Aykırı Çiçek 26.Bölüm

 26.BÖLÜM



- Yıllar önce bir bahar gecesi… / İstanbul


“…En sonunda da kral gelip, prensesi canavarların evinden kurtarmış. Prenses, o günden sonra kralın yanından hiç ayrılmamış, hep güvende kalmış.”

“Piyens niye gelmemiş? Yanlış anlatıyosun sen bayba, güsel anlat.” Babasının göğsüne yasladığı minik avuçlarıyla bedenini doğrultmaya çalıştı küçük kız. Gözlerini iri iri açmış, uyuması için anlatılan masalın sonunda uykusu iyice kaçmış hale gelmişti.

“Doğrusunu anlatıyorum prensesim, kral daha güçlüymüş dandik prensten. O yüzden o kurtardı işte prensesi.”

Kızının bakışlarından ikna olmadığını gören adam yavaşça bedenini kucaklayıp göğsüne yatırdı. Sırtındaki eliyle mayışmasını umarak kızının sırtını sıvazlarken bir yandan da yatağın diğer tarafında onları izleyerek gülmemek için zor duran karısına kızgın olduğunu umduğu bakışlar atmakla meşguldü.

Dakikalar geçip giderken kızında uyku belirtisi göremediğinde minik bedeni yatağa yatırdıktan sonra kafasını kızının göğsüne bıraktı. “O zaman sen beni uyut bu gece, uykum geldi benim.”

Küçük kız şaşkınca göğsündeki ağır kafayı incelerken yardım ister gibi annesine baktı. “Anne!”

“N’oldu annecim?”

“Ne yapçam şimdi?” Merakla sorarken annesi onun bu haline gülümseyip babasının saçlarını işaret etti. “Biraz saçlarını sev bence, hani biz sana yapıyoruz ya.”

Küçük tombul parmaklar önündeki saçlara dolanıp zaman zaman çekip zaman zaman okşarken babasını uyutma çabası, kendi gözlerinin kısılmaya başlayıp uykunun eşiğine gelmesine sebep olmuştu.

“Savaş… Kalk kızımın üstünden artık, ezdin çocuğu.” Kocasının omuzuna yavaşça dokunurken kızının uykusunu açmamaya da özen gösteriyordu. Fakat atladığı küçük bir ayrıntı vardı, kocası gerçekten minik kızın göğsünde uyuyakalmıştı.

İrkilir gibi gözlerini araladığında ilk önce kendisini izleyen karısını gördü Savaş. “Uyumuşum.”

“Fark ettim hayatım, uyuyan tek isim sen değilsin neyse ki.” Gözleriyle kızlarını işaret ettiğinde Savaş’ın bakışları oraya çevrildi. Kızının halen saçlarında duran ellerini nazikçe yatağa bıraktıktan sonra yüzünü daha net görebilir hale gelmişti.

Öne doğru büzüşmüş dudakları, kapalı gözleriyle melek gibi uyuyan kızını izlemeye daldı kısa bir an. İki buçuk senedir hayatlarında olan bu varlığın, kendilerine bağışlanmış bir melek olduğu fikrini her geçen gün daha da kabulleniyordu.

“İçim gidiyor Pınar, bakarken bile canını yakacakmışım gibi hissediyorum.” Kızının uyanmaması için olabildiğince kısık tuttuğu sesiyle karısına doğru döndü. “Benim sebep olduğum bir acıyı yaşarsa diye ödüm kopuyor.”

Pınar, ellerini kocasının yüzüne uzatıp sıkıca kavradı. Sakallarının kızının hassas teninde bıraktığı çizikler yüzünden neredeyse her gün tıraş olduğu için pürüzsüz yanaklarını okşadı. “Sen bilerek Deniz’in canını acıtmazsın, babasının açtığı bir yarayı taşımayacak benim kızım hiçbir zaman. Ne kalbinde ne teninde ne de zihninde…”

Savaş o gece gözlerini yeniden uykuya kapatmadan önce kalkıp odalarında uyuyan diğer çocuklarının yanına uğradı. Onların daldığı derin uykuları yanlarında bekleyip, bolca öpüp severek izledi. Ardından sessiz adımlarla odaya dönüp kızını kucaklayarak yatağın tam ortasına taşıdı. Kızının sağında çoktan uykuya dalmış olan karısı bütün bunları fark etmezken Savaş gün ağarana dek hayatındaki iki meleği izledi.

Kızının sayıklamalarını, sıcaklayarak üstünü açmasını; karısının elini uzatıp uyku sarhoşluğuyla kendisini aramasını sıkılmadan saatlerce seyretti.

