Aykırı Çiçek Final
FİNAL
Dönüm noktam olduğunu savunabileceğim çok fazla eşikten
atlamıştım. Bu eşiklerin birbirlerinden hiç uzakta olmamaları ise şansım mı
yoksa şanssızlığım mıydı, bilmiyordum.
Bana aile olamasalar da, ailem olduklarını reddedemediğim
Levendoğlu çiftinin geçirdiği trafik kazası ilk eşiğimdi. Alpay Levendoğlu’nun
ölüm haberinin hayatımı baştan ayağa değiştirecek kadar kuvvetliydi. Hiç
sığınamadığım ama sığınma umudumu kaybedemeyecek kadar da iyimser olduğum babamın sonsuza dek gittiğini;
umutlarımın artık ben istesem de var olamayacağını öğrenmiştim.
İçim soğumadan ve ruhum henüz hiç soluklanamadan
öğrendiğim gerçek ise bana bundan önce üzüldüğüm her şeyin ne kadar sönük
olduğunu göstermişti. Ben bu aileye ait değildim. Kanını taşıdığım, benzediğim
bambaşka bir ailem vardı. Bencil bir canavar beni yaşayabileceğim yirmi güzel
yıldan mahrum bırakmıştı.
Bu iki sınanışın kıyısında ise üçüncü dönüm noktam vardı:
Ben âşık olmuştum.
Bir hoşlantı ya da belki güçlü bir çekim olduğunu varsayıp
çıktığım yolda, her zerreme dolup taşacak kadar büyük bir aşkı yüklenmiştim.
Güçlü biri olup olmadığımdan habersizdim ama bu yük hiçbir zaman beni
yormamıştı. Âşık olduğuma pişman olduğum tek bir an hatırlamıyordum.
Son dönüm noktamın içimde büyüttüğüm, âşık olduğum
adamdan ve benden kopan iki parçaya annelik yapacak oluşum olduğunu
kabullenmiştim. Çünkü anne olmak benim için bir tabuydu. Pınar Göktürk’e değil
de Reyhan Levendoğlu’na benzeme ihtimalim beni ürkütüyordu.
Bugüne dek olduğu gibi, hayat beni yanıltmadan
edememişti. Son dönüm noktam anneliğe adım atışım değildi. Benim son dönüm
noktam, Acar’ı kaybetmenin sınırına adım attığım eşikti. İnce bir ipin üzerinde
titriyor, düşmemeyi deniyordum. Beni yakalayıp sıkıca tutmasına ihtiyacım olan
adama ise ne sesimi duyurabiliyor ne de onun sesini duyabiliyordum.
‘Ama senin
bebeklerinin babası, onlarla sınanmaktan kaçınmak için bir yol bulmuş. Bulduğu
yola hiç düşünmeden girmiş, güzel kızım.’
Babamın sesinden duyduklarımın ardından kaç kez uyuyup
uyandığımı sayamayacak kadar afallamıştım. Uyumak denir miydi bilmiyordum
aslında. Bilincim kapanıyor, ne kadar zaman geçtiğini hesaplayamadan yeniden
açılıyordu. Açılır açılmaz aklıma yeniden aynı cümleler doluyor ve bedenim bir
koruma mekanizması olarak kullandığı bilinçsizliğe tekrar sığınıyordu.
Gözlerimi bu kez aralayışımda diğerlerinden farklı
hissediyordum. Farklılığın sebebini anlayabilmek için kendimi zorladım.
Karnımdaki soğukluk ve baskının asıl sebepler olduğunu anladığımda bir şekilde
güç bularak başımı öne doğru eğerek karnıma baktım.
Aylardır benimle olan, gün geçtikçe büyüyen şişkinliğim
çıplaktı. Üstümdeki ince elbiseyi bana kim giydirmişti bilmiyordum ama elbise
göğüslerime doğru sıyrılmıştı. Kasıklarıma kadar örtülü olan kumaşın bir çarşaf
olduğunu hissediyordum.
Karnımdaki soğukluğun ve baskının ultrason jeli ve
probuydu. Ultrasona gerek duymalarını hızla olumsuz yorumlayarak elimi kaldırıp
karnıma uzattım. Bebeklerim iyi değiller miydi?
Elimin kıpırdanışı, uyandığımdan beri karnım dışında
başka bir yere bakmadığımdan kimlerin bulunduğunu bilmediğim odada küçük bir
uğultu yarattı. “Deniz?” diye seslendiğini duyduğum ilk kişiye göz ucuyla
bakabildim.
Annemdi.
Alnıma bastırdığı avucuyla saçlarımı geriye doğru çekti.
Ona nasıl bakmıştım bilmiyordum. Başka birine baksam o da beni anlar mıydı ya
da anne olmak mı gerekirdi anlamak için, bunu da bilmiyordum ama annem sormama
gerek bırakmadan yanıtladı beni. “Bebeklerin iyi birtanem, sen bu kadar
yorulmuşken onlar da yorgunlar sadece. Rutin bir kontrol.”
“Küçük hanımlar iyi görünüyor, yine de serum takviyeleri
yerine besin almanız daha iyi olacak. Kızlarınız için biraz zorlayın kendinizi
olur mu?” Probu kenara bıraktıktan sonra ayaklanan doktorun ardından biri
karnımdaki jeli peçeteyle sildi. Tenime değdiğini neredeyse hissedemediğim
narinlikteki temas, Toprak’a aitti.
Alt dudağımı ısırarak kendimi kastım. Şu ana kadar
gittiğim her kontrolde Acar’la oluşumu, jeli siler silmez kafasını karnıma
gömüşünü hatırlamak o an için doğru tercih değildi belki ama kontrolüm dışındaydı.
“Nöbetçiyim ben gece Gökhan, bir şey olursa haber
verirsiniz.”
Dayımla konuştuktan sonra odadan ayrılan doktorun
ardından bu kez etrafıma düzgünce göz atma fırsatı buldum. İçeride annem,
Toprak, Rüzgar ve dayım vardı.
“Dayı,” diye seslendiğimde sesim günlerdir
konuşmuyormuşum gibi pürüzlüydü. Dalıp durduğum uykuların öncesinde, babam
gelmeden boğazımı ne kadar yorduğumu hayal meyal hatırlıyordum.
“Efendim balım, söyle.” Annem sol tarafımdaydı, dayım ise
sağıma geçmişti. Karnımdaki elime dokundu yavaşça. “Uyanmadı mı hâlâ?”
Parmak boğumlarımı okşadı. “Henüz değil.”
Birden bire sinirle doldum. Hislerim karmaşıktı.
Birleştiklerinde nereye evrileceklerini de kontrol edemiyordum.
“Öldü mü?” diye sorarken ağzımdan bir anda çıkan soru
basit duruyordu. “Hamileyim diye söylemiyorsunuz, uyuyor diyorsunuz.”
Dayımın gözleri irileşti. Başını hızla iki yana salladı.
“Hayır, hayır yok öyle bir şey Deniz. Öyle olsa biz böyle sakin kalabilir miyiz
dayım?”
Sırayla anneme ve üçüzlerime baktım. İfadelerinde en ufak
bir kırılma görüp kendimi haklı çıkaracağım diye ödüm kopsa da dikkatle
inceledim herkesi.
“Yanına gideyim o zaman.” dedim dayıma dönmüşken yeniden.
“Dinlenmen gerekiyor, başını kaldıramıyorsun ben nasıl bu
odadan çıkartayım seni dayıcım?”
İki elimi kendime çekip yatağa yasladım. Destek alıp
doğrulabileceğimi sanmıştım fakat son bir aydır kendimi kaldırabilmek zaten
zorken şimdi imkânsıza dönüşmüş gibiydi.
Başarısızlığıma sızlanarak boynumu gerip başımı yastığa
vurdum. Titrek bir nefes vermiştim bu sırada. “Dayı,” diyen Rüzgar’ı duydum.
“Kucağıma alayım, hiç indirmeyeceğim tamam mı?”
Buruk bir hevesle Rüzgar’a baktım. Zor da olsa eline
uzanıp sıkıca tuttum. Dayımdan çektiği bakışları beni buldu kısa bir an. Güven
verir gibi açıp kapadığı gözleriyle beni izledikten sonra yeniden cevap
beklediği dayıma döndü.
“Bu odadan çıkması için serumu çıkartmam gerekiyor,
çıkartırsam da bir daha takmam. En geç bir saat içinde doğru düzgün bir şeyler
yiyeceksin Deniz. Söz verirsen, izin vereceğim balım.”
“Söz,” dedim bir saniye bile duraksamadan. “Söz,
gerçekten. Çıkart hadi.”
Ani bir duygu boşalmasıyla ağlamaya başladığımda
umursamadan damaryolu açılan kolumu ona uzattım. İğneyi çıkartırken ufak bir
sızı hissetmiştim ama diğer hissettiklerim yanında hiçbir ağırlığı yoktu.
Kollarımı kucaklanmayı bekleyen bir bebek gibi Rüzgar’a
uzattım. Bacaklarımın altından ve belimin biraz üstünden kollarını geçirip beni
yavaşça havalandırdığında bir kolumu omuzuna sarmıştım. “Ağır mıyım çok?” diye
mırıldandım.
Dudaklarını yanağıma bastırdı. “Değilsin canımın içi, ama
olur da kolum ağrırsa da Toprak ne güne duruyor değil mi? Asla tehlikeye atmam
üçünüzü, korkma.”
Yanağımı omuzuna doğru yasladım. “Korkmadım,” derken
odadan çıkmak için kapıya ilerlemeye başlamıştık. Odadan çıktığımızda ilerlediğimiz
yerleri incelemekle uğraşmadım. Tek derdim varış noktamızdı.
Biraz yürüdükten sonra asansöre bindik. Birkaç dakika
sonra ise başka bir kattaydık. Bu kez bakışlarımı etrafta gezdirdim.
Bulunduğumuz katın sağına saptığımızda çevredeki odaların önünde bekleyen tek
tük insanlar görmüştüm. Birkaçının bakışları beni buldu. Kucakta gezen bir
hamilenin bakmak için yeterli sebep yarattığını bildiğimden garipsememiştim.
Ama garipsediğim bir şey vardı.
İnsanların bekledikleri odalar koridora bakan camlara
sahipti. İçeride ise hastalardan başka kimse yoktu. Benim kaldığım odaya
benzemeyen alanın normal bir oda olmadığını kendime itiraf ettiğimde Rüzgar’ın
omuzunu sıktığımdan bihaberdim.
“Deniz,” dedi usulca. “Ne oldu?”
“Burası neresi?”
“Daha iyi bakılması iç-…” Başımı omuzundan kaldırıp
sözünü kestim. “Rüzgar burası neresi? Acar neden benim gibi normal bir odada
uyumuyor?”
Annemin ve Toprak’ın da yanımızda geldiklerini görmüştüm.
Dayım da onlarlaydı. Rüzgar’a sorsam da yanıtımı ondan almıştım. “Yoğun bakım
katındayız.”
Kasıldım. Yüzüme kadar ulaşan bir kasılmaydı bu. İyi
hiçbir şey çağrıştırmayan yoğun bakım gerçeğiyle karşı karşıya kaldığımda
verebildiğim tek tepki bu olmuştu.
Bir şeyler daha sormaya güç bulamadan önce Rüzgar’ın
yavaşladığını fark ettim. Bu, geldiğimiz anlamına geliyordu. Telaşla
hareketlendim. Beni daha sıkı tutmasına sebep olmuştum.
Yaklaştığımız camı görür hale gelemeden önce dikkatimi
camın karşısındaki sandalyelerde oturanlar çekti. Aynısını onların da
yaşadığını kendisini sarsacak kadar hızla ayaklanan Melih sayesinde anlamıştım.
“İzgi?” dedi şaşkınca. Burada olmama şaşkındı. Ama ben
buraya aittim. Acar neredeyse ben de orada olmalıydım, başka türlü nasıl
yaşayacağımı bilmediğim evreye çoktan geçmiştim.
Acar ve Melih birbirlerine karakter olarak hiç
benzemiyorlardı. İkizlerimizin de böyle olup olmayacağı konusunda aklımda
sorular ve ihtimaller vardı aylardır. Karakterleri dışında, görünüşleri de
tıpatıp aynı değildi. Ama dikkatli baktığınızda veya onlarla birkaç haftadan
fazla zaman geçirdiğinizde eşleşen benzerlikleri bulmak zor olmuyordu.
Melih’e baktığımda özellikle göz yapısını bir an için
karşımda Acar varmış gibi özlemle izledim. Dudaklarım titrerken bize yaklaştı.
“İyi misin sen? İyisiniz değil mi?” Alnımı öptükten sonra bir adım geri çekildiğinde
onu yanıtsız bıraktım. Ne yalan ne de gerçek kimseyi hoşnut etmeyecekti.
Sandalyede onun yanında oturuyor olan diğer iki kişiye
göz ucuyla ufacık bir bakış attığımda ise yüzlerini doğru düzgün göremeden
cesaretim kırılarak Rüzgar’a saklandım.
Demet teyzenin yaslandığı beden Tuğrul amcaya aitti.
Üçünün burada Acar’ı beklemesine sevinmiştim. Onu yalnız bırakmamışlardı.
“Sandalyeye bırakayım mı biraz seni?” Rüzgar’ın sorusuna
hemen olumsuz anlamda başımı salladım.
“Dinleme, getir yanıma Rüzgar.”
Rüzgar’ın Tuğrul amcayı dinlememesini dilesem de fiziksel
olarak karşı koyacak gücüm olmadığından ortasında Tuğrul amcanın oturduğu üçlü
bitişik sandalyelerin sol ucuna bırakılmıştım yavaşça.
“Acar’a bakacağım,” dedim Tuğrul amcaya yalvarır gibi
dönerek. “Sonra otururum, önce onu göreyim.”
Demet teyzenin yüzünün bir kısmı kocasının omuzunda
kaybolmuşken kalan kısmı açıktaydı. Gözlerinin ağlamaktan küçüldüğünü,
kızarıklığın hiç gitmeyecekmiş gibi oraya sindiğini açıktaki kısımdan
görebildiğimde tırnaklarımı avuçlarıma bastırdım. “Demet teyze,” diye
seslendiğimde sanki beni duyamayacakmış gibi ona doğru eğilmiştim biraz. Bundan
yararlanıp sırtımdan destek vererek beni diğer omuzuna yatıran Tuğrul amcaya
direnmedim.
Bana cevap vermediğinde dudaklarımı büküp Tuğrul amcanın
tişörtüyle bakıştım biraz. “Acar bizi kurtarmaya çalıştığı için orada diye mi
küstün bana?”
Mırıldanışım fazlasıyla kısıktı ama etraf herkesin
duymasına yetecek kadar sessizdi.
Demet teyzenin aniden doğrulmasını beklemediğimden biraz irkildim.
Tuğrul amca halimi fark ederek beni daha sıkı tuttu. Annemin bize doğru
gelecekmiş gibi bir adım attığını ama Melih tarafından tutulduğunu görüş açımda
olduklarından görmüştüm.
Ayağa kalkıp bana iki elini uzattığında tereddüt etmeden
ellerine tutundum. Kimse müdahale etmemişti. Demet teyze yüzündeki belirgin
çöküşe rağmen beni sıkıca tutuyordu. Ayağa kalktığımda bir elimi bırakıp onun
tarafında olan elimi iki eliyle tuttu.
Beni cama doğru ilerlemem için kendisiyle birlikte
yürüttüğünde birkaç kez peş peşe yutkundum. Oraya doğru yürüsem de henüz
bakışlarım camın ardını bulmamıştı. Daha doğrusu bulamamıştı.
Oldukça yavaş attığımız dördüncü adımın sonunda cama
uzansam dokunacağım kadar yakındım. O ana dek yere bakıyor, adımlarımı
izliyordum. Cama yaklaştığımda, buraya ne için çıktığımı kendime hatırlatarak
boştaki elimle camın altındaki çıkıntıya tutundum. Aynı anda da başımı hafif
doğrultmuştum.
Yeşillerim cama çevrildiğinde göreceğim odanın neye
benzeyeceğini buraya Rüzgar’ın kucağında gelirken gördüğüm diğer camların
ardından öğrenmiştim. Bolca makine, odanın ortasında duran bir yatak ve medikal
eşyalarla dolu dolaplar… Odayı görmeye hazır sayılırdım yani.
Ancak hiçbir kuvvet ya da mucize beni o yatağın üzerinde
uzanan bedenin Acar’a ait oluşuna hazır hale getiremezdi.
Karnının biraz üstüne kadar örtülü soluk mavi bir örtü
oradan aşağıyı gizliyordu. Çıplak göğsünde birden fazla yuvarlak bant vardı.
Onlara takılı ince kabloların ucunu takip etmesem de etrafındaki monitörlere
bağlandıklarını biliyordum. Omuzlarındaki çizikleri görecek kadar yukarı
tırmandırdığım bakışlarım cama tutunduğum elimin sıkılaşmasına sebep oldu.
Bedeninde bir sürü çizik vardı. Bazıları daha derin
görünüyor, bazıları onlara kıyasla daha hafif duruyordu. Örtünün dışında duran
kollarından bana doğru olanı net bir biçimde görebilsem de diğerini görebilmeme
bedeni engel oluyordu. Görebildiğim sağ kolu da benzer çiziklerle bezeliydi.
Göğsüm telaşla inip kalkmaya başlamışken yüzüne
dönebilecek cesareti bulduğumda ne kadar zaman kaybettiğimden habersizdim. Şu
anda ondan başka her şeye algım kapalıydı. Arkadan biri seslense de, beni tutup
çekse de dönüp bakmazdım.
Sakallarının kaç günde ne kadar uzayacağını bileceğim
kadar ezberimdeydi. Onu son gördüğüm andan bu yana iki gün geçtiğine yemin
edebilirdim. Uyuyup uyandığım süreleri algılamakta zorlandığım için henüz
kazadan sonra kaç gün geçtiğini kimseye sormamıştım. Artık gerek de kalmamıştı
zaten.
Bana sürekli Acar’ın uyuduğunu söylemelerine hak
vermiştim yüzüne baktığımda. Gerçekten derin bir uykuda gibiydi. Cildi
normalden daha soluktu. Dokunsam soğukluğunu hissedebilirmiş gibi duruyordu. Avuçlarım
ihtiyaçla sızladığında cama yasladığım boştaki elimi. Yüzüne denk gelen noktaya
avucumu kapattım.
Cama dokunmak ona dokunmaktan çok uzaktı. Buna mecbur kalışıma,
ona en yakın olabildiğim anın birden bu ana dönüşmesine haykırışlar savurmak,
isyan etmek istiyordum. Burnunun dibinden ayrılmamaya, gözümü açtığım her yerde
onu bulmaya o kadar aşinaydım ki bir bağımlının bağımlı olduğu maddeden
uzaklaştırılması gibi yoksunluk çekiyordum.
Parmaklarımı kıpırdatarak yanaklarını, saçlarını
okşuyormuşum gibi camda gezdirdim. “Acarcım,” diye seslendim. Beni
duymayacağını bile bile ilk seslenişimdi. Son olsun istedim. Bundan sonra her
seslendiğimde hep beni duysun, ‘söyle Feris’ desin istedim. Adımı kullandığı
için, zümrüt göz demediği için mızmızlanıp, nazlanmak istedim.
Avucumu Demet teyzeden ayırmaya çalıştım, o elimi de cama
yaslayabilecektim böylece. Ama izin vermedi. “Bırakmam,” dedi bana yetecek
kadar yükselttiği sesiyle. “Oğlumun emanetlerini o gelene kadar bırakmam,
uyanıp sizi koruma görevine dönene dek bize emanetsiniz İzgi.”
Alnımı cama yaslayıp dikkatle Acar’a bakarken kulağıma
Demet teyzenin söyledikleri doldu bir yandan da. “Ne zaman uyanacak?” diye
sordum onda cevaplar varmışçasına.
Çocuk gibi omuz silktiğini camdaki yansımasından
görmüştüm. “Bilmiyorum, ama uyanacak işte. Bebekleri için kendisini öne atacak
kadar baba olmayı kabullendiyse, onları babasız bırakmayacak kadar güçlü
kalması da gerekiyor.”
Demet teyzenin elini bırakmadan o camda ne kadar Acar’ı
izledim bilmiyorum. Ne yoruldum ne de ona bakmaya doydum, bu yüzden hiçbir şey
yapmadan bir elim Acar’da bir elim annesinde orada beklemeye devam ettim.
Biri sırtıma elini yasladığında oraya dönmedim. Kim olduğunu
anlamak için konuşmasını bekledim.
“Daha fazla ayakta bekleme, biraz dinlen sonra yeniden
gelelim olur mu?” Melih’ti konuşan.
Başımı iki yana salladım. “Olmaz.”
Sırtımı sıvazladı. “Ayakta uzun süre kalmanın seni
yorduğunu hepimiz biliyoruz İzgi. Bu birkaç aydır hayatımızda olan bir gerçek,
üzme beni hadi. Uyandığında ‘karımı ve kızlarımı neden yordunuz’ diyerek beni
pataklasın mı istiyorsun?”
“Uyandığında…” diye tekrarladım dilek diler gibi.
Yanağını saçıma yasladı. “Uyandığında tabii, hepimizin sıra dayağından
geçmesini istemiyorsan biraz dinlendirelim şimdi seni. Sonra yine geliriz.”
Elini henüz bırakmadığım Demet teyzeye baktım cevap
vermeden önce. Bana gözlerini açıp kapatarak onay verdi. “Ben buradayım, Acar
yalnız değil. Sen gelene kadar ayrılmayacağım hiç.”
Başımı hafifçe salladım. Hamile olmasaydım beni hiçbir
kuvvet buradan ayıramazdı. Bebeklerimin bir şeyler yememe ve biraz da olsa
dinlenmeme ihtiyaç duyduğunu bildiğimden elim kolum bağlanıyordu.
“Anne sen de Acar’la kal.” derken aslında amaçladığım
Demet teyze ile kalmasıydı. Annem beni itirazsızca onayladı.
“Kucağıma alayım mı seni? Sıska üçüzlerin düzgün
taşıyamamıştır seni şimdi.”
Melih’in teklifine gülecek kadar enerjim yoktu ama Rüzgar
ve Toprak’ın bakışları istemsiz bir kıvrılma yaratmıştı dudaklarımda. “Ben
yürüyebilirim.”
Dayımın öksürüğünü duydum. Omuzlarım düştü.
“Yürüyemezmişim,” deyip kollarımı Melih’e uzattım.
Rüzgar’ın yaptığı gibi beni kucağına aldı. Camdan henüz
ayrılmadan önce bir kez daha oraya dokundum. Melih adımlamaya başlayana dek
gözlerimi Acar’dan hiç çekmedim.
“Döndüğümde yanına girebilir miyim dayı?” Bir adım
arkamızdan gelen dayıma sorduğum sorunun cevabını merakla bekledim. İçeri
girilseydi Demet teyzenin asla dışarıda olmayacağından emindim ama çaresizce
sormak istemiştim.
“Bakarız, ne kadar yemek yediğine bağlı.”
Heyecanla yerimde kıpırdandım. Melih sırtıma yapıştı.
“Düşeceksin kızım yavaş.”
“Kandırmıyorsun değil mi beni? Yemek yiyeyim diye bakarız
dediysen…”
Kaşlarını çattı. “Ne zaman kandırdım ben seni balım? Çok
kısa sürmesi koşuluyla içeri girebilirsin, Demet abla da girdi bu sabah. Seni
duymanın, hissetmenin o deli kocana iyi geleceğini düşünüyorum.”
Asansörü beklerken Toprak kolumu dürttü. “Belki bir film
klişesi olur sen girer girmez uyanır.”
Uyanacağı anı hayal etmek bedenimi gevşettiğinde Melih’e
yaslanıp gülümsedim.
Hastanenin giriş katına inmemiz bayağı zaman almıştı.
Kafeteryanın genişliğine tezat, içeride çok kimse yoktu. Bunu saatin geç
oluşuna bağlayabilirdim. Gördüğüm televizyondaki küçük göstergeye göre saat
gece yarısıydı.
Neden önümüzdeki masalara oturmayıp ilerlediğimizi
anlamam ise en köşedeki, birden fazla masanın birleşmesiyle oluşmuş masadaki
yüzleri gördüğümde gerçekleşti.
Uyanışım ve devamında Acar’a gidişim bir silsile halinde
olduğundan neden üçüzlerim ve annem dışında kimsenin etrafta olmadığını
sormamıştım hiç. Sormadığım ve belki sormayı bile unutacağım herkes buradaydı.
Bizim yaklaşmamızla hepsinin kafası buraya çevrildi. Bir
kısmı ayaklandı, bir kısmı şaşkın şaşkın bakmakla yetindi.
“Deniz? Odandan mı kaçırdı bu çatlaklar seni?”
Amcama başımı iki yana sallayarak yanıt verdim. Bu sırada
Melih bana eğildi. “Nereye oturmak istersin, seç beğen ona göre bırakacağım.”
Gözlerimi masada gezdirdim. Bir uçta babam, amcam, dedem
ve Önder eniştem vardı. Onların solunda teyzem ve Çağla oturuyordu. Çağla’nın
yanından başlayan grup ise diğer yöne doğru Caner, Koray, Yaman abim ve Yekta
abim şeklindeydi.
Muğla’da olmamızın getirisiyle biraz eksik olsa da
neredeyse herkes buradaydı. Olmayanların da yakında burada olacaklarından
emindim. Zorla ‘gelmenize gerek yok’ denildiğini düşünüyordum. İstanbul’dan bir
bu kadar kişi daha gelmesine gerçekten gerek yoktu.
“Yaman abimle Koray’ın arasına,” diye mırıldandım. Orada
boş bir sandalye vardı. Muhtemelen biraz önce başka biri orada oturuyordu ama
yer değiştirmişti.
Herkesin bakışları kırılacakmışım gibi bende gezinirken
Melih beni söylediğim sandalyeye bıraktı. Abimle Koray aynı anda kolumdan tutup
devrilmek üzereymiş gibi destek olmuşlardı.
“Ne zaman uyandın sen can suyum? Haber vermemeniz şaka
gibi!” İlk kısımda ılımlı bir biçimde bana, ikinci kısımda ise pek ılımlı
kalamadan bana eşlik eden dörtlüye bakan babam gergin duruyordu.
“Bir saat falan oldu gibi.” Dayım tasasızca yanıtlarken
masadan bir uğultu yükseldi. Ben uğultudan bağımsız, ilgimi tamamen üzerine
çeken detaya odaklıydım. Aslında biraz da buraya oturma sebebimdi bu.
Abime doğru yaklaşıp göğsüne kapandım. Burnuma dolan
koku, saniyeler içinde genzimi yaktı. Kokunun yoğunluğundan değildi ama.
Kokunun ikinci sahibindendi.
Silik ama alabileceğim kadar var olan kokuyu ciğerlerime
yollarken burnumun ucu sızladı. Acar’ın aynısı gibi değildi. Parfümleri aynıydı
ama ikisi de farklı kokuyorlardı. İkisinin kokusuna da aşinaydım. Tenlerinde
koku değişiyordu. Yine de şu an Acar’ın kokusuna en benzer koku buradaydı.
Abim ne yapmaya çalıştığımı anlamış olacak ki sıkıntıyla
iç çekerek saçlarımı okşadı. “Yaramasına gerek kalmasaydı keşke ama bir işe
yaradı değil mi parfümlerimizin aynı oluşu?”
Başımı salladım yüzüm göğsüne sürtünürken. “İzgi’m?”
diyerek kafasını bana doğru eğip boynuma sokulan Koray’ı uzanabildiğim kadar
uzanıp sıkıca sardım.
Bu sırada üçüzlerimin masadakilere benim uyanışımı ve
ardından olanları anlatıyor olduğunu az da olsa duyuyordum.
Toprak ve Rüzgar sustuktan sonra kısa bir sessizlik
yaşandı. Acar’ın yanına gidişime bir şey diyememişlerdi. Daha çok benden bir
tepki görmeye çalışıyor gibilerdi. Pek bir şey belli etmedim.
“Ne çekiyor canın balım? Burada bulamazsak da yaptırır
bir yerde getiririz, var mı aklında bir şey?”
Dayımın sorusuna omuz silktim. “Bir şey çekmiyor.”
“Ben gidip yiyebileceğin bütün seçeneklerden getireyim,
gördüklerinden biri mutlaka daha iyi durur. Onu yersin.” Yekta abim
ayaklandığında engelleyemeyeceğim için bir şey demedim. Peşinden eniştem de
kalkmıştı. Bütün kafeteryayı buraya getirmemelerini umuyordum sadece.
Yekta abim kalktığında Yaman abimin diğer tarafı boş
kalmış oldu. Üçüzlerim, Melih ve dayım çoktan yerleşmiş olduklarından oranın
abim gelene kadar boş kalacağını düşünmüştüm ama hareketlenmesine en çok
şaşacağım isim yerinden kalktı.
Dedem sandalyesini geriye itip ayaklandı. Abimin kalktığı
sandalyeyi çekip oturduktan sonra bana baktı hafif eğilip. Yanağımı yaşının
izlerini taşıyan eliyle tutup okşadı. “Özür dilerim canımın canı.”
Kaşlarım şaşkınca çatıldı. Devam ettiğinde ise çatıklık
kaybolmadı ancak sebebi farklılaştı. “İnatçı herifin teki olmayıp sıkça
İstanbul’a gelmeye yanaşsaydım, hiç sapmayacaktınız bu yollara. Beni görmenize
gerek olmayacaktı.”
Her konuda kendimi suçlama mekanizmamı dedemden edinmiş
olabilirdim sanırım.
Abimin göğsünden kalktım. Aramızda o yokmuşçasına uzanıp
dedemin ellerini tuttum. “Sen her gün İstanbul’a da gelsen, ben bu kadar
yakınına gelmişken Muğla’ya gelmek isteyecektim dede. Birini suçlayacaksak beni
suçlayalım o zaman, gelmek istedim ve kaza yaptık.”
Yer yer kırışıklıklarla bezeli yüzü yorgunca düştü. “Sen
çekip birimizi vursan dönüp seni suçlar mıyız da beni suçlayın diyorsun Deniz?”
Omuz silktim. “O zaman suçlu aramayı ya da suç üstlenmeyi
boş verelim dede. Bu özelliğimden vazgeçmem için çok çabalamış olan kocamı
üzmek istemiyorum. Sen böyle konuşursan ben kendimi sorgulayıp sorgulayıp
suçlayacağım çünkü.”
“Sakın,” dedikten sonra telaşla yaklaşıp alnımı öptü.
“Kurban olurum sana.”
Abimin göğsüne geri dönüp kokusuna yeniden dalarken
gözlerimi kapatmıştım. Gözlerimi araladığımda bir mucize olmasını ve kokunun
diğer kaynağına kavuşmayı binlerce kez bıkmadan dilemeyi sürdürdüm.
~
Dayımın, her gün bir kez ve en fazla on dakika süre ile
izin verdiği Acar’ın yanına girişlerimin üçüncüsü geride kalmıştı.
Yanına ilk girişimde de, dakikalar önce gerçekleşen
üçüncü girişimde de birbirinden farklı hiçbir şey yoktu. Parmak uçlarımla
bedenindeki çizikleri canının yanmasından çekinerek de olsa takip ediyor, artık
hastanedeki kokulara karışan kokusunu alabilmek için on dakika boyunca boynuna
gömülüyordum.
Dayım beni duyabileceğini söylese de bana kalırsa
duymuyordu. Ona yalvarışlarımı cevapsız bırakışını buna bağlıyordum. Beni
duyamıyordu, duysa gözlerini aralardı.
Bedenimdeki havluyu yere düşmesini umursamadan
gevşettiğimde teyzemi dinlemeyip odanın klimasını duşa girmeden önce
kapatmadığım için ürpermiştim. Klimayı kapatıp kıyafetlerime yönelirken uyuşuk
olsam da hareketlerim hızlıydı. Bir an önce hastaneye dönmek istiyordum.
Herkes birlik olup beni zorla; hastaneye çok da uzak
olmayan, dayım ve dedemin birlikte kaldığı eve göndermişti bir şekilde. Duş
almamı bahane etseler de asıl amaçları hastane dışına çıkmam ve biraz oradan
uzaklaşmamdı, biliyordum.
Teyzem ve eniştem eşliğinde geldiğim evde oyalanmadan
aldığım duşun ardından giyinmem çok vaktimi almamıştı. Hamileliğim beni
eskisinden çok daha fazla elbise giyen bir insana dönüştürmüştü. Karnım
elbiselerde rahat hissediyordu.
Siyah, esnek kumaşlı elbiseyi üzerime geçirdiğimde
karnıma sıkıca yapışmış gibi görünse de ben içinde rahattım. Saçlarımı tarayıp
omuzlarıma dökülmelerini sağladıktan sonra odadan çıktım. Salona girdiğimde
teyzemi ve eniştemi bulmuştum.
İçeriye girdiğimde teyzem yüzünde kılpayı
yakalayabildiğim gülümsemesini hızla yok etti. Kaşlarım havalanmıştı. “Teyze?”
“Hazırlandın mı canım benim?”
Başımı salladım tereddütle. “Neye gülüyordun öyle?”
Enişteme baktı hemen. “Önder sinirimi bozuyordu her
zamanki gibi teyzem, çıkalım hadi hazırsan.”
İkna olmamıştım. Yine de üstelemedim. Hazır onlar burada
kalmam için ısrarcı değillerken bir an önce hastaneye gitmek istiyordum. “Olur,
çıkalım.”
Eniştemin kullandığı araçta arkada ben vardım. Uzun
sürmeyen yol boyunca gözlerimi sağımdaki camdan dışarıya dikmiştim. “Klimayı
kısayım mı biraz Deniz?”
“Kıs Önder, sorma ona. Yeni duş aldı.”
Teyzem benden önce kocasını cevapladığında onlara
müdahale etmedim. Araba hastanenin otoparkında durduğunda eniştem iner inmez
benim kapımı da açıp elini uzatmıştı. Ona tutunup indiğimde sıcak havanın
etkisiyle serin arabadan çıkınca yüzüm buruştu.
Binaya girip asansöre ilerledik. Teyzemin dokunduğu tuşun
üzerinde yazan sayıyla ona döndüm. “Önce Acar’a bakacaktım. Nereye gidiyoruz,
yine odaya mı kapatacaksınız beni?”
“Gökhan boş bir oda ayarlamış,” diyen enişteme baktım.
“Herkes orada, önce bir uğrayalım sonra Acar’ın yanına çıkarsın.”
Omuzlarım düşerken başımı salladım itiraz etmeden. Tek
tesellim yukarıda birilerinin bekliyor oluşuydu. Sanki camın önünde birimiz
beklemezsek Acar hissedecek ve çok kırılacaktı…
Asansörün kapısı açıldığında önden ilerleyen ikilinin bir
adım ardındaydım. Koridorun ortalarındaki bir odanın önünde durdular. Teyzem
kapıyı açtıktan sonra içeri girmek yerine benim önümü açar gibi kenara kayınca
anlamsızca ona baktıktan sonra içeri adımladım.
İçeride bulmayı beklediğim bir dolu insan vardı. Belki
evde dinlenmedim diye azarlanacaktım, belki zorla tekrar eve götürülecektim
diye bile düşünmüştüm.
Odadaki yatakta, özleminden artık delirmek üzere olduğum
kahve irisleri açık halde uzanan bir adam bulduğumda ise hayatımın kalanında
başka hiçbir şey düşünemeyecek kadar büyük bir şaşkınlığın pençesindeydim.
Arabada uyuyakaldığımı, zihnimin beni kandırıyor olduğunu
sanarak kendime gelmeye çalışır gibi başımı hızlı hızlı sağa sola salladım.
Boğuk bir ses fırlayan dudaklarıma örttüğüm elim titriyordu. Bedenimde ondan
farksızdı.
“Acar…” diye soludum avucumda kaybolan fısıltımla.
Yanına üç girişimde, camdan saatlerce ona bakışımda bir
milim kıpırdamayan dudakları hareketlendiğinde patlamak için ihtiyacım olan
buymuşçasına bedenimi yerinden sarsan hıçkırıklarla ağlamaya başladım.
İlk uyanışımın ardından hiçbir şekilde kendimi tamamen
salıp ağlayamamıştım. Gözlerimden yaşlar dökülmüştü, bazen abimden gelen
kokuyla bazen Melih’in gözleriyle bazen babamın sıcaklığıyla onu anımsayıp
gözyaşlarına boğulmuştum ama içimi akıtamamıştım hiç.
O küçük kıvrıma muhtaçtım günlerdir. Bana gülümsemesine,
seslendiğimde önce dudaklarını kıvırıp sonra adımı mırıldanıp beni dinlemek
için beklemesine muhtaç kalmıştım.
Ortadan kaybolabileceği gibi bir kuşkuya kapıldığımda
sarsak adımlarım yatağa yöneldi. İçeride ondan başka kimse yoktu. Ne zaman
uyanmıştı, neden hemen bana söylememişlerdi bilmiyordum. Tahmin yürütemeyecek
kadar doluydum.
Dizim yatağa çarpacak kadar yaklaştığımda avuçlarımı
sakallarına bastırıp yanaklarını örttüm. Teni ılıktı. Yoğun bakımdayken her
dokunduğumda içimi acıtan soğukluk yoktu. Günler öncesinde olduğu gibiydi.
Acar iyiydi.
Yanaklarını bırakmadan, yüzündeki her zerreye dudaklarımı
bastırdım. Karnımda kocaman bir şişkinlik taşımıyor, eğilmekte zorlanmıyor
gibiydim. Anın verdiği heyecanla kalan her şeyi unutmuştum.
“Acarcım?” dedim inatla. Sesini duymadan, günlerdir
beklediğim o iki sözcüğü yan yana duymadan pes etmeyecektim. Anın gerçekliğine
de inanmayacaktım.
Diliyle hafifçe dudaklarını ıslattı, ardından araladı.
“Söyle,” diyebildi önce. İki hece halinde boğuk bir sesle çıkmıştı beş harf
dudaklarından. “Feris.”
Hızlanan gözyaşlarımın yüzünü ıslatmasını umursamadan alnımı
alnına yasladım. “Yalvarırım, bir daha beni böyle sınama.”
Neden yaptığını bana anlatmak ister gibi bakışlarını
aşağıya taşıyıp karnıma çevirdi irislerini. Burnumu çektim sertçe. Benim
tarafımda olan elini yakalayıp yavaşça kaldırdım. Avuç içini karnıma
yasladığımda tenime yapışan ince elbisenin üzerinden kızlarına dokunmuş oldu.
Her dokunduğunda yaptıkları hareketli danslarına
verdikleri ara dolayısıyla bir an için tepkisiz kalan bebekler Acar’ın sorgular
gibi bana dönmesine sebep oldu. “Bana küstüler mi?”
Burnumu burnuna sürttüm. “Kahramanlarına neden küssünler
ki?” dediğimde yorgunluğunu görebilmeme rağmen eli karnıma daha sıkı tutundu.
“Sadece babalarını çok özlemişler, bu kadar özlettiğin için bir süre trip
atacaklarmış sana.”
Gülümseyerek konuştuğumda aynaya bakıyormuşum gibi onun
dudaklarında benimkine eş bir tebessüm belirdi. “Belki araya girip onları ikna
edebilirsin?” derken artık konuştukça sesi alışkın olduğum haline yaklaşmaya
başlamıştı.
“Kendi özlemim dindiğinde, bakarız.”
Burnundan bıraktığı kısa nefes sus çizgimi okşadı. “Yani
hiç…”
Dişlerimi gösterecek kadar büyük gülümsedim. “Yani hiç.”
~
- 1 ay sonra
Terden sırılsıklam olduğumu hissettiğim uykumdan
sıyrıldığımda gözlerim aniden irice açıldı. Gördüklerimin etkisiyle titreyerek
başımı yana çevirdim. Acar’ın yanımda uyuyor olduğunu görmeye ihtiyacım vardı.
Hastaneden çıktığımız günden itibaren sıklığı giderek
azalsa da konusu Acar -aslında Acarsızlık- olan kâbus bozması rüyalarım
tükenmiş değildi. Hastaneden çıkalı üç, İstanbul’a döneli iki hafta oluyordu.
Muğla’da, dedemlerde cümbür cemaat geçirdiğimiz bir haftanın ardından eve
dönmüştük.
Acar’ın fiziksel olarak hiçbir sıkıntısı yoktu. Bazı
izler silinmiş, çok az bir kısmı ise silinmeye yüz tutmuş halde bedeninde kısım
kısım kalmıştı. Bu nedenle evde tek kalabilmemiz için bir engel kalmamıştı. Her
ne kadar hem bizimkiler hem de kendi ailesi tek kalmamamız için ısrarcı olsalar
da Acar sıcak bakmamıştı. Benim kendime gelmem için her şeyin kazadan öncesiyle
aynı olması gerektiğini düşünüyordu.
Yatağın ona ait kısmına döndüğümde bedenini görmeyi,
Haziran sıcağını ve terlemiş olmamı umursamadan ona yapışmayı düşünürken boş
yastıkla karşı karşıya kaldığımda iç çektim. Elimin tersiyle yanağımı silip
şaşkınca göz kırpıştırdım. İçerisi hem karanlık hem de değildi. Sabah olmasına
az kaldığını buradan anlayabiliyordum.
Ancak bu saatte neden yatakta yalnız olduğumu
anlayamıyordum ve bu beni bir panik atağa sürüklemek üzereydi.
Sekizinci ayını doldurmuş, ikiz bebek taşıyan bir hamile
olarak toparlanıp kalkmak için oldukça uzun bir zamana ve bolca efora ihtiyacım
vardı. Yine de şu anki adrenalinle yapabileceğimi düşünerek yerimde kıpırdamaya
çalıştım.
Birinci dakika dolmadan odanın kapısı açıldığında hızla
bakışlarım orayı buldu.
Belindeki havluyla içeri giren Acar’ı gördüğümde
hissettiğim rahatlamayla birkaç damla yaş yanağıma damlamıştı. “Güzelim, sen
uyandın mı?” Şaşkınca konuşup bana yaklaştığında yüzümü daha net görmüş olacak
ki kaşları çatıldı. Yatağa dizini kırıp oturduktan sonra eğilip yüzümde birkaç
noktaya dudaklarını bastırdı.
“Yine mi başa döndük zümrüt göz?”
Kâbuslarımı kastettiğini bildiğimden sessiz kaldım.
Genzime dolan naneli şampuan kokusuyla gözlerimi kapattım. “Bir süredir
olmuyordu, yanından kalktığımı hissettin sanırım. Özür dilerim.”
Özür dilemesi gereken bir şey yoktu ama çıkarımı doğru
olabilirdi. Ben de artık bu kâbuslardan kurtulmaya başladığımı düşünmeye
başlamıştım ki bu gece yeniden misafir olmuştu zihnime. Belki de dediği gibi
yatakta yalnız olduğumu hissetmiştim.
“Sıcaktan darlanınca uyuyamadım, duş alırsam geçer diye
kalktım yanından. Ses gelmesin diye ortak banyodaydım, her şey yolunda. Uyu
hadi tekrar.”
“Çok terledim,” dedim bıkkınca. “Beni kaldırır mısın,
uykum yok.”
Şakağıma ıslak bir öpücük bıraktıktan sonra bir kolunu sırtımla
yatak arasına, diğer elini de ellerime tutunmam için destek olarak bırakıp
bedenimi yataktan ayırdı. “Duş aldırayım mı sana, ferahlarsın biraz?”
Başımı sallayıp onayladıktan sonraki yarım saat boyunca
kendimi Acar’a bırakmıştım. Beni bir bebekmişim gibi yıkamasına hamileliğimin
son aylarında öylesine alışmıştım ki doğurduktan sonra da kendim yıkanmaya
yanaşmayacaktım muhtemelen.
Rahat bir şeyler giyip aşağıya indiğimizde saat sabahın
altısıydı.
“Kahvaltı için erken mi?”
“Ne yiyeceğimize bağlı.” dediğimde güldü. Sevmeyeceğim
bir şeyler önerecekse öğleden önce acıkmayacaktım ama ilgimi çeken bir şey
varsa iştahım bir ayıyla yarışabilirdi.
“Pasta yeriz diye düşündüm sabah sabah, belki yanında da
reçel ve meyveler.”
Dalga geçtiğini ilk kelimesinden itibaren anlayabildiğim
için somurttum. “Büzme dudaklarını, ısırıp kopartırım tek hamlede. Yürü
mutfağa.”
Kıkırdayışımı tutamadan önden mutfağa ilerledim. Kalçamı
bir yere yaslayıp kollarımı göğsümde kavuşturmuşken Acar bebek oyalar gibi
elime bir elma tutuşturmuştu meyve(!) diye. İstediğim son meyve elmaydı ama
umurunda değildi.
Elmayı kemirirken bir yandan da onun kahvaltılıklarla
uğraşmasını izliyordum. Aklıma gelen saçma sapan her şeyi dile getirip çenemi
ve kocamı yorarken Acar bıkmadan beni dinliyor ve söylediklerimi yorumluyordu
bu sırada.
Dün akşam da bir benzerini yaşadığım küçük kasılma
karnımı yokladığında dişlerimi birbirine bastırdım. Doktorumu her yüz ifadem
değiştiğinde aradığımız için bazı kasılmalarımı Acar’dan saklamak zorunda
kalıyordum. Kadın bize yaklaşık yüz kez, ara sıra yaşayabileceğim kasılmaların
sorun olmadığını anlatmıştı ama Acar asla inanmıyor ve her seferinde arayıp
duruyordu.
Peş peşe iki kez aynı hisle kasıldığım için elim karnımı
buldu. Elmayı tezgâha bıraktığımda göz ucuyla Acar’a baktım. Domates kesiyordu.
Seslenmek için elinden bıçağı bırakmasını beklemeye karar
verdim. Aniden seslendiğimde ve yüzümü gördüğünde bıçağı kendisine saplama
olasılığı yüksekti.
Domates kesişi olması gerekenden uzun mu sürmüştü yoksa
ben dün ya da önceki günlerde yaşadığım kasılmalardan daha ağır bir kasılmanın
kıyısında mıydım anlayamamıştım. Karnım kaskatıydı, dokunduğum yerdeki
gerginliği hissediyordum.
Bıçağın mermere bırakılınca çıkarttığı sesle aynı anda
dudaklarımı araladım. “Acar,” dedim nefesimin ne zaman sıklaştığını fark
edemeden. Boynunu çevirip hızla bana döndü. “Ben,” diyerek başladığım ve
kasılmamın olduğunu söyleyeceğim cümlenin gidişatı hissettiğim bambaşka bir
şeyle değişirken gözlerim irileşti.
Attığı tek adımda yanımdaydı artık. Karnımda olmayan
elimi sıkıca tuttu. “Feris?” derken sesinde gerilerde tutmaya çalıştığı korkuyu
ve telaşı algılayabilecek kadar kendimdeydim.
“Eğer,” dedim mırıldanarak. “Çişimi tutamayacak kadar
hissizleşmediysem, doğuruyorum. Suyum geldi.”
Bacaklarımdan sızmaya başlayan şeyin hangi ihtimal olması
beni daha çok sevindirirdi bilememiştim ama Acar ikinci ihtimale tutunmuş
olacak ki birkaç saniyeliğine donakaldı.
Onu sakince kendisine getirmek isterdim. İnanın ödünü
patlatmak severek yaptığım bir şey olmamıştı ancak karnımda şu ana dek
hissettiğim en ağır sızıyı hissedince dudaklarımdan fırlayan inlemeyle karışık
çığlık koca bedenini bir an için yerde bulacağımı düşündürtmüştü bana.
“Acar,” diye soludum. “Hastane…”
Saatler mi geçti yoksa sadece dakikalar mı tükendi,
bilmiyordum. Uzandığım rahatsız yerde bacaklarım bebeklerime bir geçit sağlamak
için iki yana olabildiğince açık halde bırakılmıştı. Alnımdan akan terleri,
yanımda bir elini sıkıca kavradığım Acar, boştaki elinde duran bezle silip
duruyordu ama yenileri o kadar hızlı geliyordu ki işe yaramıyor desem yeriydi.
“Sancı geldiği anda, son kez tüm gücünle ıkınmanı
istiyorum İzgi. Kızlarından biri birkaç dakika sonra kucağında olacak, hadi
güzelim.”
Doktorumun beni ikna etmek için sakince konuşması,
bulunduğum anın içinde zar zor duyduğum bir uğultu gibiydi. Acar’a baktım
yardım ister gibi. “Buradayım, yanındayım. Kızlarımıza kavuşalım artık, zümrüt
göz.”
Burnunu şakağıma bastırıp yalvarır gibi konuşurken onun
telaşla karışık hislerini tek tek ayırt edemesem de bir şeylerle savaşıyor
olduğunun farkındaydım. Benim halime baktıkça, ‘çıkalım buradan’ diyecek gibi
oluyor ancak kızlarını hatırlayınca beni ikna etmek için dudaklarını
aralıyordu.
Son birkaç saattir gittikçe yoğunlaşan sancılarımdan biri
daha beni bulduğunda Acar’ın elini ve uzandığım yatağın kenarını ellerimle
tutarak o ana kadarki ıkınmalarımdan en kuvvetlisini yapmaya çabaladım.
Kulaklarım tıkanmış, odadan kopmuşum gibi hissettiren kısa anın ardından
içimden bir parçanın sıyrıldığını anlamıştım. Vücuduma bir an için nefes
aldıran bu rahatlama anıyla panikleyip Acar’a baktım.
“Ne oldu?” diye sorarken Acar’ın bakışlarını kendime
çekememiştim. Doktorun ve yanındaki diğer görevlilerin olduğu kalabalığa
bakıyordu. Gözlerini kırpmadan baktığı yerde ne gördüğünü göremiyordum ama
Acar’ı bu hale neyin getirebileceğini biliyordum.
Hıçkırarak başımı geriye attım.
Tiz, odayı inleten bir ağlayışla birlikte hıçkırmaya
devam etsem de başımı kaldırmıştım. Yeşil bir örtüye dolanmış ufacık bir
bedenin ağırlığını göğsümde hissettiğimde nefesimi tuttum. Hemşirenin göğsüme
yasladığı, kıpkırmızı kesilmiş minik varlıktan çıkan sesin bu denli güçlü oluşu
mümkün müydü?
Hemşire örtüyle birlikte onu yavaşça yukarı doğru
kaldırıp yüzüme yaklaştırdığında savurduğu kolları çeneme çarptı. Yüzüme
yaklaştığında sesini kısması, sızlanmasının dinmesi bir tesadüf müydü
algılayamadığımdan Acar’a baktım.
Acar’ın bana hayranlıkla baktığına daha önce şahit
olmuştum. Yalan söyleyemezdim, çokça şahit olmuştum hatta. Fakat şu an yüzünde
gördüklerimle daha önce karşılaşmadığıma yemin edebilirdim.
Soluklarım toparlanmaya başlamışken karnımda yeniden az
öncekiyle eş bir sancı hissettim. Ani gelen ağrıyla geriye doğru düşecek gibi
olduğumda Acar hızla boynumu tutmuştu.
Doktorumun hafifçe güldüğünü işittim. “İkinci misafirimiz
oyalandığımız için kızgın sanırım, aile karesine dahil olmak için olabildiğince
fevri davranıyor.”
Hemşire göğsümdeki bedeni kucakladığında ona itiraz etmek
istesem de yoğunlaşan ağrım bunu yapabilmeme engeldi. Bir an önce ikisini birden
kucaklayabilmek için tüm gücümle sancıyı hissettiğim anda ıkındım.
Kaçıncı deneyişimin sonunda az önceki gibi bir
rahatlamayı hissettiğimi sayamamıştım. İkinci kez tiz ağlayış kulağıma doldu.
Ardından onu duyduğunda refleksle eşlik eden diğer beden de ağlamaya başladı.
İkisinin de ağlayışları birbirlerine karışırken başımı
geriye yaslayıp yorgunlukla gülümsedim. Acar’ın alnıma bıraktığı öpücüklerle,
odanın diğer ucuna bakıyordum. İkimizin de bakışları birbirimizi bulmamıştı,
merakla bize doğru gelecek olan bebeklerimizi izliyorduk.
İki ayrı örtüye sarılı halde iki ayrı hemşire tarafından
bize yaklaşan bedenlerden biri yine göğsüme bırakıldı. Onun az önceki bebek
olmadığını hemen anlamıştım. İkizinin aksine saçları çok daha seyrekti. Saçları
aynı olmasa da tıpkı ikizi gibi çeneme yapıştığında sakinleşmesine kıkırdadım.
Beni tanımışlar mıydı?
Kucağımdaki bedene odaklandığımdan, onu sarmak için elini
tutmayı bıraktığım Acar’ın ne yaptığına bakmam birkaç saniye gecikmeliydi.
Hemşirenin ona uzattığı bedene şaşkınca baktığını gördüğümde burnumu
kollarımdaki bebeğime bastırdım.
“Ben mi alayım kucağıma?” dediğinde odadan gülüşler
yükseldi.
“Bundan sonra bolca ikizleri paylaşmanız gerekecek Acar
Bey, şimdiden alışmalısınız. İzgi Hanım ikisini birden taşımakta zorlanacaktır.”
Acar’ın en fazla üç kilo bir bedeni taşımayacak kadar
güçsüz olmadığını kendi de dahil herkes görebiliyor olsa da, kollarına aldığı
kızımızı her an düşürecekmiş gibi dikkatliydi. Kollarında kaybolan ufak bedene
bakarken yüzüm kendi kollarımdaki bedene yaslıydı.
Eğilip burnunu yavaşça yanağına dokundurduğunda Acar’ın gözünden
sızan, yanağını takip edip bebeğimizin sarılı olduğu örtüye düşen damlayı
kaçırmamıştım.
Zihnim hafızamın raflarından çektiği, Melih’in bana
Acar’ın hayatına girmek istediğimi söylediğimde uyarır gibi tembihlediği
cümleleri anımsatırken gözlerimi kapatır gibi kıstım.
‘Acar’ın
duygusuzluğuyla baş edebileceğine inanıyorsan, önünde durmayacağım İzgi. Ama
yolun sonunda ikizimin sen de yara olarak kalan bir anıdan ibaret olmasından
çekiniyorum.’
Bana yara olmasından korktukları adamı, kendime merhem
kılabilmiştim.
~
“Uyanmıyorlar işte, bir kerecik öpeyim. Bence öpünce de
uyanmazlar.”
Toprak’ın önerisi, Rüzgar ve Melih’ten onay alırken
kıkırdadım.
Yorgunluğum henüz tam anlamıyla beni terk etmemişti. Yine
de ilk halime göre çok daha iyiydim tabii.
Odamda kalabalık istemeyen doktorum için sayıyı azami
düzeye indirmiştik. Bu da içeride anne-baba ve kardeşlerden başka kimse yok
demekti. Geriye kalanların da hastanede olduklarını biliyordum ama henüz beni
de bebekleri de görmemişlerdi.
Yatağımın iki yanında babam ve Tuğrul amca vardı. Annem
ve Demet teyze bebeklerin yan yana duran tekerlekli yataklarının başında
bekliyorlardı. Acar ise her an ilerlemeye hazır görünen üçüzlerimi ve kendi
ikizini engellemek için bir duvar gibi, oturdukları koltuğun önünde duruyordu.
Onların aksine Yaman abim ve Yekta abim beşiklere daha
yakındalardı. Sanırım Acar onlara bebeklere yapışmayacaklarına dair daha
kuvvetli bir güven duyuyordu.
“Annecim daha çok minikler, biraz dinlensinler bolca
öpersiniz.” Annemin sakince açıklaması üçlüyü oflattı.
“Ağrın yok değil mi meleğim?” Babam alnımı avucuyla
sararken sorduğunda olumsuz bir ses çıkarttım. “Yok, iyiyim ben.”
Tuğrul amca elimi tutup hafifçe sıktı. “Kandırmıyorsun
değil mi bizi?”
İkisi de benimle ilgili çok telaşlılardı. Bunu daha önce
doğurmamalarına ve hastaneye son anda yetişmelerine bağlıyordum. Acar telaşla
biz doğuma girerken kimseye haber vermemiş, çıktığımızda onları aradığında ise
herkesi şoka sürüklemişti.
Geldiklerinde beni doğurmam için bekleyeceklerini sanan
ailelerimize uyuyan bebeklerimizle tatlı bir sürpriz yapmıştık.
“Kandırmıyorum gerçekten, çok iyiyim.”
Kafamdaki kurdeleme minik bir fiske attı Tuğrul amca.
Demet teyzenin beni hediye gibi paketlemesini komik bulsam da tacımla
mutluydum.
“Artık isimlerini öğrenebilir miyiz o zaman? Biraz daha
beklersem bir tur da ben doğuracağım meraktan.”
Yaman abimin bebekleri yarım ağız gülümsemesiyle hayran
hayran izlerken konuşmasıyla Acar’la göz göze geldik.
İsimleri konusunda sürekli karar değiştirip durmuştum. Bu
kararsızlığın aslında daha önceki hiçbir kararımdan tam emin olamayışımla
ilgili olduğunu geç fark etmiştim. Son iki ismi bulduğumuzda, daha doğrusu Acar
birden bire bu iki ismi ortaya attığında bundan sonra duyduğum hiçbir ismin
yüzüne bakmamıştım.
İsim seçme konusunu bana bırakmak istediğinden kendisi
pek fikir sunmamıştı. Artık delireceğimi anladığında ise başından beri aklında
bir fikir olduğunu söylemek zorunda kalmıştı.
“Babaları açıklasın, isimlerini o koydu.” Topu Acar’a
attığımda herkes merakla ona döndü.
Acar sırayla kızlarımıza baktıktan hemen sonra
mırıldanmıştı. “Leyan ve Leyla.”
Doğdukları ana dek hangisinin hangi ismi alacağı rastgele
bir karar olacak sanıyorduk. Bizi şaşırtarak, ismini benimsemiş gibi koyu ve
sık saçlarıyla önce Leyla doğmuş, ardından ikizinin geceye benzerliğini
aydınlatmak ister gibi daha açık renk saçları ve parlak gözleriyle Leyan
aramıza katılmıştı.
Leyla: Gece, saçları gece gibi siyah kadın
Leyan: Parlayan, parıldayan
Acar gözlerini benden hiç ayırmadığında ondan farksız
biçimde gözlerim gözlerinde kaldı.
Odadakiler kızlarımızın isimlerini öğrenip, zihinlerine
işlerken bakışlarımı kocamda tutmayı sürdürdüm.
Baktığım her an, gördüğüm her saniye içimde binlerce his
filizleniyordu. Üstelik tek biri bile olumsuz değildi. Alnımdan elini çekmemiş
olan Savaş Göktürk’ün ona her baba dediğimde bana hissettirdikleriyle örtüşen
güzellikler, ömürleri boyunca Leyla ve Leyan’a verebileceğim en özel hediye
olarak kalacaktı.
Onları görmek için gün sayarken, onlar uğruna kendisinden
vazgeçen bir babaya sahip olmalarını sağladığım için bana teşekkür edeceklerini
biliyordum. Bu hissi, durmadan anneme teşekkür etmek isteyişimden tanıyordum.
Kız çocukları için babaları ya bir sığınak ya da bir
yıkıntı oluyordu. Ortasının olabildiğine şahit olmamıştım daha önce.
Kendi sığınağıma çok benzer bir sığınağa kızlarımın da
sahip olması, daha önce hissettiğim mutlulukların bir hiç olduğunu
fısıldıyordu.
Kaçıp saklanmak için, benim boşa giden yirmi yılım
boyunca yapmaya çalıştığım gibi bir yıkıntıda güvensizce beklemeleri
gerekmeyecekti. Babaları zaten bir
kenarda onları sıkıca sarıp korumak için bekleyecekti.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder