Düşten Farksız 12.Bölüm
12.BÖLÜM
Bugüne dek annemden saklamak isteyip,
saklayamadığım hiçbir şey olmamıştı.
Benim dünyamdaki tek varlık oydu, durum
böyleyken de onu her zerresiyle tanımak için bolca zamanım ve yerim olmuştu.
Ezbere bildiğiniz birinden bir şeyler saklamak, henüz tanımakta zorlandığınız
birinden bir şey saklamaktan çok daha kolaydı. Kaçış yollarını bilirdiniz,
bunun verdiği güven sırrı da güvende tutardı.
Son altı ayımı varlığını bilerek, son bir
haftamı ise varlığını hissederek geçirdiğim babamda ise durum tam tersiydi. Onu
tanımıyordum. Onu tanımaya çalışmakla meşguldüm ve bu beni sendeletip
duruyordu. Sezgilerinin ne kadar kuvvetli olduğundan ya da karşısındaki insana
bakar bakmaz onu ne denli çözebileceğinden haberim yoktu. En ufak belirtide
yalanımı yakalar mıydı yoksa farkında bile olmaz mıydı, bilmiyordum.
Ama mavilerim elalarına çarptığında, bu
ikileme düşmeme gerek kalmamıştı. Bir şeyler mırıldanıp konuyu kurtaramayacağım
kadar dibe batmıştım. Ağzımdan dökülenler fazlasıyla açıktı, bu andan sonra ne
desem de boşa çırpınmaktan öteye gidemezdim.
Mirza Bey’e söylediklerimden hiçbirini
duymamışsa da, son iki kelimeyi dilimden dökerken kapıda duruyor ve beni
dinliyor olduğundan emindim.
‘Üvey
babam’ demiştim az önce. Konunun kalanını bir ihtimal duymamış olabilirdi
ancak hayatımda böyle birinin var olduğundan haberdardı artık.
Masaya bırakamadığım şeker poşetinden
çıkan hışırtılar, kulağıma dolan Mirza Bey’e ait sorular dışında duyduğum tek
sesti. Babam hiçbir şey söylemiyor, sanki orada değilmiş ve bakışlarımız
birbirinde takılı kalmamış gibi susuyordu.
“Sesim gelmiyor mu?” diye söylendi en
sonunda Mirza Bey. Ona kimi bulmasını istediğimi söyleyip derin bir sessizliğe
gömülmüştüm. Sorduğu sorulara cevap vermeyişim şüpheli gelmişti, emindim.
“Birazdan…” dedim sessizce. “Birazdan sizi
tekrar ararım olur mu?” diye soru görünümlü ama cevap beklemeyen cümlem biter
bitmez telefonu kulağımdan indirip aramayı sonlandırdım.
“Yardım isterken önceliğinin ben değil de
babam olması, karşılaştığımız ilk anın getirisi mi?”
Omuzlarımın çöküşü söylediklerinden çok
yüzündeki ifadeden kaynaklıydı. Pişmanlığın bakışlardan bu kadar yoğun
sızabilen bir his olduğunu daha önce deneyimleme fırsatım olmamıştı. Ama sanki
o pişmanlıkta, ilk gün bana olan tavrının dışında başka kalıntılar da vardı.
Başka neyden pişmandı? Bilmiyordum.
Ayrıca sorduğu soru, son iki kelimemden
çok daha fazlasını duymuş olduğunun da kanıtıydı. Birkaç gün sonra Temmuz ayı
başlayacakken, öğleden sonra balkona tüm ısısını bırakmış olan güneşe rağmen
üşümüş gibi titredim. Titreyişim benim hissettiğim kadar ona da görünür olmuş
olacak ki, bana doğru adımladı. Yani ben hamlesini bu şekilde yorumlamıştım.
Yanımdaki boş sandalyeye oturacağını
düşünsem de, tam önümde yere doğru çöktü. Ona biraz yukarıdan bakıyordum şimdi.
“Despina,” dedi yine adımı şiir okur gibi seslenerek. Bana temas etmiyordu ama
çok yakınımdaydı. “Neden o adamın İstanbul’da olup olmadığını bilmen
gerekiyor?”
Dilimi ısırdım. Bunu ne kadar sert
yaptığımı birkaç saniye sonra canım yandığında fark edebilmiştim. Kendimi
susturmak için bu yola başvurmaktan başka çare bulamamıştım çünkü kendime engel
olamazsam hiç susmadan ona her şeyi anlatırdım. Anlatmaya ihtiyacım vardı.
Birinin beni duymasına ihtiyacım vardı.
“Helen, benden aldığı hakkı bir başkasına
teslim etmiş. Hak eden birine teslim etmiş olmalı, düşünmüş taşınmış ve doğru
kişiye teslim etmiş olmalı değil mi?”
Bahsettiği hak ‘baba olmak’tı. Benim babam
olmak…
Birdenbire, sanki o söylemese farkında
olamayacakmışım gibi bir gerçekle yüz yüze kaldım. Benden Timur Akdoğan’ı
çalıp, yerine bir canavar bırakan annemin beni neden cezalandırdığını bir gün
öğrenebilecek miydim?
Boğazıma tırmanan binlerce iğne varmış
gibi canım acırken yutkundum. Yutkunmak işe yaramak yerine nefesimi daha da
tıkadı. Öne doğru kendimi bırakıp, alnımı önümde diz çökmüş olan bedene ait
geniş omuza yasladım. Temasımı beklemediğinden olsa gerek, kasıldı. Ama bu
sadece birkaç saniye sürdü. Bir avucu sırtıma dokununca düğmesine basılmış bir
oyuncak gibi dudaklarım aralandı. Tüm beklediğim onun dokunuşu ve o dokunuşun
bedenime yayacağı güvenmiş gibiydi.
“Etmemiş,” diye mırıldandım boğuk çıkan
sesimle. “Doğru kişiye teslim edememiş.”
Onlarca şeyden daha bahsedebilirdim.
Yıllar boyunca biriktirdiğim her şey dışarıya dökülmek için sıradaydı ama
yapamadım. Daha fazlasını duymayı ne o kaldırabilirdi ne ben anlattıktan sonra
aynı kalabilirdim.