Çocuklarını ve karısını her görüşünde bu dünyadaki cenneti yaşıyor olan şanslı insanlardan biri olduğunu hatırlıyor, dilinden buna dair şükürler dökülüyordu.

Savaş Göktürk, karısıyla tanışana dek şanssız bir adam olduğunu düşünürdü. Karamsar, hırçın bir adamdı. Pınar’ın gelişi, geldikten sonra daha fazlası mümkünmüş gibi çocuklarıyla hayatını şenlendirişi ise Savaş’ı yanıldığına ikna etmeye yetmiş de artmıştı. Savaş Göktürk, şanslı bir adamdı. Karamsarlığını, hırçınlığını bir kenara bırakmış bambaşka birine dönüşmüştü.

Ta ki o gün gelip, cennet alev alıp cehennemle yer değiştirene dek…

 

~

 

Oldukça sıradan başlayan bir günün neredeyse yarısı geride kalmışken, Savaş belini ağrıtmaya başlayan sandalyede hafifçe gerindi. Bilgisayar ekranından incelemeye halen adapte olmadığı için çizimlerin kâğıtlara çıkartılmış dökümlerini tercih ediyordu.

Bu sıralar aldıkları büyük projelerden birinin son taslağı önünde duruyorken, her ayrıntıyı günlerdir olduğu gibi dikkatle incelemeyi sürdürmüştü bu sabahta da. Ona göre, bir iş ya mükemmel olmalıydı ya da hiç var olmamalıydı. Bu denli mükemmeliyetçi oluşu iş dünyasında ona çok kapı aralamış ve bir o kadarını da yüzüne kapatmıştı.

Yıllarca başkalarının ismi altında hayal edip, gerçeğe dönüştürdüğü projeler uzun süredir kendisinin ismi ile anılıyordu. Camianın önde gelen inşaat şirketlerinden birinin yüzde ellilik hissesine sahipti. Geri kalan hisselerin tamamı ise kardeşinde olduğundan şirket resmi olarak da aileye aitti.

Savaş, babasının gölgesinde yetişmeyi reddedip üniversite okumak için İstanbul’a geldiğinde 19 yaşındaydı. Beş parasız gezdiği, üç beş arkadaşının desteği ile dört yıl boyunca öğrencilik yapıp, yorgunluktan nefes alamayacak gibi hissetse de çalışıp parasını kazanırken bir gün bile pişman hissetmemişti. Kararından dönmemiş, babasının istediği o kalıptan sıyrılıp kendisine yeni bir dünya yaratmıştı. Yoktan var etmişti.

Kurduğu düzene kendisinden üç yıl sonra benzer bir hikayeyle dahil olan kardeşi, Barış Göktürk ise babası tarafından aynı şekilde dımdızlak bırakılınca Savaş, bıkmadan usanmadan onu da okutmayı başarmıştı. Kendisi mimar olarak mezun olduğu o okuldan, kardeşini de inşaat mühendisi olarak çıkartmayı başarmıştı. Üniversiteden sonra güllük gülistanlık başlamayan iş hayatları uzun yıllar boyunca çalkantılı ilerlese de en sonunda hayalini kurdukları o dünyanın tam da ortasındalardı artık.

Savaş, odasının kapısının çaldığını duyduğunda çizimlerden başını kaldırarak içeri girebileceklerini belirtti.

Kapı aralandığında içeriye giren Yaman’dı. Savaş, büyük oğlunun içeriye giriş şeklini fark ettiğinde kaşlarının çatılması kaçınılmazdı.

“Yaman? Bir şey mi oldu?” diyerek yüzündeki ifadenin sebebini öğrenmek istedi.

“Projenin teslim tarihini değiştirmek istiyorlar, az önce bir mail aldım. Toplantı istemişler hatta.” Odadaki geniş masanın önünde duran koltuklardan birine yerleşirken sıkıntıyla konuşmuştu Yaman.

“Böyle ani değişimler için uyguladığımız süreç belli değil mi? Ne bu suratın?”

“Yani, orası öyle. Ama bu projenin geneli gerdi beni, söylemiştim. Anlaşma yapacağımız şirketi halen araştırıyorum, bir halt bulamadım gerçi…”

“Aylardır araştırıp bir şey çıkartamadığına göre boşa evhamlanıyorsun diye düşünebiliriz, başka bir gerginliğin var belli ki, dökül bakalım 1 numara.”

Savaş Göktürk, oğullarının bolluğunda kaybolmamak için onları numaralandırma işini uzun süredir devam ettiriyordu. Kendisi memnun olsa da oğullarının bunun meraklısı olmadığını söylemeden geçmemek gerekti.

“Anneme aklım takıldı. Her zamanki gibi bizi uzağa itiyorsunuz, ama bu aralar annem iyi değil farkındayım. Hepimiz farkındayız. Aklım ondayken buraya gelip saçma sapan işlerle uğraşmak hoşuma gitmiyor baba, eve gitmek istiyorum.”

Savaş, Yaman’ın bu denli açık olmasına alışık değildi. Bu nedenle afallamak üzereyken, ifadesiz tutmayı başardığı yüzüyle oğlunun annesini andıran yüzüne baktı kısaca. “Annen iyi Yaman, o iyi olmasa benim ortalıkta sakince dolaşmayacağımı bileceğin kadar uzun süredir aynı evde yaşıyoruz değil mi? 30 yıl kadar…”

“Sürekli ağlayacak gibi bakıyor, uykusuzluktan yüzünde renk kalmadı ama iyi yani. Mantıklı bayağı baba, Pamir’e anlatsan inanır belki. Denemelisin.”

“Yaman!”

Yaman, babasının sertçe seslendiği isminden etkilenmeden soğuk bakışlarla ona bakmaya devam ediyordu. Savaş Göktürk’ün sinirinden çekinecek son kişilerden biriydi.

“Annemin neyi var baba? Açıkça bir soru soruyorum, aynı şekilde bir cevap verm-…”

“Bilmiyorum! Bilmiyorum Yaman.” Yaman, kendisinin sözünü keserek konuşan babasının yüzünde aniden beliren, acı çekiyormuş gibi görünen ifadeye bakarken şaşkınlığını gizleyemedi. Babası onu geçiştiriyormuş gibi değil de gerçekten bilmiyormuş gibi konuşmuştu. Böyle bir şey beklemiyordu. Kendi de kardeşleri de onlardan saklanan bir şey olduğunu düşünmüşlerdi günler boyunca. “Kabuslar görüyor, ağlayarak uyanıyor. Uyandığında yeniden uyumak istemiyor, ne gördüğünü anlatmıyor ama gördükleri her neyse onları görmeye devam etmekten delirmiş gibi korkuyor.”

Yaman, babasının her cümlesinde biraz daha kasılan çenesini gevşetmeye çabaladı. Konuşmak için buna ihtiyacı vardı fakat zorlanıyordu.

Savaş, 30 yaşına ayak basmış da olsa gözünde büyütemediği en büyük oğluna içini döktüğünü fark ettiğinde bir an duraksadı. Çocuklarının anneleriyle ilgili fazlasıyla hassas olduğunu biliyordu, bunu seviyordu da fakat olumsuz durumlarda dengeler tam tersine dönebiliyordu.

“Kabus görmeye başlaması için bir şeyin onu tetiklemiş olması gerekmez mi? Selim’le de konuşabiliriz ama böyle olmalı, sana bile anlatmadığı bir sorun vardır belki de.”

“Selim’le dün gece konuştum.” dedi Savaş sakince. Selim, Barış Göktürk’ün iki çocuğundan büyük olanıydı. Ailedeki sayılı sakin insanlardan olmasının üzerine psikolog oluşu herkesin ilk başvurduğu kişi olmasına sebep olurdu genelde.

“Ne dedi?”

“Anlatması için zorlamamalıymışız, eğer devam ederse ya da ters giden bir şey olursa bir arkadaşına yönlendirecek. Etik olarak kendisi ile görüşmesinin Pınar’a iyi gelmeyeceğini söyledi.”

Yaman derin bir nefes aldı. Selim’in işi buyken onun önerisini kenara itecek değildi fakat bir yanı eve gidip annesine sıkıca sarılarak sıkıntılarını dinlemek, onları söküp atmak istiyordu.

“Size söyleseydim özellikle Rüzgar, Pınar’ı rahat bırakmazdı. Sürekli yanında olmaya çalışırken olayları iyice karıştırmasından korktum.”

Yaman, küçük kardeşinin huyunu bildiğinden babasını onayladı. “Haklısın, ama onlar da benim kadar merak ediyor halen. Bir şekilde düzgünce açıklamak zorundayız.”

“Bakarız, sen bana akıl mı veriyorsun 1 numara?”

Savaş, konuyu biraz dağıtabilmek için tek kaşını havalandırarak sorduğu soruya oğlunun tebessüm etmesine rahatlamıştı. “Ne zaman istersen danışabilirsin Savaş Göktürk, ben buralardayım.”

“Kaybol lan odamdan, son danışmanı yaşatmayayım sana!” Yaman, babasının hareketlenmesiyle ayaklanıp kapıya yöneldi. “Savaş Göktürk’müş, babanım ben senin it herif.” Babasının delireceğini bile bile adıyla hitap ederek bu tepkiyi zaten göze almıştı. Ancak yine de tedirgindi, bazen babasının sağı solu belli olmuyordu.

Yaman kapıya ulaşamadan kapı bir kez tıklatılınca ikisi de yüzlerine şirkette geçirmeye alışık oldukları nötr ifadeyi geçirdiler. Bunu yapma hızları dışarıdan biri tarafından gözlemlenebilseydi, gözlemcilerin fazlasıyla şaşıracağı kesindi.

“Gel!” Savaş’ın net sesinin ardından odaya iki kişi girdi. Savaş’ın asistanının bir adım arkasından odaya giren Barış Göktürk yeğenine ufak bir göz kırpmayla selam verdi.

“Müsait miydiniz Savaş Bey?”

“Dinliyorum Elif.” Savaş, kardeşi masanın önündeki koltuğa yerleşirken ona bakmadan asistanına odaklandı.

“Girişteki danışmadan aradılar, sizi görmek isteyen bir beyefendi varmış. Önceden ayarlanmış bir görüşme değil fakat fazla ısrar edilince size haber vermek istedim.”

Savaş bu ani misafirin kim olduğunu düşünürken sordu. “Kimmiş?”

“Mahmut isimli bir bey, akrabanız sayıldığını söylemiş efendim.” Savaş ve Barış arasında kısa bir bakışma geçti. İkisinin de aklına gelen kişi aynıydı, o kişi ile birlikte zihinlerine birçok senaryo dolmaya başlamıştı.

“Gelsin, bekliyorum.” Elif onaylayarak odadan çıkıp kapıyı kapattı.

“Ne oluyor abi?” Barış kapı kapanır kapanmaz abisine dönerken Yaman da az önce kalktığı koltuğa yerleşti yeniden. “Aramak yerine kalkıp buraya mı gelmiş Mahmut?”

“Anlarız şimdi, babamla ilgili bir şeydir diyeceğim ama dün konuştum. İyiydi.”

Yaman, Fransız kaldığı konuyla ilgili bir şey sormak için araya girmeye çalıştı. Fakat babası ve amcasının aniden gerilmesine anlam veremediğinden bundan vazgeçip sessizce beklemeye karar vermişti.

Odanın kapısı bir kez daha çalındığında bu kez Savaş’ın onay vermesine gerek kalmadan kapı aralandı. İçeriye giren, amcasından da biraz küçük olduğunu tahmin ettiği adamı gördüğünde kimseden hareketlenme göremeyince Yaman da oturduğu yerde kaldı.

“Sen çıkabilirsin Elif, odama kimseyi yollama bir süre.” Elif başını sallayıp odadan çıktı. Mahmut, kapının bir iki adım ilerisinde duruyorken Savaş yavaşça ayaklandı.

“Hoş geldin Mahmut, hayırlı bir şeyler duyacağımı umuyorum ama haline bakarsam…” Mahmut’un yorgunluktan ayakta duramıyormuş gibi görünen haline bakarken cümlesini yarıda kesti Savaş. “Geç otur şöyle.” Barış’ın yanındaki ikinci tekli koltuğu işaret etti.

Mahmut, sessiz kalarak oraya geçtiğinde geriye kalan üç adamın da bakışlarında yoğun merak vardı. “Babam mı yolladı seni? Haberimiz olmadı.” Barış’ın sorusuyla Mahmut, birkaç gündür boğazında duran o tıkanıklık daha da fazlalaşmış gibi hissetti.

“Ağam yolladı İstanbul’a.” dedi düz bir sesle. “Sizin yanınıza uğramamı istemedi, ama ben uğramaya karar verdim.” Söylediklerinde hiçbir yanlışlık yoktu. Mahmut, Bülent Göktürk’ün isteğiyle İstanbul’a yollanmıştı. Araştırması gereken bir adres eline tutuşturulmuş, uzunca bir hikâye dinlemişti ondan.

“…Savaş’ın da Barış’ın da ruhu duymayacak Mahmut.” diye sonlanmıştı Bülent Göktürk’ün konuşması. Fakat buna rağmen Mahmut yapması gerekenleri bitirir bitirmez kendisini şirketin kapısında bulmuştu. Bugüne dek bir sözünü bile çiğnemedi, çiğneyene de acımasının olmadığı Bülent Göktürk’e karşı ilk kez yemininden ikinci kez düşünmeden dönüyordu.

