Düşten Farksız 51.Bölüm
51.BÖLÜM
“Ben burada mı bekleyeyim?”
Arabanın içini kastederek konuştuğumda
alacağım cevaba göre yapacağım şey şekil değiştirmeyecekti aslında. Öylesine
bir soruydu. Arabada beklemeyecektim, Pars üstüme arabayı kilitlemediği sürece
dışarı çıkmayı planlıyordum.
Vereceği cevabın bir şey
değiştirmeyeceğini benim kadar o da biliyordu; cevap vermeden bana bakmakla
yetindi. Kısa bir bakışmanın ardından kapısına uzanıp arabadan indiğinde ben
henüz kemerimi bile çözmemiş halde yerime gömülü oturmaktaydım.
Pars indikten sonra arabanın ön tarafından
dolanıp benim kapıma doğru geldi. Kapımı açtıktan sonra beni görebilmek için
boy engelini ortadan kaldırmak üzere eğildi. “Arabada kalmak istemediğini
biliyorum, eğer öyle olsaydı benimle buraya kadar da gelmez evde beklerdin.
Hadi, Ahu.”
Dudaklarımı büküp kemerime uzandım.
Kendimi kemerden kurtardığımda arabadan inerken büyük bir desteğe ihtiyacım
varmış gibi Pars’ın eline yapışmıştım. Ağırlığımı ona bırakmamı kılı
kıpırdamadan karşılayarak beni dışarı çektiğinde kapıyı da arkamdan kapattı.
Arabanın kilitlendiğine dair çıkan küçük
ses dışında aramızda büyüyen hiçbir gürültü yoktu. Elini bırakmak yerine
parmaklarımı parmaklarına doğru sararak avuçlarımızı birleştirmiştim.
“Özgür olsa onu çağırırdı belki,” dedim
geçtiğimiz kapının ardında bizi dışarıya kıyasla yapay bir serinlik
karşıladığında. Ekim ayının son gününde soğuk ayarda klima açılması kimin
fikriydi? “Seni çağırınca ben de gelebilirdim sonuçta, biliyor.”
“Özgür dönmüş olsa da beni çağırırdı, beni
çağırma sebebi sensin zaten Ahu. Saçmalamadan yürü güzelim.”
Pars’ın yanındaki üçüncü sabahıma
uyandığımda; onunla sürekli yan yana olmaktan keyif alıyor olan tarafım huzurla
gözlerini kapatmış olsa da, gözlerinden yaşlar sızdıran ve susmayacakmışçasına
sızlanan diğer tarafımın derdi ise katlanarak artıyordu.
Uyumadan önce kendimi huzurlu olduğuma
ikna edip Pars’ın kolları arasında kayboluyor, bilincim uykuya çekildiğinde ise
kâbusların esaretinde huzursuz anlarda boğuluyordum.
Gündüz kıkırdamalarımı, geceleri ise
kolları arasında içli içli mırıldanmalarımı dinlemek zorunda bıraktığım
sevgilimin de dengesini en az kendim kadar bozmuştum.
Babama küskün olmak ve o yanıma gelene
kadar ona gitmemek planladığım ilk saatlerde çok kolay halledebileceğim şeyler
gibiydi. Bunu devam ettirmenin imkânsızlığıyla yüzleştiğimde ise inadım ve
özlemim arasında sıkışmıştım.
Babama ‘sevgin inadını yendiğinde
döneceğim’ diyerek konuştuğum ilk geceden sonra kendi silahımla vurulmuştum.
Benim inadımı kıran özlem olmuştu. Sanırım özlem, sevgiden daha sert bir baskı
yaratabiliyordu. Aksi halde babam Pars’ı sabahın köründe salona çağırdı diye tereddütsüzce
peşine takılmamı açıklayamazdım.
Kendisinin yeni bir grubu çalıştıracağını
söylemiş, bir süredir ders alıyor olan grupla ise Pars’ın ilgilenmesini
istemişti arayıp. Bana gayet normal gelen durum, Pars’ı güldürmüştü. Babamın
sırf beni görmek için bunu uydurduğunu, onun peşine takılacağımı bildiğini
söylemişti.
Daha önce birkaç kez geldiğim ancak neyin
nerede olduğunu hafızamda tutma gereği duymadığım alanda Pars’ın
yönlendirmesiyle adımlarken bakışlarımı etrafta gezdirmekteydim. Sabahın erken saatlerinde
olduğumuzdan doğal olarak salonun çoğu kısmı bomboştu. Bu boşluk, Pars’ın ‘seni
görmek için uyduruyor’ demesini haklı çıkaracak kadar fazlaydı. Aynı anda iki
ders denk gelecek bir saat diliminde gibi değildik.
“Bütün salonu dolanmayalım boşuna,” dediği
sırada telefonunu çıkartmış ve ekranda bir iki yere dokunduktan sonra telefonu
kulağına yaslamıştı. Babamı köşe bucak aramak yerine nerede olduğunu sorma
fikri daha mantıklıydı, evet.
“Neredesin abi? Geldim ben.”
Tekil konuşmasına sessizce kıkırdadım.
Benim burada olduğumu gözleriyle görmesi için yapıyordu.
Pars başka bir şey söylemeden telefonu
kapattı. Ardından birbirine sarılı ellerimiz sayesinde beni de adımladığı yönde
ilerletmeye başladı.
“Kahve içiyormuş.”
Gözlerimi kırpıştırıp biraz yan dönerek
Pars’a doğru baktım. “Ders falan yok yani..?” dedim şüphem tamamen kaybolmadığı
için.
“Sen sevgiline güvenmiyor musun?” dedi
bana yalancı bir alayla bakarken. “Yok dediysem, yok. Kafanız aynı çalışıyor
baba-kız. O seni görmeye çalışıyor, sen onu… İnadınızdan kıvranıyorsunuz
sadece.”
Söylenerek beni yürüttü. Yanında olmamdan
memnun olsa da dalgınlaştığım ve sonu ağlamayla biten hüzünlenme anlarımın
şahidi de oydu, beni bir poşete koyup babamın kapısına bırakacak diye biraz
korkmuştum arada.
Spor salonunun içindeki koridorları aşıp
küçük bir kafenin kapladığı kısma geldiğimizde burada da tek tük insan vardı.
Kafedeki masalardan birinde, en kenardaki küçük masada oturuyor olan tanıdık
bedeni gördüğümde ise özlemini duyduğum bir şeyin kokusu burnuma çalınmış gibi
iç çekmiştim.
“Koş,” dedi Pars bize sırtı dönük olan
babamı başıyla işaret ederek. Birleşik olan ellerimizi kaldırıp gitmem gereken
yeri de gösterdikten sonra saçlarımın üstüne minik bir öpücük bıraktı. “Git ve
sarıl, daha fazla zorlama ikinizi de Ahu. Üç gündür dip dibeyiz ve ben hâlâ bir
ayın özlemini gideremedim, babanın bu kadar bile zamanı olmadı. Ne halde
olduğunu düşünmek istemiyorum.”
“Ama ben de küsüm,” dedim acılı acılı.
Çocuk gibi mızmızlanmama o da bir çocuğu ikna eder gibi yanıt verdi. “İlk o
küsmüş, geçseydin o zaman onu. İlk küsen ilk barışma adımını atar, yürü
güzelim.”
Söyledikleri ne ölçüde mantıklıydı
bilmiyordum ama duyduğum en doğru şeylermiş gibi elini bırakıp usul usul öne
doğru adımladım. Pars’ın rahat bir nefes aldığını duymuş ancak dönüp ona
bakmamıştım.
Arkasından dibine kadar yaklaştığım ancak
görüş açısına girmediğim Timur Akdoğan, oturduğu sandalyeyi tamamen kaplamışken
ayakta olmanın avantajıyla onu başının tepesinden görebiliyordum.
İçimdeki saçma sese uyarak yüzümü kafasına
doğru yaklaştırdım. Hangi anda kıpırdayacağını ölçmek için beklediğim sırada
burnum saçlarına değene kadar yerinden oynamadı.
Sinirle kendimi öne atıp beni görebileceği
bir noktada durdum. “Tepki versene!” dedim yüzüne bakıp. “Biri dibine kadar
giriyor, yapışıyor sana. Arkana bile bakmıyorsun.”
Ya başka biri saçlarını koklasaydı, ben
değil de başkası yaklaşsaydı ne olacaktı?
“Pars yapıyor diye düşündüm,” dediğinde
normal şartlarda gülmeliydim ama gözlerimin içine öyle güzel ve yoğun bakıyordu
ki göğsüm sıkışarak susmuştum.
“Sapığın mıyım abi ben?” diye soran Pars,
babamı koklama testim sırasında bize yetişmiş olacak ki masanın karşısındaki
sandalyeyi çekip oturmuştu.
Babamın sapığı değildi ancak benim
sapığımdı. Dört duvar arasında, özellikle ilk gecesi sınırları yakıp kaybeden
bir zaman diliminin ortasında Pars’ın sapıklık ölçütleriyle fazlasıyla içli
dışlı olmuştum. Ondan daha sapıksın, kimi
kandırıyorsun diyerek beni aşağılayan sesi güçlükle susturmuştum. Pars
destekçiliğini bazen abartıyordu.
Bunları dile getirmek için doğru yer,
zaman ve kişi listesinde hiçbir kutucuğu işaretleyemediğimden bilgiyi kendime
saklamaya karar vermiştim.
“Ayakta kaldın,” diyerek yanındaki
sandalyeyi geri çekerek bana oturmam için yer gösteren babama doğru baktım.
Hiçbir şey olmamış gibi yapmamızı mı istiyordu?
Pekâlâ… İlk adımı onun atması ile benim
atmam arasında tercih yapmaktansa olanlara çizgi çekmek ve aynı anda
küslüğümüzü yok saymak kulağa mantıklı geliyordu.
“Oturayım,” dedim sessizce mırıldanıp.
Çektiği sandalyeye yerleştiğimde ben daha sırtımı geriye yaslayamadan
sandalyemi kendi sandalyesine yapışacak şekilde sağa kaydırmış ve zeminde sert
bir ses çıkartmıştı. Dudaklarımdan fırlayan şaşkın ses eşliğinde bedenim ona
doğru devrildiğinde biri bana çarpmış da ona yanaşmışım gibi dudakları
kıpırdadı. “Madem düştün,” diyerek beni göğsüne yapıştırdığında burnum mentollü
kokusunun kaynağında kaldığı için ferah bir nefes çekmiştim.
“Düşmedim,” dedim hemen. “Sen çek-…”
diyerek devam edeceğim sırada ensemden beni iyice göğsüne yapıştırıp sesimi
kesti. “Kalk kahve al lan sen de, sırıta sırıta bakıyorsun oradan.”
Beni boğarak, sevgilimi ise kovarak oyun
dışı bırakan babamın geçirdiğimiz üç günün acısını almak ister gibi bir hali
vardı.
“Komik diye ben,” şeklinde açıklama yapmaya
girişen Pars’ı babam pek takmadı. “Aç da götüne gül aslanım, yürü git kahve
getir buraya. Kızımla kahve içeceğim.”
“Kendime almayayım mı?” diye soran Pars’ın
sefilliğine içli içli güldüm. Kıkırdamalarım babamın göğsünde yankılanmıştı.
“Alma,” dedi babam ters ters.
Yanağımı zar zor biraz babamdan ayırdım.
“Benim kahvemi birlikte içebiliriz, üzülme aşkım.”
“Neyin neyin?”
Babamın heceleyerek sorduğu sorusuna
gözlerimi kısarak baktım. Bir avucumu göğsüne yapıştırdığımda kafamı da ondan
ayırmıştım. “Aşkım,” dedim cesaretle.
“Nah aşkın,” dedi birden huysuzlanarak.
“Aşkımmış!”
“Nah ne demek biliyorum,” dedim kaşlarımı
çatarak. “Abim öğretti.”
“Hangisi diye sormayacağım,” diyerek
başını iki yana salladığında babama baktım. Bu sırada Pars yanımızdan
uzaklaşmıştı.
“Tahminin doğru değil ki ama,” dedim
bilmiş bilmiş.
“Özgür öğretmedi mi?” diye sorduğunda
güldüm. “Yo,” dedim uzatarak. “Özgün öğretti.”
Hayretle baktı. “İlginç,” dediğinde
göğsüne yattığımda önüme doğru dağılan saçlarımı kulaklarımın arkasına doğru
sıkıştırdım. Sandalyem halen onun dibindeydi ama artık doğrulmuş şekilde
oturuyordum.
“Birine hayır demek istediğimde ‘nah’
diyebilirmişim, olumsuz bir şeymiş.” Abim özellikle tanımadığım birileri benden
bir şey isterse böyle davranmam konusunda uzun uzun açıklamalar yapmıştı bana.
Babam söylediklerime yanaklarını şişirir
gibi olduğunda yüzüm düştü. Abim beni mi kandırmıştı?
“Öyle demek değil mi?” dediğimde
yanaklarındaki hava birden taştı. Gülüyordu.
“Baba!” dedim sitemle. “Babasının bebeği?”
diye yanıtladığında ise aklımda artık ne abim ne sözcükler ne de başka bir şey
kalmıştı.
Omuzlarımın üstünden tonluk bir yük
kalkmış gibi kaslarım gevşedi. “Çok küsmüştüm ben sana,” dedim kaç gündür niye
birbirimizden ayrı olduğumuz sanki onun tarafından bilinmiyormuş gibi.
“Benim özlemimden daha çok
küsememişsindir,” dedi elalarını yüzüme dikerek. “Kendini ne kadar özlettiğini
biliyor musun sen?”
Biliyordum. Ben de özlemiştim çünkü.
Babamın anlamadığı kısım da buydu.
Ben bir ay boyunca kimseyi özlememişim ve
mutlulukla onlardan uzakta kalmışım gibi davranıyordu. Oysa dertli dertli
oturmaktan, birkaç okul başvurusu işinden ve bolca düşünmekten başka yaptığım
tek şey ‘onları özlemek’ olmuştu.
“Bilmiyorum,” dedim düşüncelerimin tersini
dile getirerek. “Biraz anlatabilir misin?”
“Pataklaya pataklaya anlatacağım, Ahu. Eve
bir gidelim de…”
Şirin bir gülümsemeyle başımı omuzuma
doğru yatırdım. “Mayıs’lar yarın dönüyor. Pars da bizim evde kalsın mı? Tek
başına evde ağlar ki.”
Babam bana baktı biraz. Düşünüyor gibi
bekledi. Sonra dudakları aralandı.
“Özgün’ü yollarız, birlikte kalırlar.”
“Çok tehlikeli,” dedim başımı sallayarak.
“Kendilerini koruyamazlar, yazık.”
“Aynen,” dedi beni geçiştirip burnuma
parmağıyla vururken. “Emekli bir mafya ve iki metre bir dövüşçü… Sen de git
yanlarına, sen korursun o zaman babam.”
Benimle dalga geçmesine alınmış gibi
baktım. “Yumruk atabiliyorum ki ben.”
“At bakalım,” dedi hiç duraksamadan.
“Sana mı?” dediğimde omuzunun üstünden
arkaya doğru baktı. Elindeki küçük tepsiyle masaya doğru yaklaşan Pars’ı gördüğünde
eliyle işaret etti. “Buna at.”
Heyecanla yerimden kalktım. Pars ne
olduğunu anlayamamış halde tepsiyi masaya bırakmıştı, ayaklanışımı izliyordu.
“Ne atacak?”
“Yumruk,” dedim hevesle. “Senin öğrettiğin
gibi.”
“O mu öğretti?” diyerek araya giren babamın
tüm tadı kaçmış gibiydi. Sevgilimi yumruklama fikrimi sevmişti ancak öğreticim
olmasından hoşlanmışa benzemiyordu.
“Yok,” dedim alayla. “Mayıs öğretti baba.”
“Keşke,” diye iç çektiğinde güldüm.
“Neyse,” dedi elini sallayarak. “At yumruğunu, bekliyorum.”
Pars’ın bana ‘bacağını şöyle tut, elini
buradan bük’ şeklinde bin ayrı hatırlatma yaptığını ve sinirlerimi hoplattığını
unutmamıştım. Bu anların biraz sonrasında ise biraz daha farklı bir sahne
yaşanmıştı… Aklımın oraya uçmasına engel olarak yumruğumu sıktığım gibi Pars’ın
koluna geçirdim.
Benim bu kadar hızlı davranmamı, hedef
alacağım yerin sert kolu olmasını ve sanırım deli gibi tüm gücümü kullanmamı
ikisi de beklemiyorlardı. Aksi halde ikisinden biri mutlaka bu anı engeller ve
benim aptallığımı yarıda keserdi.
~
“Biraz daha su vereyim mi?”
Olumsuz bir mırıltı çıkarttım. Özgün abim
elimdeki sol elimdeki boş bardağı alarak sehpaya bıraktıktan sonra yanıma
oturdu. “Acıyor mu şu an?” dedi bana bakıp.
Başımı iki yana salladım. Dile getirecek
kadar yoğun bir acım yoktu.
Abim benim baş sallamamdan hemen sonra
duvarlara çarpıp çarpıp kulağıma dönecek şekilde delice gülmeye başladığında
onu bu kadar derin gülerken daha önce hiç izlemediğimden şaşkınca
kalakalmıştım.
“Sen-…” dedi kesik kesik. “Sevgiline şiddet
uyguladın ve kendi kendini mi sakatladın gerçekten?”
Omuzlarımı düşürdüm küskünce. Sağ elimdeki
sargılara bakarken dudağım bükülmüştü.
Başparmağımdaki çatlak sargılanmış ve
diğer parmaklarımdaki ezilmeler bolca kremlenmiş halde elim kucağımdaydı.
“Öyle değil,” diyerek kendimi açıklamak
istedim. Abim de durumun bu olmadığını biliyordu ama bu açıdan baktığında
eğlenebildiği için boş vermiş haldeydi.
“Ne anırıyorsun Özgün?” diyerek salona
giren Pars’a baktım. Beni kurtarsın diye yardım dilenen bakışlar attığımda
yanıma doğru geldi. Oturduğum yerde abim ve ben bolca yer kaplayınca ona alan
kalmamıştı. Yine de uzağıma oturmak yerine beni kollarımın altından kaldırıp
bulunduğum yere kendi yerleştikten sonra başımı kendi kucağına, bacaklarımı
abime doğru uzattı.
Yerimde yayılırken ayağımla yanlışlıkla
olmuş gibi abimi tekmelemiştim. Pişman değildim. Ama Pars’a attığım yumruğumsu
şeyden pişmandım mesela. Kolundaki sert kas boğumları beni kucakladığında ya da
bazı başka anlarda işime yarıyorken bu kez başıma bela olmuştu. Biraz daha sert
vursam parmaklarım kırılacaktı herhalde.
“Abicim dur,” dedi abim ayağımı bileğimden
yakalayıp. “Benim karnıma vururken de ayak parmaklarını kırma şimdi.” Hâlâ
dalga geçiyordu.
Ağlayacakmış gibi yalandan yüzümü
buruşturduğumda Pars uzanıp abimin omuzuna vurdu. “Ahu yerine ben vurayım
istersen, kimin neresi kırılırsa artık.”
“Yavaş lan,” diye terslendi abim. “Elle mi
vuruyorsun demir sopayla mı belli değil. Özgür de aynı sen de, Timur abi sizi
eğitirken elinizin içine de taş mı doldurdu?”
İntikamımı aldığı için şımarık bakışlarla
Pars’a kaldırdım başımı. Dizlerinde yattığım için bayağı alttan bakıyordum.
Yanağımı parmaklarının tersiyle okşadı.
“Acıyor mu elin güzelim? Ağrı kesici iyi geldi mi?”
Pars’a, daha doğrusu koluna yumruğumu geçirdikten
sonra parmaklarımdaki ağrıyla kalakaldığımda babam ve o bir süre şokta kalsalar
da sonunda durağımız hastane olmuştu. Fazla uzun sürmeyen ve benim ağlamalarım,
babamın ben ağlıyorum diye kendisine kızışları ve Pars’ın kendi kolunu kırmak
ister gibi durmasını kapsayan zamanın ardından eve dönmüştük.
Dönüş yolunda eczaneden aldığımız
ilaçlarımı gelir gelmez içtiğim için ağrım yoktu. Şu an iyiydim.
“Acımıyor,” dedim mırıltıyla. “Acımasın
zaten, ölürüm parmaklarına senin. Nasıl narin bir şeysin Ahu? Elin koluma değdi
diye ezilip büzüldü yavrum.”
“Eli koluna değmedi,” diyerek salona giren
babam dikkatimi çekmişti. İçeride telefonla konuşuyordu, uzun süren konuşması
bitmişti. “Yumruk attı benim kızım sana Pars. Düzgün ifade et.”
Kıkırdadım. “Evet,” dedim tebrik bekler
gibi. “O kadar sert yumruk attım ki elim parçalandı hem de.”
“Dosta korku, düşmana güven veriyorsun
abim. Maşallah sana.”
“Hı?” dedim hızlı hızlı söylediği için ne
dediğini tam anlayamadığım abime. Abim bana bakmak yerine babama döndü. Babam
karşımızdaki koltuğa oturmuştu. Pars’ı ya da abimi kaldırıp beni almamasına
daha sonra şaşıracaktım.
“Sen bir de karşı tarafı gör abisi,” dedi
babam. “Pars aç kolunu, morarmış değil mi?”
Benimle dalga geçen ekibe babamın da
eklenmiş olmasına göz devirdim. Hastanede doktoru dinledikten sonra bir şeyim
olmadığına ikna olmuş ve sakinleşmişti. Artık dalga geçme modundaydı.
“Çok komiksiniz,” dedim ters ters. “Benim
burada canım acısın, siz gülün.”
“Acıyor mu?” diye aynı anda üçü de konuşup
bakışlarını üstüme çevirince içimden sırıtsam da yüzüme acıklı bir ifade
kondurmuştum. “Biraz,” dedim dertli bir sesle.
“Buz getireyim ben,” diyerek abim
ayaklandı.
“Kreminden sürelim, odana mı koyduk onu?”
diyerek babam da kalktı ve ikisi de salondan çıktılar.
“Bana en önemli iş kaldı,” diyen Pars’ı
duyduğumda hâlâ kucağındaydım. “Neymiş?”
“Uzat elini,” dediğinde elimi ona doğru
uzattım. Dudaklarını usulca parmak eklemlerime bastırdı. “Krem ve buz gelene
kadar öpücüklerimle biraz tedavi uygulayayım.”
Krem ve buzun gelme süresi biraz
uzayabilir miydi? Öpücüklü tedaviyi soğuk kütleden ve iğrenç kokan yağlı
kremden daha çok sevmiştim.
~
Düzgün şekilde dilimlenen muzları çatalıma
batırıp ağzıma atmakla uğraşıyorken tabağımı benim yerime tutan halama baktım.
“Sen de yiyebilirsin, hala.”
“Seni yesem ben,” dedi bana dişleri
kamaşır gibi bakarak. “Bilsek her gelişimizde muz getirirdik canım sana, tipe
bak.”
Hasta ziyaretine gelirken meyve
getirilmesi ve bu meyvenin muz olmasının sık rastlanırlığı beni şaşırtmış olsa
da eve gelirken bana muz getiren dedem ve halama teşekkür borçluydum.
Yemek için iştahım pek yoktu. Bu sabah
Özgür ve Mayıs İstanbul’a dönmüşlerdi. Mayıs’ın yol üzerinde bir benzinlikten
bulduğu ve benim için bolca aldığı kahveli -daha önce tatmadığım bir markaya
ait- şekerlerle midemi o kadar doldurmuştum ki karnım ağrımıştı.
Akşam yemeğini atlamam babam ve abim
tarafından pek tatlı karşılanmamıştı ama kendimi Özgür’ün yanına atıp ‘seni çok
özledim’ diye sızlandığımda beni korumaya ikna olmuştu. Elimdeki yaralanmanın
sebebini öğrendiğinden beri özenle alay ediyor olsa da o da beni özlemişti,
birbirimize yapışık gezmiştik bugün.
Elim acıyor diye bizde kalmasına dün ikna
ettiğim Pars, bugün Mayıs’ı da alıp öğlene doğru gidince geriye küçük
kalabalığımız olarak kalmıştık. Akşam yemeğine kadar da bu değişmemişti.
Yemekten sonra zil çalınca, ben Eraslan kardeşlerin geri geldiğini düşünsem de
gelenler dedem ve halamdı. Babam telefonda halama başka bir şey sorarken benim
elimi de söyleyince beni ziyarete gelmişlerdi.
“Bunlar senin istediklerini almıyor mu
boncuğum? Dedeni ara sen canın bir şey çekince, ben alırım.”
Muzları ömrümde muz yememiş gibi yediğim
için dedem, babamı ve abilerimi aşağıladığında ağzım dolu halde hepsini süzdüm.
“Dolap meyve dolu baba, kızımı aç bırakmıyorum.
Korkma.”
“Meyve dolu ama muz yok demek ki, bak
çocuğun iştahı açıldı.”
Dedem ve babam arasında tenis maçı izler
gibi kafamı çevirip dururken halam elini kaldırdı. “Ya bi’ sessizlik beyler,
hasta var bakın.”
“Kafadan hasta o daha çok, Cemre abla.”
Özgür’e ağzımdaki muz ezmesini
tükürebilirdim ama yapmadım. Tek engelim dedem ve halamdı. Babam ve abim bu
tarz durumlara alışkınlardı.
Lokmamı yuttuktan sonra çatalımı yeni bir
muz dilimine batırmadım. Halama baktım. “Doydum ben, tabağı tutmana gerek yok.
Teşekkür ederim.”
“Bitirseydin Despina, azıcık kalmış. Annem
olsa arkandan kovalar diye-…” Halam refleksle konuşmaya başlamış ancak bir
noktada karşısındaki kişinin kim olduğunu yeniden hatırlayarak aniden susmuştu.
Canan Akdoğan’ın bana böyle bir şey
söyleyeceğini zannetmiyordum. Boğazımda kalmasını isteyebilir ya da belki
dedemin boşa para harcadığını falan düşünüp dertlenebilirdi.
Artık
durum böyle değil, gerçeklerden kaçıyorsun
diyen hatırlatıcımı susturdum.
Canan’ın vicdanıyla olan savaşı, Nikolos’un
nasıl biri olduğunu kulağına fısıldadığım andan sonraki yıkılışı ya da değişen
tavrı umurumda değildi pek. En azından umurumda değilmiş rolü yapmakta şimdiye
kadar başarılı olabilmiştim.
Benimle konuşmak istediğini, buna onay
vereceğim ilk anda yanıma geleceğini biliyordum. Halamdan da amcamdan da hatta
dedemden de duymuştum bunu. Hepsine ayrı ayrı bana iletmeleri için mesaj
vermişti sanırım. Bir süredir bunun bilincindeydim.
Arasının ne eşiyle ne de çocuklarıyla
eskisi gibi olmadığını da biliyordum. Bu içimi soğutmalıydı belki ama ne mutlu
ne üzgündüm. Sadece geç kalmışlık hissediyordum her zerremde.
“Hala,” dedim söylediğini yarıda kesse de
çekinerek bana bakıyor olan kadına doğru. “Özgür onu korkuttuğumda bana
yanlışlıkla küfredince böyle bakıyor, onun pişman oluşu komik ama sen yapma.
Bir şey olmaz.”
Abim ve dedem arasında oturan Özgür’e aynı
anda iki tokat yapıştırıldı. Ensesinde patlayan darbelerle yerinde sarsılmıştı.
“Beni niye yakıyorsun çığırtkan? Şiddetle
karşı karşıya kaldım senin yüzünden.”
Özgür’e umurumda olmadığını belli eden boş
bir bakış attığımda bana sonra hesaplaşacağız der gibi çaktırmadan parmak
sallamıştı. Uyuyana kadar tek kalmamayı aklıma not ettim. Uyurken zaten babamla
olacaktım, odaya girmeye cesareti olmazdı.
Halam birkaç parça muz kalan tabağı uzanıp
sehpaya bıraktı. Ardından koltukta bana biraz daha yaklaştığında solumda olduğu
için elimin acımasından korkmadan ben de ona yanaştım. “Tatlığını hep benden
almışsın, halasının küçük kopyası ya.”
Sırıttım. Halam beni kendisine benzetince
kimse ona karşı çıkamıyordu. Elindeki ‘kız halaya çeker’ kozuyla herkesi geri
püskürtüyordu.
Dedem, Özgün abime benim pek ilgimi
çekmeyen bir şey sorduğunda salondaki sohbet dağılıp karışmıştı. Ben de halamın
telefonundan açtığı ve bana gösterdiği kışlık kıyafetler arasında göz
gezdiriyordum.
“Rengi güzel değilmiş,” dedim göz yoran
bir yeşille renklenen cekete bakarken. “Bordosu daha hoş gibi. Senin teninde
daha iyi durur.”
“Kız yeğen bir nimetmiş ya,” diyerek
dediğim ceketi sepetine ekleyen halamın şükür sebebine güldüm. Alışverişine
eşlik edildiği sürece herkesi sevebilir gibiydi aslında ama bozmadım.
Yeğeniydim, evet.
Ceketlerle yeterince uğraştığımız için
başka bir kıyafet grubuna geçeceği sırada ekranda beliren aramayla birlikte ses
yükselince ikimiz de irkilmiştik. Alışverişe daldığımızı o an fark
edebilmiştim. Kaç dakikadır dikkatle ekrana bakıyorduk kim bilir?
Ekranda ‘ikiz(ama öküz)’ şeklinde açıklamalı olarak kaydedilmiş isim
belirmişti. Amcamı kaydetme şekline kıkırdadım.
“Ben açayım mı?” dedim halama bakıp. İşten
geç çıktığı için dedemlerle gelememişti ama geç de olsa uğrayacağını onlara
söylemişti. Haberim vardı.
“Aç güzelliğim, istersen hoparlöre
alalım.”
Omuz silktim ‘fark etmez’ der gibi. Halam
aramayı açıp hoparlör kısmına dokundu.
“Açmasaydın Cemre, ben beklerim telefonun
başında çaresizce.”
“Cemre yok, Despina var.” dediğimde kısa
bir sessizlik oldu. “Ballım, amcasının birtanesi… Sen istediğin kadar beklet
tabii, sonsuz ayrıcalığın var senin.”
Şımartılıyordum. Yüzümde bundan aldığım
keyfin yansımasını taşıdığımdan emindim. “Geliyor musun buraya?” diye
sorduğumda amcamın olumlu cevap vermesini bekliyordum.
“Geliyorum kırk dakikaya, eve uğramam
gerekiyordu kısa. Şimdi çıkıyorum oradan.”
Merakla gözlerimi kıstım ancak ses
çıkartmadım. İş çıkışı direkt buraya geleceğini söylemişti halam, neden planı
değişmişti?
Halam telefonu hoparlörden alıp kulağına
yasladı. Bana sorun yok der gibi gülümsese de bir şey olduğunu anlayabildiğim
için gerilmiştim.
“Neden evdesin?” diye sorarken ayaklandı halam.
Salondan çıkmak için hareketlendiğinde arkasından gidemeyeceğim için salonda
kalan yüzlerde bakışlarımı dolaştırdım biraz.
“Baba?” dedim bir şey bilmediğini bilsem
de. Refleks gibiydi ona seslenişim. “Kötü bir şey mi olmuş?”
“Niye kötü bir şey olsun bebeğim?” diyerek
direkt beni rahatlatmak için konuşsa da yüzündeki ifadeden onun da meraklandığı
belliydi. Halamın geri gelmesini bekledim başka bir şey söylemeden.
Dedem kaşları çatılmış halde kapıya
bakıyordu. Halam biraz daha gelmezse ayağa kalkıp salondan çıkacak gibiydi.
Bir iki dakika geçmeden halam içeriye
girdi. “Ne oluyor Cemre?” diye konuşan ilk kişi dedem oldu. Gelecek olan cevap
için herkesin bakışları halamdaydı. Halam benim yanıma geri gelmek yerine
girişteki konsolda duran çantasına doğru adımladı. “Taksi çağırabilir miyiz
abi?” diyerek babama baktı.
Sorusuyla birlikte babam ayaklandı. “Ne
taksisi? Doğru düzgün bir şey söyleyecek misin Cemre? Herkesi
telaşlandırıyorsun.”
“Telaşa gerek yok,” dese de kendisi
telaşlıydı bir kere. “Annem biraz ateşlenmiş. Emre yanında aslında ama o buraya
geleceğini söyleyince zorla göndermeye niyetlenmiş. Tek kalmasın, ben gideyim
Emre öyle çıksın.”
“Bizi değil Emre’yi mi aramış?” diyerek
dedem de doğruldu yerinden. “Ne ateşi bu birden?”
Halam kaşlarını kaldırdı dedeme. Sanki
‘dur’ demeye çalışıyordu. Göz ucuyla beni işaret ettiğinde dedem bana baktı.
Göz göze geldik. Eğer halamın tavrını doğru yorumluyorsam sorun ufak bir
ateşlenmeden fazlaydı ve beni vicdanımla sınamamak için konuyu uzatmak
istemiyordu.
“Gideyim bi’, durumu daha iyi anlarım
baba. Sen telaşlanma.”
“Ben de geleyim, çağır taksiyi Timur.”
Herkes diken üstünde görünüyordu. Bunun
bir sebebi Canan Hanım’ın ateşlenmesiyse, diğer sebebi bendim; belliydi.
“Baba,” dedim sakince. “Sen götür istersen
dedemleri. Taksiyle uğraşmasınlar.”
Babamın annesini görmemeye, onunla
konuşmamaya yeminli halde gezindiği günler haftalara haftalar aylara
dayanmışken bir şekilde bu döngünün kırılacağını az çok biliyordum. Yaşıyor
olan annesini hayatından hiç yokmuş gibi silmesini beklemek bir yana, onun bu
kararına saygı duymak bile beni mutlu ediyor değildi.
Kendi annesi toprağın altında,
ulaşamayacağı en kuytu yerde olan bir çocuk olarak herkesin annesiyle yakın bir
yerde olmasını diliyordum aslında. Canan’ın benimle ve annemle olan kavgasının
babama bulaşmaması mümkün değildi ama ona arada görünerek de kızabilirdi.
Annesine ceza verirken kendisini de cezalandırıyordu.
Az önce halamın ‘annem ateşlenmiş’ dediği
sırada babamın yüzündeki anlık telaşlanmayı yakalamıştım. Aksi olsa daha kötü
hissederdim zaten.
“Ben de bırakabilirim, abi.” diyen
Özgür’dü. “Nasıl karar verirseniz yani, taksiyi boş verin şimdi.”
Halamın telefonu tekrar çaldı. Bu kez
açması az öncekinden daha kısa sürmüştü. Dedem konuştu hemen. “Ben de
duyacağım.”
Halam yine hoparlörü açtı. Telefonu elinde
düz bir şekilde tutarken ayaktaydı.
“Cemre,” diyen ses bu kez amcama ait
değildi. Fazlasıyla yorgun ve kısık çıkan pürüzlü ses Canan Akdoğan’a aitti.
“Emre’ye laf dinletemiyorum, ben iyiyim. Gelirsen kızacağım, gelmene gerek yok.
Kardeşin de gelir birazdan, oturursunuz.”
Hoparlörde olduğuna ihtimal vermeden kısık
sesiyle konuşurken cümlelerini zar zor kurduğu belliydi. İyiyim dese de sesi
tam aksini söylüyordu.
“Anne sesin kalmamış resmen, bırak gelmeyi
gitmeyi de hastaneye geçelim hatta. Emre götürsün seni, inat etme.”
“Benden iyi mi bileceksin, Cemre?
Hemşireyim ya ben hani.”
“Ben de okul öncesi öğretmeniyim, anne.
Memnun oldum.” Halam sinirlenerek konuştuğunda karşıdan kısa bir öksürük geldi
sadece.
“Neyin inadı bu Canan Hanım?” diye soran
dedemdi. Telefon çok yakınında değildi ama tok sesinin karşı tarafa
ulaştığından emindim.
“Baban da mı duyuyordu Cemre?” diye
mırıldandı Canan Hanım. Vakit kazanmak ister gibiydi daha çok.
“Herkes duyuyor, hep birlikte ne amaçladığını
anlamaya çalışıyoruz Canan.” dedi dedem bu kez ‘hanım’ diyerek az önce
bastırdığı resmiyeti aşarken.
“Bir tek sen duy, diyeyim amacımı sana.”
dediğinde halam dedeme doğru adımladı. Hoparlör kapandı, telefon artık dedemin
kulağındaydı. “Söyle,” dedikten sonra bir süre sessizce dinledi sadece karşı
tarafı.
Dedemin yüzündeki ifade öyle kolay
sarsılacak bir ifade değildi. Onunla tanıştığımdan beri bakışları da yüz
hatları da nadiren yoğun değişikliklere uğramıştı. Ancak karşıdan gelen ses ona
her ne dediyse dedemin yeşil gözlerinde bir an dalgalanmalar belirdi.
Telefonu kulağından çektiğinde aradan çok
uzun süre geçmiş değildi. Karısı ona ne dediyse, dedem omuzlarını germişti.
“Bu kadar geç değil de biraz olsun
zamanında yaşasaydın pişmanlığını; kalbine bizimle birlikte torununu da
sığdırabilseydin erkenden, biz bugün hangi halde olurduk Canan?” Dedemin kendi
kendine telefonu kulağından çektikten sonra mırıldandıklarını başka kimler
duymuştu bilmiyordum ama duyanlardan biri bendim.
Dudağımın kenarını istemsizce ısırıp
acıtarak dikkatimi dağıtmaya çalışsam da gözlerim duyduklarımın etkisiyle
dolmuş ve görüşüm bulanıklaşmıştı.
Canan Hanım’ın gelmemelerine dair ısrarı
ve amcamı da yollama çabası benim içindi. Benim yanımda olacaklarını
bildiğinden araya girmiş gibi olmak istemiyor ve hasta olmasına rağmen ısrar
ediyordu yalnız kalabileceği konusunda.
Ondan gelecek olan merhamete bugün ihtiyacım yoktu. Dedem haklıydı.
Bugün değil, bundan belki beş belki on
belki de on dokuz yıl önce filizlenebilseydi o merhamet… Biz bugün bu salonda
onunla birlikte oturuyor olurduk. Belki de benim hikâyemin kötüsü değil, en iyi
insanı o olurdu. Beni babama kavuştururdu, geç de olsa hatasından dönerdi.
Oysa ben kendi çabamla babama kavuştuktan
sonra bile içi soğumayan bir canavar olmayı seçmişti. Kalbindeki buz benim
çocukluğumun yakıldığını öğrendiğinde, kulağına bunu fısıldadığımda çözülmüştü
ama buz artık o kadar büyümüştü ki eriyince yarattığı tek şey sel felaketi
olmuştu.
“İnadı geçmeyecekse,” dedim sessizce.
“Amcam onu getirebilir buraya. Ben zaten birazdan uyurum, ağrı kesiciler
erkenden uykumu getiriyor. Dün gece de ağrımdan pek uyumadım, bugün erken
uyurum.”
Bu ne dedemler için ne de Canan için
ürettiğim bir çözümdü. Babamın ben buradayken arabaya binip de onun yanına
gitmeyeceğini biliyordum ama belki bu şekilde annesini görmüş olurdu. Hastayken
ona karşı daha az kinleneceğini tahmin ediyordum.
“Yok,” dedi dedem. “Kendin yerine
hangimizi düşünüyorsan, yapma boncuk. Buraya seni görmeye geldik, kısa oldu ama
gördük. Yine geliriz. Biz kalkalım.”
Omuz silktim. “Kimseyi düşünmüyorum.
Kendimi düşünüyorum, siz erkenden gitmeyin diye.”
Babamla kısa bir an göz göze geldik.
Bakışlarım onun için eskisi kadar anlamlandırılamaz değildi, biliyordum.
“Ben bırakayım sizi baba,” dedi sessizce.
Derin bir nefes aldım. “Bu da mantıklı,”
dedim başımı sallayarak. Babama beni doğru anladığını, az önceki teklifimin
Canan’ı görmeye hevesimden değil onu annesine göstermek istediğimden olduğunu
belli ettim.
Babamdan başka kim ne anladı bilmiyordum.
Kendimi daha fazla zorlamadım. Dedem ve halamla vedalaştıktan sonra en arkada
kalan babam tarafından alnıma bırakılan derin öpücükle mühürlendim.
“Geç kalmam, uyursan da yanına gelip
uzanacağım yalnız uyuyacağını düşünme. Ben gelene kadar abinle yat istersen.
Özgür hareketli yatıyor, onunla uyuma eline çarpar.”
Çıkıyor olmasına ve arkasında
bıraktıklarının küçük çocuklar olmamasına rağmen uzun uzun telkinlerde
bulunmasına dudaklarım kıvrıldı. “Merak etme,” dedim gözlerimi yavaşça kapatıp
açarak.
Benden uzaklaştıktan sonra kapıdan çıktı.
Asansöre binişlerini izlemiş, ardından kapıyı kapatmıştık. Holde bir an üçümüz
kalınca kısa bir sessizlik oldu.
“Evet, muz tanrıçası. Yürü bakalım salona.
Abilerinle takıl biraz da.”
Özgür kolunu omuzuma atıp beni salona doğru
götürürken homurdandım. “Afrodit’im ben, sensin muz tanrıçası.”
“Aynen aynen,” dedi geçiştirir gibi. “İyi
kandırmış Eraslan seni, Afrodit falan hep tavlamak içindi. Geçti o işler.”
“Tavla…” dedim sessizce kendi kendime. “Backgammon gibi mi?”
*
İng.(Tavla)
Abim benim anlamlandırma çalışmama
gülüyordu. Önden ilerlemiş olsa da duymuştum.
“Oyun olan tavla değil,” dedi Özgür beni
eleştirel bir şekilde süzerek. “Tanıştığımızda da Yunanca kanalında kalacağına
böyle İngilizce konuşsaydın işte, delirtiyordun beni.”
Güldüm. “İspanyolca ya da İtalyanca da
konuşabilirim. Keyfim ne isterse.”
“Bildiğin dillerle hava mı atıyorsun sen
bana?”
“Evet,” dedim açıkça. “Beş dil biliyorum,
senin yarım Türkçen ve çeyrek İngilizcen kadar havalı değil gerçi.”
“Dua et sakatsın, seni burada on tur
koşturmama tek engel bu çığırtkan.”
“Abi,” dedim Özgür’ün kolunun altından
çıkıp çoktan yaklaştığımız koltuklara doğru hızlanırken. Abimin oturduğu yere
geçip yanına oturdum. “Sakat diyor bana.”
Elime dikkat ederek beni göğsüne çekti. Özgün
abimin kollarında ilginç bir güven duvarı vardı. Burada sıkışık olmayı
seviyordum. Kollarında güvende hissettiğim kişiler birden çoktu ama gariptir ki
hepsinde hissettiğim güven farklı yansımalarla kalbimi sarıyordu.
“Dua edelim elinde sadece geçici bir
sakatlık var abim, ya Özgür gibi kafan kalıcı sakat olsaydı?”
Kıkırdayarak Özgür’e baktım. Abisine ve
bana ‘yazıklar olsun’ anlamlı bakışlar attıktan sonra çaprazımızdaki koltuğa
oturdu.
Sehpada duran, benden arta kalan muzları
tek seferde ağzına tıktığında o muz öğütürken ben de abimin göğsünde gözlerim
hafif örtülü halde uzanıyordum.
“Size bir şey sorayım mı?” dedim biraz
sonra sessizliği bölerek.
“Sor güzelim,” diyen Özgür’dü. Abim de
dinlediğini saçlarımın tepesini öperek belli etmeyi seçmişti.
“Benim yerimde olsaydınız… Canan’ı affeder
miydiniz bir gün?”
Bu kadar ağır ve derin bir soru
beklemediklerini tahmin ediyordum. Genelde onlara bu şekilde ‘soru sorayım’
dediğimde sorularım ‘beni ne kadar seviyorsunuz, sizce ne kadar tatlıyım,
bensizken çok üzgünsünüz değil mi’ gibi şımarma sorularından ibaretti çünkü.
Yatış şeklimden dolayı abimi göremiyordum
ama Özgür’ün yüzündeki gergin ifadeden farklı bir ifadeye sahip olduğunu
sanmıyordum. Kendimi yorup ona bakmaya çalışmadım.
“Bizim cevaplarımız seni ne kadar etkiler
mesela?” diye sorarken Özgür tedirgin duruyordu. Gülümsedim. “Etkileyeceğinden
değil, merak ettim sadece.”
Ne kadar güven verdim bilmiyorum ama
cevaplamaya ikna olmuş gibiydi.
“Affederdim belki,” dedi Özgür. “Kendime
yük olmasın diye, onu düşündüğümden değil ama affetmemek onla boğuşmak demek
olduğu için affettim sayardım. Affettim diye her şeyi silmezdim tabii.”
Anladığımı belli edercesine gözlerimi
kapatıp açtım. “Abi, sen?” dedim başımı yukarı doğru kaldırıp.
“Affedici bir adama benziyor muyum
çıngıraklı?”
Verdiği cevabın netliği beni güldürdü. “Bu
farklı bir konu,” dedim inatla. “Düşünmeden ‘ben affedici değilim’ diyemezsin.
Mesela ben ‘affedici biriyim’ ama onu hemen affettim diye kestirip atabilir
miyim sence?”
Kendimden örnek vermem onu duraksattı.
Empati yapma konusunda başarılı değildi ama yeterince itildiğinde
halledebiliyordu. Abimi bu konuda zamanla çözmüştüm.
“Affetmezdim,” dedi biraz bekledikten
sonra. “Kader hırsızlığı bu, Despina. Çalınan her şey yerine koyulur belki ama
bunu telafi etmek mümkün değil. Bile isteye kaderle, gelecekle oynamış birini
affetmezdim.”
Aldığım iki farklı cevabı ve cevapları
doğuran bakış açılarını düşünmek için koca bir geceye hatta çok daha fazla
zamana sahiptim. Yine de içimden bir ses on yıl da düşünsem, bin yıl da
düşünsem bu işin içinden çıkamayacağımı fısıldıyor ve beni uyarıyordu.
Düşünmekle yorulmamam, kendimi mahvetmemem
için uyarılar yollayan sesi dinleyebildiğim ölçüde dinleyecektim. Çünkü artık
yorulmaktan da yorulma evresindeydim. Yorulma kotam dolmuş, taşmış, dökülüp
yerleri bile kaplamıştı.
Abimin göğsünde sessizce bekleyişim uykuya
dalmamla sonuçlanmış olacak ki kendimi bilincim yeniden yerine geldiğinde
bulduğum yer kokusundan anladığım kadarıyla Özgür’ün kucağıydı.
“Özgür,” diye mırıldandığımda yanağımı
öptü. “Madem uyandın, kapatma gözlerini. Pijamalarını giy, kremini de sürelim.
Öyle uyu tekrar.”
Her ne kadar dediklerini yapmak zor gelse
de üstümdeki kıyafetlerle uyumak istemiyordum.
Özgür beni odama bıraktığında
olabildiğince düzgün şekilde üstümü değiştirmiştim. Elim beni biraz zorluyordu
ama tamamen kendi salaklığımdan yaşadığım bu acıyı kimseye yükleyebilmem mümkün
değildi.
Sevgilimin bir kayaya benzemesi, babamın
yumruğumu göstermem için ısrarı… Bunlar da etkiliydi fakat tüm gücüyle elini
kaldırıp vuran bendim sonuçta.
“Giyindim,” diye seslendim küçücük açık
kalan kapıya. Özgür sanırım kapıda beklemek yerine içeri geçmişti,
seslendiğimde önce adım sesleri duyuldu ardından içeriye girdi.
“Acıtmadın değil mi elini?”
Başımı iki yana salladım. Bu sırada abim
de gelmişti odaya. Elinde duran kremleri gördüğümde dudaklarımı büktüm.
Uyumadan önce sürdüklerinde gece boyunca elimdeki yağlı garip his yüzünden
rahatsız hissediyordum. Ama uzun süre kremsiz kalınca da ezilen parmaklarım
zonkluyordu.
“Uzanın bakalım hanımefendi,” diyerek
yatağın içine girmemi sağlayıp beni yorganla mumyaladıktan sonra dışarıda kalan
elime yönelen Özgür’e baktım. “Çok sürmeyelim,” dediğimde başını salladı.
“Tamam, ince tabaka olarak süreriz. Dün canın çok yanar belki diye baban yoğurt
gibi sürdü kremin yarısını. Biz insaflı bir ikiliyiz.”
Kıkırdadım. Abim kardeşinin susmasını
beklemek yerine kremlerden birini açıp kendi parmağına doğru biraz sıkmış ve
tüpü Özgür’e uzatmıştı. Yatakta benim yanıma yerleşip oturan Özgür kremi alıp
tuttu.
Abim parmaklarıma canımı acıtmayacak
şekilde kremi dağıtıp sürerken bakışlarım ellerimdeydi. “Şişlik ne zaman
geçecek?”
“Ödem toplamış darbeden dolayı, bir hafta
içinde kendi kendine azalıp kaybolur.”
Özgür’ün uyku kaçıran şakaları ve abimin
canım yanmasın diye uzadıkça uzayan krem sürme etkinliğinin sonu geldiğinde
ikisine de iyi geceler öpücüğü vermiş ve ışığı kapatıp odamdan çıkmalarını
izlemiştim.
Abim benimle uyumasını istesem kalırdı ama
bu saatte uyuyamayacağını biliyordum. Tek uyuma ve korkmama işini de geçtiğimiz
bir ayda bir şekilde halledebilmiştim. Huzursuz oluyordum ama uykusuz da
kalmıyordum.
Kilitli kapılar ardında uyumak zorunda
kaldığım, sürekli kâbuslardan uyandığım uykuların acısını buraya geldikten
sonra babamla uyumaya başlayınca çıkartmıştım. O zamandan beri de tek uyumak
tercihlerim arasında değildi. Gece beni koruyabilecek, hem kâbuslarımla hem de
başıma gelebilecek her şeyle savaşabilecek birileriyle uyumak güzeldi.
Uykuya dalmam çok sürmedi. Karanlık odada
gözlerimi kapattıktan biraz sonra bilincim uykuya çekildi.
Yeniden gözlerimi araladığımda odanın
aydınlık olacağını, güneş doğmadan bir daha uyanmayacağımı düşünmüştüm ancak
küçük bir sarsıntıyla kendime geldiğimde oda hâlâ karanlıktı.
Sarsıntının sebebi yanıma uzanan bedendi.
Babam gelmişti.
Ağzımdan anlamsız bir mırıldanma
çıktığında babam bebek yatıştırır gibi yorganın üstünde kalan kolumu okşadı.
“Benim Ahu, uyu babam. Bir şey yok.”
Babam yastığına düzgünce yerleşip yanımda
uzandığında sol kolum ona denk gelecek şekilde yattığımız için elimi uzatıp
göğsüne dokundum. Tişörtünü ilk bulduğum yerden tuttuğumda kısık gülüşünü
duyumsamıştım.
“Sözüme de güvenmiyorsun artık, tut da
kaçmayayım tamam. Giden var sanki.”
Dediklerinin yarısı anlamsız yarısı
anlamlıydı. Kendimi çok yormadan yeniden uyumak istemiştim ancak uyandığım için
kasıklarıma baskı yapan idrar torbam sinirlerimi bozarak buna engel oldu.
Tuvalete gitmezsem yatağı ıslatma
ihtimalim yüksekti. Oflayarak doğrulduğumda karanlıkta hiçbir şey göremiyordum.
Ben doğrulunca babam da direkt kalktı. “Ne oldu? Elin mi ağrıdı Ahu’m?”
“Çişim geldi,” dedim büyük bir mutsuzluk
ve huysuzlukla. En büyük derdim bu değildi hayatım açısından ama bu gecenin en
büyük dertlerinden biri buydu. Banyo çok uzaktaydı.
Babam gülerek sırtımı sıvazladı. Uzanıp
komodindeki gece lambasını açtığında oda önümü görebileceğim kadar
aydınlanmıştı.
Banyoya gidip gelişim olabildiğince
hızlıydı. Yeniden sıcak yatağa ve babama dönmek için koşturmuştum biraz. Evdeki
sessizliğe bakılırsa abimler de odalarındaydı.
Yatağa geri tırmanıp yorganın altına
girdiğimde babam kenarını köşesini düzelttiği örtüye beni dolamış ve ışığı
kapatıp o da uzanmıştı.
“İyi geceler,” diye mırıldanırken sesim
biraz dinçti. Uykum hafif açılmıştı ama geri dalmakta sorun yaşayacağımı
sanmıyordum. Dün gece az uyuma hikâyem yalan değildi, dedemlere gerçeği dile
getirmiştim. Elim ağrımış ve beni biraz ağlatmıştı gece. Bunun intikamını bu
gece deliksiz uyuyarak almak istiyordum.
“İyi geceler bebeğim, tatlı rüyalar.”
Tişörtünü tutmak yerine bu kez elimi
öylece göğsüne bırakmakla yetinmiştim. Birkaç dakika geçti ya da geçmedi;
babamın sesini duydum. “Ahu,” dediğinde cevabım sessiz bir mırıldanmadan
ibaretti.
“Elin biraz daha iyileşince… Birlikte
annene gidelim mi?”
Kalp atış hızımı yarı yarıya yavaşlatan,
kulaklarımı uçaktaymışım gibi baskılayan sorusunun ardından dudaklarım titredi.
‘Anneme gitmek’ bir mezarlık ziyaretinden
ibaretti ve bu gerçek beni düşündükçe tıpkı mezarın içindeymişim gibi nefessiz
bırakıyordu.
Bir aylık Avrupa göçebeliğim boyunca
Yunanistan’a uğramamıştım. Oraya uğramayışım birinden korktuğumdan ya da
çekindiğimden değildi. Nikolos’un cehennemin dibinde olduğunu biliyordum. On
dokuz yılıma şahit olan ülkeye ayak basmaktan çekinmem aslında o ülkede kalan
son hatıramdandı.
Annem oradaydı.
Doğum günümde, Türkiye’ye gelmeden bir
hafta önce ziyaret etmiştim en son annemi. Doğum günümü kutlamamış, gözlerimin
içine hastalığı yüzünden ışığı sönmüş gözleriyle bile bakamamıştı. Ben bir taş
parçasıyla bakışmış, saatlerce ismini izlemiş ve gece çökene dek oradan
gidememiştim.
Babamı ‘anneme gitmeye’ itenin ne olduğunu
çok düşünmeme gerek yoktu. Bu akşam nerede olduğunu biliyordum.
Canan’ın yanında olmak babamı annemi fazla
anmaya sürüklemişti belli ki.
“Gidelim,” dedim çok oyalanmadan. “Bizi
birlikte görürse-…” dedikten sonra devamını getiremeyip bir an sustum. “Ne
hisseder bilmiyorum ama kaybolan yıllar için kendisine çok kızmasın. Olduğu
yerde çok üzülmesin.”
Gittiği yerde benden, bugünümden haber
alabileceği bir köşe varsa onun çok canı yanıyor olmalıydı.
Bana ‘baba’ diye verdiği adamın bir
canavar, sahip olduğum ama benden sakındığı adamın ise masalımın kahramanı
olduğunu gördüyse çok ağlamış olmalıydı.
Suçlayacak birilerini bulmak, nefret
etmek, kinlenmek… Zor değildi. Babama kızabilirdim, anneme kızabilirdim,
Canan’ı tüm bunların suçlusu ilan eder ve ömrüm boyunca affetmeyebilirdim ama
her şeyin sonunda yaşanmış ve geri alınamayan on dokuz yılım benimleydi.
Sırtımdaki yük yaşanamayan ihtimallerle
ağırlaştığı kadar, yaşananların baskısıyla da beni düşürmek için güç
uyguluyordu. Bunu geçirecek bir ilacım da yoktu.
“Senin üzüldüğünün yarısı kadar üzülse,
kaldıramaz belki. Ben yapamıyorum, o da yapamaz; hissediyorum. Tek bir şansım
olsa, ikinizi de gölgemde yaşatabileceğim tek bir şansım olsa karşılığında her
şeyimden vazgeçerdim Ahu. Yemin ederim…”
Burnumu çektim seslice. Gözlerim yanmaya
başlamıştı. Anneme mi babama mı yoksa kendime mi ağladığım belli değildi.
Şansın
vardı demek istedim ona. Yıllar önce o şansa sahiptin ama yere düşürüp bin parçaya ayırdın o
şansı baba, rüzgar parçaların her birini başka yere savurdu ve artık o parçalar
bir araya gelip de yeni bir şans doğamaz bizim için.
Dudaklarımı dişlerimle eze eze
düşüncelerimi kendime sakladım. Babama bunu söylersem onu kalbini bir bıçakla
delip kanatmış kadar acıtacaktım, bu kadar vahşi bir ruha sahip değildim. Ondan
intikam almak için değil, şefkat dilenmek için gelmiştim kapısına.
“Uykum geldi,” dedim kırık bir sesle.
“Elim iyileşince gidebiliriz Atina’ya.”
“Tamam,” dedi şakağımı yumuşakça öpüp.
“İyi uykular güzelim.”
Biraz zaman geçti. Nefeslerim daha düzenli
olmaya başladı ama uyuduğumdan değildi, düşüncelerim biraz hafiflediğindendi.
Babam bunu yanlış yorumlamış olacak ki burnunu saçlarıma doğru yaslayıp bana
doğru sokuldu.
“Elin çok yakında iyileşecek,” dedi bu
kesin bir şeymiş gibi. “Ruhun ne zaman iyileşecek peki? Ruhunun merhemi nerede
babasının yaralı bebeği.”
Uyuyor olmadığımı anlar diye kendimi
tutmasam, hıçkıra hıçkıra ağlayabileceğim sözcüklerine tepkisiz kalmak göğüs
kafesimdeki her kemiği sızlatmıştı.
Uykuya dalana kadar babamın saçlarımın
arasında aldığı nefesleri dinledim, göğsüne yaslı elimdeki sıcaklığa
odaklandım, çepeçevre sarıldığım güven bulutuna tutundum. Sabah uyandığımda
hepsinin yine benimle olacağını bilmek ve bundan emin olmak canlandırıcıydı.
Canlı kalabiliyor olmama sebep olan da
canımı söküyor olan da aynı yerdendi. Yaram hep ‘baba’ damgalıydı. Yokluğuyla
ayrı varlığıyla ayrı sınanıyordum.
En büyük sınavımdı.
Bitmeyen, son nefesime kadar sürecek bir sınavdı.
Yorumlar
Yorum Gönder