Alnımı yasladığım yerden çekmedim. Duştan
yeni çıktığı için çok daha yoğun olan naneli kokusunu solurken gözlerim yarı
kapalıydı. “Bu gece,” dedi fısıltıyla. Kendi kendine konuşuyor gibiydi ama o
kadar yakınındaydım ki dudakları kıpırdasa da duyabilirdim. “…korktuğun kişi
oydu. Seni uykunda iç çeke çeke ağlatan, Yunanistan’a dönme lafını bir türlü
dilinden düşürmeyişinin sebebi oydu.”
Susmama rağmen anlaması gerekenden çok
daha fazlasını anlamış olmasına nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum. Telaşla
geri çekildiğimde bakışlarımız çarpıştı. Aniden doğrulup ayağa kalktığında
artık ona bakabilmek için boynumu geriye doğru germek zorundaydım. Öyle de
yaptım. Başımı iyice geriye atıp gözlerimi yüzünden çekmeden ona bakmayı
sürdürdüm.
“Neden?” dedi başını iki yana sallarken.
“Neden bana anlatmamakta bu kadar ısrarcıydın?”
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Konuşmayı
duymamış olsaydı uzun bir süre daha ona Nikolos’tan bahsetmezdim. Aklımın
yarısı Yunanistan’a dönmek sorunu kökten çözecek derken, diğer yarısı burada
kalmayı o kadar çok istiyordu ki Mirza Bey’i araya katma fikri birden zihnimde
belirmişti. Yine de bu iki planda da babamın bir şeyden haberi olmayacaktı,
ortak noktalardan biriydi.
“Despina!” dedi sinirli mi yoksa üzgün mü
ayırt edemediğim bir şekilde. “Babanım ben senin, saçının teli kopsa ilk haberi
olması gereken benim. Bir hafta öncesine kadar yoktum hayatında, bu ölene kadar
en büyük pişmanlığım olarak kalacak ama yalvarırım artık yapma. Saklanma
benden, saklama hiçbir şeyi.”
Gözlerimden aynı anda birer damla
yanaklarıma yuvarlandığında, gözlerimin ne zaman dolduğundan bile haberim
olmadığını fark ettim. Bütün dikkatim ondaydı. Yanaklarımı takip edip boynuma
yol alan yaşların devamı gelmedi.
“Sen çok güçlü birisin değil mi?” diye
sordum on dokuz değil de dokuz yaşlarında bir çocukmuş gibi. “Kendini
koruyabilirsin, kimse sana zarar veremez.”
Kocamandı. Kocaman olmasıyla da kalmıyordu,
yıllardır uğraşıyor olduğu spor kendisini savunabilmesi için çokça işine
yarardı. Ama yine de benim için -aslında çocukluğum için- Nikolos o kadar
yenilmez bir yerde duruyordu ki sorgulamadan, düşünmeden babama bir şeyler
anlatabilmekte zorlanıyordum.
“Veremez,” dedi duraksamadan.
Parmaklarından birkaçı çeneme dokundu hafifçe. “Bana veremediği gibi kimse sana
da zarar veremez. Ben buradayım.”
Gözlerinde o an tam anlamlandıramadığım
başka bir şeyler daha geziniyordu. Aklından geçenlerin hepsini algılayabilmem
mümkün değildi, kendimi bununla yormadım.
“İçeriye geçelim, biraz konuşalım olur mu?
Rahatça oturalım, rahatça da konuşalım.” Sözleri yeterli gelmezmiş gibi omuzuma
dokundu hafifçe. Dengesiz bir biçimde de olsa ayağa kalktım. Buradan sonra sessizliğe
de gömülsem buradan kaçmaya da çalışsam çare olmazdı. Soracağı soruları -en
azından bir kısmını- cevaplamam gerekiyordu.
Bir dakika kadar sonra, civciv gibi peşine
takılmış ve koltuğa kadar onu takip etmiş olduğum için salondaki geniş koltukta
yan yana oturuyorduk.
Tedirgindim. Ondan kaynaklanan bir
tedirginlik değildi ama soracaklarını düşünüp kendimi sorguladığımda ortaya
çıkmasına engel olamadığım bir gerginlikti.
Konuşma sonlandığında bir şeylerin
değişeceği kesindi ancak değişecek olanın ne olduğunu bilememek beni
afallatıyordu.
~
“Kahveli şeker almışsın bana,” dedim
gözlerimle poşeti işaret ederken. Babam omuzunun üzerinden geriye doğru baktı.
Bana döndüğünde kaşları havalanmıştı. “Ben almadım.”
Göz ucuyla çaprazımdaki sandalyede oturan
bedene baktım babamın cevabının ardından. O almadıysa, şekerlerin alıcısı olma
ihtimali olan tek bir kişi kalıyordu.
“Teşekkür ederim.” dedim ağzına peynir
tıkıştıran Özgür’e. İki gündür aramızdaki diyaloglar sayılıydı. Zaten
çoğunlukla evde de durmamıştı. Benim aklım ise, iki gün önce babamla yaptığım
konuşmanın ardından bambaşka şeylerle doluydu. Aramızda soğukluk yoktu ama üç
gün önceki halimizden de eser kalmamıştı.
Yanakları peynir ve ekmekle doluyken kafa
salladı konuşmak yerine. “Rica mı ediyorsun?” dedim anlamamış gibi yaparak.
“Ayıca bilmiyorum.”
Ona laf atmam Özgür’ün şaşkınca yüzüme
bakakalmasına sebep olurken, babam tabağına bakıyor gibi görünse de
dudaklarının biraz kıvrıldığını görebildim.
“Beş dil biliyorsun, ayıca da eklensin
Özgür öğretir.”
Babam arkasına doğru yaslanıp çayından
yudum alırken bana Özgür’ü işaret etmişti başıyla.
“Beş?” diye merakla tekrarlayan Özgür’e
döndüm. “Evet, beş. Şaşırdın mı?”
“Çok…” dedi abartıyla. “Türkçe, Yunanca…”
diyerek bildiğimi bildiği dilleri devam etmemi ister gibi saymaya başladığında
kalan üç dili de ekledim. “İngilizce, İspanyolca ve İtalyanca.”
İngilizce bilmem ilginç değildi zaten.
İtalyanca tamamen ilgimdendi. İspanyolca ise İtalyanca ile olan benzerliğinden
dolayı öğrenmesi kolay olmuştu benim için. Dillere olan ilgim sonsuzdu.
“Boş zamanlarında önüne gelen dilleri mi
öğrendin?” diye sorduğunda dalga geçiyor olsa da başımı salladım onaylarcasına.
“Öyle yaptım.”
“Onların deyimlerini öğrenebildin mi
bari?” Kaşlarımı çattım sertçe. Benim kızmamdan etkilenmediğini bildiğim için
babama baktım. Artık alışmıştı sanırım bu bakışlarıma. Yalandan olduğu çok
belli olsa da kızgın bakışlarını Özgür’e çevirdi. “Dalga geçme Özgür, ana dilin
olmasına rağmen Türkçeyi zor konuşuyorsun oğlum sen kendine baksana.”
Kıkırdadım memnuniyetle. Sürekli çay
içiyor olmaya henüz tam alışamadığım için kahvaltılarda çayımın yanında her
ihtimale karşı duruyor olan meyve suyuma uzandım. Bardağı dudaklarıma
yaklaştırmadan önce Özgür bana zeytin atacak gibi yaptığı için kafama bomba
gelecekmiş gibi yerimde zıplamıştım. Kafasına kadar dolu olan bardaktaki vişne
suyunun bir kısmı üzerime döküldüğünde ofladım.
“Zaten sayılı elbisem var yanımda,
mahvettin bir tanesini Özgür.”
“Kızım ben mi döktüm meyve suyunu, kendin
döktün. Ayağın kaysa benden biliyorsun sen de.”
“Zeytin atacaktın bana!”
“Ee, atsam ne olacaktı? Bayılır mıydın o
darbeyle, ne yerinde zıplıyorsun kanguru gibi?”
Üste çıkmasına ağzımın içinde bir şeyler
homurdandım. Bardağı masaya geri bıraktım. Üstümü değiştirmek için odaya
geçecektim. Sandalyemi geri itip ayaklanmak üzereyken babamı duyduğumda
duraksadım. “Alışverişe çıksana, valizindekilerle idare etmek zorunda
değilsin.”
“Geri götürürken zor-…”
“Geri dönmeyeceğini kaç kez daha konuşalım
istersin Despina? Bir ay, üç ay, beş ay… Böyle bir süre yok, burası senin
evin.”
Özgür kollarını göğsünde kavuşturmuş
sırıtıyordu.
‘Timur
abi gibi bir baban olduğu için şanslı, onu bu kadar geç tanıyacak olduğun
içinse bayağı şanssızsın. Babanı iyi tanıyan biri olarak konuşuyorum, o bir
ayın sonunda sen değil Yunanistan’a; köprüyü aşıp karşı kıtaya zor gidersin’ dediğini
anımsadım birden. Buraya geldiğim gecenin sabahında duymuştum bunları
Özgür’den.
Bir ay dolmamıştı ama Özgür çoktan haklı
çıkmış gibi görünüyordu.
“Hiçbir yeri bilmiyorum ki…” dedim ikisinin
de benimle alışveriş yapmak istemeyeceğini düşünüp bu yola başvururken. Bence
mantıklıydı.
“Bugün salonda olacağım, dersim var. Özgür
seve seve eşlik eder sana, değil mi?”
“Seve seve olmazsa başka şekilde
ettirirsin gibi bakıyorsun abi.” Özgür alınmış gibi babama bakarken babam
ifadesini hiç bozmadığında abartılı bir biçimde güldü. “Ki ben zaten severek
eşlik ederim, en sevdiğim şeydir alışveriş. Özellikle bu derisine hava
aldırmayı seven çığırtkana kıyafet seçerken eminim çok eğleneceğim.”
Uzun ve benim için karmaşık kelime
kalıplarıyla dolu konuştuğu için söylediklerinin bir kısmını anlamamıştım.
Benim aksime babam gayet anlamış hatta gözleriyle anlayamadığım bir cevap da
vermiş gibi duruyordu. Özgür elini göğsüne doğru iki kez vurdu. “Aklın kalmasın,
bende o iş.” Alışverişten mi bahsediyordu?
Özgür babamla bakışmaları bittiğinde bana
döndü. “Hazırlan, ben kısa bir duş alayım çıkalım.” dedikten sonra benim bir
şey söylememi beklemeden ayaklanıp mutfaktan çıktı. Gözlerimi kırpıştırarak
arkasından baktım.
“Odanda eksik olan parçalara da bakın ya
da başka bir gün birlikte bakarız. Nasıl istersen.”
Babama baktığımda çayının son yudumunu
alırken yakalamıştım onu. “Gerek yok ki,” dedim omuz silkerken.
“Hiçbir şey almadığını görürsem, aklıma
esen her şeyi alırım bir haftaya odanda hareket edecek alan bırakmam Despina.
Sen karar ver iki seçenek arasında olur mu?”
Dudaklarım öne doğru büzülürken yanağımı
çekiştirdim. “Alışveriş yapmayı hiç sevmem ben.”
Bakışları saniyelik bir biçimde
yanağımdaki elimi bulup yeniden gözlerime çevrildi. “Sevmezsin tabii, zorla yap
o zaman.”
Derince ofladım. Sandalyeyi geriye iterken
ses çıkartmaya da, hızla kalkarken masaya çarptığım elime de dikkatimi
vermedim. “Kartlarımdan biri Özgür’de. Alacaklarını onunla al, Özgür ödüyor sanıp
kendini kısıtlama.”
Mutfaktan çıkmadan önce ona baktım. Özgür
değil de o ödüyor diye rahat edeceğimi mi düşünüyordu? Birkaç parça kıyafet
alırsam da kendim alırdım. Şu anda kendimi ondan gelecek bir harcamanın altına
girebilecek bir konumda hissetmiyordum. Her şey yeterince hızlı ve yoğundu
zaten.
Dil dökmek yerine odama ilerledim. Sözle
ikna olmayacağını biliyordum. Özgür’ün ondan daha ikna edilebilir oluşu tek
güvencemdi.
Ben giyinene dek Özgür’ün duş alıp
hazırlanmış olacağından emindim. Öyle de olmuştu.
Çantamı alıp odadan çıktığımda Özgür’ü ve
babamı holde bulmuştum. “Geldi assolist.”
“Ne?” diye afallayarak Özgür’e baktım.
“Sonra anlatır sana, ben geç kalmak
üzereyim. Seni görmeden çıkmak istemedim.” Eriyerek ona kirpiklerimin arasından
baktım. Üzerinde siyah, bedenine sıkıca yapışmış bir tişört ve aynı renk
eşofman vardı. Yolda görsem de sporla ilgili bir yere gittiğini anlayabilirdim
bu halinden.
“Güle güle,” diye mırıldandım. Alnıma
çabucak bir öpücük bıraktığında kalbimin çırpınışını duyamadıkları için
rahattım. Babam bir dakika içinde evden apar topar çıkınca, gerçekten benim
odadan çıkmamı beklediğini ve geç kalıyor olduğunu fark etmiştim. Kendi kendime
sırıtmama sebep olan bu gerçek, Özgür elini gözümün önünde salladığında dağılır
gibi oldu.
“Âşık âşık bakma, gitti adam. Boşluğa
sırıtıyorsun akıl hastası gibi.”
Ters ters yüzüne baktım. Spor
ayakkabılarımı alıp ayağıma geçirirken de bakışlarım sabitti. Portmantodaki
kâseye uzandığında hızla konuştum. “Arabanın anahtarını alıyorsun değil mi?”
Üzerime bir bakış attı. “Pantolonun var,
motorla gidebiliriz.”
Başımı hızlıca iki yana salladım.
“Arabayla gidelim, yoksa elbise giymem için geç değil. Gidip değiştiririm.”
Yalandı. Kıyafet denerken elbiseyle uğraşamazdım ama Özgür’ün bunu bilmesine
hiç gerek yoktu.
Bir şeyler homurdandı. Ama aldığı anahtarı
bırakıp bir başkasını almıştı. İçim daha rahattı artık.
Asansöre bindiğimizde aynaya doğru dönüp
az önce sürdüğüm rujun taşmış gibi görünen kısmını parmağımla düzelttim.
Direnip itiraz edebileceğim, muhtemelen
işin sonunda isteğimi kabul ettireceğim halde alışveriş konusunu çok da
uzatmamıştım. Biraz aklımın dağılmasına ihtiyaç duyuşumdan, biraz da Özgür’le
gidecek olmanın yaratacağı fırsatlardandı bu.
Arabaya yerleştiğimizde kemerimi taktıktan
sonra henüz otoparktan çıkmadan ona doğru döndüm. “Nereye gideceğiz?”
“Bu sıcakta alışveriş merkezi dışında
hiçbir yerde bulunamam. Eriyelim istemezsin değil mi?”
Başımı sakince salladım. “Tahmin ettim
onu, hangisine gideceğimizi soruyorum.”
Yola çıktığımız için bakışları beni kısa
bir an bulabildi. Ardından hemen yola dönmüştü. “Özel olarak istediğin bir yer
mi var?”
“Hiçbirini bilmiyorum ki,” dedim omuz
silkerek. Sorma sebebim tahminlerinin fazlasıyla ötesindeydi.
“O zaman niye soruyorsun kızım ne fark
eder?” Uzattıkça uzatmasına ofladım. Başka bir şey söylemedim. Gideceğimiz
yerin adını oraya ulaşınca öğrenirdim ben de.
Yaklaşık iki saat sonunda Özgür’ün elinde
duran poşet sayısı sinirlerimi bozacak kadar artmıştı. İlk girdiğimiz mağazada
aldığım birkaç parça eşyayı ısrar etmeden benim ödememe izin vermişti.
Ayılıktan vazgeçtiğini ve beni kırmak istemediğini düşünmüştüm bu sırada. Ancak
ikinci mağazada onun oyununa kanıp, rahatça alışveriş yaptığımda kasada resmen
beni bir koluyla sıkıca tutmuş ve ödemeyi o yapmıştı.
Ben de sırf gıcıklık olsun diye asla
tarzım olmayan mağazalar da dahil her yere girip askılardaki her parçaya göz
atıyordum. Arkamda elinde bir dolu poşetle oflaya puflaya yürürken eğer aramız
son iki gündür soğuk olmasaydı beni bırakıp gideceğinin sinyallerini veriyordu.
Bir saate yakın daha süre geçmişken
kabinde bir etek denemekle meşguldüm. Kabindeki askıya astığım çantamdan kısık
bir bildirim sesi yükseldiğinde heyecanla oraya uzandım. Ekrandaki mesaj
bildirimini gördüğümde sırıtmıştım.
Mayıs: Geldim ben (15.50)
Mayıs: Dediğin kafedeyim
Siz: Bir şeyler söyle,
iç biraz
Siz: Hemen gelirsek
anlar planlı olduğunu
Siz: On beş dakikaya
oradayım
Siz: Yani oradayız :)
Dıştan bir müdahale olmazsa kavuşmaya
niyetleri olmayan ancak ikisi de birbirine kavuşmak için can atan Özgür-Mayıs
ikilisi için yapabileceklerim çok sınırlıydı. İlk ve en büyük hamlem Özgür’ün
çakma sevgili planını Mayıs’a anlatmak olmuştu. Çünkü bana kalırsa Mayıs,
Özgür’e oranla daha ılımlı olan taraftı. Şimdiden sonra da ikisini bolca aynı
ortamda denk getirmekle ilgilenecektim.
Belimden düşecek gibi duran eteği çıkartıp
aldığım diğer birkaç parçayı da denedikten sonra kabinden çıktım. Özgür
mağazanın içindeki puflardan birinde, önünde dizili poşetler varken telefonuyla
uğraşıyordu.
“Geldim,” diyerek sesimi duyurduğumda
başını kaldırdı. “Alıyor muyuz bir şey?”
Başımı olumsuz anlamda salladım. “Hayır,
beğenmedim.”
Gözlerini birkaç saniye kapalı tuttu.
Sanırım bir çeşit meditasyon örneğiydi bu. Yeniden gözlerini açtığında belli
belirsiz bir sırıtmayla ona bakıyordum.
“Kıyafet kısmını bitirebiliriz. Saçım için
bir iki ürün almam lazım, onları alalım son olarak. Tamam mı?” Hem Mayıs’ın
gelmiş olması hem de Özgür’ün yorgunluktan bayılacak gibi duruşu bu kararı
vermemde etkiliydi. Hiç duraksamadan “Tamam!” dedi direkt.
Kıkırdadım. Elindeki poşetlerden bir iki
tanesine uzandım ayağa kalktığında. “Bunları ben alayım.”
“Gerek yok taşıyorum ben, sen saç
zımbırtılarını al rahat rahat.”
“Zımbırtı?” diye merakla ona döndüğümde
derin açıklamalar yapmaya başladı. Bu sırada kozmetik bir mağaza bulmak için
alışveriş merkezinin içinde dönüp durmaktaydık.
Kullanıyor olduğum şampuan ve saç kremini
zor da olsa bulmuştuk. Babamın şampuanına daha fazla ortak olmama gerek
kalmayacaktı bu sayede.
“Eve mi gidiyoruz şimdi?” diye sordum
yorgun bakışlarla. Yalan da değildi, yorgundum gerçekten.
“Şekerim düştü manyak gibi dönüp
durmaktan, tatlı bir şeyler yemeden kapıdan çıkmam. Oturalım bir yere.”
“Olur,” dedim harfleri uzata uzata.
“Gelirken teras gibi bir kısım görmüştüm orada oturabilir miyiz?”
“Otururuz tabii.” dedikten sonra başka bir
tarafa yöneldi. Ben de hemen yanından yürümeye başlamıştım.
Bahsettiğim terasa çıktığımızda
bakışlarım, arabadayken gördüğüm ve Mayıs’a adını verdiğim kafeyi buldu. Özgür
başka bir yere yönelirse diye dikkatle bekledim ama beni yormadan bahçe alanı
geniş görünen kafeye doğru ilerlemişti zaten. İçimden gülsem de dışarıdan
tepkisiz kaldım.
Mayıs’ın oturduğu masayı çoktan görmüştüm.
Özgür’ü bir anda oraya doğru çekemezdim ama onun dönük kalacağı yönde Mayıs’ın
bulunmasını sağlayabilirdim. Öyle de yapmıştım. Sırtı o masaya dönük sandalyeye
yerleşmek için hareketlendiğimde Özgür poşetleri kenara bırakmakla uğraşıyordu.
Başarıya ulaştığında ise sandalyesine uzandı. Oturmadan önce istemsizce etrafa
attığı bakışları, tam arkamda takılı kaldığında hayali bir biçimde kendi elimi
sıkmış, kendimi tebrik etmiştim. Gayet başarılıydım.
“Özgür?” diye seslendim. “Oturmayacak
mısın?”
“Mayıs burada.” dedi donuk çıkan sesiyle.
“Hım?” dedim anlamamış gibi bir tavırla. “Mayıs mı?”
“Birkaç masa geride oturuyor.” derken
sandalyesine yerleşiyordu. “Karşılaşma anımız gibi, tesadüf olmuş yine.” dedim
çarpılmamayı umarak. Yanağımdaki saçımı geriye doğru itmiştim bu sırada.
Baykuş gibi birden boynumu ve bedenimin
büyük bir kısmını geriye çevirdim. Özgür, “Despina!” diyerek dişlerinin
arasından adımı bağırır gibi fısıldasa da onu duymazlıktan geldim. Mayıs’a
bakar bakmaz elimi kaldırıp hafifçe salladım. “Çağıralım mı buraya? Tek
oturuyor.”
“Hayır,” diyerek net görünen bir cevap
verse de Özgür’ün bambaşka şeyler istediğini anlamak zor değildi. Ama yanlış
anlaşılmalar -ikisinden dinlediğim kadarıyla çıkarımım buydu- yüzünden inat
etmeden yapamıyordu.
“Ama yalnız kalmış.” dedim hüzünle Özgür’e
doğru dönüp. Bir kafede yalnız oturup kendimle baş başa kalmayı severdim,
Mayıs’ın bulunduğu konumda üzüldüğüm hiçbir şey yoktu ama Özgür bunu bilmese de
olurdu.
“Yalnız gelmeseymiş o zaman, çığırtkan.
Önüne bak hadi.”
“Keşke o da sevgilisini getirseymiş, senin
yaptığın gibi çakma falan da olsa bulsa bir tane…”
Özgür’ün irislerinde bir ateş yandığına
dair yeminler edebilirdim. O ateşten sıçrayan parçacıklarla yanmamak için
birkaç saniye sessizce bekledim. Devam edersem, Mayıs’ın potansiyel sevgilisi
benmişim gibi Özgür sinirini benden çıkartabilirdi.
“Çağırmayayım mı o zaman?” Kısık sesle,
ona alttan alttan bakarak konuştuğumda aradan biraz zaman geçmişti. Özgür bana
önce boş boş bakmakla yetinecek gibi göründüyse de biraz sonra omuz silkti. “Ne
yaparsan yap.”
Bu, onun dilinde muhtemelen ‘onaylarsam
egom zarar görür, ama sen çağır’ demekti.
Hızla yerimden kalktım. Sırtım Özgür’e
döner dönmez kocaman sırıtmıştım. Umarım Mayıs bu tipime aldanıp gülmezdi,
çünkü Özgür onu görebiliyordu.
“Aa,” dedim abartılı şaşkınlığımla. Masaya
ulaşır ulaşmaz ilk yaptığım buydu. “Sen ne arıyorsun burada?” Özgür’ün bizi
duyma ihtimali yoktu ama oynarken eğlenmiştim.
“Anladı mı?” diye sordu direkt. Gözlerinde
buna dair korkular vardı. Kaşlarımı ‘hayır’ der gibi kaldırdım. “Hiçbir şey
anlamadı, iyi bir oyuncuyum bence.” Bir tek babamda işe yaramıyordu
oyunculuğum.
“Burada tek kaldığın için seni masamıza
davet etmeye geldim. Eminim en sevdiğin etkinlik, eski sevgilinin yeni
sevgilisiyle birlikte kahve içmektir. Hadi gel.” Söylerken hafifçe yüzüm
buruşmuştu. Özgür gerçekten bu planı yaparken aklından ne geçirmişti? Eğer
Mayıs’a birkaç gün önce her şeyi anlatmamış olsaydım ve şu an cidden tesadüfen
karşılaşsaydık korkunç bir gerilim oluşacağından emindim.
“Bekle biraz reddediyormuş gibi görüneyim.
Hemen kalkarsam çok istekli olurum.”
Sırıttım. “Öyle değil misin zaten?”
“Despina!”
“Şaka,” …değil.
“Neyse kalkayım, bekliyor orada öyle.
Yazık…”
Yazık tabii dedim içimden onaylayıp. İkisi
de birbirinden aptal âşıktı.
Mayıs’la birlikte masaya döndüğümüzde az
önce kalktığım sandalye yerine, kare şeklindeki masada ikisinin arasında
kalacağım sandalyeye geçtim. Böylece onlar karşı karşıya, ben de kıyafet
poşetlerimle karşı karşıya oturabilirdik.
“Selam,” diye mırıldandı Mayıs. “Despina
ısrar etti, rahatsız olacaksan…” Israr eden kesinlikle bendim, evet.
“Sorun yok.” İnsan önce selama karşılık
verirdi, Özgür’e ayı derken asla abartmadığıma bir kez daha ikna olmuştum.
Birkaç gün önce benzerini yaşadığımız
garip bir sessizlik masada hüküm sürerken, o günle bugünün en büyük farkı sanırım
poşetlerim ve Pars’tı. Başka kimsede denk gelmedim, insana lens taktığını
düşündürten mavileriyle düz bakışlar atıp önyargılarını bizimle paylaşamadığı
bir gündü. Belki birazdan poşetler dile gelip bana Özgür’le ilgili anlamsız
imalarda bulunurlarsa Pars’ın yokluğunu hissetmezdik.
“Özgür,” diye seslendim. “Efendim?”
“Kahve?”
Self servis bir yerdeydik. Buradan
kıpırdamazsak akşama kadar kimse bize içecek bir şey getirmeyecekti. Mayıs
yarısından biraz azı kalan kahvesini de beraberinde getirdiği için rahattı ama
ben içim çöle dönmüş gibiydim.
Başka bir şey söylememe gerek kalmadan
ayaklandı. Süte boğulmuş kahve içmekten hoşlandığımı evdeki tercihlerimden
öğrenmiş olduğundan, bir şey belirtmemi beklemeden arkasını dönüp kafenin içine
yönelmişti.
“Aklı sıra sevgilisinin ne içtiğini
biliyormuş gibi yapıyor. Geldiğinde rezil etmek var da işte…” Söylenirken Mayıs
benim halime gülüyordu.
“Mayıs?” dedim bacak bacak üstüne atıp
arkama doğru yaslanırken. “Despina?” diyerek aynı şekilde bana baktı.
“Ben sizi birleştirdikten sonra nasıl bir
kazanç sağlayacağım bu işten?” dedim burnumu havaya dikerek.
Dudaklarını hafifçe büküp biraz
düşünüyormuş gibi bekledi. “Aslında benim bir fikrim var.”
Hevesle ellerimi masaya yasladım. “Ne?
Hediye mi alacaksınız bana sonra?”
“Yani… Senin nereden baktığına bağlı ama
hediye olarak değerlendirilebilir.”
Kafam karışırken birkaç kez daha ısrar
etsem de asla ipucu bile vermedi bana. Küserek bakışlarımı ondan çektim.
Beş dakikadan biraz daha fazla sürenin
sonunda elindeki küçük siyah tepsiyle birlikte Özgür masaya doğru yanaştı.
Tepsiyi masaya bıraktığında kendisine aldığı belli olan sıcak kahve bardağına
gözümü bile değdirmeden kendi kahveme uzandım. Beklemeden yudumladığımda
aldığım fındık aromasıyla kaşlarım havalanarak Özgür’e bakmıştım. Latteyi
fındık şurubuyla içtiğimi nereden biliyordu?
Birkaç gün önce beni soğuk soğuk bakıp
arabaya yöneltmeden önce içtiğim içeceği hatırladığımda Özgür’ün bu bilgiye
nereden sahip olduğunu da anlayabilmiştim. Kaşlarım normale dönerken tepside
duran iki ayrı küçük tabağa baktım.
Birinde içinden beyaz çikolata taşan bir
brownie vardı. Diğeri ise sanırım tiramisuydu. “Bu benim galiba, değilse de
benim oldu.” diyerek tiramisu tabağını kendime doğru çektim. Ana aroması kahve
olan her şey en sevdiğim şeyler listesinde yer bulurdu.
“Benim o,” dedi Özgür tepsideki çatalı
önümdeki tabağa daldırırken. Etrafımızda insanlar olmasa çığlıklarımla kulağını
şenlendirebilirdim. Mahvetmişti tatlımı.
“Hayır, şu senin.” Diğer tatlıyı ona
ittim. “Ben brownie yemek istemiyorum, çok ağır.”
“Ben de istemiyorum.” diye diretti.
Oflayarak tiramisuyu ortadan -biraz kendime büyük kesmiştim ama olurdu öyle
şeyler- kestim. “Bölüşelim o zaman.”
“Hukuk okutalım sana, bu adalet duygusuyla
ülkede iyi idare edersin.” diye söylense de kendi payından bir çatal alıp
ağzına attı. Böldüğüm dilimlerin eşitsizliği tahmin ettiğimden daha belirgin
olmuştu demek ki.
“Brownie de Mayıs’ın olsun.” dedim
gözlerimle Mayıs’a tabağı işaret ederken. Bir yandan da Özgür tatlının benim
olan kısmına taşmasın diye tetikteydim.
İtiraz edecek gibi olduğunda kaşlarımı
çattım. İlk kez bakışlarımla birine bir şey yaptırabilmiştim, yavaşça çatala
uzanmıştı. Keyifle gülümsedim. Tatlıdan bir çatal alıp ağzıma atarken aldığım
kahve tadıyla gözlerim kısılmıştı. Çok güzeldi. Ben bu güzelliği neden Özgür’le
paylaşıyordum ki?
Beş dakika içinde kendi payını çoktan
midesine indirmiş olan Özgür kahvesini de fil gibi hızlıca içtiği için lavaboya
gitmek için ayaklandı. Arkasından bakmayı bırakıp tatlının kremasını çatalımla
sıyırıp ağzıma yuvarladım. Bu sırada lokmamı yutamadan bakışlarım Mayıs’a
takılmıştı.
“Daha önce ‘aşığım ben’ diye bağıran bakış
görmemiştim hiç. İlklerimi yaşatıyorsunuz bana.” Dalga geçerek kolunu
dürttüğümde birden bana döndü. “Özellikle yaptı,” derken çocuk gibi
heyecanlıydı.
“Ne yaptı?” diye sordum dirseğimi masaya,
yanağımı da avucuma yaslarken.
“Beyaz çikolatalı brownie… Benim favori
tatlım, çok çok severim. Hatta diğer tatlılarla aram yoktur pek ama bunu tabak
tabak yiyebilirim.”
Sırıtışı bulaşıcıymış gibi ben de
gülümsedim. Aynı anda da Özgür’ün cidden zekice işlediği planı sesli olarak
dile getirmiştim. “Kahveli bir tatlı alırsa ona atlayacağımı biliyordu,
tiramisu varken brownie yemezdim. Kendisi de benim tatlıma ortak olup bir
tabağı boşa çıkarttı.”
“Böylece hem ben tatlıyı yiyebildim hem de
Özgür tatlıyı bana değil sana almış gibi göründü.”
“Sinsi!” diye homurdandım. Sesime Mayıs’ın
“Çok tatlı…” deyişi karışmıştı. Omuzlarımı düşürdüm. Mayıs’ın yanındayken
Özgür’e laf atabilmek çok zordu.
Aşk
böyle bir şey miydi?
~
“Bunun da tadına bak bakayım, acılı ezme
adı.”
Mirza Bey’in önüme ittiği kırmızı ve yağlı
görünen tabağa bakarken oldukça benzer bir mezenin Yunanistan’da da olduğunu
söylememek için kendimi zor tutuyordum. Söylersem masadaki ayranlardan birini
başımdan aşağı dökebilirdi çünkü…
Onu kırmayıp çatalımla mezeden biraz alıp
ağzıma attım. Dilimi yakan acısı dayanılmayacak kadar acı değildi. Bahsettiğim
mezeye de cidden benziyordu ama gülümsemekle yetindim. “Güzelmiş.”
“Güzeldir tabii, Anteplisin sen boncuk.
Etin de mezenin de iyisini bileceksin, yiyeceksin.”
Oturduğumuz masada bir dolu tabak ve
söylediği gibi etin binbir çeşidiyle birlikte bolca meze vardı. Onu kıramadığım
için her şeyin tadına bakmaya çalışıyordum ama birazdan midem alarm verecekti
artık.
Babamın lavabodan dönüşüne can simidimmiş
gibi tutunarak yanıma oturur oturmaz ona baktım. “Nerede kaldın?”
Hafif şaşkındı bu tepkime. Ben olsam ben
de şaşırırdım gerçi.
“Geldim, çok olmadı ki.”
Omuz silktim. Olmuştu işte biraz. Üç meze
daha denemiştim o yokken, az mıydı bu süre?
Özgür ve Mayıs’la birlikte tesadüfle(!)
dolu kahve macerasının ardından, eve döndüğümüzde ben üstüme rahat bir şeyler
giyip yayılma planları yaparken henüz üstümü bile çıkartmadan babam aramıştı.
Beni alacağını ve Mirza Bey’in de olduğu bir yemek yiyeceğimizi söylemişti.
Konunun günlük bir şey olmadığını
biliyordum. O gün telefonu yüzüne kapattığım Mirza Bey’in, benim aramama gerek
olmadan babamla konuşmuş olduğunu ve durumun büyük bir kısmına hakim olduğunu
da biliyordum tabii…
Babamla paylaştıklarım buzdağının görünen
kısmıydı ama Nikolos’un İstanbul’da olmasından neden tedirgin olduğumu
anlamalarına yetmişti. Beni zorla geri götürecek olmasından korktuğumu
düşünüyorlardı. Bu yarı yarıya doğruydu. Daha doğrusu doğru ama eksikti.
“Ben yokken yine zorla bir şeyler mi
yedirdin baba?” Babam Mirza Bey’e döndüğünde rahatlayarak çaktırmadan arkama
doğru yaslandım. Masadaki yemeklerden biraz uzaklaşmak iyi gelecekti bana ve
mideme.
“Sana ne ulan, hesap mı vereceğim torunuma
memleketimin yemeklerini denetirken?” Babamın müdahalesiyle rahatlamakta biraz
acele etmiştim. Timur Akdoğan’ın bakışlarıyla ve sözleriyle susmayacak olan bir
isim varsa, o da Mirza Akdoğan’dı.
“Her şeyden yiye yiye midesi altüst oldu,
kalanını da sonra denesin. Bir yere kaçmıyor Despina da yemekler de…”
Babamı desteklemek için yalvarır gözlerle
Mirza Bey’e baktım. “Sonra yiyeyim evet, hepsi çok güzel gerçekten ama midemde
yer kalmadı ki.”
Elimi karnıma koyup sanki
görebileceklermiş gibi karnımdaki doluluğu belli etmeye çalıştım. Mirza Bey
-bir ara içimden şu bey eklemesini kesmeliydim- gözlerini kısıp biraz yüzüme
baktıktan sonra memnun olmasa da başıyla onayladı. “İyi, öyle olsun. Baklava
yiyeceksin ama… Değil mi?”
Sırıttım. Kendimi tutamayacaktım sanırım.
Ağzımı açtığım anda babam birden elini ağzıma kapatınca şaşkın şaşkın ona
döndüm. “Yapma, o bakışlar Özgür’ün sinirlerini bozarken attığın bakışlardandı.
Babam masayı devirmesin, güzelim olur mu?”
Bakışlarımdan bir sonraki hamlemi tahmin
edebilmesine mi yoksa güzelim demesine mi erimem gerektiği konusunda
kararsızken gözlerimi kırpıştırarak biraz yüzüne bakakaldım.
“Toplum içinde fısıldaşmayın, bu ne
terbiyesizlik?” diye homurdanan Mirza Bey’in tek derdinin babamın bana
söylediklerini merak edişi olduğundan emindim.
Babamla aralarında hem soğuk duvarlar hem
de o duvarları yakacak kuvvette sıcaklığa sahip bir bağ vardı. Soğukluğun benim
bilmediğim bir sebebi vardı, bunu hissediyordum. Sorabilecek konumda
olmadığımdan sessiz kalmıştım bu konuda ama bir gün öğrenebilmeyi umuyordum.
“Baklava yiyeceğimiz yere gidelim o zaman,
burada yemeyecektik öyle dediniz.” Babamı dinleyip baklavanın etnik kökeni
üzerinde bir tartışma açmadan konuyu değiştirmiştim.
“Birini bekliyoruz,” diyerek ağzının için
yarı anlaşılır şekilde mırıldanan Mirza Bey’e kaşlarımı çatarak baktım. “Umarım
tahmin ettiğim şeyi yapmamışsınızdır.”
“Yapmamız gerekeni yaptık Despina. Bir
süre kendine izin ver, rahatsız hissedersen başka bir çözüm bulacağız zaten.”
Kollarımı göğsümde kavuşturdum. Bu sabah
uyandığımda babamın bahsettiği ve direkt olarak reddettiğim şeyden
bahsediyorduk şu anda.
Yanımda her an babam ya da Özgür
olamayacağından dolayı, Nikolos kendini gösterene dek bana eşlik edecek birini
ayarlamakta ısrarcılardı. Bir adım arkamdan birinin koşturmasıyla asla rahat
edemezdim. Görevi de olsa onu sıktığımı düşünecektim, kendimi tanıyordum.
Sabah reddettiğimde babam çok da
üstelememişti. Ben de kararıma saygı duyduğunu düşünmüştüm. Ancak Akdoğan
erkeklerinde kendi fikirleri dışındaki fikirlere kapalılık ortaktı. Ve sanırım
kan bağıyla da ilgisi yoktu. Soyadın varlığı yetiyordu. Canlı örneği de
Özgür’dü…
“İstemiyorum kimseyi. Peşimde mi dolanacak
biri çocukmuşum gibi?”
“Amcan ayarladı, gelecek olan kişi yoldan
geçen herhangi biri değil. Bir polis, boncuk.”
“İşini gücünü bırakıp benimle mi gezecek?”
diye sordum homurdanıp.
“Bir süreliğine mesleğine ara vermiş,
nedenini bilmiyorum. Ama Emre kefil oldu, bir sorun olmayacak merak etme.”
Babam da Mirza Bey’i destekler gibi konuşuyordu.
Dudağımın kenarını ısırdım. İtirazlarıma
kısa bir ara verdim. “Kefil içecek değil mi?”
Babam bir an gülecek gibi olsa da hızlı
toparladı. Mirza Bey ise onun aksine rahat rahat gülüyordu.
“Kefir bir içecek, kefil ise güvence
vermek. Yani amcan gelecek olan kişiden o kadar emin ki, bir sorun
çıkmayacağına dair söz veriyor gibi düşün.”
Anladığımda başımı salladım. Mirza Bey’in
gülüşü bitmeye başlamışken ona kötü kötü bakmıştım. Komik miydim, neden gülüyordu?
“Lafının üstüne geldi,” Mirza Bey sanırım
gelecek kişiyi daha önceden tanıyordu. Yakın sayılabilecek bir konumda
oturduğumuz kapıdan biri girmişti içeriye. Yirmilerinin ortasında görünen,
ifadesinde ilk bakışta göze çarpan bir naziklik belirtisi olan kumral bir
adamdı.
Mirza Bey hafifçe elini kaldırdığında
burayı fark etmiş, adımlarını masamıza doğru yöneltmişti. Yüzünde o kadar
ölçülü bir gülümseme vardı ki ne ciddi ne de ciddiyetsiz bir görüntüye sahipti.
Ölçülü görünüyordu.
“Albayım,” diyerek küçük bir baş selamı
verdi Mirza Bey’e.
“Hoş geldin Korel.” diyerek aynı şekilde
baş hareketi yapmıştı Mirza Bey de.
Adını böylece öğrendiğim adam, sandalyeye
yerleşmek yerine önce bize doğru döndü. “Emre komiserim birçok detaydan
bahsetti, Timur Bey ve Despina Hanım değil mi?”
Babam elini uzattığında kısaca
tokalaştılar. Ardından bakışları beni buldu. Elaya çalan yeşil gözleriyle
yüzümde çok oyalanmadan kısa bir tur attı. Renkli göz cennetinde gibiydim,
nereye dönsem renkli göz vardı etrafta.
Elini bana doğru uzattı. Avucum elinin
içinde kaybolmuştu. Birkaç saniye bile sürmeyen anın ardından elimi bırakıp
çaprazımda, babamın karşısında kalan boş sandalyeye yerleşti.
Pekâlâ, biri yalnız kalma diye tüm gün
peşinde olacak dediklerinde gözümde canlanan kesinlikle daha yaşlı, daha ciddi
ve daha korkunç birisiydi. Şimdi karşımda ‘boş zamanlarımda yaşlılara yardım
edip, iklim krizi protestolarına katılıyorum’ enerjili bir kibarlıkla genç ve
gülümseyen birini bulduğumda şaşırmam doğaldı.
Doğaldı değil mi?
Yorumlar
Yorum Gönder