Savaş, sertleşen ifadesiyle adama baktı. “İstemediği bir işi yapıyorsun yani? Duy da inanma.” Bunu söylerken aklından geçip giden onlarca anı vardı.

Kendisinden küçük olmasına rağmen Mahmut, Bülent Göktürk’ün ilk göz ağrısı sayılırdı. Kan bağları yoktu -Savaş’ın bununla bir derdi de yoktu- fakat Savaş ve Barış babalarının istediği kalıptan uzaklaştıkça Mahmut o kalıbın ta kendisi olmuş, açılan boşluğu kapatmıştı. Bülent Göktürk’ün oğullarından umudu kesip, ona odaklanmasının sebeplerinden biri de buydu.

Mahmut, Savaş’ın damarlarında o kabullenmese de Bülent Göktürk’ün öfkesinin dolaştığını bilirdi. Onun öfkesinin hedefi olmayı da istemezdi, aklı olanın istemeyeceğini düşünüyordu. Birazdan dilinden döküleceklerden sonra ise isteyen ya da istemeyen birçok kişinin bu öfkenin önünde diz çökmek zorunda kalacağından emindi.

“Ben bugüne kadar çok günah işledim, kimi kendi rızamlaydı kimi ağamın verdiği emirlerden çıkma.” diyerek fazla ani olmamasını umduğu bir giriş yaptı. Savaş, adamın ne anlatacağını kestiremediğinden göz ucuyla Yaman’a baktı. Mahmut’un ne çeşit ayrıntılara gireceğini bilmiyordu, oğluna aşırı bilgi yüklemesi yapmasını izleyemeyecekti. “Hiçbirinden de gocunmadım, halen daha gocunmam. Gerekeni yaptım dedim geçtim.”

“Kısa kes Aydın havası olsun Mahmut, belli ki bir karın ağrın var. Anlat sağa sola sapmadan.” Barış, üzerine geçirmeye bayılmadığı ciddiyetle konuşurken Mahmut ona dönmedi. Bakışları hep Savaş’taydı.

“Birkaç gün önce, üzerinden yıllar geçip giden bir sırra ortak oldum. Babanızın kendinden bile sakındığı bir sırdan…” dedikten sonra boğazını ovuşturdu. Bunu bilmeden geçirdiği 20 yılın acısını bu birkaç günde yaşamıştı. İşlemediği bir günahın sularında boğuluyordu. “Bunun benimle mezara gitmesini istedi benden, sırrı duymadan önce ben de öyle olacağından emindim ama duyduktan sonra öyle olmadı abi.”

Savaş, Mahmut’tan çocukluluklarından sonra hiç duymamış olduğu ‘abi’ kelimesiyle afallarken sessizdi. Konunun nereye evirileceğini anlayamamak onu delirtiyordu.

“Abi…” diye tekrarladı Mahmut sanki Savaş’ın afalladığını anlamış gibi. “Deniz yaşıyor.

Dudaklarından dökülen iki kelime, Barış’ın boynunu kopartacakmış gibi kendisine dönmesine sebep olurken Yaman babasının masasından alıp elinde çevirdiği kalemi sertçe yere bırakmıştı.

Odada sanki bir kez değil onlarca kez söylenmiş gibi yankılanıyor olan o iki kelime, Savaş Göktürk’te ise Mahmut’un beklediğinin aksine o büyük patlamayı yaratmamıştı. Savaş, gözlerinin önünde belirmiş olan irice açtığı yeşil gözlerle kendisine bakan küçük bedeni izliyordu.

İsmini anmak, evin herhangi bir köşesinde rastgele bir fotoğrafını görmek yıllardır Savaş’a aynı tepkiyi verdiriyordu. En son hatırlayabildiği halini tam karşısındaymış gibi canlandırıyor, elini uzatsa kızını sevip tenini parmak uçlarında hissedebilecekmiş gibi geliyordu.

“Ne anlatıyorsun lan sen?” Yaman oturduğu deri ve oldukça ağır koltuğu geriye itecek sertlikte yerinden doğrulurken halen kimin nesi olduğunu anlayamadığı adamın üzerine doğru hareketlendi. “Sen kimsin de benim kardeşimin adını ağzına alıp saçmalıyorsun? Şakanı yaptıysan defol git-…” Sesi, siniriyle doğru orantıda yükselirken Barış abisinin araya giremeyecek kadar dalgınlaştığını gördüğünde ayağa kalkarak Yaman’ı omuzundan geriye doğru itti. “Oğlum tamam, tamam bir dur.”

“Ne dediğini duymadın mı amca? Deniz yaşıyor diyor, dalga geçiyor resmen!” Yaman ellerini saçlarından geçirerek az önce kalktığı koltuğa geri otururken gözleri dolmuştu. Kardeşine mezar olan o yangın gerçekleştiğinde 10 yaşındaydı Yaman, olup bitenleri en net hatırlayabilen oydu kardeşlerine kıyasla. Haftalarca, aylarca hatta yıllarca o yangın hiç sönmeden yanmaya devam etmişti Yaman için. Deniz isimli biriyle tanıştığında dahi kendini kontrol edemiyorken, şimdi karşısında birinin durup Deniz yaşıyor demesini hazmedemiyordu.

“Hiçbir şey söylemeden bu kurduğun cümleye inanmamızı mı bekliyorsun? Babamın oyunlarından mı bu? Neyi deniyor?” Barış sinirleri bozuk şekilde konuşurken Mahmut onu yanıtlayamadan önce odada kulak çınlatan bir gürültü koptu.

Savaş, parmaklarının kırılabileceği sertlikte bir darbeyle masasına vurmuştu elini. Az önceki dalgın halinden sıyrılır sıyrılmaz yüzünde elle tutulabilir bir öfke belirmişti.

“Kesin sesinizi.” Bağırmamıştı, ama bağırsa bu denli odayı kaplayamazdı sesi belki de. Barış, abisini dinleyerek sessizleştiğinde Yaman avuçlarını yüzüne kapatmış, dirseklerini de dizlerine yaslamış halde öne doğru eğik duruyordu. “Bana o cümleyi neye dayanarak kurduğunu açıkla Mahmut, sikik bir bahane uyduracaksan eğer bu odadan değil dirini, ölünü bile çıkartmam. Zikrettiğin o ismin yaşadıklarını yaşatırım sana hemen şimdi.”

Mahmut, Savaş’ın söylediklerinin içi boş tehditler olmadığını bilecek kadar tanıyordu onu. Bu odayı gözünü kırpmadan içinde kendisi varken alevlere teslim edeceğine emindi. Ancak anlatacakları bitmemişti.

“Bir dinle beni abi, sonra inanmazsan ne istersen onu yaparsın. Ama kızına kavuşman benim canımdan daha önemli.” Savaş yumruklarını sıkarak kendinde kalmaya çalıştı. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını haykıran mantığı Mahmut’un nefesini kesmesini söylüyor olsa da, kalbindeki kızına ait olan, 20 yıl da geçse bir gram azalmayan o parça küçücük bir umuda tutunmaya çalışıyordu.

“Ortada babanız tarafından oynanan bir oyun var evet.” derken az önce kendisini bu şekilde suçlayan Barış’a baktı kısa bir an. “Ama bu oyun 20 sene önce oynanmış abi. Çiftlikteki yangın bilerek çıkartılmış, ortada ihmal falan yok.”

Savaş, şakaklarına saplanan ağrıyı yok saymaya çalıştı. Kızını sadece birkaç saatliğine emanet ettiği o çiftlik, içinde o varken kül olmuştu. Savaş, bunun mutfaktaki ihmalden doğan bir yangın olduğunu heyet raporlarından dahi okumuştu. Bir suçlu aramış, mutfakta çalışanlara püskürtmüştü tüm öfkesini o günlerde.

“Kim… Kim çıkartmış yangını?” Savaş’ın dilinden dökülemeyen, cevabını duymayı hem çok isteyip hem de hiç istemediği o soru kardeşinden yükselmişti. Mahmut’tan gelen cevap ise korkulan gerçeğin ta kendisiydi.

“Babanız.”

 

~

 

“Her hareketimi izleyecek misiniz böyle ekip olarak?” İzgi, kucağındaki kediyi severken gözlerini üzerinden ayırmayan ikiliye döndü. “Manzaraya bakın bence, deniz ne güzel görünüyor.” Oturduğu bankın tam karşısındaki maviliği işaret ettiğinde iki adamda da bir hareketlilik olmadı.

“Keyfiniz bilir o zaman.” diyerek kucağında mayışmış olan sarı tüylü kedinin başında parmaklarını gezdirmeye devam etti.

“Bunun bir tür gerçeklerle baş etme yöntemi olduğunun farkındayım İzgi’m, ama görmezden gelmek içinde biriktirmek demek oluyor bir yandan da. Şimdi veremediğin tepkilerin seni başka bir anda mahvetmesi mantıklı mı sence?”

Koray sakince konuşurken aslında içten içe oldukça tedirgindi. Sabah Acar’dan bir arama almayı beklemiyordu, ancak o aramanın içeriğinde bambaşka şaşıracağı şeyler bulunduğundan Acar’ın kendisini aramasına şaşırmayı unutmuştu.

İzgi’nin dün gece öğrendiklerinden sonra hiçbir şey söylemeden atölyeye dönmek istemiş olduğunu, onu ikna edemedikleri için bunu kabul edip atölyeye döndüklerini öğrenmişti. Acar her ne kadar eve dönmeyip onunla kaldıysa da İzgi erkenden uyuyup tek bir kelime bile etmemişti.

Acar’a göre asıl patlama gece uyanırsa ya da en kötü sabah yaşanacaktı, fakat tahminlerinden çok uzakta bir durumun içinde kalmıştı. İzgi uyandığında birkaç ay öncesindeymiş gibi sakin, normal davranıyordu. Acar, istemeyerek de olsa İzgi’nin duygu durumunu en rahat analiz edebilecek kişi olduğunu umarak Koray’ı aramıştı. Koray geldiğinde de bir şeyler değişmeyince Acar’ın fikriyle sahile gelmişlerdi.

Havanın güzelliği nedeniyle fazlasıyla kalabalık olan sahilde İzgi ilk bulduğu banka yerleşip denizi izlemeye başlamıştı. Kucağına tırmanan kediyi son on dakikadır seviyor, yaklaşık yarım saattir ise sıkılmadan denizi izliyordu.

Koray ve Acar iki yanına oturmuşken kendisi tam karşıya bakıyordu ancak iki adamın bakışları kendi üzerinde gezinmekteydi.

“Görmezden gelmiyorum.” dedi sakince. “Hissettiğim neyse onu yansıtıyorum işte. Ne yapmalıydım ki?”

Koray, derin bir nefes alırken Acar dayanamayarak araya girdi. “Dün babam o cümleleri kurup kendi tahminlerini anlattığından beri çok sakinsin Feris. Ağlaman, üzülmen bizi mutlu ettiğinden istemiyoruz bunu ama kendini sıkıyormuşsun gibi geliyor. Anlıyor musun?”

“Kendimi sıkmıyorum. Kendin söyledin az önce. Bunlar babanın tahminleri, belki de bahsettiği gibi bir şey yok ortada.”

Acar ve Koray göz göze geldiğinde ikisi de bu dinginliğin sebebini o an anlamışlardı.

İzgi, bahsedilen kişi olamamaktan çekiniyordu. Buna tutunup, o tutunduğu dal kırıldığında bir daha düşmekten korkuyordu.

“Belki de.” dedi Acar. “Ama kısa bir sürede bunun aslını anlayabiliriz, Göktürk ailesiyle görüşüp DNA testi yapılması zor olmaz. Eğer bunu istersen bizzat ben ikna ederim onları, ne pahasına olursa olsun.”

İzgi sessiz kaldı. Bir süre üçü de konuşmazken bulunduğu yerden sıkılmış olan kedi İzgi’nin kucağını ani bir hareketle terk edip hızla gözden kayboldu. İzgi onun gidişini izledikten sonra kısıkça “Gitti.” diye mırıldandı.

Kedinin gidişi, İzgi’yi tetikleyen küçücük son su damlası olurken bütün derdi buymuş gibi kedinin gidişine gözyaşı dökmeye başladı. “Sevmedi beni, neden gitti?” Gözyaşları yanaklarına inerken kendi kendine konuşuyordu. Koray ve Acar duymalarına rağmen bir şey söylememişlerdi.

Az önce onu dinlemeyip gözlerini İzgi’nin üzerinden çekmemiş olan iki adam, ağlamaya başladığı anda denize döndüler. Gözyaşlarını görmek ikisini de fazlasıyla geriyordu.

Dakikalar geçip giderken İzgi’nin ağlayışı ne hızlandı ne de kesildi. Sessizce ağlarken denizi izlemeye devam etti. Denize baktıkça dün Tuğrul’dan duyduklarını anımsıyor, içinden binlerce soru geçiriyordu.

“Telefonun çalıyor zümrüt göz.” Acar kulağına çarpan melodiyle İzgi’ye seslendi. İzgi, daldığı için duymadığı telefonunu kenarda duran çantasından çıkarttığında ekrandaki ismi görmek duraksamasına sebep oldu.

Annesi arıyordu.

Onunla konuşmadığı 6.hafta geride kalmışken bu aramanın sebebini o an tahmin edebilmesi mümkün değildi. Telefonu titreyen eliyle açıp kulağına yasladı.

Telefonu açtığında karşıdan gelen sesi duymayalı uzun zaman olsa da değişen bir şey yoktu.

“İzgi?” Annesinin dümdüz bir tonla söylediği ismine karşılık kendisi kısık bir sesle cevap vermişti. “Efendim.”

“Neredesin?” İzgi bir an için gülecek gibi oldu. Ona neydi? Haftalardır neredeyse yine oradaydı İzgi, merak mı etmeye karar vermişti aniden?

“Bir şey mi oldu?” diye sordu İzgi. Annesinden duyacağı ilk sorunun ‘nasılsın’ olmasını beklemişti her şeye rağmen.

“Eve gel, seni bekliyorum. Önemli.”

“Ne oluyor anne?” dedi. Anne demeyi bir anda bırakacak değildi, Reyhan Levendoğlu annelik sıfatını hak etmiyor da olsa İzgi yıllardır ona böyle seslenirken bir ayda bundan vazgeçemezdi.

“Gelince konuşuruz. Ne kadar hızlı gelebilirsen o kadar hızlı gel.” Ardından telefon kapandı. İzgi telefonu bir süre kulağından çekemedi.

“İzgi? İyi misin canımın içi?” Koray, telefonun kapandığını anlayarak İzgi’ye seslendiğinde İzgi telefonu yavaşça indirdi.

“İyiyim. Eve çağırdı, neden bilmiyorum.”

Acar ve Koray aynı anda çatılan kaşlarıyla buna anlam veremezken İzgi ayağa kalktı. “Gidelim, ama siz de gelin olur mu?”

Annesiyle yalnız kalmak istememesi doğal olsa da nedensizce bundan kendisi rahatsız olmuştu. Ama umursamadı. Koray ve Acar’ı da ne olursa olsun peşinde sürüklemeye kararlıydı.

Sahile tek arabayla geldiklerinden Acar sürücü koltuğuna Koray da İzgi kendisini arka koltuğa attığından ön yolcu koltuğuna oturunca Acar, Koray’ın yol tarifiyle arabayı sürmeye başladı.

Sessiz geçen yolculuğun ardından kısa bir süre sonra araba müstakil evlerin bulunduğu bir sitenin önünde durdu. Acar arabayı sitenin girişine park ettiğinde arabadan indiler. İzgi küçük adımlarla girişe yönelirken iki adam da peşindeydi.

Sitedeki evlerin birbirlerinden uzak aralıklarla dizili oluşundan dolayı, eve varmak için kısa bir yürüyüş yapmak zorunda kalmışlardı. Sonunda İzgi bir evin bahçesine girmek için adım attığında bahçeden yükselen sesler evin dışında birden fazla kişinin bulunduğunu işaret ediyordu.

İzgi, seslerin kime ait olduğunu anlayamadığından çatılan kaşlarıyla bahçenin solundaki kısma ilerledi. Burada oturma alanı vardı. Koltuklara dağılmış kişilerin bir kısmı annesinin ailesiyken, diğer tarafta oturan takım elbiseli adamların kim olduğu hakkında bir fikri yoktu.

Annesini araya gözleri merakına yenik düşerek önce takım elbiseli adamların üzerine çevrilince duraksadı. Aynı duraksama bahçeye gelen üçlüyü gören kalabalıkta da yaşanmıştı.

Sessizlik hiç bitmeyecekmiş gibi sürerken bunu dağıtan takım elbiseli adamlardan birinden yükselen seslenişti.

“Deniz…” demişti adam fısıltıyla. Sessizlik sürmüyor olsa kimseye ulaşamayacak olan o fısıltı, herkesin kulağına yetişebilmişti.

İzgi, bu seslenişin neyin habercisi olduğunu anladığında korkarak geriye adımladı. Bir adım arkasında duran Acar bunu fark ettiğinde göğsüyle ona bir dayanak olup sırtını bedenine yaslamasını sağladı. “Şş, sakinleş güzelim.” Kulağına doğru konuşup onu sakinleştirmeyi umduysa da kollarının arasına devrilen bedeni refleksle yakalamak zorunda kalmıştı. İzgi, gözleri kapanmış halde ağırlığını tamamen bırakmışken Acar soğukkanlı kalmaya çalışarak onun bedeni kucakladı.

Birazdan kıyamet kopacaktı.

Kimin sağ kimin yaralı çıkacağını ise henüz kimse bilmiyordu.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm