Aykırı Çiçek 26.Bölüm
26.BÖLÜM
- Yıllar önce bir bahar gecesi… /
İstanbul
“…En sonunda
da kral gelip, prensesi canavarların evinden kurtarmış. Prenses, o günden sonra
kralın yanından hiç ayrılmamış, hep güvende kalmış.”
“Piyens niye
gelmemiş? Yanlış anlatıyosun sen bayba, güsel anlat.” Babasının göğsüne
yasladığı minik avuçlarıyla bedenini doğrultmaya çalıştı küçük kız. Gözlerini
iri iri açmış, uyuması için anlatılan masalın sonunda uykusu iyice kaçmış hale
gelmişti.
“Doğrusunu
anlatıyorum prensesim, kral daha güçlüymüş dandik prensten. O yüzden o kurtardı
işte prensesi.”
Kızının
bakışlarından ikna olmadığını gören adam yavaşça bedenini kucaklayıp göğsüne
yatırdı. Sırtındaki eliyle mayışmasını umarak kızının sırtını sıvazlarken bir
yandan da yatağın diğer tarafında onları izleyerek gülmemek için zor duran
karısına kızgın olduğunu umduğu bakışlar atmakla meşguldü.
Dakikalar
geçip giderken kızında uyku belirtisi göremediğinde minik bedeni yatağa
yatırdıktan sonra kafasını kızının göğsüne bıraktı. “O zaman sen beni uyut bu
gece, uykum geldi benim.”
Küçük kız
şaşkınca göğsündeki ağır kafayı incelerken yardım ister gibi annesine baktı.
“Anne!”
“N’oldu
annecim?”
“Ne yapçam
şimdi?” Merakla sorarken annesi onun bu haline gülümseyip babasının saçlarını
işaret etti. “Biraz saçlarını sev bence, hani biz sana yapıyoruz ya.”
Küçük tombul
parmaklar önündeki saçlara dolanıp zaman zaman çekip zaman zaman okşarken
babasını uyutma çabası, kendi gözlerinin kısılmaya başlayıp uykunun eşiğine
gelmesine sebep olmuştu.
“Savaş… Kalk
kızımın üstünden artık, ezdin çocuğu.” Kocasının omuzuna yavaşça dokunurken
kızının uykusunu açmamaya da özen gösteriyordu. Fakat atladığı küçük bir
ayrıntı vardı, kocası gerçekten minik kızın göğsünde uyuyakalmıştı.
İrkilir gibi
gözlerini araladığında ilk önce kendisini izleyen karısını gördü Savaş.
“Uyumuşum.”
“Fark ettim
hayatım, uyuyan tek isim sen değilsin neyse ki.” Gözleriyle kızlarını işaret
ettiğinde Savaş’ın bakışları oraya çevrildi. Kızının halen saçlarında duran
ellerini nazikçe yatağa bıraktıktan sonra yüzünü daha net görebilir hale
gelmişti.
Öne doğru
büzüşmüş dudakları, kapalı gözleriyle melek gibi uyuyan kızını izlemeye daldı
kısa bir an. İki buçuk senedir hayatlarında olan bu varlığın, kendilerine
bağışlanmış bir melek olduğu fikrini her geçen gün daha da kabulleniyordu.
“İçim gidiyor
Pınar, bakarken bile canını yakacakmışım gibi hissediyorum.” Kızının uyanmaması
için olabildiğince kısık tuttuğu sesiyle karısına doğru döndü. “Benim sebep
olduğum bir acıyı yaşarsa diye ödüm kopuyor.”
Pınar,
ellerini kocasının yüzüne uzatıp sıkıca kavradı. Sakallarının kızının hassas
teninde bıraktığı çizikler yüzünden neredeyse her gün tıraş olduğu için
pürüzsüz yanaklarını okşadı. “Sen bilerek Deniz’in canını acıtmazsın, babasının
açtığı bir yarayı taşımayacak benim kızım hiçbir zaman. Ne kalbinde ne teninde
ne de zihninde…”
Savaş o gece
gözlerini yeniden uykuya kapatmadan önce kalkıp odalarında uyuyan diğer
çocuklarının yanına uğradı. Onların daldığı derin uykuları yanlarında bekleyip,
bolca öpüp severek izledi. Ardından sessiz adımlarla odaya dönüp kızını
kucaklayarak yatağın tam ortasına taşıdı. Kızının sağında çoktan uykuya dalmış
olan karısı bütün bunları fark etmezken Savaş gün ağarana dek hayatındaki iki
meleği izledi.
Kızının
sayıklamalarını, sıcaklayarak üstünü açmasını; karısının elini uzatıp uyku
sarhoşluğuyla kendisini aramasını sıkılmadan saatlerce seyretti.
Çocuklarını ve
karısını her görüşünde bu dünyadaki cenneti yaşıyor olan şanslı insanlardan
biri olduğunu hatırlıyor, dilinden buna dair şükürler dökülüyordu.
Savaş Göktürk,
karısıyla tanışana dek şanssız bir adam olduğunu düşünürdü. Karamsar, hırçın
bir adamdı. Pınar’ın gelişi, geldikten sonra daha fazlası mümkünmüş gibi
çocuklarıyla hayatını şenlendirişi ise Savaş’ı yanıldığına ikna etmeye yetmiş
de artmıştı. Savaş Göktürk, şanslı bir adamdı. Karamsarlığını, hırçınlığını bir
kenara bırakmış bambaşka birine dönüşmüştü.
Ta ki o gün
gelip, cennet alev alıp cehennemle yer değiştirene dek…
~
Oldukça sıradan başlayan bir günün neredeyse yarısı
geride kalmışken, Savaş belini ağrıtmaya başlayan sandalyede hafifçe gerindi.
Bilgisayar ekranından incelemeye halen adapte olmadığı için çizimlerin
kâğıtlara çıkartılmış dökümlerini tercih ediyordu.
Bu sıralar aldıkları büyük projelerden birinin son
taslağı önünde duruyorken, her ayrıntıyı günlerdir olduğu gibi dikkatle
incelemeyi sürdürmüştü bu sabahta da. Ona göre, bir iş ya mükemmel olmalıydı ya
da hiç var olmamalıydı. Bu denli mükemmeliyetçi oluşu iş dünyasında ona çok
kapı aralamış ve bir o kadarını da yüzüne kapatmıştı.
Yıllarca başkalarının ismi altında hayal edip, gerçeğe
dönüştürdüğü projeler uzun süredir kendisinin ismi ile anılıyordu. Camianın
önde gelen inşaat şirketlerinden birinin yüzde ellilik hissesine sahipti. Geri
kalan hisselerin tamamı ise kardeşinde olduğundan şirket resmi olarak da aileye
aitti.
Savaş, babasının gölgesinde yetişmeyi reddedip üniversite
okumak için İstanbul’a geldiğinde 19 yaşındaydı. Beş parasız gezdiği, üç beş
arkadaşının desteği ile dört yıl boyunca öğrencilik yapıp, yorgunluktan nefes
alamayacak gibi hissetse de çalışıp parasını kazanırken bir gün bile pişman
hissetmemişti. Kararından dönmemiş, babasının istediği o kalıptan sıyrılıp
kendisine yeni bir dünya yaratmıştı. Yoktan var etmişti.
Kurduğu düzene kendisinden üç yıl sonra benzer bir
hikayeyle dahil olan kardeşi, Barış Göktürk ise babası tarafından aynı şekilde
dımdızlak bırakılınca Savaş, bıkmadan usanmadan onu da okutmayı başarmıştı.
Kendisi mimar olarak mezun olduğu o okuldan, kardeşini de inşaat mühendisi
olarak çıkartmayı başarmıştı. Üniversiteden sonra güllük gülistanlık başlamayan
iş hayatları uzun yıllar boyunca çalkantılı ilerlese de en sonunda hayalini
kurdukları o dünyanın tam da ortasındalardı artık.
Savaş, odasının kapısının çaldığını duyduğunda
çizimlerden başını kaldırarak içeri girebileceklerini belirtti.
Kapı aralandığında içeriye giren Yaman’dı. Savaş, büyük
oğlunun içeriye giriş şeklini fark ettiğinde kaşlarının çatılması kaçınılmazdı.
“Yaman? Bir şey mi oldu?” diyerek yüzündeki ifadenin
sebebini öğrenmek istedi.
“Projenin teslim tarihini değiştirmek istiyorlar, az önce
bir mail aldım. Toplantı istemişler hatta.” Odadaki geniş masanın önünde duran
koltuklardan birine yerleşirken sıkıntıyla konuşmuştu Yaman.
“Böyle ani değişimler için uyguladığımız süreç belli
değil mi? Ne bu suratın?”
“Yani, orası öyle. Ama bu projenin geneli gerdi beni,
söylemiştim. Anlaşma yapacağımız şirketi halen araştırıyorum, bir halt
bulamadım gerçi…”
“Aylardır araştırıp bir şey çıkartamadığına göre boşa
evhamlanıyorsun diye düşünebiliriz, başka bir gerginliğin var belli ki, dökül
bakalım 1 numara.”
Savaş Göktürk, oğullarının bolluğunda kaybolmamak için
onları numaralandırma işini uzun süredir devam ettiriyordu. Kendisi memnun olsa
da oğullarının bunun meraklısı olmadığını söylemeden geçmemek gerekti.
“Anneme aklım takıldı. Her zamanki gibi bizi uzağa
itiyorsunuz, ama bu aralar annem iyi değil farkındayım. Hepimiz farkındayız.
Aklım ondayken buraya gelip saçma sapan işlerle uğraşmak hoşuma gitmiyor baba,
eve gitmek istiyorum.”
Savaş, Yaman’ın bu denli açık olmasına alışık değildi. Bu
nedenle afallamak üzereyken, ifadesiz tutmayı başardığı yüzüyle oğlunun
annesini andıran yüzüne baktı kısaca. “Annen iyi Yaman, o iyi olmasa benim
ortalıkta sakince dolaşmayacağımı bileceğin kadar uzun süredir aynı evde
yaşıyoruz değil mi? 30 yıl kadar…”
“Sürekli ağlayacak gibi bakıyor, uykusuzluktan yüzünde renk
kalmadı ama iyi yani. Mantıklı bayağı baba, Pamir’e anlatsan inanır belki.
Denemelisin.”
“Yaman!”
Yaman, babasının sertçe seslendiği isminden etkilenmeden
soğuk bakışlarla ona bakmaya devam ediyordu. Savaş Göktürk’ün sinirinden
çekinecek son kişilerden biriydi.
“Annemin neyi var baba? Açıkça bir soru soruyorum, aynı
şekilde bir cevap verm-…”
“Bilmiyorum! Bilmiyorum Yaman.” Yaman, kendisinin sözünü
keserek konuşan babasının yüzünde aniden beliren, acı çekiyormuş gibi görünen
ifadeye bakarken şaşkınlığını gizleyemedi. Babası onu geçiştiriyormuş gibi
değil de gerçekten bilmiyormuş gibi konuşmuştu. Böyle bir şey beklemiyordu.
Kendi de kardeşleri de onlardan saklanan bir şey olduğunu düşünmüşlerdi günler
boyunca. “Kabuslar görüyor, ağlayarak uyanıyor. Uyandığında yeniden uyumak
istemiyor, ne gördüğünü anlatmıyor ama gördükleri her neyse onları görmeye
devam etmekten delirmiş gibi korkuyor.”
Yaman, babasının her cümlesinde biraz daha kasılan
çenesini gevşetmeye çabaladı. Konuşmak için buna ihtiyacı vardı fakat
zorlanıyordu.
Savaş, 30 yaşına ayak basmış da olsa gözünde büyütemediği
en büyük oğluna içini döktüğünü fark ettiğinde bir an duraksadı. Çocuklarının
anneleriyle ilgili fazlasıyla hassas olduğunu biliyordu, bunu seviyordu da
fakat olumsuz durumlarda dengeler tam tersine dönebiliyordu.
“Kabus görmeye başlaması için bir şeyin onu tetiklemiş
olması gerekmez mi? Selim’le de konuşabiliriz ama böyle olmalı, sana bile
anlatmadığı bir sorun vardır belki de.”
“Selim’le dün gece konuştum.” dedi Savaş sakince. Selim,
Barış Göktürk’ün iki çocuğundan büyük olanıydı. Ailedeki sayılı sakin
insanlardan olmasının üzerine psikolog oluşu herkesin ilk başvurduğu kişi
olmasına sebep olurdu genelde.
“Ne dedi?”
“Anlatması için zorlamamalıymışız, eğer devam ederse ya
da ters giden bir şey olursa bir arkadaşına yönlendirecek. Etik olarak kendisi
ile görüşmesinin Pınar’a iyi gelmeyeceğini söyledi.”
Yaman derin bir nefes aldı. Selim’in işi buyken onun
önerisini kenara itecek değildi fakat bir yanı eve gidip annesine sıkıca
sarılarak sıkıntılarını dinlemek, onları söküp atmak istiyordu.
“Size söyleseydim özellikle Rüzgar, Pınar’ı rahat
bırakmazdı. Sürekli yanında olmaya çalışırken olayları iyice karıştırmasından
korktum.”
Yaman, küçük kardeşinin huyunu bildiğinden babasını
onayladı. “Haklısın, ama onlar da benim kadar merak ediyor halen. Bir şekilde
düzgünce açıklamak zorundayız.”
“Bakarız, sen bana akıl mı veriyorsun 1 numara?”
Savaş, konuyu biraz dağıtabilmek için tek kaşını
havalandırarak sorduğu soruya oğlunun tebessüm etmesine rahatlamıştı. “Ne zaman
istersen danışabilirsin Savaş Göktürk, ben buralardayım.”
“Kaybol lan odamdan, son danışmanı yaşatmayayım sana!”
Yaman, babasının hareketlenmesiyle ayaklanıp kapıya yöneldi. “Savaş Göktürk’müş,
babanım ben senin it herif.” Babasının delireceğini bile bile adıyla hitap
ederek bu tepkiyi zaten göze almıştı. Ancak yine de tedirgindi, bazen babasının
sağı solu belli olmuyordu.
Yaman kapıya ulaşamadan kapı bir kez tıklatılınca ikisi
de yüzlerine şirkette geçirmeye alışık oldukları nötr ifadeyi geçirdiler. Bunu
yapma hızları dışarıdan biri tarafından gözlemlenebilseydi, gözlemcilerin
fazlasıyla şaşıracağı kesindi.
“Gel!” Savaş’ın net sesinin ardından odaya iki kişi
girdi. Savaş’ın asistanının bir adım arkasından odaya giren Barış Göktürk
yeğenine ufak bir göz kırpmayla selam verdi.
“Müsait miydiniz Savaş Bey?”
“Dinliyorum Elif.” Savaş, kardeşi masanın önündeki
koltuğa yerleşirken ona bakmadan asistanına odaklandı.
“Girişteki danışmadan aradılar, sizi görmek isteyen bir
beyefendi varmış. Önceden ayarlanmış bir görüşme değil fakat fazla ısrar
edilince size haber vermek istedim.”
Savaş bu ani misafirin kim olduğunu düşünürken sordu.
“Kimmiş?”
“Mahmut isimli bir bey, akrabanız sayıldığını söylemiş
efendim.” Savaş ve Barış arasında kısa bir bakışma geçti. İkisinin de aklına
gelen kişi aynıydı, o kişi ile birlikte zihinlerine birçok senaryo dolmaya
başlamıştı.
“Gelsin, bekliyorum.” Elif onaylayarak odadan çıkıp
kapıyı kapattı.
“Ne oluyor abi?” Barış kapı kapanır kapanmaz abisine
dönerken Yaman da az önce kalktığı koltuğa yerleşti yeniden. “Aramak yerine
kalkıp buraya mı gelmiş Mahmut?”
“Anlarız şimdi, babamla ilgili bir şeydir diyeceğim ama
dün konuştum. İyiydi.”
Yaman, Fransız kaldığı konuyla ilgili bir şey sormak için
araya girmeye çalıştı. Fakat babası ve amcasının aniden gerilmesine anlam
veremediğinden bundan vazgeçip sessizce beklemeye karar vermişti.
Odanın kapısı bir kez daha çalındığında bu kez Savaş’ın
onay vermesine gerek kalmadan kapı aralandı. İçeriye giren, amcasından da biraz
küçük olduğunu tahmin ettiği adamı gördüğünde kimseden hareketlenme göremeyince
Yaman da oturduğu yerde kaldı.
“Sen çıkabilirsin Elif, odama kimseyi yollama bir süre.”
Elif başını sallayıp odadan çıktı. Mahmut, kapının bir iki adım ilerisinde
duruyorken Savaş yavaşça ayaklandı.
“Hoş geldin Mahmut, hayırlı bir şeyler duyacağımı
umuyorum ama haline bakarsam…” Mahmut’un yorgunluktan ayakta duramıyormuş gibi
görünen haline bakarken cümlesini yarıda kesti Savaş. “Geç otur şöyle.”
Barış’ın yanındaki ikinci tekli koltuğu işaret etti.
Mahmut, sessiz kalarak oraya geçtiğinde geriye kalan üç
adamın da bakışlarında yoğun merak vardı. “Babam mı yolladı seni? Haberimiz
olmadı.” Barış’ın sorusuyla Mahmut, birkaç gündür boğazında duran o tıkanıklık
daha da fazlalaşmış gibi hissetti.
“Ağam yolladı İstanbul’a.” dedi düz bir sesle. “Sizin
yanınıza uğramamı istemedi, ama ben uğramaya karar verdim.” Söylediklerinde
hiçbir yanlışlık yoktu. Mahmut, Bülent Göktürk’ün isteğiyle İstanbul’a
yollanmıştı. Araştırması gereken bir adres eline tutuşturulmuş, uzunca bir
hikâye dinlemişti ondan.
“…Savaş’ın da
Barış’ın da ruhu duymayacak Mahmut.” diye sonlanmıştı Bülent
Göktürk’ün konuşması. Fakat buna rağmen Mahmut yapması gerekenleri bitirir
bitirmez kendisini şirketin kapısında bulmuştu. Bugüne dek bir sözünü bile
çiğnemedi, çiğneyene de acımasının olmadığı Bülent Göktürk’e karşı ilk kez
yemininden ikinci kez düşünmeden dönüyordu.
Savaş, sertleşen ifadesiyle adama baktı. “İstemediği bir
işi yapıyorsun yani? Duy da inanma.” Bunu söylerken aklından geçip giden
onlarca anı vardı.
Kendisinden küçük olmasına rağmen Mahmut, Bülent
Göktürk’ün ilk göz ağrısı sayılırdı. Kan bağları yoktu -Savaş’ın bununla bir
derdi de yoktu- fakat Savaş ve Barış babalarının istediği kalıptan uzaklaştıkça
Mahmut o kalıbın ta kendisi olmuş, açılan boşluğu kapatmıştı. Bülent Göktürk’ün
oğullarından umudu kesip, ona odaklanmasının sebeplerinden biri de buydu.
Mahmut, Savaş’ın damarlarında o kabullenmese de Bülent
Göktürk’ün öfkesinin dolaştığını bilirdi. Onun öfkesinin hedefi olmayı da
istemezdi, aklı olanın istemeyeceğini düşünüyordu. Birazdan dilinden
döküleceklerden sonra ise isteyen ya da istemeyen birçok kişinin bu öfkenin
önünde diz çökmek zorunda kalacağından emindi.
“Ben bugüne kadar çok günah işledim, kimi kendi rızamlaydı
kimi ağamın verdiği emirlerden çıkma.” diyerek fazla ani olmamasını umduğu bir
giriş yaptı. Savaş, adamın ne anlatacağını kestiremediğinden göz ucuyla Yaman’a
baktı. Mahmut’un ne çeşit ayrıntılara gireceğini bilmiyordu, oğluna aşırı bilgi
yüklemesi yapmasını izleyemeyecekti. “Hiçbirinden de gocunmadım, halen daha
gocunmam. Gerekeni yaptım dedim geçtim.”
“Kısa kes Aydın havası olsun Mahmut, belli ki bir karın
ağrın var. Anlat sağa sola sapmadan.” Barış, üzerine geçirmeye bayılmadığı
ciddiyetle konuşurken Mahmut ona dönmedi. Bakışları hep Savaş’taydı.
“Birkaç gün önce, üzerinden yıllar geçip giden bir sırra
ortak oldum. Babanızın kendinden bile sakındığı bir sırdan…” dedikten sonra
boğazını ovuşturdu. Bunu bilmeden geçirdiği 20 yılın acısını bu birkaç günde
yaşamıştı. İşlemediği bir günahın sularında boğuluyordu. “Bunun benimle mezara
gitmesini istedi benden, sırrı duymadan önce ben de öyle olacağından emindim
ama duyduktan sonra öyle olmadı abi.”
Savaş, Mahmut’tan çocukluluklarından sonra hiç duymamış
olduğu ‘abi’ kelimesiyle afallarken sessizdi. Konunun nereye evirileceğini
anlayamamak onu delirtiyordu.
“Abi…” diye tekrarladı Mahmut sanki Savaş’ın afalladığını
anlamış gibi. “Deniz yaşıyor.”
Dudaklarından dökülen iki kelime, Barış’ın boynunu
kopartacakmış gibi kendisine dönmesine sebep olurken Yaman babasının masasından
alıp elinde çevirdiği kalemi sertçe yere bırakmıştı.
Odada sanki bir kez değil onlarca kez söylenmiş gibi
yankılanıyor olan o iki kelime, Savaş Göktürk’te ise Mahmut’un beklediğinin
aksine o büyük patlamayı yaratmamıştı. Savaş, gözlerinin önünde belirmiş olan
irice açtığı yeşil gözlerle kendisine bakan küçük bedeni izliyordu.
İsmini anmak, evin herhangi bir köşesinde rastgele bir fotoğrafını
görmek yıllardır Savaş’a aynı tepkiyi verdiriyordu. En son hatırlayabildiği
halini tam karşısındaymış gibi canlandırıyor, elini uzatsa kızını sevip tenini
parmak uçlarında hissedebilecekmiş gibi geliyordu.
“Ne anlatıyorsun lan sen?” Yaman oturduğu deri ve oldukça
ağır koltuğu geriye itecek sertlikte yerinden doğrulurken halen kimin nesi
olduğunu anlayamadığı adamın üzerine doğru hareketlendi. “Sen kimsin de benim
kardeşimin adını ağzına alıp saçmalıyorsun? Şakanı yaptıysan defol git-…” Sesi,
siniriyle doğru orantıda yükselirken Barış abisinin araya giremeyecek kadar
dalgınlaştığını gördüğünde ayağa kalkarak Yaman’ı omuzundan geriye doğru itti.
“Oğlum tamam, tamam bir dur.”
“Ne dediğini duymadın mı amca? Deniz yaşıyor diyor, dalga
geçiyor resmen!” Yaman ellerini saçlarından geçirerek az önce kalktığı koltuğa
geri otururken gözleri dolmuştu. Kardeşine mezar olan o yangın gerçekleştiğinde
10 yaşındaydı Yaman, olup bitenleri en net hatırlayabilen oydu kardeşlerine kıyasla.
Haftalarca, aylarca hatta yıllarca o yangın hiç sönmeden yanmaya devam etmişti
Yaman için. Deniz isimli biriyle tanıştığında dahi kendini kontrol edemiyorken,
şimdi karşısında birinin durup Deniz
yaşıyor demesini hazmedemiyordu.
“Hiçbir şey söylemeden bu kurduğun cümleye inanmamızı mı
bekliyorsun? Babamın oyunlarından mı bu? Neyi deniyor?” Barış sinirleri bozuk
şekilde konuşurken Mahmut onu yanıtlayamadan önce odada kulak çınlatan bir
gürültü koptu.
Savaş, parmaklarının kırılabileceği sertlikte bir
darbeyle masasına vurmuştu elini. Az önceki dalgın halinden sıyrılır sıyrılmaz
yüzünde elle tutulabilir bir öfke belirmişti.
“Kesin sesinizi.” Bağırmamıştı, ama bağırsa bu denli
odayı kaplayamazdı sesi belki de. Barış, abisini dinleyerek sessizleştiğinde Yaman
avuçlarını yüzüne kapatmış, dirseklerini de dizlerine yaslamış halde öne doğru
eğik duruyordu. “Bana o cümleyi neye dayanarak kurduğunu açıkla Mahmut, sikik
bir bahane uyduracaksan eğer bu odadan değil dirini, ölünü bile çıkartmam.
Zikrettiğin o ismin yaşadıklarını yaşatırım sana hemen şimdi.”
Mahmut, Savaş’ın söylediklerinin içi boş tehditler
olmadığını bilecek kadar tanıyordu onu. Bu odayı gözünü kırpmadan içinde
kendisi varken alevlere teslim edeceğine emindi. Ancak anlatacakları
bitmemişti.
“Bir dinle beni abi, sonra inanmazsan ne istersen onu
yaparsın. Ama kızına kavuşman benim canımdan daha önemli.” Savaş yumruklarını
sıkarak kendinde kalmaya çalıştı. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını haykıran
mantığı Mahmut’un nefesini kesmesini söylüyor olsa da, kalbindeki kızına ait
olan, 20 yıl da geçse bir gram azalmayan o parça küçücük bir umuda tutunmaya
çalışıyordu.
“Ortada babanız tarafından oynanan bir oyun var evet.”
derken az önce kendisini bu şekilde suçlayan Barış’a baktı kısa bir an. “Ama bu
oyun 20 sene önce oynanmış abi. Çiftlikteki yangın bilerek çıkartılmış, ortada
ihmal falan yok.”
Savaş, şakaklarına saplanan ağrıyı yok saymaya çalıştı.
Kızını sadece birkaç saatliğine emanet ettiği o çiftlik, içinde o varken kül
olmuştu. Savaş, bunun mutfaktaki ihmalden doğan bir yangın olduğunu heyet
raporlarından dahi okumuştu. Bir suçlu aramış, mutfakta çalışanlara
püskürtmüştü tüm öfkesini o günlerde.
“Kim… Kim çıkartmış yangını?” Savaş’ın dilinden dökülemeyen,
cevabını duymayı hem çok isteyip hem de hiç istemediği o soru kardeşinden
yükselmişti. Mahmut’tan gelen cevap ise korkulan gerçeğin ta kendisiydi.
“Babanız.”
~
“Her hareketimi izleyecek misiniz böyle ekip olarak?”
İzgi, kucağındaki kediyi severken gözlerini üzerinden ayırmayan ikiliye döndü.
“Manzaraya bakın bence, deniz ne güzel görünüyor.” Oturduğu bankın tam
karşısındaki maviliği işaret ettiğinde iki adamda da bir hareketlilik olmadı.
“Keyfiniz bilir o zaman.” diyerek kucağında mayışmış olan
sarı tüylü kedinin başında parmaklarını gezdirmeye devam etti.
“Bunun bir tür gerçeklerle baş etme yöntemi olduğunun
farkındayım İzgi’m, ama görmezden gelmek içinde biriktirmek demek oluyor bir
yandan da. Şimdi veremediğin tepkilerin seni başka bir anda mahvetmesi mantıklı
mı sence?”
Koray sakince konuşurken aslında içten içe oldukça
tedirgindi. Sabah Acar’dan bir arama almayı beklemiyordu, ancak o aramanın
içeriğinde bambaşka şaşıracağı şeyler bulunduğundan Acar’ın kendisini aramasına
şaşırmayı unutmuştu.
İzgi’nin dün gece öğrendiklerinden sonra hiçbir şey söylemeden
atölyeye dönmek istemiş olduğunu, onu ikna edemedikleri için bunu kabul edip
atölyeye döndüklerini öğrenmişti. Acar her ne kadar eve dönmeyip onunla
kaldıysa da İzgi erkenden uyuyup tek bir kelime bile etmemişti.
Acar’a göre asıl patlama gece uyanırsa ya da en kötü
sabah yaşanacaktı, fakat tahminlerinden çok uzakta bir durumun içinde kalmıştı.
İzgi uyandığında birkaç ay öncesindeymiş gibi sakin, normal davranıyordu. Acar,
istemeyerek de olsa İzgi’nin duygu durumunu en rahat analiz edebilecek kişi
olduğunu umarak Koray’ı aramıştı. Koray geldiğinde de bir şeyler değişmeyince
Acar’ın fikriyle sahile gelmişlerdi.
Havanın güzelliği nedeniyle fazlasıyla kalabalık olan
sahilde İzgi ilk bulduğu banka yerleşip denizi izlemeye başlamıştı. Kucağına
tırmanan kediyi son on dakikadır seviyor, yaklaşık yarım saattir ise sıkılmadan
denizi izliyordu.
Koray ve Acar iki yanına oturmuşken kendisi tam karşıya
bakıyordu ancak iki adamın bakışları kendi üzerinde gezinmekteydi.
“Görmezden gelmiyorum.” dedi sakince. “Hissettiğim neyse
onu yansıtıyorum işte. Ne yapmalıydım ki?”
Koray, derin bir nefes alırken Acar dayanamayarak araya
girdi. “Dün babam o cümleleri kurup kendi tahminlerini anlattığından beri çok
sakinsin Feris. Ağlaman, üzülmen bizi mutlu ettiğinden istemiyoruz bunu ama
kendini sıkıyormuşsun gibi geliyor. Anlıyor musun?”
“Kendimi sıkmıyorum. Kendin söyledin az önce. Bunlar
babanın tahminleri, belki de bahsettiği gibi bir şey yok ortada.”
Acar ve Koray göz göze geldiğinde ikisi de bu dinginliğin
sebebini o an anlamışlardı.
İzgi, bahsedilen kişi olamamaktan çekiniyordu. Buna
tutunup, o tutunduğu dal kırıldığında bir daha düşmekten korkuyordu.
“Belki de.” dedi Acar. “Ama kısa bir sürede bunun aslını
anlayabiliriz, Göktürk ailesiyle görüşüp DNA testi yapılması zor olmaz. Eğer
bunu istersen bizzat ben ikna ederim onları, ne pahasına olursa olsun.”
İzgi sessiz kaldı. Bir süre üçü de konuşmazken bulunduğu
yerden sıkılmış olan kedi İzgi’nin kucağını ani bir hareketle terk edip hızla
gözden kayboldu. İzgi onun gidişini izledikten sonra kısıkça “Gitti.” diye
mırıldandı.
Kedinin gidişi, İzgi’yi tetikleyen küçücük son su damlası
olurken bütün derdi buymuş gibi kedinin gidişine gözyaşı dökmeye başladı.
“Sevmedi beni, neden gitti?” Gözyaşları yanaklarına inerken kendi kendine konuşuyordu.
Koray ve Acar duymalarına rağmen bir şey söylememişlerdi.
Az önce onu dinlemeyip gözlerini İzgi’nin üzerinden
çekmemiş olan iki adam, ağlamaya başladığı anda denize döndüler. Gözyaşlarını
görmek ikisini de fazlasıyla geriyordu.
Dakikalar geçip giderken İzgi’nin ağlayışı ne hızlandı ne
de kesildi. Sessizce ağlarken denizi izlemeye devam etti. Denize baktıkça dün
Tuğrul’dan duyduklarını anımsıyor, içinden binlerce soru geçiriyordu.
“Telefonun çalıyor zümrüt göz.” Acar kulağına çarpan
melodiyle İzgi’ye seslendi. İzgi, daldığı için duymadığı telefonunu kenarda
duran çantasından çıkarttığında ekrandaki ismi görmek duraksamasına sebep oldu.
Annesi arıyordu.
Onunla konuşmadığı 6.hafta geride kalmışken bu aramanın
sebebini o an tahmin edebilmesi mümkün değildi. Telefonu titreyen eliyle açıp
kulağına yasladı.
Telefonu açtığında karşıdan gelen sesi duymayalı uzun
zaman olsa da değişen bir şey yoktu.
“İzgi?” Annesinin dümdüz bir tonla söylediği ismine
karşılık kendisi kısık bir sesle cevap vermişti. “Efendim.”
“Neredesin?” İzgi bir an için gülecek gibi oldu. Ona
neydi? Haftalardır neredeyse yine oradaydı İzgi, merak mı etmeye karar vermişti
aniden?
“Bir şey mi oldu?” diye sordu İzgi. Annesinden duyacağı
ilk sorunun ‘nasılsın’ olmasını beklemişti her şeye rağmen.
“Eve gel, seni bekliyorum. Önemli.”
“Ne oluyor anne?” dedi. Anne demeyi bir anda bırakacak
değildi, Reyhan Levendoğlu annelik sıfatını hak etmiyor da olsa İzgi yıllardır
ona böyle seslenirken bir ayda bundan vazgeçemezdi.
“Gelince konuşuruz. Ne kadar hızlı gelebilirsen o kadar
hızlı gel.” Ardından telefon kapandı. İzgi telefonu bir süre kulağından
çekemedi.
“İzgi? İyi misin canımın içi?” Koray, telefonun
kapandığını anlayarak İzgi’ye seslendiğinde İzgi telefonu yavaşça indirdi.
“İyiyim. Eve çağırdı, neden bilmiyorum.”
Acar ve Koray aynı anda çatılan kaşlarıyla buna anlam
veremezken İzgi ayağa kalktı. “Gidelim, ama siz de gelin olur mu?”
Annesiyle yalnız kalmak istememesi doğal olsa da
nedensizce bundan kendisi rahatsız olmuştu. Ama umursamadı. Koray ve Acar’ı da
ne olursa olsun peşinde sürüklemeye kararlıydı.
Sahile tek arabayla geldiklerinden Acar sürücü koltuğuna
Koray da İzgi kendisini arka koltuğa attığından ön yolcu koltuğuna oturunca
Acar, Koray’ın yol tarifiyle arabayı sürmeye başladı.
Sessiz geçen yolculuğun ardından kısa bir süre sonra
araba müstakil evlerin bulunduğu bir sitenin önünde durdu. Acar arabayı sitenin
girişine park ettiğinde arabadan indiler. İzgi küçük adımlarla girişe
yönelirken iki adam da peşindeydi.
Sitedeki evlerin birbirlerinden uzak aralıklarla dizili
oluşundan dolayı, eve varmak için kısa bir yürüyüş yapmak zorunda kalmışlardı.
Sonunda İzgi bir evin bahçesine girmek için adım attığında bahçeden yükselen
sesler evin dışında birden fazla kişinin bulunduğunu işaret ediyordu.
İzgi, seslerin kime ait olduğunu anlayamadığından çatılan
kaşlarıyla bahçenin solundaki kısma ilerledi. Burada oturma alanı vardı.
Koltuklara dağılmış kişilerin bir kısmı annesinin ailesiyken, diğer tarafta
oturan takım elbiseli adamların kim olduğu hakkında bir fikri yoktu.
Annesini araya gözleri merakına yenik düşerek önce takım
elbiseli adamların üzerine çevrilince duraksadı. Aynı duraksama bahçeye gelen
üçlüyü gören kalabalıkta da yaşanmıştı.
Sessizlik hiç bitmeyecekmiş gibi sürerken bunu dağıtan
takım elbiseli adamlardan birinden yükselen seslenişti.
“Deniz…” demişti
adam fısıltıyla. Sessizlik sürmüyor olsa kimseye ulaşamayacak olan o fısıltı,
herkesin kulağına yetişebilmişti.
İzgi, bu seslenişin neyin habercisi olduğunu anladığında
korkarak geriye adımladı. Bir adım arkasında duran Acar bunu fark ettiğinde
göğsüyle ona bir dayanak olup sırtını bedenine yaslamasını sağladı. “Şş,
sakinleş güzelim.” Kulağına doğru konuşup onu sakinleştirmeyi umduysa da
kollarının arasına devrilen bedeni refleksle yakalamak zorunda kalmıştı. İzgi,
gözleri kapanmış halde ağırlığını tamamen bırakmışken Acar soğukkanlı kalmaya
çalışarak onun bedeni kucakladı.
Birazdan
kıyamet kopacaktı.
Kimin sağ kimin yaralı çıkacağını ise henüz kimse
bilmiyordu.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder