Düşten Farksız 9.Bölüm
9.BÖLÜM
“Şeker komasına gireceksin, kalanını da
sonra yersin artık.”
Önümdeki kutudan avuçlayıp ağzıma attığım
kahve aromalı şekerlerle arama giren Özgür’e çatık kaşlarımla döndüm. “Ben
bırakayım da sen ye değil mi, yok ya?”
Kutuyu daha sert çektiğinde karşı
koyamadığım için şekerler artık onun kucağındaydı. “Kızım manyak mısın?
Yemeyeceğim şekerlerini, yesem bugüne kadar evde bırakır mıydım ben bu paketi?”
Yaklaşık yarım saat önce bana söz
verdirtme maskesi takarak ‘yalvarıyor’ olan kimliğinden hızlı sıyrılmıştı. Her
şey sözü alana kadardı sanırım.
“Ayısın sen, güvenmiyorum sana.”
Mutfağa su içmek için gittiğimde bulduğum
koca bir paket kahveli şeker, tadına bakar bakmaz ağzımdan bedenimin tamamına
yayılan bir şenlik başlatmıştı. Paketi ortadan kaybolacakmış gibi yarıya
indirişim de gecikmemişti bu nedenle.
“Şeytan diyor al at şimdi şekerleri,
yemeyeceğim diyorum çığırtkan. Karnın ağrıyacak bırak artık.”
Oflayarak yerimde hafifçe aşağıya kaydım.
Özgür elinde telefonuyla yanıma geldiğinden beri oturma şeklimiz değişmemişti.
Bir ara ben mutfağa gidip gelmiştim ama döndüğümde de uzağa gitmek yerine
koltuktaki yerime yerleşmiştim tekrar. Bu sayede de kolunu uzattığı gibi az
önce şekerlerime el koyabilmişti.
“Söz mü?” dedim gözlerimi kısıp yüzüne
bakarken. “Söz, yemeyeceğim.”
“İyi, sen sözünü tutmazsan ben de tutmam.
Unutma sakın.”
Yüzünü buruşturdu. “Aynı şey mi bu?”
“Aynı, evet. Bir sorun mu var?”
Özgür’e karşı bir koz elde etmiş olmak
fazlasıyla eğlenceliydi, bunu inkâr edemezdim. Onun isteği ile bir yalana yarı
yarıya ortaklık edecek olmam canımı sıkıyordu ancak anlattıklarından sonra
vicdanen biraz daha az rahatsızdım.
Ellerini teslim olur gibi kaldırdı. “Yok,
ne sorunu olacakmış?”
“Aferin,” dedim başımı sallarken. “Ne
kadar uslu birisin sen öyle…”
“Despina,” derken dişlerinin arasından
adımı bıçakmış gibi savurduğunda boğazımı temizledim. “Şaka yaptım, şaka.”
Bir şeyler homurdanarak yanımdan kalktı.
Şeker kutusuyla birlikte salondan çıktığında olduğum yere uzanmadan önce kapıya
doğru baktım. Özgür yanıma gelmeden önce telefonla konuşmak için yanımdan
ayrılan babam ortalıkta görünmüyordu.
Yarım saatten fazla süredir kiminle
konuşuyordu, merak etmiştim. Merakımı gidermemin şu an için mümkün olmadığını
bildiğimden dudaklarımı büküp kollarımı göğsümde birleştirdim. Derin bir nefes
aldıktan sonra farkında olmadan gözlerimi de kapatmıştım.
Dilediğin
kadar bilet bul, hiçbiri seni benim uzağıma götürmeye yetmeyecek… Gece
balkondayken duyduğum bu ve buna çok benzeyen cümlelerin düne kadar beni
görmeyi dahi istemediğini düşündüğüm adamdan dökülmüş olması inanabilmemi
zorlaştırıyordu. Beni istenmediğimi düşünmeye iten kendisiydi ancak şimdi
gidemeyeceğimi adından daha emin bir tavırla belirten de oydu.
Dönmezsem yaşanabilecek felaket
ihtimalleri terazinin bir tarafındayken, diğer tarafta duyumsamak için tüm
hücrelerimin ayaklandığı hislerle çevrilmeme sebep olan Timur Akdoğan vardı.
Hangi kısmın ağır bastığını anlayabilmem çok zordu. İlk taraf yalnızca bir
ihtimal olmasına rağmen ağır gelen tarafsa eğer, yaşanacak olanlar diğer tarafı
da bomboş bırakırdı.
“Despina?” Fazlasıyla yakından gelen
babama ait sesle irkilerek gözlerimi araladım. “Şş, bir şey yok.” İrkilişimi
yatıştırmaya çalışarak konuşurken yanıma oturmuştu. “Birkaç kez seslendim,
duymadın. Nereye daldın böyle?”
“Bilmem,” dedim mırıltıyla. “Fark etmedim
geldiğini.”
Başka bir şey söylemesine zaman kalmadan
Özgür yeniden içeri girince kapıya döndüğümüz için konu biraz dağıldı. Buna
sevinmiştim.
Çaprazımızda duran koltuğa geçip oturana
dek gözlerimle Özgür’ü takip etmiştim. Yerine oturduğunda, babamın bakışlarının
bana çevrileceğini tahmin ederek aklıma gelen ilk konu değiştirme yoluna
giriştim.
“Biliyor musun, Özgür ben misafirim diye
evdeki yiyeceklerden sınırlı yememe izin veriyor.”
Babam kaşları yarı gergin yarı şaşkın
çatık halde Özgür’e döndü. Özgür ilk birkaç saniye bana beni boğacak gibi
baktıktan sonra geri çekti bakışlarını. “Nasıl şakacı ya, en komik üç Yunan’dan
biri sensindir kesin.”
“Türk, Özgür. Babası Türk, dolayısıyla
Despina da Türk.”
Özgür benim onu soktuğum durumdan daha
beter bir yere kendi kendine saplandığında sırıtmamak için dudaklarımı
birbirine bastırdım sıkıca.
Babam omuzunun üzerinden bana döner gibi
olduğunda hızla ifademi düz bir hale getirdim. Özgür bu boşlukta işaret
parmağını kaldırıp bana doğru sallamıştı direkt. Resmen tehdit ediyordu.
“Evdeki her şey senin, benim ya da onun
iznine ihtiyacın yok.”
Farkında mıydı bilmiyordum ancak aniden
öyle cümleler kuruyor, öyle şeyler söylüyordu ki bende varlığını unuttuğum
yaraları dahi sızlatabiliyordu. Ağzımda eriyen kahveli şekerlere benzer biçimde
eriyormuş gibi gözlerimi kırpıştırarak yüzüne baktığımda yüzü yumuşadı. “Ne
yemene izin vermedi bu dengesiz?”
“Yarısını yediği bir kiloluk şeker
paketini bitirmesine izin vermedim, abi.”
Babam sırayla bir bana bir Özgür’e baktı.
Duyduğunun gerçeği yansıtıp yansıtmadığını anlamaya çalışıyor gibiydi.
“Abartıyor değil mi, o kadar yemedin?”
Yanaklarımın ısındığını hissettim. Özgür’e
yaptığım gibi ona ‘çığırtkanlık’ yapamamıştım çekindiğim için. Kızmış mıydı?
“Çok mu yedim?” diye mırıldandım.
Gözlerini birkaç saniyeliğine kapattı.
Geri açtığında elaları daha açık renkte gibiydi. “Zararlı olmaz mı o kadar çok
yemen?” Kırılmamam için tane tane, açıklaya açıklaya konuşuyordu.
“Yok,” dedim başımı iki yana sallayıp.
“Olmaz bir şey. Kahveli şeker bana iyi geliyor.”
Çok sık tatlı ihtiyacı hisseden biri
değildim. Ancak tesadüfen bugün burada bulduğum şekerler gibi özellikle kahve
aromalı olan şekerlere karşı doyumsuzdum. Ne çok tatlı ne de acı
olmadıklarında, içmeye bayıldığım kahveyi küçük haplara doldurmuşlar gibi
ağzıma yuvarlayabilmeyi seviyordum.
“İlaç içiyor sanki, iyi geliyor ne?”
Özgür’ü takmadan omuz silktim. Onun aksine babam ikna olmuşa benziyordu. “Helen
alıştırmıştır.” derken sesi çok kısıktı ama bu kadar yakınımdayken duymamam
mümkün değildi.
Annemin evin her bir köşesinde küçük
kutulara doldurduğu şekerleri hiçbir zaman tükenmezdi. Bittikçe yenileri yerine
koyulur, kutunun dibini görmeme izin vermeden o şekerler yine dolup taşardı.
Babam yanılmıyordu, yanılmamasına da şaşırmamıştım. Kahveli şekerlere annemle
alışmıştım. O, benim aksime diğer şekerleri de eşit sever ve farklı farklı
aromalardan alırdı ancak benim favorim her zaman kahveli olanlardı.
Annemi ve ona ait bir şeyleri anımsamak
durgunlaşmama sebep olurken, kontrolüm dışında gerçekleşen durgunluğumu yok
etmek için çaba göstermedim.
“Ben duş alacaktım, gideyim.” diyerek
öylece konuştuktan sonra ayaklandım yavaş bir biçimde. Beni ziyaret etmelerine
alışkın olduğum bulutlar her yanı kaplayıp görüşümü de içimi de
bulanıklaştırırken, salondan çıkmaya ihtiyacımın olduğunu yeterince belli etmiş
olmalıyım ki ikisi de beni durdurmak için ne kelimelerini ne de ellerini
kullandılar.
Salondan çıkıp banyoya girmeden önce
kullanacağım eşyaları valizimden almam gerektiğini biliyordum. Ancak o kısacık
oyalanma sırasında bile o kadar çok zorlanmıştım ki, süreç bir işkenceden
farksız hale gelmişti.
Banyoda oyalanabileceğim sürenin
sınırlarını fazlasıyla zorladıktan sonra, toplamış olmama rağmen enseme doğru
su akıtan ıslak saçlarımla birlikte odaya yöneldim. Saçlarımdan ve bedenimden
sızan koku, burnumdan boğazıma kadar dolup taşan naneli bir kokuydu.
Otelden ayrıldığım akşam aldığım duşun
ardından, bu evde ilk kez duşa girmiştim. Orada otelin verdiği küçük şampuanlar
işimi görmüş olsa da burada böyle bir durum söz konusu değildi. İçeri girdikten
sonra farkına vardığım bu gerçek, duştaki rafta duran kutuları kullanmaktan
başka yolum olmadığını gösteriyordu.
Kendime itiraf edebileceğim sırrım,
kutuları tek tek koklayıp hangisinin Timur Akdoğan’dan sızan mentol kokusunun
kaynağı olduğunu bulmuş ve saçlarımı o kutudaki şampuanla yıkamış olmamdı. Onun
gibi kokmak istemiştim, babam gibi kokma fikri içimdeki kız çocuğunun hevesle
kıkırdamasına yol açmıştı.
Odaya geçtiğimde saçlarımı taramaya
girişmeden önce şarja bıraktığım telefonuma uzandım. Kısık da olsa bir şarkı
açıp aklımın sözlerde dolanmasını ve başka şeylerden uzak kalmasını sağlamayı
ummuştum.
Kayıtlı olmayan bir numaradan gelen
mesajları gördüğümde, şarkıdan önce kendimi gelen bildirimi hızla açarken
bulmuştum.
05**: Despina selam (15.44)
05**: Mayıs ben,
numaranı aldığımdan haberin oldu sanırım
Olmuştu. Bundan başka şeylerden de haberim
olmuştu hatta. Fakat şimdilik tek bilgim numarama ulaşmış olmasıymış gibi
davranmak zorundaydım. Numarayı kaydederken hafif gergin hissediyordum.
Mesaj atılalı yarım saatten fazla
oluyordu, ancak cevap verdiğim andan sonra bir dakika dolmadan mesajım görüldü
olmuştu.
Siz: Merhaba Mayıs,
evet Özgür söyledi (16.23)
Mayıs: Dün akşam biraz
karmaşıktı
Mayıs: Ürkmüş
görünüyordun gittiğiniz sırada
Mayıs: Kötü hissettim,
umarım her şey yolundadır
Her şey yolundadır derken kastettiği
şeylerin en belirgini muhtemelen Özgür ile aramda bir sorun yaşanıp
yaşanmadığıydı. Açık olamaması normaldi, garipseyemezdim.
Siz: Teşekkür ederim
düşünmüş olman çok ince
Siz: Her şey yolunda
Mayıs: Sevindim
Attığı mesaja nasıl bir yanıt vermem
gerektiğini düşünürken isminin altında beliren yazıyla tekrar mesaj yazmaya
başladığını görünce beklemeye devam ettim.
Mayıs: Dün olanlardan
sonra garip gelir mi sana bilmiyorum ama yüz yüze görüşmek ister misin benimle?
Mayıs: Düzgünce
konuşabileceğimiz bir an olsun istiyorum
Dün yaşananlar ve Özgür’den bugün
dinlediklerim birleştiğinde Mayıs’ın benimle konuşmak istemesi iki ayrı noktaya
taşınabilir duruyordu. Ya gerçekten tesadüfen karşılaştığı yabancıya karşı
mahcuptu ve kendini düzgünce anlatmak istiyordu ya da öncesinin bir önemi
kalmamıştı çünkü artık onun için Özgür’ün sevgilisinden başka bir şey ifade
etmiyordum…
Her iki olasılığı aklımda bulunduruyor
olsam da, vereceğim cevap bu iki ihtimale göre değişmeyeceğinden mesaj yazmakta
gecikmedim.
Siz: Görüşebiliriz
Mayıs, ben de isterim
Mayıs: Yarın öğleden sonra
bir kahve içelim o zaman uygun olur mu sana?
Onay veren ikinci bir mesaj attım. Yeri
benim seçmem anlamsız olacaktı, bu nedenle ona bırakmış; daha doğrusu adını
söylediği yere direkt onay vermiştim.
Telefonu kenara bırakıp saçlarımı
çekiştirerek tarama işine geçtiğimde yarın neler olacağına dair farklı
senaryolar kurmakla meşguldüm.
Sürekli odada kalmak da bir seçenekti ama
buraya geldiğimden beri bunu çok sık yaptığımın farkındaydım. Bu yüzden
saçlarımı taradıktan sonra odadan çıkmakta çok gecikmedim.
İlk durağım mutfak oldu. Koca bir bardak
su ile birlikte oradan çıktığımda henüz kimseye denk gelmemiştim.
Salona girdiğimde Özgür’ü uzanırken
buldum. Suyumdan bir yudum alıp yanına doğru yürüdüm. Gözleri açılmamıştı ama
uyumadığını belli edecek kadar düzensiz nefes alıyordu. Muhtemelen mutfağa
girişimi duymuş ve buraya geleceğimi anladığında gözlerini kapatmıştı.
Tam yaklaşmadan önce bardaktan elime biraz
su alıp avucumdaki suyu yüzüne attım. Gözleri hızla açılmıştı.
Hiçbir şey olmamışçasına suyumdan içtim
biraz daha. “Selam,” dedim geçerken uğramış gibi.
Avucuyla yüzünü sildi. “Uyuyan insana su
atılmaz, saygısız.”
“Uyusan atmazdım, yalancı.” dedikten sonra
aklıma gelenle birlikte gözlerimi irice açtım. “Yalancı çoban!”
“Ne?” dedi şaşkınca.
“Yalancı çobanı anlatacaktın bana, dün
söylemiştin.”
Bacaklarını -koltuktan taşacak kadar yer
kaplasa da- itip kendime biraz alan açınca o boşluğa kalçamı yasladım hemen.
Dudaklarını aralayacakken birden elimi
kaldırdım. “Ama başlamadan önce bir şey söyleyeceğim unutmadan,” deyip bardağı
dizime yasladım. “Mayıs mesaj atmış bana, yarın buluşmaya karar verdik.”
Özgür elimdeki suyu içen kendisiymiş gibi
boğulma refleksi gösterirken gözlerimi kırpıştırarak yüzüne baktım. Kilitlenmiş
gibi duruyordu. Mayıs’ın bana mesaj atacağını zaten biliyordu ama hızla buluşma
planı oluşmuş olmasını beklemediği gayet açıktı.
Omuzlarımı düşürüp mırıldandım. “Yalancı
çobanı yine anlatmadın.”
“Başlarım çobanına da kuzusuna da, neye
karar verdik dedin sen az önce?” Aniden yerinde doğrulup bana kafa atacak gibi
kalktığında kendimi geri çekmeseydim muhtemelen burnum yerinde olmayacaktı.
“Neye şaşırdın?” dedim düz bakışlarla.
“İstediğin zaten bu değil miydi?”
Duraksadı. Sakala dair hiçbir iz bile
olmayan yanağını iki yandan tek eliyle sıktığında dudakları ördek gibi olduğu
için daha başka bir anda olsaydık bayağı gülerdim ancak tepkim içimde saklı
kalmıştı.
“Konuşur konuşmaz buluşmak nereden çıktı,
sen mi teklif ettin?”
Başımı iki yana salladım. “Hayır, o sordu.
Ben de olur dedim.”
Başka bir şey söyleyecek mi diye bekledim,
ancak sessizliği devam ettiğinde suyumun kalanını da bitirip ayaklanmıştım.
“Eğer bir yola giriyorsak, erken ya da geç olması ne fark edecek ki?” dememle
yanından ayrılmam peş peşe gerçekleşti.
Aslında bunu söyleyebilecek son kişilerden
biriydim belki de. Erteleme konusunda az önce söylediğim şekilde davranmazdım
çoğunlukla ama bir başkasına söylemek kolaydı. Uygulamaktan, sonuçlarıyla
yüzleşmekten çok daha kolay…
Bardağı mutfağa geri götürmek için
salondan çıktım. Bardağı bırakıp mutfaktan ayrılacakken sabah bulduğum yerde
duran şeker kutusu gözüme takıldığında uzun süren bir nefes çekmiştim içime.
Bunun dalgınlığıyla mutfaktan pek önüme bakmadan çıktığımda alnım sert bir yere
çarptığında yüzüm buruşmuştu.
Çarptığım yer bir duvar olmasa da benzer
bir deneyim yaşatmıştı. Babamın göğsüne kafa attığımı anladığımda hafifçe
başımı kaldırıp ona baktım. “Acıdı mı?” derken buruşan yüzüme bakıyordu. Sanki
onun da yüzü buruşmak üzereymiş ama buna engel oluyormuş gibi görünüyordu.
“Hayır,” dedim. “Ama senin göğsün
acımıştır biraz sert kafa atarım ben.”
Burnundan kısa bir nefes bırakarak güldü.
“Biraz daha sert olsa bayıltırdın beni.”
Dalga geçmesine mızmızlanamadım. Bedenimi
kaldırıp ona çarpsam da canı acıyacak gibi durmuyordu.
“Sıhhatler olsun bu arada.” dediğinde
ağzımı araladım ama zihnimde söylediklerine karşılık bulamadığım için
duraksamıştım. “Ne olsun?”
“Sıhhat,” diye tekrarladı dudakları
kıvrılmış halde. Bir şeyler anlayamadığımda yüzüme yerleşen ifadeden keyif
aldığını daha önce söylemişti. Yine öyle bir andaydık. “Sağlık demek, duş
aldıktan sonra alan kişiye söylenir ‘sıhhatler olsun’ şeklinde.”
Aklıma oturtmayı denedim edindiğim
bilgiyi. Bu sırada beni sakince beklemiş, gözlerini hiç benden çekmemişti.
Aramızdaki mesafe, kafam ona çarptığındaki kadar az olmasa da uzun da
sayılmazdı. Dün balkonda yaptığı, bir süre basit insan reflekslerini yerine
getirmeme dahi engel olan şeyi tekrarlamak üzere başını eğdi hafifçe.
Burnunu alnımın en üstüne, saçlarımla
birleştiği yere yasladı. Kaçmamıştım, yerimde irkilircesine hareketlenmemiş;
sakince bana yaklaşmasını izlemiştim. “Şampuanımı kullanmışsın,” dediğinde
yavaşça başımı salladım onaylar gibi. Burnunun ıslak saçlarıma çarpmasına sebep
olmuştum bu hareketimle. “Hangi şampuanı kullanıyorsan, bulup onu alalım.”
Kaşlarım hafifçe çatıldı. Şampuanından bir
parça kullandım diye dertlenmiş miydi?
“Konuşmam bitmeden aklında kurduklarına
güvenip sinirlenme, kan çekiyor herhalde.”
Son birkaç kelimesini ağzının içinde homurdandığı için anlayamamıştım. “Kendin
gibi kok, çiçek kokuyorken bir anda mentol kokmanı istemedim.”
“Mentol gibi kokmadım,” dedim mırıltıyla.
Bakışlarımı boynuna, hatta daha aşağıya doğru göğsüne yakın bir yere
sabitledim. “Senin gibi koktum.”
“Despina,” Adımı dişlerini sıka sıka
seslendiğinde sorunun ne olduğunu anlamak için kaçamak bir bakışla yüzüne
bakmayı denedim. “Küçük temaslarıma yeni yeni alışıyorken, seni sıkıca sarmam
için zorluyorsun beni.”
Sarılma ihtimalini duyar duymaz bütün
vücudum uyuşmaya başlamıştı. Kollarının etrafıma dolanmasının nasıl
hissettireceğini hayal ederken birkaç saniye sessiz kaldım. Sessizliğimi
bölenin o olmasını bekliyorken, kapının çalmasıyla başımı oraya çevirdim.
Tiz bir ses çıkartan kapı zili birkaç kez
yankılanıp durduğunda geriye doğru bir adım attım. “Kapı çaldı.” dedim farkında
olmadan fısıltıyla neden geri çekildiğimi açıklarken.
“Öyle oldu,” derken yüzünde düz bir ifade
vardı. Kapıya doğru ilerlediğinde olduğum yerden kıpırdamadım. Kapı açıldığında
geleni görebileceğim bir konumdaydım çünkü.
Babam kapıyı araladığında binanın sarımsı
ışığının aydınlattığı boşlukta bekleyen kadını görebildim.
Siyah saçları omuzlarından aşağıya doğru
sarkıyordu. Üzerindeki açık yeşil kısa tulum boyunu olduğundan daha da uzun
göstermişti. Bakışlarım yüzünü bulduğunda ilk göze çarpan, dudaklarıydı. Hafif
tutulan göz makyajının aksine dudaklarında bolca parlaklık vardı.
“Ben geldim,” derken başını hafifçe
omuzuna doğru eğmiş, kirpiklerinin arasından tüm dikkatiyle babama bakıyordu.
Otuzlarının ilk yarısını geçmiş göründüğünü söylemem mümkündü. Yaşının
yakınlığı ve tavrı, babamın karşısında ‘ben geldim’ diyerek gözlerini
kısmasıyla birleştiğinde kim olabileceğine dair tahminlerim çok çeşitli
değildi.
“Gelmemen konusunda anlaştığımızı
hatırlıyorum, Meltem.”
Salona ya da odaya geçmek belki mantıklı
ve doğru olandı, ancak bir kuvvet buradan ayrılmama engel oluyor; kıpırdamadan
kapıya bakmaya devam etmeme yol açıyordu.
“İkna etmesi kolay bir kadın olmadığımı
biliyorsun Timur, kısa bir telefon konuşmasıyla beni geçiştirmene izin mi
verseydim?”
Kulaklarımı delici bir aletle sertçe
karıştırmak istememe sebep olan sahnenin sonlanmasını diliyordum. Bahsettiği
telefon konuşması sanırım bir saat kadar önce gerçekleşen, babamı yanımdan
kaldıran telefon konuşmasıydı.
“Meltem,” diyerek adını bastırarak
seslendirdiğinde dudağımın içine dişlerimi geçirdim. Ağzına hiç yakışmamıştı,
benim adımı çok daha güzel söylüyordu.
Çocuklaştığımı ve buna hakkım olmadığını
hatırladığımda Özgür’ün yanına geçmek için adımladım. İkinci adımım sonlanmadan
önce benim kapıyı gördüğüm gibi, kapıdan da bedenimin görülebildiğini belli
eder şekilde kadının sesini duydum. “O kim?”
Sorusunu bana yöneltmediği için
umursamadan salona gireceğim sırada, babamın cevabına duyduğum merak salon
kapısının tam sınırında durmama sebep oldu. Bu şekilde artık kapıdaki kadının
göremeyeceği açıdaydım, ancak babam küçük bir hareketle bana bakabilirdi.
“Seni ilgilendiren bir konu yok ortada,
ben kabalaşmadan önce geri dön Meltem.”
Açıkça kim olduğumu söylememesine
şaşırmamıştım. Sevgilisine kızı
olduğumu söylerse başına iş açmış olurdu. Bir süre sonra hayatından çıkacağım
kesinken, üstelik ben bu çıkışı hızlandıracağıma dair bir şeyler söyleyip
dururken, kadınla bunu paylaşmasının bir gereği yoktu.
“Hiçbir zaman nazik değildin zaten, kabalaşmana
alınacak değilim Timur. Kim o kız? Evinde ne işi var?”
Babamın sırtıyla bakışıyorken, üzerindeki
tişörtten dahi görebildiğim kas yığınında normalden fazla bir gerginlik vardı.
Duymamanın bana daha iyi geleceğini düşünerek birkaç adım daha atacağım sırada
beni durduran bu kez kadının değil, babamın sesiydi. “Despina?”
“Hım?” gibi bir şey mırıldanabildim birkaç
saniye bekledikten sonra. Başını bana çevirmişti, dikkatle yüzüme bakıyordu.
“Gelir misin yanıma?”
Çıplak ayaklarımla ufak sesler eşliğinde
birkaç adımda yanına vardığımda kolum belli belirsiz onun koluna değiyordu.
Geldiğim noktada, ilk andan çok daha net kapıdaki kadını görebiliyordum artık.
“Tanıtsana kendini, Meltem çok meraklı görünüyor.”
Kadının kopkoyu kahverengiyle parlayan
gözleri sivri bir ok gibi yüzüme saplanmıştı. Yüz hatları gergin, bakışları
sert görünüyordu. Bana bakışlarında aşağılayıcı bir şeyler bulduğum anda,
dudaklarımı aralamak için daha fazla gecikmemem gerektiğini fark ettim.
“Despina ben,” dedim bakışlarımı kaçırmadan.
Başını geçiştirir gibi salladı. “Meltem
ben de, Özgür’ün sevgilisi falan mısın sen?”
Bunun doğru olması için bolca dilek
diliyor gibi görünüyordu. Dudaklarımı kıvırdım. “Yok,” dedim sakince. “Timur’un
kızıyım. Siz de..?” Söylediklerimi sindirmesi çok kolaymış ve hemen kendini
tanıtacakmış gibi sorsam da bunun gerçekleşmeyeceğini çok iyi biliyordum.
İstanbul’a geldiğimden beri bu cümleyi
kurduğum kim varsa, ilk birkaç dakikasını derin bir şokla geçirmişti. Canan
Hanım, Mirza Bey, babam ve son olarak da Özgür ilk şaşkınlıklarını atlatana dek
bayağı zaman geçmiş sayılırdı. Bu kadının da bir farkı olacağını sanmıyordum.
Haklıydım.
Gözlerini kırpmadan yüzüme bakakalırken
bir süre sonra bakışları babama çevrildi. “Ne bu? Şaka mı yapasın tuttu Timur?
Tartışmamızı alttan alıp kapına kadar geliyorum, boktan bir şaka mı yapıyorsun
karşılığında bana?”
Birden saldırgan bir tavra bürünmesiyle
dudaklarımı ıslattım. Aralarında her ne geçtiyse, bunu halletmek için gelmiş
ancak karşısında beni bulmuştu. Kendimi yerine koyduğumda pek iyi
hissedememiştim.
“Şaka yaptığıma şahit oldun mu daha önce?”
Babam onun bu halinden etkilenmişe benzemiyordu. “Haksız olduğun tartışmada
buraya gelmen de alttan almak mı sayılıyor artık?”
Meltem’in dişlerini birbirine sertçe
bastırdığını gözle görebiliyorken sesinin yükseleceğini sansam da beni
yanıltarak normal bir şekilde konuştu. “Açıklama yapmak yerine söylediğin bu
saçmalıktan pişman olduğunda, arama beni Timur. Bitti!”
Sinirle dolup taşan gözlerini bana tekrar
çevirmeden, babama son kez baktıktan sonra hızla arkasını döndü. En son onun
kullandığı belli olan asansör, tuşa dokunduğu anda kapılarını açmıştı. Birkaç
saniye içinde görüş açımızdan kaybolmuştu böylece.
Başımı omuzumun üstünden yanıma çevirdim.
“Gitsene,” diye mırıldandım. Elaları yüzümde kısa bir tur attı. “Nereye?”
“Peşinden gitsene, ne bekliyorsun?”
Beni duymamış gibi kapıyı kapattı. “Neden
gideyim?”
“Sevgilin değil miydi? Kadına aniden kızın
olduğunu söylemiş oldun, çekip gitti doğal olarak.” Kadının savunmasını yapmak
çok hoşuma gittiğinden değildi bu söylediklerim ama babamın tavrını kaba
bulmuştum. Beni karşısında bulduğu andaki gibi, kırıcı olmayı umursamadan
konuşmuştu. Üstelik ben bir yabancıydım,
az önce giden kadın ise belli ki benden çok daha yakındı ona.
“Değildi,” dediğinde afalladım. “Bir
süredir değildi, birkaç haftadır falan.”
Ben az önce ayrılmanın eşiğine
geldiklerini düşünüyorken, bunun daha önce gerçekleşmiş olduğunu öğrenince
şaşırmıştım. Meltem daha çok anlık bir tartışmadan bahsediyor gibiydi çünkü.
“Anladım,” dedim sadece. Konuyu uzatmak
istememiştim. Bir yandan bir şeyler sormayı istiyordum tabii ama öte yandan da
öğreneceklerimden hoşlanmayacağımı tahmin ettiğim için susmaya niyetliydim.
Babamı beklemeden salona girdiğimde
Özgür’ü çenesini koltuğa yaslamış buraya kulağını yöneltmiş halde bulmuştum.
Ben gelir gelmez toparlanıp boğazını temizlemişti hemen. “Hiç belli olmadı
dinlediğin,” dedim alayla.
“Sus, dalga geçilmez büyüklerle.”
“Boyut olarak büyüksün sadece, beyin yaşın
benim yarım kadar hırsız.”
Gözlerini kıstı. “Kalkarsam, yine koltuk
tepelerine tırmandırana kadar kovalarım seni çığırtkan.”
“O bir kere olur,” dedim özgüvenle kendimi
koltuğa bırakıp otururken. “Artık seni istediğim gibi oynatacağım bir kozum
var.”
Koltuktan kalkacak gibi olduğunda biraz
özgüvenli tavrım sarsılsa da yerimden oynamadım. “Duyamadım, yarın Mayıs’a
senin bir yalancı çoban olduğunu mu söylememi istiyormuşsun?” Kulağımı ona
çevirip sırıtarak konuştuğumda ağzından tükürükler saçan korkunç bir canavara
dönüşmesinden biraz çekiniyordum. Yüzü kızarmaya başlamıştı ve sanırım
kaynağının utanç olması mantıksızdı. Sinirden gerilmişti suratı.
Göz ucuyla kapıya bakıp babamın gelip
gelmediğini kontrol ettim. Gelmiyordu…
Çığlık atsam duyar mıydı, diye düşünmeme
kalmadan Özgür yerinden kalkmak için hareket ettiği anda boğazımdan duvarlara
çarpıp kulağıma dönünce beni şaşırtan tizlikle bir ses yükseldi.
Sanırım Özgür bana ‘çığırtkan’ derken çok
da yanlış bir şey yapmıyordu.
~
“Önemli bir değişiklik yapıp elbise
giymişsin, inanılmaz.”
Artık benimle alay etmesine tepkisiz
kalmaya karar verdiğim Özgür’e, kararımın ilk anından pes edip göz devirdim.
“Senin gibi dümdüz mü giyinseydim?”
Üstündeki beyaz tişört-koyu renk kot
kombini yargılıyor görünsem de bu basit ikiliyi fazlasıyla iyi taşımasını içten
içe sinir bozucuydu.
Beklettiğim için yeterince söylenmişken
daha fazla konuşmasın diye kapıya yöneldim. Ayakkabılarıma uzanırken omuzumun
üzerinden ona bakmıştım. “Farkında olmadan uyumlu giyinmişiz.”
Üstümdeki siyah renk, üzerinde beyaz
noktalar bulunan elbise; onun beyaz tişörtü ve siyah pantolonuyla eş
görünüyordu. Haberim olmadan giymiştim elbiseyi ancak bugün bize yardımı
dokunacak gibiydi.
“Daha da uyumlu olmak için pantolon tişört
giymek istemez misin?”
Upuzun bir of çektim. “Tut şunu,” diyerek
çantamı göğsüne çarptıktan sonra kapıyı açıp ayakkabılarımı ayağıma geçirdim.
Babamın dışarıda olması bir tesadüftü. Bu
kez ondan kaçmıyorduk. Ama tabii çevireceğimiz oyundan haberi yoktu.
“Motorla gitmeyeceğiz değil mi?”
“Trafikteki pezevenklere kaza yaptırmak
istersek, deneyelim. Bu elbiseyle binilmez motora.”
Rahatladığımı belli etmeden asansöre
ilerledim o kapıyı kapatırken. Dün ilki gerçekleşen motor deneyimim bana
yetmişti. Elbisemin beni tekrarından kurtarmasından memnundum.
“Taksiyle mi gideceğiz?” diye sorduğumda
kaşlarını kaldırdı. “Arabam var saftirik, dün motorun tepesinde gezmek zorunda
değildin aslında.”
Asansör hareket etmeye başlarken sinirle
ona baktım. Çantamı göğsüne yapışık halde tutmayı sürdürmesi bir an gülecek
gibi olmama yol açmıştı ama kendimi kastım. “Deli misin sen?”
“Hayır, beni Timur abiye yalan söylemek
zorunda bırakmanın cezasıydı. Hız yaptığımda çok eğlenmeyeceğini tahmin
etmiştim.”
Ağzımın içinden bir şeyler saydırsam da
uzatmadım. Onu cidden kandırmış, küseceğim yalanımla kendimi zorla maça
götürtmüştüm. Bir noktada haklı çıkıyordu sanırım.
Otoparka indiğimizde peşine takıldım.
Beyaz, ortalama üstü bir araç olduğu belli olan arabanın önüne ulaştığımızda
cebinden çıkarttığı anahtara dokunup kilidi açtı. Ön kapıyı açıp yerleştiğimde,
o da dolanıp sürücü koltuğuna geçmişti.
Oturduğunda arabayı çalıştırmadan önce bir
an duraksadı. Hâlâ elinde duran çantamı bana bir nevi fırlatınca kıkırdadım.
“Sevmiş gibiydin, senin olabilir. Üstündekilere de uyuyor hem.”
Ters ters baktıktan sonra arabayı
çalıştırdı. Hareketlenen arabada, açtığı klimanın esintisiyle ferahlamaya
çalışsam da otoparktan çıkar çıkmaz camlardan sızan güneş büyük ölçüde engeldi
buna. Saat biri geçiyorken evden çıkmak bu sıcakta pek mantık içermese de dün
Mayıs’a öğleden sonra demiştim, bu sabah da bana saat ikide buluşabileceğimize
dair bir mesaj ve buluşacağımız yerin konumunu atmıştı.
“Kararlaştırdıklarımızı hatırlıyorsun
değil mi, çığırtkan?”
Yola koyulmuşken camdan dışarıyı izlemekle
meşguldüm. Konuştuğunda bakışlarım onu buldu. “Asıl sen hatırlıyor musun? Kim
sevgilisine çığırtkan diye seslenir? Ayı olduğunu açıkça belli etme bence.”
Az önce güneş gözlüğü taktığı için
bakışlarını göremesem de göz devirdiğini tahmin edebiliyordum. “Sen beni merak
etme, seni bile inandırırım.”
Kesin öyle olur anlamlı bir bakış attıktan
sonra önüme döndüm. Çok fazla bir şey konuşmadık yolun devamında. Araba
durduğunda solumuz denizken, sağımızda yan yana dizili bolca kafe vardı.
Ayaklarım yere bastığında kör olmamak için
saçlarıma doğru kaldırdığım gözlüğü gözlerime indirdim. Bu sırada Özgür yanıma
gelmişti.
“Senin de gelmenin mantıklı olduğundan
eminsin değil mi? Bence Mayıs içeride yalnız olacak, ben tek mi girseydim?”
“İçeride Mayıs’ı tek bulamayacağımıza dair
her şeyim üzerine iddiaya girerim, Despina. Ruhsuzun yanında gelmek için
ısrarcı olmaması çok zor. Her adımından haberi olur.”
Ruhsuzun Pars olduğunu, dünkü konuşmamızda
bolca kullandığı için artık öğrenmiştim. Bugün kafede onun da olacağına dair
çok emin konuşsa da ben şüpheliydim. Mayıs benimle görüşmek isteyip yanında
abisini getirdiyse, biraz anlamsız olmuyor muydu?
“Göreceğiz birazdan,” dedim uzatmayıp.
Onları tanıyan, Özgür’dü sonuçta. Boşa nefesimi yormama gerek yoktu.
“Hangisiydi, şu mu?” diyerek biraz ileride
duran kafeyi başıyla işaret ettiğinde tabelasından ismini okudum. Başımı
onaylar anlamda salladığımda oraya doğru yürümeye başladık. Kapıya yaklaşıp,
son birkaç adımımız kaldığında Özgür kulağıma doğru eğildi yürümeyi bırakmadan.
“Kolumu beline koyacağım, haberin olsun.” demesiyle belime kolunu koyması bir
olmuştu zaten.
“İyi ki haberim oldu,” diye homurdandım
sessizce.
“Nazik biriyimdir.”
İstemsizce güldüm. Sinir bozucu olduğu
kadar komik de oluyordu zaman zaman.
Kafeden içeri girdiğimizde içerisi tamamen
dolu sayılmazdı ancak masaların yarısına yakını dolmuştu. Bu sıcakta açık
alanda oturan kişileri yargılayarak incelesem de Özgür beni bahçe kısmına doğru
ilerletince bizim de o insanlardan olacağımızı anlamıştım. Mayıs’ın neden böyle
bir tercih yaptığını düşünürken, içeride serin serin esen klimayı düşünmeden
edememiştim.
“Kim haklıymış, bak bakalım.”
Özgür’ü duyuyor olsam da bakışlarımı ona
çevirmedim. Bakışlarım, bir iki adım uzağımızda duran masadaydı. Önce kıvırcık
saçlarıyla dikkatimi çeken Mayıs olmuştu. Önden iki tutamını arkaya doğru alıp
tutturduğu saçlarıyla oldukça tatlı duruyordu. Karşısında oturan bedenin ise
yüzünü görmem mümkün değildi. Ancak sarı saçları ve koca bedeni kim olduğunu
gayet açık etmişti.
Özgür’e bir şey söylememiştim. Daha
doğrusu artık masanın yanına vardığımız için söyleyememiştim.
Mayıs bizi gördüğünde ayağa kalktı
yavaşça. İlk iki karşılaşma anımıza göre daha az enerjikti ama yine de
gülümsüyordu. “Hoş geldin,” Çoğul konuşmamış olması, gerçekten Özgür’ün
sevgilisi olarak burada olsaydım dikkatimi kesinlikle çekerdi. Ancak her şeye
hâkimken sorun olmamıştı.
“Hoş buldum,” diye mırıldandım.
“Burnunu sokmasan şaşkınlıktan bayılırdım,
hayırdır kahve içesin mi vardı?” Pars’ın sesini duyduğumda, önceki geceye
oranla daha az gergin bulmuştum. Bakışlarım ona doğru çevrildiğinde renkleri
aynı fakat tonları kesinlikle farklı gözlerimiz çarpışmıştı.
“Senin burada olacağını bilecek kadar
tecrübeliydim diyelim, beni gördüğüne sevinmedin mi yoksa?” Özgür kırılmış gibi
konuşurken baştan ayağa alaycıydı. Ve daha önce de fark ettiğim gibi bu
alaycılık kesinlikle benimle uğraşıyor olduğu anlardakinden çok başkaydı.
“Abi,” diyerek araya giren Mayıs konuşana
dek Pars’ın gözlerini gözlerimden çekmemiş olmasından ne çıkarmam gerektiğini
bilmiyordum. Neyin nesi olduğumu mu anlamaya çalışıyordu? Bakarak ne kadar
bilgi edinebilirdi ki?
“Oturalım mı, gergin bir ortam oluşacaksa
hiç oturmadan dönelim ya da?” dedim Özgür’e bakarken. Dönmeyeceğimizi
biliyordum ancak atışmalarından rahatsız olduğumu belli etmek zorundaydım.
Aslında bu bir rol de sayılmazdı, rahatsızdım.
“Biz başka bir masaya geçelim, ben öyle
düşündüm yani. Amacım dördümüz oturalım da siz dalaşın değildi. Despina ile
konuşmak istiyorum.”
Pars’ın, Mayıs’ın isteğiyle değil kendi
ısrarıyla burada olduğunu kanıtlayan cümlelerden sonra Mayıs’a yanıt vermeden
önce göz ucuyla Özgür’e baktım.
“İzin istemene gerek yok, ben tutarım
sevgilini siz konuşana kadar.” Saniyelik bakışımı bölen, Pars’ın sesi olduğunda
Özgür’ün gerildiğini hissettim. O öfkeyle konuşmadan önce yavaşça Pars’a dönüp
dudaklarımı aralayan ben oldum.
“İzin istemedim ya da istedim, kim olarak
karışıyorsun buna?”
Ayaktaydım, o ise oturuyordu. Ona tepeden
bakıyor olduğum için daha cesurdum sanırım.
“Buraya Mayıs’ın kim olduğunu bilerek
geldiysen, benim de kim olarak karıştığımı biliyorsundur.”
Sakince gülümsedim. Beni sinirlendirmeye,
kıskandırarak sinirlendirmeye oynuyordu. Atladığı, daha doğrusu bilmediği
küçük(!) bir detay vardı ki; ben Özgür’ün sevgilisi değildim.
“Özgür ve Mayıs’ın bitmiş bir ilişkileri olmasından mı bahsediyorsun?”
Yüzümde gömülü bir tepki aramak için
mavileri o kadar dikkatle beni izliyordu ki kendimi savunmasız hissetmiştim.
Cevap vermedi. Cevap beklemiyordum zaten.
“Tanımadığın biri hakkında varsayımlarda bulunmadan önce, biraz zaman geçmesini
beklemelisin. Türkiye’de işler nasıl ilerliyor bilmiyorum, tam tersini mi
yapıyorsunuz?”
Mayıs ve Özgür’ün bir şey söylememesinden
ne anlamalıydım? Doğru yolda mıydım yoksa acilen bu yoldan koşup kaçmalı
mıydım?
Pars’ın bakışlarından hiçbir şey
anlayabilmem mümkün değilken, aniden içimde büyüyen cesaret balonu yavaş yavaş
sönüyor gibiydi. Asıl tanımadığı birine karşı varsayımlarla konuşuyor olan
bendim.
Pars Eraslan’ı tanımıyordum, söylediklerimin onda hangi taşları kaldırıp yerinden oynattığını bilmiyordum.
Yorumlar
Yorum Gönder