bana dönünce rahatım az da olsa bozulmuştu.

“Bilmiyorum, sanırım öyle yaptı.” diye konuştum.

Yanımıza gelmeyecek mi yani..? Hayallerinin yıkılışıyla birlikte kendisi de yıkık bir duruma gelen Pars hayranı sesi göz ardı etmeyi denedim. Zordu, fakat neyse ki imkânsız değildi. Yani en azından henüz…

Cümlem biter bitmez salon kapısında kapıyı neredeyse tamamen kaplayan bedeniyle belirmeseydi ve dikkatimi dağıtmasaydı, tahminimde haklı olabilir ve görmezden geldiğim sesi susturma konusunda daha başarılı olabilirdim belki. Ancak Pars bilmediği anlarda bile benim üstüme gelmeyi bir şekilde başarıyordu.

“Salondaki koltuklar tükendi herhalde.”

Giriş cümlesiyle beynimi zorlamıştı. Neyi kastettiğini anlamak için ona doğru baktığımda bakışlarının yan yana -belki bir açıdan üst üste- oturuyor olan Mayıs-Özgür ikilisinde olduğunu görmüştüm.

“En rahat koltuk burası, bir sorun mu var?”

Özgür’ün sabır sınamak için asla nefes bile alma süresini beklememesine şaşırmadım. Huyu buydu.

Pars onların yanındaki boşluğu, benim karşımda ve onların diğer çaprazında kalan diğer koltuğu yok sayarak benim yanımdaki ikinci tekli koltuğa kendisini bırakırken yanıtladı onu. “Yok tabii, otur sen rahat rahat.”

Sesi ve söyledikleri pek uyuşmuyordu ama kimse sorgulamadığı için ben de bu işe hiç girişmedim. Aklımı o kadar da kaybetmemiştim.

Özgür az önce alayla soran bir başkasıymış gibi yüzündeki ifadeyi dondurup sırayla iki tekli koltuğu -ve dolayısıyla bizi- süzdü.

“Despina yanıma gelsene sen, abim.”

Kollarımı göğsümde kavuşturup gözlerimi kıstım. “Niye?”

“Böyle ters oldu,” dedi bir iki saniyelik duraksamanın ardından. “Uzağımda kaldın, özledim seni.”

Pars’ın kısık sesli gülüşünü duydum. Ona doğru dönme refleksimle savaşıp savaşı bir şekilde kazandığımda bakışlarım Özgür ve Mayıs’taydı.

“Saçmalamasan mı acaba Özgür?” Mayıs bıkkınlıkla konuşurken yanında oturan sevgilisini dürtmüştü dirseğiyle.

“Şu odada saçmalamadığını düşünen tek bir kişi olmaması nasıl hissettiriyor Akdoğan?” Pars, Özgür’ün sevgilisinden de tepki almasının keyfiyle konuştuğunda ben sessiz kalan taraf olmayı seçtim. Aralarındaki dengeyi henüz çözmüş değildim. Kimi zaman alaycılıkları şaka yolluydu ama bazen söylediklerinde çok ciddi olduklarını düşünüyordum. Bu anın hangi kategoriye girdiğini çözememiştim mesela.

“Bilmem,” dedi Özgür başını hafifçe yana eğerken. “Saçmalamama rağmen seviliyor olmak iyi hissettiriyor ama biliyor musun?” Gülümseyecektim. Tatlı bir biçimde, kendini güzelce savunmasına kocaman gülümseyecektim ama susmadan devam etti ve dudaklarımın gülümsemek için kıvrılmasına değil şaşkınlıkla aralı kalmasına sebep oldu.

“Saçmalamadığın, kendi kendine en iyi olduğunu düşündüğün halde sevilmemek nasıl hissettiriyor peki?”

Şaşkınlığımın sebebi duyduklarımı anlamlandıramamam değildi, Özgür’ün böylesine sert bir karşılık verip hiç düşünmeden konuşmasıydı.

Sevilmemenin ne demek olduğunu bilmeseydim belki bu denli ağır gelmezdi söyledikleri ama o hisse o kadar aşinaydım ki cümlesi Pars’a değil bana çarpmış gibi irkilmiştim.

Mayıs’ın müdahale etmesini bekledim. Biri abisi ve diğeri de sevgilisiydi. Onları tanıyan da, bu anın sonunun nasıl geleceğini bilen de oydu. Ancak Mayıs beni şaşırtarak sessiz kaldı.

Onun sessizliği bulaşıcıymış gibi herkese sıçradığında az önce yayıldığım koltukta yavaşça toparlanıp doğruldum. Sessizliği bölüp bir şeyler söylemek ve elimden geldiğince bu anı düzgün sonlandırmak için dudaklarımı aralayacağım sırada Pars yerinden ani bir biçimde kalktı.

Bu ani kalkışın içeri gitmek için olduğunu düşünerek kendimi kandırmadım. Özgür’e doğruydu hareketi, fark etmemek zordu. Tek fark eden ben de değildim. Mayıs da abisiyle aynı anda yerinden fırlamıştı.

“Abi, dur!” diye seslendiğinde Pars çoktan durmuştu zaten. Aralarında kısa bir mesafe vardı şimdi.

“Durdum,” dedi Pars dümdüz bir sesle. Sesinden en ufak bir ipucu bile sızmıyor, onun şu an hangi hisle çevrili olduğunu anlamama izin vermiyordu.

Mayıs’ın bir şeyler söyleyeceğini düşündüğüm birkaç saniye geçti aradan. Dönüp Özgür’e kızmasını bile bekledim ama sadece bakışlarını abisine dikmiş öylece bekliyordu.

“Bir şey söyleyecek misin?” dedi Pars, Mayıs’a bakıyorken. “Sevgilinin cümlelerinden çıkarmak ya da belki onlara eklemek istediklerin var mı Mayıs?”

Özgür’e baktım göz ucuyla. Oturduğu yerde dümdüz karşıya bakıyordu. Ani parlayan öfkesinin daha önce odağı olmuşluğum vardı. Babamla aralarındaki bağı öğrendiğimi anladığında yine böyle bir patlama yaşanmıştı ve söylediklerinin kontrolünü kaybetmişti.

Mayıs’ın sesi çıkmadığında Pars başını öylece salladı hafif bir şekilde. “Ben de öyle düşünmüştüm, abicim. Otur şimdi ‘haklı bulduğun’ sevgilinin yanına, keyfine bak.”

Pars az önce geldiği kapıdan, gelişinin aksine çok hızlı bir biçimde çıktığında omuzlarım yer çekimine yenik düştü. Ağırlıklar omuzlarıma bırakılmış gibi yerimde çökmüştüm.

Mayıs kendini çuval gibi koltuğa bıraktığında Özgür’den farksız bakışlarıyla önüne baktı öylece.

“Ne yapıyorsunuz siz?” diye mırıldandım istemsizce. Birden bire nasıl gerilmiştik, biri nasıl böylesine kırıcılaşmış diğeri de bu duruma sessiz kalmıştı?

Karışmaya hakkım yok diye susmuştum ancak pişmandım. Özgür konuştuğu anda araya girmeli, Mayıs’ı beklememeliydim.

Pişmanlığımın eşinin, belki de çok daha yoğun halinin Mayıs’ın gözlerinde belirdiğini ve Özgür’ün -dışarıya yansımasa da- içinde doğup büyüdüğünü görmedim. Yanlarında kalsaydım görecektim. Ancak görme fırsatım olmadan ayaklanmış, Pars’ın peşinden gitmemin kime ne düşündüreceğini umursamadan salondan çıkmıştım.

Evden çıkmış olma ihtimalini düşünüyor olsam da dış kapının sesini duymamış olma ihtimaline tutunup kendimi koridora attım. Mayıs’ın buraya geldiğim sayılı zamanların neredeyse tümünde yaptığı ‘abimin odası da burası işte, hani işin düşerse…’ şakaları sayesinde koridorun sonundaki kapının nereye açıldığını çok iyi biliyordum.

Kapının önüne geldiğimde duraksamadım. Durup düşünmenin beni vazgeçirebilecek güçte bir etkisi olabileceğini biliyordum çünkü.

Kapıyı açıp içeri girdiğim anda ben odadaki varlığına göz atamadan önce yoğun bir biçimde kokusuyla sarınmıştım. Doğru odada olduğumu anlamak için gözlerimi kapatsam bile yeterli ipucum olurdu. Oda, Pars’a ait kokuyla doluydu.

Kokusunun beni çektiği buluttan kopup gerçekliğe döndüğümde gözlerim odanın içinde gezindi. Onu ne halde bulmayı beklediğimi sorsanız cevapsız kalırdım ancak odadaki geniş dolabın dibinde, sırtı duvara yaslı bir biçimde yere çökmüş bedenini göreceğimi beklemediğimi söyleyebilirdim.

İçeriye birinin girdiğini fark etmemiş olması düşük ihtimaldi. Gözlerini aralama gereği duymaması nedendi, bilmiyordum.

Başını hafifçe geriye atarak tıpkı sırtı gibi duvara yaslı olmasını sağlamıştı. Kapalı gözleri ve ifadesiz yüzüyle birlikte neredeyse uyuduğuna inanacağım bir görüntüdeydi. Bakışlarım biraz aşağıya kaydığında ise bir elinin boynunda, bugün bolca dikkatimi verdiğim siyah ip kolyenin ucunda olduğunu gördüm. Avucunu kapattığı yerde o yeşil taş saklıydı.

Odaya girdiğimde kapıyı arkamdan kapatmış, fakat kapıdan hemen uzaklaşmak yerine tam dibinde durmayı seçmiştim.

“Pars,” diyerek kısıkça adını mırıldandığımda yerimden kıpırdamamayı sürdürdüm. O da bana eşlik etmiş, hiçbir hareketlilik göstermemişti. “Geleyim mi?” diye sordum sesim az öncekiyle aynı yükseklikteyken. İçeri sorgusuz girmiştim ama git dese giderdim, yalnız kalmak istiyorsa bu hakkı ondan almazdım.

Sessiz kaldığında dudağımın kenarını dişlerimle hafifçe acıtıp yerimde sallandım. “Gelmeyeyim mi?”

Sorumu olumsuza çevirmiş olmamın ondan tepki alışımın sebebi olması biraz da olsa içimi rahatlatmıştı. İkinci sorumla birlikte yüzündeki hiçbir hisse benzemeyen ifadesi, yerini kısıkça açılan gözleriyle bana doğru sakince bakan Pars’a bırakmıştı.

“Çoktan gelmişsin, neden soruyorsun?” dediğinde omuz silktim. “İçeriye girmeden fikrini bilemezdim, girince soruyorum o yüzden.” Açıklamamı tek nefeste bitirdikten sonra ekledim. “Gideyim mi?”

“Gitme,” dediği sırada sesindeki yorgunluğu hissedebilmeme bilerek mi izin vermişti bilmiyordum ama hissettiğim şeyi sevmemiştim hiç. Karşımda durup beni köşeye sıkıştırmasını, aklımı bulandırmasını ve dudaklarının belli belirsiz kıvrılmasını izlemeyi bu yorgunluğuna bin kez tercih ederdim.

Küçük adımlarla ona doğru yürüdüm. Elbisemi umursamadan dizlerimi kırıp yere, yaslı olduğu duvarın dibine oturdum. Sırtımı onu taklit ederek arkaya yasladığımda ne yaptığımı görmek ister gibi gözkapaklarını daha çok aralamıştı. Kısık bakışları normal hale gelirken göz kırpmadan beni izliyordu.

Yerleşmeyi bitirdiğimde yere yaslı olan çıplak bacaklarım hafifçe ürpermeme sebep olsa da bu detayı boş verip başımı omuzuma doğru yatırarak ona baktım.

“Odan hiç güzel değilmiş,” diye konuştum abartılı bir beğenmemeyi sesime kondurup. “Sen mi seçtin bu eşyaları?”

Ne diyeceğimi bilemediğimden böyle saçmaladığımı düşünüyor olmalıydı. Bakışlarından ve yüzündeki ifadeden bunu anlayabilmiştim. Bu yanlış anlaşılmayı düzeltmedim. Üzgün olduğunu düşündüğüm birini nasıl mutlu edeceğimi bilmiyordum, aklıma gelen ilk şey ise saçmalayarak dikkatini dağıtmak olmuştu. Bile isteye saçmalıyordum aslında.

“Ben seçtim,” dedi başını onaylar anlamda küçük bir hareketle oynatıp.

Yere otururken mesafeyi biraz daha iyi ayarlamış olmam kendi faydama olurdu, şu anda sol kolum onun sağ koluna neredeyse yapışıktı. Dibine oturma işini biraz abartmıştım.

“Belli,” dedim kaşlarımı havalandırıp. “Zevksizsin demek ki.”

Gözlerini sanki en derinlerimi görebilirmiş gibi gözlerime odakladı. “Oda konusunda belki,” dedi kısık ama bana yeten bir sesle. “Ama bambaşka bir konuda hiç zevksiz olmadığımı çok kolay kanıtlayabilirim sana.”

Dudağımı büktüm. “Kanıtla,” dedim duraksamadan.

Büktüğüm dudaklarım saniyelik olarak onun göz hapsine düşerken bakışları yeniden gözlerime çıkar çıkmaz konuştu. “Sağında koca bir ayna var,” dedi başıyla orayı işaret ederken. “Kendini sadece birkaç saniye dikkatle seyret, Afrodit. Büyülenmek için böylesi bir büyüyü seçtim ben, zevksiz olduğumu iddia edemezsin.”

Koşuyordum sanırım. Bu odaya girmeden önce saatlerce koşmuştum hatta. Kalbimin derimi aşıp dışarı çıkacakmış gibi hızlanmasının mantıklı tek açıklaması bu olabilirdi. Bir kalp, hangi sebeple böyle delirip yerinden kopup çıkmaya çabalardı?

Gözlerimi kaç kez kırptım, her açışımda yeniden onu karşımda bulunca kaç kez yutkundum; saymadım.

Bütün bedenim uyuşuyordu. Bunu, bedenimin yükünü verip altıma aldığım bacaklarıma bağlamak ve kendimi kandırmak isterdim. Yükümü taşıyamayan bacaklarımın uyuşması her yere yayılıyor olabilirdi. Ama yapmadım bunu kendime. Bacaklarımı ileriye doğru uzatmış da olsam aynı uyuşmanın beni yakalayacağı gerçeğinden kaçmadım.

Bakışlarının mı, sözcüklerinin mi yoksa bugüne kadar ondan gelip de bende biriken tüm her şeyin mi getirisi olduğunu bilmediğim bir güdü beni elimi kaldırmaya itti önce. Kaldırdığım elim ona uzandı. Elim yerini zaten hep biliyormuşçasına yanağına kapandı.

Avucum yanağına, belli belirsiz uzamış açık renk sakallarla kaplı tenine değdiği anda gözleri direkt kapandı.

Koyu mavilerinin delici yoğunluğunu yüzümde hissetmiyor olmak, az önce elimi kaldırmama izin veren cesaretimi daha da körükledi. Başparmağımla, göz çukuruna yakın bir yeri sanki oradan bir iz silmem gerekiyormuş gibi okşadım.

Kulaklarımda dakikalar önce Özgür’ün söyledikleri yankılanıyorken, Pars göremese de yüzüm düşmüştü. Birinin karşıma geçip böyle bir soru sorduğunu hayal edince bile kırgın hissetmiştim. Acaba Pars bunun kaç katını hissediyordu?

“Elinin hep bulunduğu yerde kalması için, oradan hiç ayrılmayıp şifasını bana bulaştırması için ne istiyorsun benden?”

Sessizce sorduğu soruyu dinledim. Sanki sesi biraz yükselse bütün an bozulup, bambaşka bir hale geçecekmişiz gibi dikkatliydi.

Pars’ın sevdiği şeylerden biri olduğunu, en azından keyif aldığını bildiğim şeyi yapmak için araladım dudaklarımı. “Şifa ne demek ki?”

Güldü. Gözlerini aralamadan, yanağındaki elimin de onunla birlikte hareket etmesine sebep olacak kadar yoğun şekilde güldü.

“İlaç, iyileştirme gücü demek.” dedi beni bekletmeden.

Öğrendiğim anlamı yerine yerleştirip bana söylediklerini kendi kendime tekrarladığım sırada gözlerini yavaşça araladı. Koyu mavi irisleri kapanmadan önceki dalgınlığından sıyrılmış, belirginliğine şaşırıp kaldığım bir sıcaklıkla yüzümde geziniyordu şimdi.

“İyileştirme gücü mü varmış benim ellerimde?” diye sordum fısıltıdan öteye gidemeyen sesimle.

“Güzel olan her şey parmaklarının ucunda.” dediğinde yutkundum.

“Sen varsın şu an parmaklarımın ucunda…”

Dudakları kıvrıldı. Az önceki gülüşünden kalan izlerle değil, şimdi söylediğimin etkisiyle oldu bu kıvrılma.

“Güzel miyim?” diye sordu beni güldürecek bir tavırla. Özellikle yaptığını biliyordum. Daha önce ona böyle bir karşılık verdiğim gün çok da uzağımızda değildi, beni eve götürmek için Korel’le inatlaştığı günün üzerinden haftalar geçmemişti.

“Hı hım,” dedim onaylar mırıltımla. “Afrodit’sin hatta.”

Yüksek bir sesle güldü. Gülüşünün sahte olmayışı, gerçekten gülmüş olması içimden ne zaman her yeri kapladığını bilmediğim bir yük kaldırmıştı. “Teşekkür ederim,” dedi gözlerini yavaşça kapatıp açtığı sırada. “Ama biraz yaratıcı olmalısın minik tanrıça, Afrodit kartının kullanımı bana ait.”

Bana ne der gibi omuz silktim. Yanağından çekmediğim elim sanki oraya aitmiş gibi ikimiz de bambaşka şeylere odaklanmıştık şu anda.

“Ben de kullanacağım, öyle istiyor canım.”

Çenesinin kasıldığını hissettim. Elim yüzündeyken hissetmemem garip olurdu zaten. “Canına ölsünler senin,” diye dudaklarından döktüğü cümle aklımı karıştırdığında kaşlarımı çattım.

“Kim ölsün?” dedim anlamsızca.

“Pars ölsün,” dedi nefes bile almadan. “Canına ölsün, sana ölsün; nasıl bir şeysin sen?”

Söylediklerini hiç sevmemiştim. Yüzüm bunu belli ederek buruştuğunda yanağındaki elimi gevşettim geri çekecekmiş gibi. Bunu fark etse muhtemelen engel olmayı denerdi ama yeterince hızlıydım. Herhangi bir temasımız kalmayana dek geri çekildiğimde bu da yetmemiş, oturduğum yerden hızla kalkmıştım.

“Saçma sapan şeyler söylüyorsun,” dedim yakınarak.

Pars afallamış bir halde oturduğu yerden, doğal olarak bayağı aşağıdan bana bakıyordu. Onun bu kadar yukarısında olmak ilginç hissettirmişti.

Bu fark sanırım ona da ilginç gelmiş olacaktı ki tek hamlede yerden kalkmış, boy farkımızı her zamanki haline geri çevirmişti.

“Ne ayaklanıyorsun öyle hızlı hızlı? Ben ne diyorum sen ne yapıyorsun?”

Sorularına, sorgulamasına bir tepki vermem gerektiği kesindi. Üste çıkmalı ve kendimi savunmalıydım. Ama yap-a-madım.

Bu eve gelişlerimin birçoğunda yaşanan klişenin bir kez daha yaşanmasına içimden saydırırken dişlerimi sıka sıka konuştum. “Odaya girdiğinde kediyi buradan çıkarttın, değil mi?”

Bacaklarıma dolanan tüylü sıcaklığın kaynağının kim olduğunu bile bile umutsuzca sormuştum. Bu kedi her seferinde nasıl başıma bela olup beni Pars’ın yanındayken çıldırtıyordu? Buna kurulu bir oyuncak gibiydi.

Mayıs’ın ben geldim diye kediyi abisinin odasına koyduğunu söylediği anı az önce hatırlamıştım. Bu hatırlama bacaklarımın alt kısmında hissedilir olan tüylerle birleşince sonuç açıkça ortaya çıkıyordu.

“Ne?” diye soran Pars ani duygu değişimimin analizini yapmakla uğraşırken çığlığı basmak üzereydim. Çığlığımın içeridekileri ayaklandıracağını bildiğimden bir rezilliğe imza atmamak için kendimi kastım.

Yatağa çıkmam, kedinin yanıma gelişini asla engellemeyecekti. Odada herhangi bir kaçış yolu da yoktu. Geriye kalan tek elle tutulur seçenek, daha önce de deneyimlediğim ve işe yaradığını bildiğim için içgüdülerimin beni yapmaya ittiği tırmanıştı.

Açıklama yapmaya bile çabalamadan, daha fazla bacağımdaki hisse katlanamayacağımı bilerek hızla yerimde yükselip kendimi Pars’ın üzerine doğru bıraktım. Bedenine çarpan bedenimi ufacık bir sarsıntıyla karşılamış, kolu hızla kalçamın altından dolanıp bana kucağında durabilmem için koca bir destek oluşturmuştu.

Bu an, koca bir dejavu olmakla beraber aslında yepyeni de sayılabilirdi.

Daha önce bir benzeri yaşanırken bulunduğumuz ortamda tek olmayışımız ve de Pars’ın o gün Özgür’le sevgili olmadığımızı öğrendiğinden beri açılan çenesi kesinlikle şu an gerçekleşen durumu yeni bir duruma çeviriyordu.

Daha önceki anın bana böyle hissettirmediğinden emindim. O an düşündüğüm şeyler sadece kediden kaçmak ve devamında Özgür’ün karmaşa yaratmamasını ummaktan ibaretti.

Şu an iki avucumla sıkıca tutunduğum omuzları, hafifçe yüksekten baktığım yüzündeki detayları ezberlemeye çalışır gibi süzüşüm ve kalçamın altında bir sandalye görevi gören kolu da kesinlikle o gün yaşanan durumla örtüşmüyordu.

“Kedi,” dedim dudaklarımı aralayacak gücü bulduğumda. Gözlerim de aklımda dalgındı, bunu fark etmiyor olmasını ummam ise sanırım sadece boş bir hayaldi. “Kedi bacaklarıma tırmanıyordu.”

“Kıskanıp, sen de bana mı tırmanmaya karar verdin?” diye sorduğu sırada sesinden nasıl bir şeyler tutup algılamam gerektiğini seçemeyecek kadar karmaşıktım.

Sorusuna küskün küskün baktım. Dalga geçiyordu. Ben eğlenmiyordum, geçmesindi.

“Bakma bana öyle,” dedi gözleri çok az kısılırken. “Alaya almazsam, aklımı dağıtamam. Aklımı dağıtamazsam arkamızdaki aynadan yansıyan görüntüden başka bir şey göremez olurum, Afrodit.”

Afalladım. Afallayışımı dilime de yansıtıp mırıldandım. “Ne görüntüsü?”

“Bacaklarına tutunamayacak kadar kısa bir elbiseyle kucağıma atlarken aklından ne geçiyordu? Beni yakıp kavurmaktan başka bir şey bilmiyorsun sen, delireceğim.”

Yutkundum. Yutkunuşumla birlikte başımı hafifçe arkaya doğru omuzumun üzerinden çevirerek bahsettiği görüntüye olan merakımı dindirmeye çabaladım.

Çabalamamalıydım.

Merakımdan delirsem de arkamı dönüp bakmamalıydım.

Kedi korkum bana esnek kumaşlı elbisemi unutturmuş, bacaklarımı beline sararken kumaşın gerilip dayanamayarak kalçalarıma doğru sıyrılacağı gerçeğini ortadan yok etmişti. Yere çömelirken dayanmıştı, ancak şu anki pozisyonda tamamen kıvrılıp belime çıkmaması bile mucizeydi.

Bacaklarım sıkıca ona sarılı, kalçalarımın belli belirsiz açılacağı kadar açık elbisemle kucağındaydım. Elbisenin bitiminde iri kolu yer bulmuş, beni sıkıca sarmıştı.

Aynadaki görüntünün başka bir anda önüme sunulması, sanırım bana çok başka şeyler düşündürürdü. Çok çok başka şeyler…

Kediden korkup karşısındaki adama sığınan bir kadından çok, arsızca üstüne atlamış ve bambaşka bir hamlenin bir önceki adımındaymış gibi görünüyordum.

“Pars,” dedim çaresizce. Ne yapacağımı bilemeyerek köleye sıkışmıştım, yardım etmeliydi.

“Siktir,” diyerek huysuzlandı. Beklenmedik tepkisiyle gerildim. “Kucağımdayken adımı o korktuğun kediler gibi mırlamayı kes.”

Nedenini sorgulamadım. Sorgulamama gerek yoktu, bakışları neler olduğunu zaten bağırıyordu.

“Kediyi dışarı çıkaralım,” dedim fısıldayarak. “Kucağından ineyim hemen, ama şimdi inemiyorum korkuyorum ondan.”

Başını hafifçe yukarı kaldırdı. Burnu çenemi sıyırıp geçmişti. “Şunu söyledikten sonra, ben o kediyi buradan çıkartır mıyım..?”

“Çıkartır mısın?” dedim cevabı duymak isteyerek.

Konuşmasını beklerken bakışlarımı gözlerinden çekip aralanmasını umduğum dudaklarına çevirmem, mantık dışıydı. Ancak onun yanındayken mantığım çoğu zaman devre dışıydı. Engel olamıyordum.

Mantığın dışına taşan hareketim, Pars’ın derin bir nefes vermesine sebep oldu.

Verdiği nefes yüzümü, özellikle de dudaklarımın üstünü hedef aldığında yüzümü biraz da olsa öne doğru itmem muhtemelen içimdeki o Pars delisinin işiydi. Pars’ın neyi beklediğini o kadar iyi biliyordu ki, duraksamadan o hareketi yapmış ve Pars’ı harekete geçirecek olan küçük adımı atmıştı.

Yüzümü birkaç santim öteye, ona doğru ittiğimde sarsıcı bir hızla ona hapsoldum.

Dudakları dudaklarımı sıkıca kavrayıp kendine çektiğinde zihnimde ve göğsümün içinde aynı anda binlerce balon patlamıştı.

Pars, beni öpüyordu.

Alt dudağım dudaklarının arasında sıkışıp kalmışken gözlerimi ne zaman kapattığımdan habersizdim. Ancak etraf karanlık olsa bile birden fazla rengi gözlerim açıkmış gibi belirgin şekilde görüyordum.

Dudağım dudaklarının kucaklamasıyla karşı karşıyayken yaşananın gerçekliği zihnimde yerine yerleşebilmiş değildi.

Bir rüyanın ortasında ya da belki hayallerden ibaret bir anın içindeydim. Daha önce birden fazla kez bu anı hayal etmeme sebep olan içimdeki parçayı reddedemezdim.

Asla sert olduğunu söyleyemeyeceğim, hatta bu nedenle hayal olduğunu düşünmekte ısrarcılaşmak üzere olduğum baskısı sonlandığında alt dudağımın dudakları arasında uzarmış gibi gerilmesine yol açarak yüzünü yavaşça geri çekti.

Gözlerimi aralamak bu anı tamamen ortadan yok etme tehlikesini yanında taşıdığından geri çekilmiş olmasına rağmen gözlerimi kapalı tuttum.

Bittiğini sandığım temasın bitmediğini kanıtlamak ister gibi dudaklarımın üzerine az önce bana bulaştırdığı nemi taşıyan ıslak bir öpücük bıraktı.

“Arala gözlerini, minik tanrıça.”

Kısık, yüzü yüzümün bu denli yakınındayken bile kısıklığını koruyan sesiyle boğuk bir biçimde konuştuğunda ona hiç düşünmeden itaat edişim; fark ettiğim anda kendime görünmeyen çığlıklar atmama sebep olmuştu.

Gözlerimi açtığımda Pars’ı karşımda gözlerimi kapatmadan önceki halinden hiçbir fark yokken bulmayı bekliyordum. İrislerinin mümkünmüş gibi koyu bir laciverte dönüşü beklediklerim arasında değildi.

Gözlerinden kaçmak için bakışlarımı aceleyle kıpırdattığımda bu kez az önce dudaklarımda hissediyor olduğum dudaklarına çarpmak zorunda kalmıştım.

Hıçkırır gibi bir nefes almama, dolayısıyla da bedenimin aniden sarsılmasına yol açmıştı dudaklarına bakmış olmak. Kucağında bir nevi titremiş olmam kalçamın altında beni dengede tutan kolunu sıkılaştırmasını sağlayınca omuzlarında duran avuçlarımla tişörtünü buruşturacak kadar sert bir biçimde ona tutunmuştum.

“Bedeninin tepkilerine aldanmamakta zorlanıyorum, ama ilk ve son kez soracağım bunu. Kontrol edemediğim hızımın seni afallatıp istemediğin bir şeyi-…”

Söylediklerini öylece yarıda kesmemişti. Eğer… Eğer susmasına sebep olmasaydım devam edecekti.

Cümlesinin nereye varacağını o devam etmeden önce algıladığımda, her şeyi duyduktan sonra onu yanıtlamak yerine onu yarıdayken susturacak ve aynı anda da cevabı almasına sebep olacak hamlemi yapmakta gecikmemiştim.

Gecikmemem için deliren, birkaç saniyenin bile hesabını yapıyor olan birden fazla ses zihnimde yankılanıyordu. O yankıların eşliğinde dudaklarımızın birbirine yaslanmasını sağlamam, Pars’ı susturandı.

Onun yaptığı gibi dudaklarını dudaklarımın arasına almamış, yalnızca dudaklarımızın yeniden temas etmesine sebep olmuştum. Küçük bir öpücüktü. Yani benim öpücük listeme göre küçük sayılamazdı belki ama onun için ufacık kaldığını düşünen tarafım böyle bir karar vermişti.

Bu açıdan bakmak, belli ki kucağında ve öpücükler arasındayken yapmamam gereken bir şeydi. Çünkü şu an tek düşünebildiğim, az önce ilk öpücüğümü çalan dudaklarının daha önce başka yerlerde de soluk bulduğuydu.

Geri çekildiğimde Pars’ın dudakları her geçen saniye artan ve derinleşen bir kıvrılmayla hareketlenmeye başladı.

“İlk öpücük beni bağımlın yapmak için yeterliydi, ama fazlasına hayır demek de aptallıktan başka bir şey değil.”

Söylediklerine odaklanmak yerine kendi düşüncelerimde yüzüyorken, henüz kucağından inmemiş olmam gerçeği sarsıcı bir biçimde bana çarptı.

“Kediyi çıkar,” dedim fısıltıdan öteye gidemeyen sesimle.

“Neden?” diye sormadan önce hiç duraksamamıştı. “İndir beni artık.” diye yanıtladım.

“Ayakların yere bastığında beni nasıl öpeceksin, minik?”

Kaşlarımı derince çattım. “Öpmeyeceğim.”

Ona bıçak savurmuşum gibi yüzünü acıyla buruşturdu.

“Gerçekleşmeyecek bir şeyler saçmalıyor olman, duyunca üzülmeyeceğim anlamına gelmiyor.”

Abartısına dudaklarımı ıslatarak tepki verdim. Konuşmadan önce bunu yapma ihtiyacı duymuştum. Pars bana ıslaklığını bulaştırırken bir yandan da dudaklarımı çöle çevirmeyi nasıl başarmıştı?

“Kediyi çıkart,” dedim bir kez daha.

Beni birkaç saniyeliğine yere indirmesi, ardından kediyi hızla yakalayıp odadan çıkarmasını içeren isteğimi ikinci kez tekrarlamam üzerine hareketlendi.

Ayaklarımı yere bastığımda dengemin bozulmaması kendimi hazırlamakla boğuşuyordum. Bu boğuşmanın tamamen boşa olduğunu anlamam ise birkaç saniye sonra gerçekleşti.

Kucağındaki bedenime bir hiçmiş gibi davranarak benimle birlikte kapıya doğru adımladı. Bedenimi istemsizce ona daha çok yaklaştırmış, göğsüne tamamen kendimi yapıştırmıştım.

Kapıyı açtığını görmesem de anladım. Sırtımın dönük olduğu kapı açıldığında kedinin parkeleri döven pati sesleri de peşi sıra duyuldu. Odadan çıkmak için çoktan hazır ve istekliydi sanırım.

Pars kapıyı hiç beklemeden geri kapadı.

“Kediyi çıkarttım,” dedi isteğimi yerine getirdiğini altını çizerek.

“Tebrikler,” diye mırıldandım hafif bir alayla. “Şimdi izin ver de ineyim, Pars.”

“Tüh,” diyerek üzüntülü bir biçimde seslendi. “Az önceki dileğini gerçekleştirince, hakların bitti.”

İstemsizce küçük de olsa ses çıkartarak güldüm.

“Pars,” dedim ‘hadi’ dercesine.

“Beni bir kez daha öpersen, değerlendireceğim isteğini.”

Karşımda iki metreye birkaç santim kala uzamayı durdurmuş, uğraştığı sporla birlikte yumrukları muhtemelen bir insanın canını alabilecek güce çoktan ulaşmış bir adam değil; huysuzlanan ve bunu istediklerini yaptırmak için pazarlığa döken küçük bir oğlan çocuğu varmış gibi hissediyordum şu anda.

Geçtiğimiz dakikalarda gerçekleşen öpücüklerin yok olup unutulması mümkün değildi. Onlar yokmuş gibi davranmam ve on dakika önceki hale dönmemizi sağlamam olanaksızdı. Gerçi bunu isteyip istemediğim sorulsa vereceğim cevap da çok net ve fazlasıyla olumsuzdu.

Odaya geliş nedenim, devamında yaşanan anlarla birleşince onu kırasım gelmedi ve dudaklarımı az önce yaptığım gibi dudaklarının üzerine hafifçe bastırdım. Aynı şekilde geri çekileceğim sırada ise bu kez üst dudağımı dudaklarının arasında sıkıştırıp ince bir baskıyla emdi.

Birkaç saniye -birkaç saat gibi hissettirdiği ayrıntısı bana kalmış olsa da- geçtiğinde bu kez dudaklarımla aynı anda bedenimi de serbest bıraktı.

Ayaklarım yere bastığında artık bacaklarım ona dolanmış değildi. Ama avuçlarımı henüz omuzlarından çekmemiştim. Çekmemeye devam edebilmem için sesli bir şey söylemedi ama başını ve kendisini de hafifçe bana eğik tutarak omuzlarına tutunuşumu kolaylaştırarak aslında çok şey söylüyordu.

“Neler olduğunun farkındasın değil mi?”

Sorusuyla gözlerimi birkaç kez kırpıştırmış, ardından söyleyecek bir şey bulur bulmaz da dudaklarımı aralamıştım.

“Ares olmana izin verdim.”

Kaşlarını hafifçe havalandırıp ‘hayır’ anlamlı bir ifadeye büründü.

“Ares olmama izin vereli çok oluyor,” dedi kendinden emin bir biçimde. “Sen az önce bana gerçek anlamda pars olma izni verdin.”

Göğsüm ağır bir nefesle inip kalkarken devam etti. “Sen yırtıcı bir avcının kucağına kendi ayaklarınla gelip, korkusuzca önünde kendini gösterdin ceylan yavrusu.

Burnunu burnuma sertçe sürttü. “Arkanı dönüp kaçabileceğin tüm yollar kapandı, bana tutsaksın Ahu.”

 

~

 

“Ne bu haliniz sizin? Biriniz düzgünce konuşun artık, yoksa ikinizi de kapatacağım bir odaya orada çözün diyeceğim derdinizi.”

Babamın dayanamayarak patlaması birkaç saatten fazla zamanını almıştı. Bu konuda kendisini tebrik etmeliydim. Ben muhtemelen bu kadar da dayanamazdım.

Özgür’le ayrıldığım eve, yine onunla dönmüştüm.

Pars’ın bana ‘beni yiyecek bir yırtıcı’ olduğunu açıkça belirttiği anın ardından odasından resmen kaçmış ve kendimi çırpınan kalbim ile birlikte dışarı atmıştım.

Özgür ve Mayıs’ı salondaki yerlerinde bulmuştum. Gittiğim ana kıyasla en büyük fark Mayıs’ın bayağıdır ağladığını açıkça belli eden ıslak ve kızarık gözleriydi.

Yeterince üzgün ve pişman görünmesine herhangi bir yorum yapmadan düz bir biçimde Özgür’e bakmıştım. ‘Gidelim’ demeye çalıştığımı anlaması çok sürmemişti. Mayıs’ın saçlarına uzun bir öpücük bırakıp kulağına duyamadığım bir şeyler mırıldandıktan sonra ayaklanmıştı.

Salondan peşimizde Mayıs da varken çıktığımızda seslerin Pars’ı buraya getirmemesi, sanırım Mayıs veya Özgür’le karşı karşıya kalmak istememesindendi. Durum kötüydü ama kendi açımdan bu kısım beni memnun etmişti. Pars’ı gördüğümde tüm odağımın o olacağından, hareket edemeyecek kadar bulanıklaşacağımdan emindim. Görmezken bile yarı yarıya o haldeydim zaten.

Evden çıktığımız sırada Mayıs kollarını sıkıca bedenime sardığında onun kırgın haline dayanamayarak bir kolumu sırtına sarıp avucumu hafifçe sırtında gezdirmiştim. Abisiyle arasında olan duruma tamamen dahil olmam doğru değildi, Pars’ın odasına gidişim de sadece onun kırgın oluşunu elimden geldiğince ortadan kaldırma amacıylaydı. Sorunlarını kendileri çözeceklerdi. Yani öyle umuyordum.

Motorla geldiğimiz için dönüşte zaten istesek de Özgür’le bir şey konuşamazdık. Motordan inip eve ilerlemeye başladığımız zaman sessiz kaldığında ise ben de ona uyum sağlamış ve susmuştum.

Suskunluğumuzun başlangıcı buydu. Sonu ise hâlâ gelmiş değildi.

Babam eve gelene kadar ben odama, o da odasına çekilmişti. Babam artık hava kararmaya başladığı sıralarda eve gelince ise yemek yemek üzere odalardan çıkmamız gerekmişti. Yani ben zaten babama kapıyı açmak için odadan çıkmış, onun kuyruğu gibi peşinde gezinmeye başlamıştım. Özgür ise yemek için çağırıldığında odadan çıkmayı tercih etmişti.

Yemekteki sessizliğimiz babamın ilgisini çekince sadece bir kez neyimiz olduğunu sormuş, bir şey yok cevabı alınca da daha fazla itiraz etmemişti. Ancak yemekten sonra salona geçtiğimizde devam ettirdiğimiz sessizlik artık sabrını tüketmiş olacak ki az önceki bizi odaya kapatma tehdidi içeren cümlelerini sıralamıştı.

“Bir şey yok-…” diyerek yemektekine benzer bir cevap vereceğim sırada babam elalarını bana çevirerek devam edemeyeceğim kadar ifadesiz bir bakış atınca sustum.

“Kızın bana küsmüş abi, ciddi bir şey yok.”

Özgür gözlerini ‘kapalı’ televizyondan ayırmadan konuştuğunda babam tek kaşını kaldırdı. “Aptal mı var oğlum senin karşında? Kızım sana küsmüş olsa iki güldürür, barıştırırdın kendinle. Belli ki tek küsen kızım değil. Ne dönüyor, anlatın.”

“Anlatacak bir şey yok,” dedim omuz silkerken. “Özgür bugün ayıcasının ne kadar gelişmiş olduğunu kanıtladı bana. Şaşkınlığımı atamadım henüz.”

Babam üzerinden aslında birbirimizle konuşmaya başladığımızı fark etmemiştim o an. Sanırım konuşmaya başlamak için bir ateşleyiciye ihtiyacımız vardı. Bu ateşleyici de babamın ısrarı olmuştu.

“Ne söyledi sana, yavrum? Neye küstün?”

Özgür alaycı bir sesle güldü. “Ne söyledim sana, evet. Ben de merak ediyorum gerçekten.”

Babamın afallamış suratına bakmayı bir anlığına kesip Özgür’e baktım. Televizyona bakmaya devam ediyordu ancak bizim televizyona yansıyan gölgelerimizden ona bakmaya başladığımı görmüş olacak ki başını biraz çevirdi ve bakışları beni buldu.

“Bana söylememiş olman mı tek savunman? Kime söylediğinle değil, ne söylediğinle ilgileniyorum.”

“Kime söylediğimle ilgilenmiyorsun…” dediğinde söylediğine inanmadığını bağırıyordu ifadesiyle.

Pekâlâ, söylediği kişiyle kesinlikle ilgileniyordum. Yakından… Ama konumuz gerçekten bu değildi.

Beni ilk rahatsız eden söylediklerinin Pars’a oluşu değil, söylediklerinin ne oluşuydu. Pars’ın kırgınlıkla kalkıp gitmesi aslında Mayıs’ın sessizliğinden sonra gerçekleşmişti. Özgür’e değil, kız kardeşine kırılmıştı.

“Evet,” dedim. Bu sırada ellerimden birinin yanağıma tırmanıp parmaklarımla tenimi sıyırdığını kontrol etmekte geciktiğim için yalanım birkaç saniye bile yaşama tutunamamıştı gerçi.

“Kimseyi sevilmemesiyle vurmaya çalışamazsın!” diye haykırdım dayanamayıp. “Sevilen birine alayla bile söyleyemezsin bunu, canavarca bir şey bu!”

Öne atılır gibi hareketlenerek konuştuğumda babam düşecekmişim gibi bana uzandı. Onun kollarına sığınıp sessizleşmek bir seçenekti ancak o seçeneği zor da olsa kenara iterek bakışlarımı Özgür’den ayırmadım.

“Kime söyledin bunu?” diye soran babam aramızdaki bakışmayı ve Özgür’ün suskunluğunu böldü.

Verilecek cevabın az önce elimi yanağıma attığım anın asıl açığını da babama sunacağını biliyordum. Ama gözlerimin önünde Pars’ın odaya girdiğim andaki kolyeye tutunan gözleri kapalı hali geldiğinde duraksamakla bile vakit kaybetmedim.

“Pars,” diye mırıldandım. “Pars’a söyledi.”

Özgür’ün gözlerinin irileştiğini, babamın bedeninin gerildiğini aynı anda gözlerimle ve hislerimle duyumsadığımda aslında pek küçük bir bombanın pimini çekmediğimi de kabul etmek zorundaydım.

Dudaklarımdan tereddütsüzce ismini dökeceğimi beklemeyen Özgür’ün babama bunu söylemekte hiç çekinmeyişime şaşkınlığı gizleyemeyeceği kadar fazlaydı.

Babam ise az önce bize bozdurmaya çalıştığı sessiz kalma inadına kendi tutulmuş gibi herhangi bir tepki vermiyordu.

Özgür’ün omuzuna doğru eğdiği başını taklit ederek ben de başımı aynı yöne doğru eğdim.

Hiç kimsenin koruması altında kalmamış halde büyüdüğümden haberleri yoktu. Bunun bende değer verdiğim herkesi delicesine koruma içgüdüsü yarattığını ise ben de yeni keşfetmekteydim.

İstanbul’un bana hediye ettiği kalabalığın içinden değer veriyor olduğum bu kadar insanın kısa zamanda hayatıma dahil olması beklenmedikti. Ama bir parça da olsa şikâyetim yoktu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm