Aykırı Çiçek 37.Bölüm
37.BÖLÜM
- 20 Aralık 2002, Mardin
“Ağam biz de
kalsaydık, bir ihtiyacınız olur belki.” Bülent Göktürk, karşısındaki kadına
baktıktan sonra eliyle ‘hadi’ dercesine bir hareket yaptı.
“Bacak kadar
çocuğa bakamayacak mıyım bir iki saat, haydi dağılın.”
Göktürk
ailesine ait olan çiftlik fazlasıyla büyük olduğundan çalışanları da boldu.
Bülent Göktürk’ün emriyle hepsi dağılmaya başlasa da etrafın tamamen boşalması
dakikalar aldı.
Bülent, geriye
bıraktığı tek mutfak çalışanını bulmak için mutfağa girdiğinde onun yerine
masada oturmuş geniş kâsedeki çilekleri yiyen küçük bedenle karşılaştı.
İçeriye
birinin girdiğini bile fark etmemiş halde çileklerini yemekle meşgul olan
Deniz, duyduğu öksürük sesiyle telaşlanıp ağzında kalan çileği çiğnemeyi bırakarak
şişkin yanaklarıyla kapıya döndü. “Buradaki teyze nerede?” Bülent, sorduğu
soruya cevap beklese de kendisine irice açtığı yeşil gözleriyle bakan çocuktan
hiçbir cevap alamadı.
“Fatma!”
diyerek yüksek sesle bağırdığında içeriden adım sesleri duyuldu. Bu sırada
Deniz de ne olduğunu anlayamadığı için korkuyla dolan gözlerini masaya
dikmişti.
“Korkma, sana
kızmadım. Ye çileklerini sen.” Bülent, dakikalar sonra evde kopacak olan
kıyametin getirdiği dinginliği üzerine giyinmişti. Uzun süredir sakince, sevgiyle
yaklaşmaya çalıştığı her kim varsa bugün hepsine korkunç bir kâbus yaşatacağı
kesindi.
“Buyur ağam,
dediğin işleri hallediyordum.”
Mutfağa giren
kadına cevap vermek yerine Bülent, masadan bir sandalye çekip torununun yanına
oturdu. “Birazdan seninle bir oyun oynayacağız Deniz, baban gelene kadar vakit
de geçmiş olur. Tamam mı?”
Deniz aynı
anda hem heyecanla hem hüzünle baktı. Babasının bir an önce gelmesini, eve
gitmeyi istiyordu ama bir yandan da oyun fikri aklını çelmişti.
“Nasıl oyun?
Yakalamacılık mı? Ama Topyak ve Rüsgar yok, onlar da oynamak ister.”
Bülent, kısa
bir an duraksadı. Uzun zamandır düşündüğü, aylardır hatta yıllardır ha oldu ha
olacak diyerek planladığı tüm olayları gerçekleştirmeye başlamasına dakikalar
varken dikkatinin dağılmasına izin vermemeliydi.
“Onlarla da
başka zaman oynarız.” dedi. Bunun büyük ve acı bir yalan olduğunu biliyordu,
fakat Deniz’in saf kalbi tereddüt etmeden inanarak gülümsedi. “Tamam, baybam
gelene kadar oynayalım o zaman.”
Yaklaşık yarım
saat sonra Deniz, dedesinin onu bıraktığı arabada babasına götürüleceğine
inandırılmış halde yolculuk ediyordu. Bülent ise planladığı kıyametin kalan tüm
adımlarını tamamlamış halde haberin oğluna ulaşmasını beklemekteydi.
Savaş Göktürk,
birkaç saat sonra çiftliğe ulaştığında neredeyse kül olmuş bir yapı, kocaman
bir kalabalık ve babasının kucağında tanınmaz hale gelmiş bir bebek bedeninden
başka hiçbir şey bulamayacaktı.
Mardin’e,
üçüzler doğduktan sonra babasının yavaş yavaş ılımlı hale gelen tavrı sayesinde
aradaki buzlar tamamen erisin diye geldikleri birkaç günlük tatil, annesi ve
kardeşleriyle konağa dönmek yerine babasını beklemek için huysuzlanan Deniz’in
çiftlikte kalmasıyla -aslında dedesi tarafından buna teşvik edilmesiyle-
korkunç bir anıya dönüşmüştü.
~
Yanağımın içini ne denli sert ısırıyor olduğumu ağzıma
kanın metalik tadı dolduğunda yeni fark etmiş sayılırdım. İçime gömmeye
çalıştığım her ne varsa dışarıya çıkabilmek için beni ölesiye zorluyordu.
Neşeyle geçirdiğim akşam yemeğinin biraz sonrasında,
salonda herkesle birlikte öğrendiğim her ne varsa zihnimden silmek istiyordum.
Babamın, amcamın ve Yaman abimin bildiği ama geriye kalan herkeste en az benim
kadar büyük etkiler yaratmış olan şeyleri dinlerken gerçek olduklarına inanmak
istememiştim.
Bize bunu yapanın babamın babası olduğunu kabullenmekten
o kadar rahatsızdım ki içimin çalkalandığını hissedebiliyordum. Kimsenin bir
şey söylemesine izin vermeden ilk önüme gelen odaya girmiş ve titreyen bedenimi
yatağa bırakmıştım.
Yanıma önce babam gelmek istemişti, onu odada gördüğüm
anda delirmiş gibi ağlamaya başladığımda sanırım o an için doğru kişi
olmadığını anlamıştı. Babam odadan çıktıktan saniyeler sonra ise içeriye Toprak
ve Rüzgar girmişti.
Kapıyı kapatıp, bana hiçbir şey söylemeden iki yanıma
uzandıklarında aralarında küçücük kalmamı fırsat bilerek onları kendime güvenli
duvarlar olarak seçmiş ve uzun bir süre içimi ağlayarak dökmeye çalışmıştım.
Toprak pes etmeden yanaklarımı okşayarak yaşları temizlemeyi sürdürürken Rüzgar
ise omuzuma yaslıydı ve sıkıca elimi tutuyordu. Varlıklarını hissedebilmem için
bunları yaptıklarını anlayabiliyordum.
İşe yaraması bayağı zaman almış olsa da ağlayışım
dinmişti, daha doğrusu kendimi sıkmaya başlayarak ağlamayı bırakmıştım.
Rüzgar’ın tutmadığı elim sıkıca kapanmış haldeydi, tırnaklarımın avuç içimde
bıraktığı izleri bakmasam da hissedebiliyordum. Ağlayışımın dinmesi Toprak’ın
da yanaklarımdaki elini indirip yumruk yaptığım elimi tutmasını sağladı.
İkisi de omuzumda yatıyor, ellerimi tutuyorlardı.
“Küçükken de böyle yatıyormuşuz, Yaman abim söylemişti.”
dedim titremesine engel olamadığım sesimle. Rüzgar omuzumu öptü, aynı yere
çenesini yaslayıp gözlerini yukarıya dikti. Bana bakmaya çalıştığını fark
etmiştim ama gözlerimi tavandan ayırmadım. İç çekerek başımı yastığa daha sert
bastırdım.
“Keşke çiftlikte kalan ben olsaydım, senin yerine…”
Toprak’ın mırıltı halindeki sesi zar zor kulağıma ulaştığında hızla başımı
eğdim. “Sus.” diyebildim sadece. Yandıklarını hissettiğim gözlerimi yüzünde
dolaştırırken boynuma doğru yanaşıp saklandı. Rüzgar’a baktığımda,
bakışlarından anlayacağımı anlamıştım. Toprak’la aynı şeyi düşünüyordu, o da
kendisinin çiftlikte kalan kişi olmasını diliyor gibi bakıyordu.
Ona da aynı şekilde baktığımda bunu sesli olarak dile
getirmekten vazgeçmiş gibi göründü, Toprak’ı taklit ederek boynuma doğru yattı.
Karnımın üzerinde duran ellerimi ikisi kavramışken eğilip sırayla saçlarının
üzerini öptüm. Aynı anda hem küçük kız kardeşleri hem de ablaları gibi
hissediyordum. Üçüz oluşumuzun verdiği garip bir ikilemdi sanırım. Aynısını
onların da hissediyor olduğundan nedense hiçbir şüphe duymuyordum.
Dakikalar geçip giderken konuşmadan sessizce bekledik.
Nefesleri düzensizdi, uyuyakalmadıklarını biliyordum ama üçümüz de
uyuyormuşçasına sessizliğe gömülmüştük.
Odanın asıl ışığı kapalıydı, yatağın bir tarafındaki masa
lambası dışında içeriyi aydınlatan hiçbir şey yoktu. Dakikalar sonra kapı
açıldığında giren kişiyi ilk anda göremeyişim sebebi de buydu.
Kapı açıldığında Toprak ve Rüzgar aynı anda kafalarını
kaldırıp oraya döndüler. Bu sırada kapıdaki beden içeriye tam olarak girmişti.
Gelen kişinin Yekta abim olduğunu gördüğümde kırpıştırdığım gözlerimle ona kısa
bir an baktıktan sonra tavana geri döndüm.
“Deniz’le biraz yalnız bırakır mısınız beni?” Bize doğru
yaklaşırken bunu söylemişti. “Yanında kalalım.” Toprak direkt olarak itiraz
etse de abim geri adım atmayacağını belli eden bir tavırla yatağın yanında
beklemeyi sürdürünce üçüzlerim bana döndü.
Gitmeyin dersem asla gitmeyeceklerini biliyordum, abimin
yalnız kalma isteğinin sebebini anlayamasam da sorun çıkartmadım. Gözlerimi
onlara onay verir gibi kapatıp açtığımda aynı anda iki yanağımda öpücüklerini
hissettim. “Abim çıkınca geliriz.” Rüzgar’ın cümlesinin ardından yataktan
kalktılar, ardından odadan çıkıp kapıyı da örttüler.
Olduğum yerden doğrulmak için hareketlenmedim. Yekta abim
de bunda bir sıkıntı görmemiş olacak ki az önce Rüzgar’ın yattığı tarafa
uzandı. “Gel bakalım ayka.”
Beni göğsüne çekip yatırdığında yanağım kalbinin üzerine
yaslanmışken cümlesindeki anlayamadığım kelime yüzünden ona bakmaya çalıştım.
“Ayka mı?”
“Hı hım,” dedi onaylar gibi. “Ayka.”
“Ne demek ki o?” Merakımı gizleyemeden sorduğumda
dikkatimin dağılmasından keyif almış gibiydi. Çenemi göğsüne bastırıp yüzüne
baktım.
“Abim seni denizkızım diye seviyor, küçükken bunu hiç
anlayamamıştım. Adın vardı, adınla seslenmek yeterli geliyordu. Büyüdükçe seni
daha özel, hatta sadece bana özel bir kelimeyle özdeşleştirmenin neden gerekli
olduğunu anladım. Bu yüzden sana hiçbir zaman duyuramayacağımı sansam da bu
ismi buldum.” Açıklama uzunca devam ederken halen kelimenin anlamı için merakla
bekliyor olduğumu gördüğünde gülümsedi. Sırtımı yavaşça sıvazladı. “Ayka, hem deniz kenarı hem de bir evin
en ortası yani merkezi demek.”
Sessizce durduğumda devam etti. “Bu evin merkezi, kalbi
sensin Deniz. Sen bizimle değilken burası hiçbir zaman ev olmayı başaramadı.
Seni yeniden burada gördükten sonra daha iyi anlıyorum bunu, senin için bu ismi
seçmekte çok haklıymışım.”
Yüzümü tamamen göğsüne bastırdım. Burnumu sertçe çekerken
yeniden ağlamaya başlamamak için savaşıyordum. “Ama bir konuda yanılmışım, sana
bunu hiç söyleyemeyeceğimi sanıyordum. Bunun için bir mucize gerekiyordu ve
benim gözümde o mucizenin hiçbir ihtimali yoktu.”
“Mucize gerçekleşti.” diye mırıldandım sesim dudaklarım
ona yapışık olduğu için boğuk çıkarken.
“Gerçekleşti, ayka. Biliyorum kaybolan yirmi yıl
hepimizde izi hiç silinmeyecek yara izleri olarak kalacak ama mucize
gerçekleşti. Ben buna tutunmayı seçiyorum, kollarımda oluşunu boş verip acıya
odaklanmak gibi bir hata yapmayacağım.” Yüzüm göğsündeyken bir nevi kendimi
onun üzerine tamamıyla atarak sıkıca sarıldım.
“Abi,” diyerek bir süre sonra konuşmak için başımı
kaldırdım. “Söyle abicim.”
“Ben… Aslında sana sormayı düşündüm ama yanlış bir şey
söylemekten korktuğum için Toprak’a sordum.” dedikten sonra derin bir nefes
aldım. “Pamir’in annesini…” diyerek tamamladım.
Abimin yüzünde beliren gülümsemeye aynı şekilde karşılık
verdim. Toprak’tan cevap aldığımda yeterince ağlamıştım, abimin yanında
tekrarlayıp onu üzmek istemiyordum.
Bir yıl önce, Pamir henüz 9 aylıkken annesinin trafik
kazası nedeniyle vefat ettiğini ilk öğrendiğimde kendime gelmekte zorlanmıştım.
Abimin parmağında duran yüzük, eşinin sadece uzakta olduğunu zannetmeme sebep
olmuşken öldüğünü öğrenmek fazlasıyla üzücüydü.
“İkinizin de hayatımda olmayışınızı daha fazla
kaldıramayacağım fark edildi sanırım, evren birinizin bana dönebileceği bir
mucizeyi bana vermekte çok gecikmedi.” Boynuna koyduğum kafamı aynı yere
bastırdım. “Pamir var.” diye mırıldandım.
“Pamir var.” diye tekrarladı. “O olmasa, ben de olmazdım
Deniz.”
Bu replik, bugün Korayların bahçesinde babama kurduğum
cümlenin çok benzeriydi. Koray ve ailesi olmasa çoktan intihar etmiş olacağımı
kastetmiştim, abim de aynısını yapıyordu. Kalbim panikle atmaya başladığında
bunu hissedebildiğinden emindim. Sırtımdaki eli sakinleşmemi ister gibi bir
aşağı bir yukarı hareketlendi.
“Mucize keşke ben değil o olsaydı.” diyebildim. Pamir’in
annesini yanında hissedebilmesi için gözümü kırpmadan böyle bir şeyi kabul
edebilirdim. Gerçek annem yasımı tutarken, gerçek olduğunu sandığım annem beni
kendisinden mahrum bırakarak büyütmüştü.
“Ne söylediğini duymadım, bir daha da duymayacağım.
Anlaştık mı ayka?”
Onaylamadım ama üstelemedim de. Abimin az önce ondan
bahseder etmez gözlerinde beliren hislerden halen karısına âşık olduğunu
okuyabilmiştim. Oğlunu ve ona bu denli âşık bir adamı erkenden geride bırakmak
zorunda kaldığı için hiç tanışamadığım ve böyle bir şansım kalmayan yengem
adına üzgündüm.
Abime sıkıca sarılmış haldeyken normalde dakikalar içinde
geleceğinden emin olduğum uykum hiç ortalarda değildi. Sesimi çıkartmadan
olduğum gibi kaldım. Abim saçlarımı ve sırtımı sevip okşarken onun
söylediklerine odaklanmaya çalışıyordum.
Kollarımda
oluşunu boş verip acıya odaklanmak gibi bir hata yapmayacağım, demişti.
Haklıydı da. Yaşananlar ve sebepleri korkunçtu, aklım almıyordu fakat
yanlarındaydım. Onlara sarılabiliyordum, sevgileriyle ve şefkatleriyle
çevrelenmiştim.
“Uyuyor musun?” Yüzümü görmeyen abimin dakikalar sonra
sorduğu soru çok kısık bir fısıltı olsa da duymuştum. “Hayır.” diye
mırıldandım.
“Kalp atışların düzenli, aynı aralıklarla nefes
alıyorsun. Uyuyor olduğundan emin gibiydim.”
Doktor olduğunu aklımdan çıkartmayarak bunları kafadan
hesaplayabilmesine şaşırmamayı denedim. “Uykum yok ki hiç.”
Saçlarıma küçük bir öpücük bıraktı. “Senin uykun var mı?”
diye sordum.
“Yok birtanem, saat daha 11 bile olmamış zaten.”
“Burası kimin odası? Ben ilk önüme gelen odaya daldım.”
dedim hem konuyu değiştirmek hem de merakımı gidermek için.
“Etrafı inceleyip tahmin et bakalım.” dediğinde üzerinden
yuvarlanıp yatağa düştüm. Ardından doğrulup bağdaş kurarak oturdum. Oda
fazlasıyla sadeydi, birine ait izlenimi veren doğru düzgün eşya yoktu.
Dudaklarımı bükmüş halde etrafa göz atmaya devam ettim. Abim hemen cevap
verememiş olmamdan keyif almış gibi duruyordu.
“Bulamadın mı?”
“Buluyorum, biraz bekle.” Gözlerimi kısıp incelemeye
devam ettim. Son anda gözüme çarpan şeyle birlikte yerimde neredeyse zıplayarak
bağırdım. “Yaman abimin!”
Odanın kapısı baskın yemişiz gibi açılırken Yekta abim de
hızla doğruldu. “Nasıl buldun?”
Odaya giren kişi ise Yaman abimdi. Adını bağırdığım için
panikle kendini içeriye atmış gibi duruyordu. “Ne oluyor?”
“Burası senin odan!” dedim heyecanla. Yaman abim durumdan
hiçbir şey anlayamamış halde yatağa yaklaşıp diğer tarafıma oturdu. “Evet
yavrum, benim odam.”
Yekta abime dönüp ‘gördün mü’ dercesine kafa salladım. “Buranın
kimin odası olduğunu anlamaya çalışıyordum.” dedim küçük bir açıklama yaparak.
“Ve bulamaman gerekiyordu, bu herif odasını misafir odası
gibi kullanıyor etrafta doğru düzgün özel eşyası bile yok.” Yekta abim
gerçekten bulamayacağıma kendini inandırmış gibi görünüyordu.
Sırıttım. “Konsolun önünde parfüm şişesi var.”
“Evet, evdeki diğer 4 erkeğin de kullanabileceği bir
parfüm.” Yaman abime doğru yaslanıp, Yekta abime baktım. “Bu parfümü kullananın
Yaman abim olduğunu biliyordum ama.”
“Nereden biliyordun?” Çenesini saçlarımın üzerine
yaslayan abime iyice sokuldum. “Acar’la aynı parfümü kullanıyorsunuz.”
Hızla modlarını birbirleriyle değiştirdiler. Şimdi
memnuniyetsiz bakan Yaman abim, eğleniyor gibi duran Yekta abimdi.
“Ne güzel bir tesadüf, çok tatlısınız damat-kayınço.”
Yaman abim beni sarmayı bırakıp ittirdiğinde ağzım açık halde Yekta abimin
üzerine düştüm. Abim gülerek beni destekleyip düşüşümü engelledi. “Kıskandı
biraz seninki.”
“Neyini kıskanacağım lan ben onun? O beni kıskansın.”
Yaman abim çocuk gibi homurdanarak ayaklandı. Parfüm şişesini alıp kapıya
yöneldi. “Nereye?” diye sordum çıkamadan.
“Bu iğrenç şeyi çöpe atmaya.” Odadan çıktığında
tutamadığım kahkaham dudaklarımdan fırlarken Yekta abim de bana eşlik ediyordu.
Biz gülmeyi bitirmek üzereyken Yaman abim yeniden odaya
girdi. “Ben niye çöpe atıyorum ki? O herif başka parfüm bulsun kendine.”
Parfümü yeniden komodine bırakmadan önce sinirle üzerine defalarca kez sıktığı
için yoğunlaşan kokuyla birlikte öksürdüm.
“Ne yapıyorsun lan?” Yekta abim tepkisini bu şekilde
verirken ben uzun zamandır bayıldığım koku beni bu kez mecazen değil de direkt
bayıltmasın diye koşturarak odadan çıktım.
Odada kapalı kalarak hiçbir şeyi çözemeyeceğim kesinken
boş bir çabayla kendimi iyice yormak istemiyordum. Banyoya girip yüzümü birkaç
kez soğuk suyla ıslattım. Gözlerimin kızarıklığı ve şişkinliği hakkında
yapabileceğim bir şey yoktu ama az öncekinden biraz daha iyi göründüğümü
söyleyebilirdim.
Banyodan çıkıp salona ilerlediğimde içeride sadece Toprak
ve Rüzgar vardı. Beni gördüklerinde konuşmayı bıraktılar. “Annemle babam yok
mu?” diye sordum.
“Annem Pamir’i uyutuyor, babam kış bahçesinde.”
“Kış bahçesi nerede?” dediğimde aldığım cevaptan sonra
salondan çıktım. Babamın yanına gideceğimi anladıkları için başka bir şey
sormadılar.
Rüzgar’ın tarif ettiği şekilde ilerleyerek bulduğum kış
bahçesine girmeden önce derin bir nefes aldım. Tamamen camla kaplı bir kapısı
vardı, kapıyı açıp içeriye girdim. Kapı ben ittirmesem de girer girmez
kendiliğinden kapanmıştı.
Çıkarttığım seslerle buraya döneceğini zannettiğim babam,
oturduğu koltuktan kıpırdamadığında küçük adımlarla yanına ilerledim. Gelenin
ben değil de bir başkası olduğunu düşünüyordu muhtemelen.
Sıcağı sıcağına verdiğim tepkinin onu yıktığının farkına
yeni varabiliyordum. Odaya o geldiğinde krize girmiş gibi ağlarken üçüzlerimin
gelişine hiçbir şey söylememiştim. Ama bunun sebebi babama kırgın oluşum
değildi, babamın benden daha kırgın oluşuydu.
Bütün olan bitenin babama, babası tarafından
yaşatıldığını öğrenmek ağır gelmişti. Sevgisini hissedemediğim bir baba
modeliyle büyümüştüm ama hiçbir zaman bu kadar korkunç bir şey yaşamamıştım.
Alpay Levendoğlu, karısına olan hastalıklı sevgisi olmasaydı eminim iyi bir
baba olmayı da başarabilirdi.
“Geleyim mi yanına?” diye seslendim içime kaçmış gibi
çıkan sesimle. Sesimi duyar duymaz boynu kopacakmış gibi aniden bana döndü.
Henüz yarısını ilerlemiş olduğum mesafeyi birkaç adım daha atıp tamamladım.
“Deniz?” Dudakları kıpırdasa da hiç ses çıkmamıştı. Adımı dudaklarını okuyarak
anlayabilmiştim.
Yanına oturmadan önce gözlerinin benimkilerden hiçbir
farkı olmadığını gördüğüm için yanak içimi sertçe ısırdım. En az benimkiler
kadar kızarmış olan yeşil gözleri çok yorgun bakıyordu. İkili koltuk gibi duran
fakat sallanan koltukta bıraktığı boşluğa oturdum. Koltuk ağırlığımla arkaya
doğru gidip geri gelirken umursamadan kollarımı sıkıca boynuna sardım.
“Baba,” diye mırıldandım devamında hiçbir şey
söylemeyeceğim halde. Benden bunu duymayı sevdiğini biliyordum ki zaten ben de
ona böyle seslenmeyi çok seviyordum. “Söyle babasının canı, söyle meleğim.”
Sesinin titreyişi kollarımı daha sıkı sarmama yol açarken
bir eli başımın arkasına ulaştı. Büyük avucuyla saçlarımın üzerinden kavradığı
başımı tutup göğsüne bastırdı. “Seni çok seviyorum.” dedim yanağım göğsüne
yaslıyken. Burnunu saç diplerime bastırıp derin bir nefes aldı. “Ben de seni
çok seviyorum babacım.”
Sessizce kokusunu solumakla meşgulken işime fazlasıyla
odaklanmıştım. Saçlarımı okşadığı için mayışmış haldeydim. Odadayken gelmeyen
uykum babam sarıldığı anda belirginleşmişti. Bu da onun verdiği şefkatin
etkisiydi sanırım.
“Özür dilerim Deniz, özür dilerim can suyum.” Yüzünü
göremesem de elimi uzatıp dudaklarının üzerine avucumu bastırdım. “Özür
dilenecek bir şey yapsaydın dilerdin, ama yapmadın baba.” dedikten sonra
göğsünü öptüm.
“Kendi başıma buyruk olup hayallerimin peşinde koşmak
yerine babamı dinleseydim… Bunların hiçbiri yaşanmazdı.” dediğinde burnumdan
güler gibi bir ses çıkarttım. “Eğer öyle yapsaydın biz olmazdık hayatında, ne
annem ne de çocukların yanında olmazdı.”
Babamın, babasını dinleyip Mardin’de kalarak onun izinden
yürüdüğü bir senaryoda yaşamış olmak istemezdim. İyi ki İstanbul’a gelip
hayallerinin peşinden koşabilecek cesareti bulabilmişti, iyi ki annemle
tanışmıştı.
Bütün şehre kurabildiği otoritesi oğullarına işlemedi
diye deliren ve kalbi kötülükle kaplanıp taş kesilmiş bir adamın yanında
kalması çok korkunç olurdu.
“Yekta abim bana bir şey söyledi, ben de sana
söyleyeyim.” dedim başımı hafifçe kaldırıp yüzüne bakarak. “Ben artık
sizinleyim, geride kalan yirmi yılı didiklemek yerine şimdiye ve geleceğe
bakalım. Acıya değil mucizeye odaklanalım baba, olmaz mı?”
Alnımı yumuşakça öptükten sonra birbirinin eşi olan
gözlerimizin karşı karşıya gelmesine sebep oldu. Hiçbir şey söylemedi ama
bakışlarındaki minneti ve onaylar pırıltıları görebiliyordum.
Yeniden göğsüne yattım. Bacaklarımı diğer tarafa uzatıp
iyice yayılırken babam da kollarını tüm bedenimi sıkıca tutacak şekilde
sarmıştı.
“İddiayı unutmadın değil mi?”
Birkaç dakika sonra duyduğum soruyla kıkırdadım.
“Unutmadım baba, seninle uyuyacağım.”
“Çok şükür,” mırıltısını iddiayı unutmamama mı,
kollarında olmamama mı yoksa ona kırılmamama mı söylemişti bilmiyordum.
Hiçbir zaman da tam olarak bilemeyecektim.
Kış bahçesinde babamın göğsünde uyuyakaldığımı sabah yine
onun göğsünde ama bu kez koltuk değil de bir yatakta uyandığımda anlamıştım.
Deliksiz uyuduğum için gözlerimi aralamam zor olmazken
gerinmek için kollarımı hareketlendirdim. “Günaydın can suyum.”
Babamın çoktan uyanmış olduğu gayet dinç çıkan sesinden
belli olurken başımı kaldırıp ona baktım. “Günaydın.” dedim gülümseyerek.
Odada saat arayan gözlerim bir sonuca ulaşamayınca ona
sordum. “Saat kaç? Çok mu uyudum?”
Kolunu komodine uzatıp telefonunu kavradı. Ekranı bana
gösterdiğinde daha 10 olduğunu gördüğümde yeniden uyuma pozisyonuna geçmek için
babama sırnaşmak üzereyken saatin altındaki bildirimler istemsizce gözüme
takıldı.
“Amcam aramış.” dedim 9 kez aradığı için biraz
telaşlanarak.
“Biliyorum.” Gayet rahat cevapladığında ağzım açık kaldı.
“Ama açmamışsın, kaç kere aramış bak.”
“Uyandığımı anlarsa eve damlar hemen, dün seni göremeden
gittikleri için aramıştır.”
Tebessüm ederek telefonu elinden aldım. “Arayalım o
zaman.”
“Sırıtışa bak, çok sevindin sanki sen babacım.”
“Hı hım,” diyerek onaylamışken bildirimin üzerine
dokundum. Şifreyi girmesi için babama uzattığımda ekrana birkaç kez dokundu.
“Kahvaltıya onlar da gelsin mi? Pazar ya bugün, herkes evdedir.”
“Sormana gerek yok meleğim, burası senin evin. Kimi
istersen çağır.”
Acar’ı da çağırma şakası yaparak babamı sabah sabah şok
etme isteğimi bastırarak telefonu kulağıma yasladım. Amcamla küçük bir görüşmenin
ardından birazdan geleceklerini öğrendikten sonra telefonu kapatıp doğruldum.
“Kahvaltı hazırlamamız lazım o zaman, ben gideyim.”
“Gitmesen de olur sanki.” diyerek beni yeniden yanına
çekip yatıran babama sarıldım. “Ama gitmem lazım.”
Yüzümün birkaç yerini sulu sulu öpünce huylanarak güldüm.
Beni sonunda serbest bıraktığında odadan çıkıp banyoya uğradıktan sonra aşağıya
indim.
Kahvaltıyı hazırlama süreci de, amcamlar geldikten sonra
yeme süreci de oldukça normal geçip gitti. Herkes dün akşam olmamış gibi bu anı
yaşıyordu. En doğru olanı yaptığımızı böylece daha iyi anlamıştım.
Mutlu olabilecek şansımız varken acıya odaklanıp
üzülmenin hiçbir anlamı yoktu.
~
Ağzımın tamamen kurumasına yol açan susuzluk hissiyle
saatlerdir başından ayrılmadığım tuvali yalnız bırakarak ayaklandım. Elimdeki
fırçayı kenara koyarken elime bulaşan ve henüz kurumamış olan boyları etrafa
bulaştırmamak için kenardan bir ıslak mendil alıp kabasını sildim.
Kocaman bir mataraya koyduğum suyumu kafama dikerken
gözlerim tuvalin üzerindeydi. Bitmek üzereydi ama tamamlanmış hissettirmediği
için eklemeler yapıp duruyordum.
Camı açtığımda çok fazla estiği için her yeri kapatmıştım
ama bu kez de sıcak basıyordu. Üzerimdeki tişörtü çıkartıp yarım sporcu
atletiyle kaldım. Altımdaki boş eşofmanı da şortla değiştirip değiştirmeme
planları yaparken zil sesi duyduğumda suyumu bırakarak tişörtüm de elimdeyken
kapıya ilerledim. Gelen kişiye göre tişörtümü geri giyebilirdim.
Gereksiz yükseklikte olan kapı deliğine parmak uçlarımda
yükselerek baktıktan sonra gelenin kim olduğu görür görmez kapıyı hızlıca
açtım.
Kendimi karşımdaki bedene bir nevi fırlattığımda güçlü
kollar direkt belime sarılıp dengesini korudu. Bacaklarımı beline sarmışken
içeri girdi ve kapıyı kapattı.
“Güzel bir karşılama oldu.” diyen Acar susar susmaz
dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Dudaklarını ağzımın içine çekip emdiğimde
Acar ben kucağında değilmişim gibi normal adımlarla salona ilerledi. Alnımı
alnına yaslayıp dudaklarımızı ayırdım. “Hoş geldin.”
“Çok hoş buldum güzelim, bayağı hoş buldum.” Kıkırdayarak
yanağını öptüm. Sakalları dudaklarımı çizerken avuçlarım omuzlarına yaslıydı.
“Beni mi özledin?” dedim şımarık bir tavırla. Gözlerimi
iri iri açarak sorduğum soruyu cevaplamadan önce başını geriye atarak güldü.
Dalmış bir halde gülüşünü izlediğim sırada belimdeki ellerinden biri orayı
sertçe okşadığı için dikkatim dağıldı. “Çok özledim hem de, senin aksine…”
Yediğim lafla birlikte elimi çok şaşırmışım gibi ağzıma kapattım.
“Çok ayıp, benim özlemediğimi nereden biliyorsun ki?”
“Sabah sana ajansa gel diye mesaj attım Feris, bana
gelmek yerine kendini atölyeye atmışsın. Akşam olmasını zar zor bekledim
gelebilmek için.”
Acar’la olan ilişkimde yaşanan bu radikal değişimler beni
halen şaşırtıyordu. Mesajlaşırken dahi cevap vermeye erinen bir adamı
özleminden kapıma dayanacak hale getirmiştim.
“Sen biraz yanıyor musun sanki bana olan aşkından acaba?”
Sessiz kalsa da gözlerindeki koyulaşmaya bakılırsa doğru
noktaya parmak basmıştım. “Utanma Merihcim, şurada biz bizeyiz.” Hafif alayla
konuştuğumda alt dudağımın sertçe dudakları arasında esir oluşu gecikmedi.
Küçük bir inlemeyle tepki verirken aynısını üst dudağına
yaptım. Öpüşmemiz hoyratlaştıkça odanın içi daha da sıcaklaşıyormuş gibi
gelmeye başlamıştı. Omuzuna sıkıca tutunduğum ellerimden birini yanağına uzatıp
sakalları avucuma batarken sıkı sıkı kavradım.
Başını hafifçe yana eğip dudaklarımızın hareketini
kolaylaştırırken çoktan kapanmış olan gözlerime rağmen büyük bir aydınlıktaymış
gibi hissediyordum. Başımı döndürecek yoğunluktaki öpüşmeyi aniden kestiğinde
nefes nefese gözlerimi araladım. Aramızda bir nefeslik mesafeden fazlası yoktu.
Bacaklarımın belinden biraz daha aşağıya kaydığını yeni
fark ediyordum, kasıklarım da bu nedenle karnından aşağıya, kasık çizgisine
doğru yaslanmıştı. “Mola mı verdik?” dedim az önceki halimden dolayı
saçmalayarak.
Acar dudağımın kenarına minik bir öpücük bırakıp güldü.
“Mola verdik zümrüt göz, molamızda da bana gelmek yerine ilgilenmeyi seçtiğin
tuvallerini inceleyeceğiz.”
“Ama daha bitmedi ki!” dedim itirazla. Tuvali
tamamlamadan incelemesine gerek yoktu. İşimize dönebilirdik.
İçimde kendini yırtan heyecanlı -ve çokça ateşler
içerisindeki- Feris’i susturmayı başararak kendimi yere bıraktım. Ayaklarım
yere bastığında Acar belimi hemen bırakmayarak dengemi sağladığımdan emin
olmuştu.
Yere düşürdüğüm tişörtü eğilip aldıktan sonra koltuğa
doğru attım. Üzerimdeki sporcu atletinin askılarını düzelterek tuvale doğru
ilerledim. “Bak burada, sabahtan beri bununla uğraşıyorum.”
“Tek bir tane mi?” diye şaşkınca sorduğunda başımı
salladım. “Günde on tane falan mı yaptığımı düşünüyordun?”
“En azından bir taneyi bitirmişsindir diye düşünmüştüm,
daha bir tanesi bile bitmemiş. Boşuna atölyede kalmışsın.” Tek derdi yanına
gitmeyişim olduğundan anlattıklarını takmayarak kenardan aldığım fırçayı Acar’a
uzattım.
“Bir türlü sonu gelmedi, bitmemiş gibi hissediyorum. Sen
tamamlamak ister misin?”
“Ben mi?” dedi fırçayı almadan kendisini işaret ederek.
“Ben ne anlarım yavrum?”
“Anlaman gerekmiyor Merihcim, soyut çalışıyordum.
Hissettiğin renkler ve çizgilerle tamamlayabilirsin.”
Halen tereddüt ettiğini gördüğümde fırçayı kenara koydum.
“Çıkar ceketini, birlikte yapacağız.”
Ceketinden kurtulduğunda dudaklarımı büzdüm. “Bence
gömlek de fazlalık gibi.”
“Beni soymaya çalıştığını fark etmediğimi mi sanıyorsun
Feris?”
Otuz iki diş gülümseyerek yakasını çekiştirdim. “Fark
etmen umurumda mı sanıyorsun Merih?” Erkeksi bir şekilde gülerek gömleğinin
düğmelerini açmaya başladığında başparmağımı kaldırıp onay işareti yaptım.
Boyaları kolay kullanabileceği hale getirip birkaç fırça daha çıkarttıktan
sonra yeniden arkamı döndüğümde Acar’ı yarı çıplak halde oldukça yakınımda
bulmuştum.
“Otur bakalım.” Resim yaparken kullandığım bar
sandalyemsi sandalyeme oturmasını sağladığımda tam arkasına geçtim. Sırt
kaslarını kısaca(!) süzdükten sonra boyaları işaret ettim. Nasıl yapması
gerektiğini kısaca anlattıktan sonra geri çekildim.
Dikkatle ellerini izlerken tuvale farkında olmadan gayet uyumlu
renklerle çalıştığını söylemeden çenemi tuttum. Biraz ilerledikten ve
alıştığından emin olduktan sonra arkasındayken kollarımı boynuna doğru sardım.
Çenemi saçlarının üzerine yaslayarak çizdiklerine bakıyordum.
Başını eğerek boynuna sardığım kollarımdan birini öptü.
Burnunu tenime sürttüğünde iç çektim. “İşinize devam eder misiniz Acar Bey,
dikkatiniz çok hızlı dağılıyor.” Damarına bastığımdan adım kadar emindim. Acar
odaklandığı iş ne olursa olsun aşırı dikkatli ve hırslıydı her zaman. Bu
özelliğine laf yediğinde delireceğini biliyordum.
“Dikkatimin dağıldığını kim söyledi? İstesen de
dağıtamazsın dikkatimi Feris, bitirmek üzereyim zaten.”
“Ne yaparsam yapayım dikkatin dağılmaz yani? Devam edip
bitirirsin tuvali.” dedim oyuncu bir tavırla.
“Aynen öyle.” dediğinde beni görmediği için rahatça
sırıttım. “İyi, devam et o zaman Merih.”
Derin bir nefes alıp işine döndüğünde biraz bekledim.
Kollarım halen boynunda, çenem başının üzerindeydi. Saçlarının üzerini birkaç
kez öptüm. Ardından boynundaki kollarımı yavaşça açarak omuzlarına kaydırdım.
Göz ucuyla fırçayı tuttuğu eline bakıyordum. Herhangi bir
sorun varmış gibi değildi.
Dudaklarımı sarkıttıktan sonra saçlarının üzerinden
ayrılarak şakaklarından aşağıya doğru ıslak dudaklarımı sürterek yanağına doğru
indim. Yanağına öpücüklerle kısa bir yol çizdikten sonra beni hiç takmadığı
için gözlerimi kısarak dudaklarımı hızla boynuna gömdüm.
Bedeninin kasıldığını üst tarafım ona yaslı olduğundan
direkt olarak hissedebilmiştim. Boynuna bastırdığım dudaklarımı ne öpmek için
ne de geri çekilmek için kıpırdatmadım. Öpmemdense beklentide kalmanın onu daha
çok delirteceğini düşünüyordum.
Yanılmadığımı belirten bedeninin daha da kasılması oldu.
Omuzunu parmak uçlarımla yavaşça okşarken dudaklarımı oldukları yerde büzerek öpüyormuşum
gibi hareketlendirdim. “Feris.” Dişlerinin arasından tıslar gibi konuştuğunda
yaramazlık yaparken yakalanmışım gibi panikle yüzümü kaldırdım. “Efendim
sevgilim? Dikkatini mi dağıttım?”
“Dağıtmadın.” Bastıra bastıra cevapladığında sanki bu
cevap beni rahatlatmış gibi soluklandım. Boyalarla uğraşmaya devam etmesini
bekledikten sonra oyunumu hızlandırarak sırtına ağırlığımı vererek yaslandım.
Göğüslerimin aramızda ezilişini hissedebildiğinin farkındaydım. Ortalamadan
büyük oluşları Acar’ın bu kez işine yaramış gibi durmuyordu.
Yavaş yavaş uğraşmaktan sıkılarak ve sabırsızlanarak
sırtına yaslanmayı kesmeden boynundaki ince deriyi emercesine ağzımın içine
çektim. Kokusunun burada yoğun oluşu bana da oyunu unutturacak gibi ciğerlerime
dolarken dudaklarımı ondan çekmeden elimi karnına doğru kaydırdım.
Acar’ın elindeki fırçayı fırlatırcasına attıktan sonra
aniden ayaklanmasını ve bana dönmesini beklemediğimden afallarken çenemi sertçe
tutup dudaklarıma yapışmasına bir süre tepkisiz kaldım.
Karşılık vermem için öpüşünü derinleştirirken dudaklarımı
araladığımda dili hızla ağzımın içine daldı. Çenemdeki eli boynuma kayıp
neredeyse boynumun tamamını sarmışken gözlerim kayarcasına kapandı.
Dizlerimin titreyişini engellemek için bir avucumu ona
yasladım. Karnının üzerine tırnaklarımı geçirmiş halde tutunurken bu hareketim
Acar’ın ağzımın içinde inlemesine sebep oldu. Yumuşak ve tatlı hareketlerin
insanı olmadığını biliyordum, bana her dokunuşunda bunu hissediyordum ama
kendisinin de böyle bir tavır beklediğini anlamam bugüne kadar beklemek zorunda
kalmıştı.
Tırnaklarımı aynı yere daha sert bastırıp sürttüğümde
karnını içeriye doğru çekti. Onda bıraktığım bu etki damarlarımdaki kanın
bambaşka bir baskıyla akmasına sebep olduğunda elimi aşağıya doğru kaydırdım.
Boy farkımız yüzünden boynum kırılacak gibi geriye yaslıydı, boğazımı sıkmadan
ama parmaklarını tamamen sarmış halde tutuyordu. Kasık çizgisine inen
parmaklarım boğazımdaki parmaklarının kasılmasına neden olduğunda dudaklarımızı
ayırdı.
Konuştukça ıslak dudakları benimkilere temas ediyorken
kısık bir sesle mırıldandı. “Sınırda geziniyor o tapılası parmakların.”
Bütün ıslaklığını bana bulaştırmamış gibi ağzım
kurumuşçasına dudaklarımı yaladığımda gözlerini dudaklarıma dikti. Geri adım
atmayacağımı bilip bilmediğinden emin değildim ama bunu ona göstermek için
kemerini kendime doğru çekerek yerinden oynattım.
Beni öpmüyordu ama dudaklarıma az sonra doyasıya yiyeceği
bir tatlıymış gibi iştahla bakıyordu. Kemerinin tokasını gözlerimi yüzünden
ayırmadan bulup açmak için çekiştirdim. Bir elimin yetmediğini anladığımda
diğer elimden de yardım alarak kemerin tokasını çözdüm. Kemeri iki yana
açıldığında parmaklarımın tersini farkında olmadan kabartısı belirginleşen
erkekliğine sürttüm.
Bu, Acar’ın dudaklarımı delirmişçesine ağzına yuvarladığı
anın başlangıcıydı.
Parmak uçlarımda yükselerek dudaklarımı ona doğru
ittiğimde bir yandan pantolonunun düğmesini açmıştım. Fermuarını aşağıya
indirmeden önce gözlerine bakma ihtiyacıyla kavrularak bakışlarımı yukarı
diktim.
“Bir adım daha atarsan durmam Feris, durmak istesem de
duramam güzelim.”
Tereddüt etmeden fermuarını açtıktan sonra avucumu bu kez
bilerek sertliğine bastırdım. Avucuma baskı yapan kabarıklık dudaklarımın aralı
kalmasına sebep olurken Acar boynumu sıkıca tutmaya devam ederek başını geriye
attı. Kısık sesle ağır bir küfür savurduğunda belirginleşen âdemelmasına
gözlerimi diktim. Dudaklarımı oraya bastırmak için öne doğru uzandığımda
boğazıma sarılı avucu bana engel oldu.
Burnunu sertçe burnuma çarparak odağımı gözlerine
çıkarttığında kısık bakan yeşillerimde büyük bir yangın olduğunun farkındaydım.
“Seni istiyorum Feris, her hücremle seni istiyorum ama erken olduğunu
düşünüyorsan duru-…” Cümlesini bitirmesine izin vermeyen dudaklarımdı.
Onu istiyordum, her hücremle onu istiyordum.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder