Aykırı Çiçek 50.Bölüm
50.BÖLÜM
“Acar?”
Çağla, yanında oturan Acar’ı dirseğiyle dürtüp, bir
süredir bütün masa ondan cevap beklediği için uyarmaya çalışırken yanak
içlerimi ısırarak tepkisiz kalmayı denedim.
Toplantı başladığından beri birkaç kişi sunum yapmakla
meşgul olduğundan Acar bütün odağını bende tutmuş, gözlerini yüzümden
ayırmamıştı. İşin sonunda kendisinin fikri sorulacağını hesaba katmamış gibiydi.
Gerçi bunu bilse de bana bakmayı bırakacağından emin olamıyordum.
Acar’ı burnunun
dibindeyken kendimi özleterek yıldırma politikam günlerdir devam ediyordu.
Her an beni görüyor, ama asla özlemini gideremiyordu.
Ajansta -öncekinden farklı bir yetkiyle- çalışmaya
başlayalı beş gün geride kalmıştı. Bu beş günü yapmam gerekenlere odaklanıp
kendimi oyalayarak geçirmiştim.
Acar beni özlerken, içimde büyük bir yer kaplayan Acar
delisi Feris de aynı özlemle yanıp tutuşuyordu. Onu zapt edip, susturmanın en
kolay yolu da aklımı başka şeylerle meşgul etmekti.
Acar, Çağla’nın kendisine seslendiğini anladığında soluna
dönerek ona baktı. Çağla gözlerini belerterek onu uyarırken kısa bir
duraksamanın ardından soru soran kişi soruyu tekrarladığında toplantı olağan
düzenine geri döndü.
Bana bakıp bıyık altından sırıtan Caner’e çok gözlerimi
değdirmemeye çalışıyordum. Acar’ın bu haliyle, Acar dışında herkes bolca
eğleniyordu. Özellikle Koray ve Caner genellikle işin suyunu çıkartıp günlük
olarak Acar’ın saldırısına uğruyorlardı.
“Burada sonlandırabiliriz toplantıyı, iyi çalışmalar
arkadaşlar.” Melih’in cümlesinin ardından oda yavaş yavaş boşalmış, en sonunda
da geriye sadece biz kalmıştık.
Önümdeki not aldığım dosyayı kapatıp sandalyemi geriye
ittim. Ayaklanmak için hareketlenmişken Çağla konuştu. “İzgicim sen kal, biz
çıkalım. Şu herif seni biraz daha izlesin de mesai bitimine dek çalışacak kadar
enerji toplasın.”
Dudaklarımın hafifçe kıvrılmasına engel olamayıp
gülümsediğimde bunu uzatmadan ifademi toparladım. “Çağla!” diyerek sitem eder
gibi konuştuğumda Caner yanında oturan Melih’i dürttü. “Oğlum sen de biraz
ikizinden örnek alıp Çağla’ya bakakalsana, öküz müsün?”
“Ben o öküzün boynuzunu kopartıp sana takmadan uza Caner,
yorma beni.”
Acar büyük bir sakinlikle konuştuğunda Caner bunun iyiye
işaret olmadığını bildiğinden itirazsızca ayaklandı. “Oldu o zaman, bana
müsaade. Akşam Koray gelirse destekli devam ederim.” dedikten sonra odadan
ayrıldı.
Melih’in onun yerine Acar’a laf atma görevini
üstleneceğini anladığımda, günlerdir aynı muameleye maruz kalmasına artık içim
elvermediğinden araya girdim. Ben istediğim kadar uğraşabilirdim ama herkes
yapınca birden Acar’ın tarafına geçesim geliyordu. Dengesizin tekiydim.
“Sizin yarınki konser planınız ne oldu?” diyerek sabah
Çağla bana bir saat boyunca Melih biletleri almayı unuttu diye dert yanmamış
gibi sorduğumda Çağla hızla gerilerek yerinde doğruldu.
Melih’e iğrenç bir şey görmüş gibi bakıp arkasını dönüp
odayı terk ettiğinde yanaklarımın içini ısırarak gülmemek için kendimi sıktım.
Melih ayaklanıp Çağla’nın peşinden koşturmadan önce bana baktı. “Alırım bunun
intikamını, bekle sen.”
“Beklerim Melihcim, her zaman müsaitim sana.”
İşaret parmağını bana doğru sallayıp tehdit içerikli
bakışlarının ardından o da odadan çıktı. Kalabalık tamamen dağılmış, artık
odada sadece Acar ve ben kalmıştık.
“Ben de gideyim artık.” dedikten sonra yavaşça
ayaklandım. Acar ağzının içinde bir şeyler homurdandı, tek kelimesini dahi
anlamadığım için merakla kaşlarım çatıldı. “Anlamadım?” dedim sorar gibi.
“Anlama, boş ver.” Gözlerini bana hiç çevirmeden
sandalyesini geriye itip ayağa kalktı. Kapıya doğru yürümeye başladığında
burnumdan uzunca bir nefes vererek önünü kestim. “Ne söyledin Acar?”
Bir adım önündeydim, ikimizde ayaktaydık ama ayağımdaki
topuklulara rağmen gözlerine bakmak için boynumu geriye atmak zorundaydım.
Boynumu gererek arkaya atıp yüzümü ona doğru kaldırdım.
Bu, günler sonra birbirimize en yakın olduğumuz an
olabilirdi. Nefeslerimiz havaya karışmak yerine birbirimizin teninde kaybolurken
ondan kaçırmaya alıştığım gözlerimi bu kez doğrudan kahverengilerine dikmiştim.
“Gitme artık,” dedikten sonra yüzü kasılır gibi
hareketlendi. “Benden gitme artık dedim, zümrüt göz.”
Sesindeki yorgunluk, birkaç gün önce benim omuzlarımda
duran yorgunluğun izlerini taşıyordu. Bütün yükü ona verip karşısına geçmiş ve
onu izlemeye başlamıştım. “Senden gitmedim.” dedim duraksamadan. Gitmemiştim.
Gözlerini kapatıp başını hafifçe eğerek alnını saç
diplerime doğru bastırdı. “Neden sensizim o zaman? Gitmediysen, neden yoksun
Feris?”
Bu soru, bütün sinirimi tepeme çıkartırken avuçlarımı
sertçe göğsüne vurup onu itmeyi denedim. “Aptalın tekisin çünkü!”
Fevriliğim onu şaşırtmışa benzemiyordu. Tek yaptığı
belime uzattığı koluyla beni tutarak uzaklaşma ihtimalimi sıfıra indirmek oldu.
“Öyleyim!” Benden farksız bir biçimde sinirle kabullenerek söylediği kelimenin
birkaç saniye sonrasında sanki kendisini durdurmak ister gibi alnını alnıma
doğru daha sert bastırdı. “Bana âşık olurken bunu hesaba katmamışsın, aptalın
tekiyim Feris. Ama artık dönüşü yok, ben nefes aldıkça benimle olmaktan başka
bir yolun yok.”
Ben nefes
aldıkça kısmına yaptığı vurgu ironik bir biçimde benim nefesimin
teklemesine sebep olurken henüz göğsünden çekmediğim ellerimden birini kalbinin
üzerine doğru bastırdım. Avuç içimde yankılanan kalp atışları gözlerimin
kısılmasına yol açtı.
Ajansa dönmeden önce Yekta abimle yaptığımız konuşmayı
anımsadım. Aslında anımsadım demem yanlıştı, çünkü hiç unutmamıştım.
Abimin yanındayken acısının zaman zaman onu nasıl çepeçevre
sardığını gördüğümden mi yoksa onu çok sevdiğim için acısını
içselleştirdiğimden mi bilmiyordum ama kendimi özellikle bu süreçte çok fazla
onun yerine koyuyordum.
Bir iki gece önce kâbusuma da konu olan senaryoda, aniden
ben abimin yerinde belirirken Acar’ı kaybetmişim, bir daha istesem de ona
ulaşamayacakmışım gibiydi.
Abimin Pamir’e tutunarak ayakta kaldığını biliyordum,
aynı soruyu kendime sorduğumda ise ne hale geleceğimi açıkça kendime itiraf
etmek çok zordu. Bu cevaptan sürekli kaçıyordum.
“Sus!” diyerek hem Acar’ı hem zihnimde dönüp duran
sesleri durdurmayı amaçlarken başıma saplanan keskin ağrı canımı yakıyordu.
Göğsünün soluna bastırdığım elimin parmaklarını, gömleğine kanca gibi geçirerek
ona tutundum. “Feris?” diye mırıldandığını duymuştum ama umursamadım.
“Benden önce ölme tamam mı? Kimse benden önce ölmesin,
ben öldükten sonra ne yaparsanız yapın.”
Peş peşe sıraladığım cümlelerin ardından gözlerimi sıkıca
kapatarak bekledim. “Ne saçmalıyorsun yavrum sen?” Acar belimde duran elini yukarıya
doğru, enseme kadar getirip saçlarımın üzerinden aynı yeri kavradığında
afallamış gibiydi. “Nereden geldik buraya şimdi?”
En son karşı karşıya kaldığım ölüm Alpay Levendoğlu’nun
ölümüydü. Babamın o olmadığını daha sonra öğrenmiş olsam da haberi aldığımda en
büyük sızım, bir şeylere geç kalmış olmak, vakit bulamamış olmaktı.
Ölümden başka her şeyin dönüşü olduğuna inanıyordum.
Hatalar telafi edilir, yanlışlar düzeltilir, kayıplar yerine gelirdi ama ölen
kimse eski yerine dönmüyordu.
Çocuk gibi omuz silkip sessiz kaldım. “Gel buraya,”
dedikten sonra beni hafifçe yükselterek boynundaki boşluğa çektiğinde onu
savuşturmak için kılımı bile kıpırdatmadım. Bedenim de ruhum da çok yorgundu,
ona ceza verirken aynı cezayı kendime de vererek en az onun kadar aptallık
yapıyor sayılırdım.
Burnum boynundaki ince deriye çarpıp, kokusunu
ciğerlerime aktarırken gözlerim halen kapalıydı. “Kimsenin öldüğü yok, aklından
her ne geçiyorsa; geçmesin.”
Vücudum ona yaslanmışken ellerim ikimizin arasında
sıkışmış haldeydi. Burnumdan derin bir nefes alıp, mırıldandım. “Sana çok
sarılasım geldi diye sarılıyorum şimdi, ama daha barışmadık tamam mı?”
Kollarımı sırtına sararken bu söylediklerimin onu kısık bir sesle güldürdüğünü
duydum.
“Tamam güzelim, daha barışmadık. Sen istediğin kadar
sarıl, ben yanlış anlamayacağım.”
Bedenimde kalan tüm güçle onu sararken homurdandım. “Aferin,
söz dinle biraz.”
~
Yüzüme sürdüğüm kremden arta kalanları ellerime
yedirirken odamın kapısı çalındığında merakla oraya döndüm. Kapı yavaşça geriye
doğru açıldığında makyaj masasının önündeki sandalyemde neredeyse yüz seksen
derece dönmüş halde oraya bakıyordum.
“Müsait misin meleğim?” Babamın kafasını içeri uzatarak
sorduğu soruya hevesle başımı salladım. “Evet, benimle uyumak istediğine mi
karar verdin yoksa?”
Gülümseyerek odaya adımladı. Kapıyı ittirse de tam
kapanmamıştı.
“Ben her zaman seninle uyumak istiyorum Deniz, cins
üçüzlerin ve abilerin arada seni kapıyor diye aksini düşündüğünü söyleme bana.”
Bu evde yaşamaya başlayışımdan itibaren -yani atölyede
çıkan yangından beri süregelen zamanı kapsıyordu bu- tek uyuduğum günler bir
elin parmağını geçmemişti. Babamın da dediği gibi ya onunla ya üçüzlerimle ya
da abimlerle uyuduğum geceler çok fazlaydı. Annem bu döngüden boğulunca bazen
ikimizi odaya kilitliyor ve bu kez de onunla uyuma fırsatı yakalıyordum.
Tüm bunlar yaşanırken Pamir çoğu zaman kıskançlık
krizlerine sürüklendiği için babası tarafından tek uyuması gerektiğiyle ilgili
öğütlere maruz kalmazsa, ben kimle yatarsam o da yanımızda bitiyordu. Abimin
bolca hastanede nöbetçi kalmasının Pamir için tek artısı sanırım buydu.
Bu denli seviliyor ve paylaşılamıyor olmak 23 yaşında
değil, 3 yaşındaymışım gibi şımarmama sebep olsa da halimden memnundum.
Çocukken şımaramadığım, şımarmak bir kenara sevilmeyi dahi başaramadığım
günlerin acısını hızla çıkartıyor gibiydim.
Babam yanıma kadar gelip eğilerek başımın üzerinden öptü.
Oturduğum için o yanımda kocaman bir dağ gibi kalmıştı. “Yanağından da
öpecektim ama yağlamışsın yine kendini.” Gece yapılan cilt bakımının bir
düşmanı olsa bu şüphesiz Savaş Göktürk olurdu. Anneme de bana da uyumadan önce
yüzümüzü o öpemesin diye mi kapladığımıza dair bolca nutuk atıyordu.
“Ben öpeyim o zaman sizi Savaş Bey.” Doğrulmasına fırsat
vermeden dudaklarımı yanağına sulu sulu bastırdım.
“Canına ölürüm senin, can suyum.” Kulağıma çarpan
sözcükleriyle modum hızla değişirken kaşlarımı çatarak ona baktım. “Baba!”
diyerek uyarır gibi seslendiğimde dudaklarını birbirine bastırdı. “Tamam,
demedim bir şey.”
Dün Acar, şimdi de babam gereksiz yere ‘ölümü’ anıp
duruyorlardı. Nedenini tam olarak kestiremesem de bu sıralar ölümün anılmasına
dahi çok daha hassastım.
“Deme.” diye tekrarlayıp sandalyeden kalktım. Boylarımız
biraz öncesine göre çok daha yakın hale gelince kollarımı bedenine dolayıp
sarıldım. “Uyuyalım hadi.” Yatağa doğru ilerlemek için adımlasam da babam
hareket etmeyince bu hamlem hiçbir işe yaramamıştı.
Kollarımı ondan çekmeden başımı geriye atarak yüzüne
baktım. Yüzünde tam anlamlandıramadığım belli belirsiz bir gülümseme vardı.
Kolundan gece yatağa girene dek hiç çıkartmadığı saatine baktı. Ardından
bakışları bana çevrildi.
“Saat on ikiyi geçti.” dediğinde afalladım. Bu neden
önemliydi?
“Geç oldu diye mi diyorsun?”
Az önce laf attığı kremleri umursamadan şakağımı öptü.
“13 Kasım bitti, 14 Kasım’a geçtik diye diyorum.”
Zihnimdeki rafları tarayarak 14 Kasım ile ilgili bir
bilgiye ulaşmayı denedim ama koca bir boşluktan başka bir şey yoktu.
Benim şaşkınlığımı bir süre izledikten sonra mırıldandı. “İyi ki doğdun Deniz, iyi ki doğdun babacım.”
Saatin gece yarısı olmasından mı yoksa bugün ajansta
yoğun bir gün geçirmemden mi kaynaklandı bilmiyordum ama bir an için
afallayarak cevapladım. “Doğum günüm bugün değil ki, 27 Aralık benim doğ-…”
Cümlem bitmeden aklıma düşen gerçekler devamını getirmeye gerek duymamama sebep
oldular.
Doğum günümü yanlış bilen babam değildi, bendim.
Kimliğimde yazan tarih, Tuğrul amca bana aylar önce her
şeyi anlatırken söz edilen tarihti. Çocuk esirgeme kurumuna bırakıldığım tarih…
Oraya bırakıldığımda yeniden doğduğuma inanarak mı bunu
yapmışlardı? Aslında diri diri yandığımı, öldüğümü kimse görememişti.
Yirmi yıl boyunca adımı bilmiyor oluşumun şokunu,
etkilerini yavaş yavaş üzerimden atmaya başlamış sayılırdım. Deniz olmaya
alışıyordum, bunu yaparken İzgi olmaktan vazgeçmek zorunda kalmamak en büyük
desteğimdi.
Hâlâ Koray’ın İzgi’siydim mesela, Acar bana Feris’ten
başka bir şey dediğinde afallıyordum hatta. Ama buna rağmen abimin denizkızım
diyerek beni sarmalamasına da yabancı değildim. Benliğim karmakarışıktı fakat artık
hiçbirine yabancı değildim.
“Bugün müymüş doğum günüm-üz?” diyerek son heceyi de
heyecanla eklemiştim. Rüzgar ve Toprak’la doğum günü paylaşıyor olduğum
gerçeğini bir anlığına unutmuştum.
Babamın gülümsese de saklayamadığı buruk bir ifadeyle bana
bakışları binlerce duyguyla doluydu. “Bugün, evet.” dedikten sonra ekledi. “O
iki deliyi ikna etmek bayağı zorlayıcıydı, ilk onlar kutlamak istediler
aslında. Ama ilk önce benden duy istedim.”
Kendimi tutamadan kıkırdadım. Gözlerim ise tam aksine
istemsizce dolmuştu. Üçüzlerimin babama fazlasıyla sinir olduğunu tahmin
edebiliyordum.
Babam “Birazdan damlarlar zaten odaya-…” diyerek
konuşmaya devam ederken odanın tam kapalı olmayan kapısı pat diye açılıverdi.
“Geç bile kaldık, iki saattir dinliyoruz sizi konuyu
uzatıp duruyorsun baba.”
Rüzgar söylene söylene önündeki babamı ittirip beni açığa
çıkartırken Toprak onun yarattığı fırsattan yararlanıp beni kollarının arasına
almıştı.
“Lan ben sen sarıl diye mi çekiştiriyorum burada koca
adamı, kay kenara.”
Normalde asla geri adım atmayıp saatlerce dalaşma
potansiyeline sahip olsalar da sanırım bugüne özel bir durum olmalıydı ki
Toprak benim soluma doğru kayıp sağ tarafımda Rüzgar’ın da gelebileceği bir
boşluk yarattı.
Kollarımı açabildiğim kadar açıp ikisine aynı anda
boyunlarını sararak doladığımda belimde üst üste kilit gibi kapanan güçlü
kollarını hissedebiliyordum.
Bedenim onların büyüsüyle sarınıp gevşerken gözlerimi
yavaşça kapattım. Bu, gözlerimde biriken birkaç damla yaşın yanaklarıma doğru
inmesine yol açmıştı.
Ne kadar zamanın geçip gittiğini anlayamasam da bir süre
hiç konuşmadan ve hareket etmeden aynı şekilde kaldık. O kadar çok doğum
günümüz ayrı geçmişti ki, aradaki eksiklerin nasıl kapanabileceğini
bilmiyordum.
Üçüzlerime sarılırken etraftan tamamen soyutlandığımı,
duyduğum öksürük sesiyle anlamıştım. Abimler, annem hatta neden uyumadığına
şaşırdığım Pamir bile odadaydı. Onların gelişini hiç duymamıştım.
Öksürük sesinin sahibi kimseyi şaşırtmayan Yaman
Göktürk’tü. Bu kadar beklemesi bile takdire şayandı, çünkü beni peluş
oyuncağını çeker gibi zaman zaman Acar’dan zaman zaman ise kardeşlerinden tutup
alıyordu.
“Ahtapotlar dağılsa da biz de kardeşimizin doğum gününü
kutlasak.” diyerek yeni yıl dileği diler gibi seslendiğinde Toprak bir anda
beni bıraktı.
Kollarını kocaman açıp Yaman abime sarıldığında abim şok
içindeydi. “Bu ikisi bırakmadı beni abi, kusura bakma. Hadi kutla doğum
günümü.”
Abim iki yanda sallanan kollarıyla bana baktığında
kendimi tutamayarak kocaman bir kahkaha attım. Bahsettiği kişinin ben olduğumu herkes
anlamış olsa da Toprak’ın o gıcık olsun diye üstüne atlaması sinirlerimi
bozmuştu. Yüz ifadesini bir süre unutamayacaktım.
Annem de babama yaslanarak abimin haline gülerken, Yaman
abimi daha da yıkacak hamle bir küçük kardeşinden geldi. Yekta abim, Yaman abim
Toprak’tan ayrılamadan beni yanına çekip göğsüne doğru yaslayınca kıkırdadım.
“Merhaba doktor beycim.” diyerek konuştuğumda abim sırıttı. “Size de merhaba
küçük hanım, iyi ki doğmuşsunuz.”
“Öyle yapmışım evet,” dedim dramatik ruh halimin beni
kapana kıstırmasına hiç izin vermeden evin şımarık tek kız çocuğu rolüme
bürünerek. “Bensiz ne yapardınız yoksa?”
“Hayal bile etmek istemem.” derken abimin sesine saklanan
sızı, aslında geçip giden yirmi yıldan başkası değildi. Hayal etmemize gerek
yoktu, ben burada değilken nasıl olacağını anlamak için koskoca yirmi yılları
vardı.
“Baba!” diyerek çığıran Pamir ödümü patlatırken ona doğru
döndüm. Hemen yanımızda duruyordu. “Söyle babam?” Abim kendisini cevaplayınca
beni gösterdi. “Ben de sarılcam halama, beni kaldıy.”
Yekta abim oğlunu ikiletmeyip kucakladığında Pamir artık
benden de uzun hale gelmişti. Bu ara sıra beni yoklayan boy takıntımı
tetiklediğinde Pamir’i ben kucağıma aldım. “Doyum günün kotlu olsun hala.”
Kutlu diyememesine herkes gülse de ben kızacağını
bildiğim için kahkahamı içimde tutmuştum. “Teşekkür ederim bebeğim.”
Yanaklarını koklaya koklaya öpüp iç çektikten sonra
aklına yeni gelmiş gibi heyecanla yerinde kıpırdandı. “Bu da hediye.” deyip
elindekini bana uzattığında bu kez kendimi tutamamıştım. Odasındaki favori
peluşu olan dinozorunu bana uzatıyordu.
“Oğlum bu kadar uğraşmasaydın hediye için, üzerindeki
salyalarını silelim bari.” Abim dinozoru genelde ağzına yuvarladığı için tiftik
tiftik yapan oğlunun haline gülse mi ağlasa mı bilemiyor gibiydi.
Yanağımı Pamir’in yanağına yaslayarak kulağına
mırıldandım. “Hediyemi çok beğendim, kimse benden almasın diye yine senin
odanda dursun tamam mı? Ben gelirim, birlikte oynarız.”
Dinozoru bana verirse içinin gideceğini ve üzüleceğini biliyordum.
Doğum günü hediyesi vermesi gerektiğini ona kim söylemişti tam anlayamamıştım
zaten.
“Tamam hala, ben koyuyum onu, kimse alamaj.” *(Tamam hala, ben korurum onu, kimse
alamaz.)
“Anlaştık birtanem.” Pamir’i yatağıma doğru -dinozorumla
birlikte- bıraktıktan sonra arkama döndüm. Yaman abimin küskün bakışlarını es
geçip anneme uzandım. Diğerlerinden biraz daha fazla içimi dolduran, gözlerimi
buğulandıran birkaç dileğini kulağıma fısıldarken sıkıca ona sarılıyordum.
“İyi ki doğurmuşsun bizi,” diyerek gülsün diye
konuştuğumda kıkırdadı. “İyi ki annem, iyi ki bebeğim.”
“Amcamları da çağıralım, onlara da sarıl önce. Ben biraz
daha beklerim, zaten Yaman kim ki?”
Abim çikolata yiyememiş Pamir moduyla trip atmaya
başlamışken annemden yavaşça ayrılıp ona doğru adımladım. “En son sarılan, en
uzun sarılır abicim. Bilmiyor musun?”
Arkadan yükselen itiraz seslerini umursamadan yüzü
gülmeye başlayan abime kedi gibi sırnaştığımda sıcaklığında kaybolmuştum.
“Denizkızım,” diye mırıldandığında gözlerimi yumdum. “Güzelliğim benim.” İçten
bir şekilde konuşup beni sararken burnumu boynuna yaslamıştım.
“Biz çıkalım o zaman,” Alaycı bir tavırla konuşan Rüzgar
abimden tam tersi bir ciddiyetle cevap aldı. “Evet, çıkın. Biz birlikte
uyuyacakmışız, Deniz kulağıma öyle söyledi az önce.”
Böyle bir şey söylemesem de içimden geçen buydu. Az önce
yeterince kenara itilmişti, bu kadarı Yaman Göktürk’ün kaldırabileceğinden çok
fazlaydı.
İçeride bir curcuna oluşsa da sonuç olarak herkes yavaş
yavaş odadan çıkmıştı. Pamir de babasının yanında yatabileceğini öğrenince
arkasına ikinci kez bakmaya tenezzül etmeden paytak paytak odamı terk etmişti.
“Oh, bi’ ferahladı odan. Ne bu hepsi doluştu gece gece!”
Abim söylene söylene yatağımın örtüsünü açarken bu haline gülmekle meşguldüm.
Üzerimde zaten pijamalarım olduğu için oyalanmadan yatağa geçtim. Abim sırtüstü
uzanır uzanmaz başımı göğsüne bırakmıştım bile.
Başını eğerek saçlarımın üzerini peş peşe öptü. “Bundan
sonra bizden ayrı geçireceğin tek bir doğum günü bile olmayacak.”
Bir kolumu sırtına doğru sarıp ona sarıldım. “Diğer
yıllarda beni sona bırakmasan iyi olur ama…”
Eklediği cümleye dayanamayıp güldüğümde onun da güldüğünü
hem hissettim hem de duydum. “Bakarız Yaman Göktürk, bakarız.”
“Başlatma yavrum Yaman Göktürk’ten, abicim desene sen
bana.”
Kendisi babamı sinir etmek için ona Savaş Göktürk deyip
durdukça ben de aynısını ona yapmayı son zamanlarda huy edinmiştim. Bundan en
büyük memnuniyeti tabii ki babam duyuyordu.
“Bakarız abicim, bakarız.” diye tekrarladığımda beni daha
sıkı sardı.
Ne zaman uykuya daldığımı bilmesem de uykumdan sıyrılmama
sebep olan telefonumdan peş peşe gelen bildirim sesleriydi. Abimin rahatsız
olmasından çekinerek aceleyle komodine uzanıp beni sıkıca saran abimi
uyandırmadan telefonumu aldım.
*bölüme bu şarkı ile devam edebilirsiniz:
Merkür Retrosu - Güler Özince
Bildirimlerin kaynağından önce ilk baktığım yer saatti.
Aynı anda da telefonu sessize almıştım.
Saat 04.05’ti.
Bu saatte mesaj gelmesine şok olmayı bir kenara bırakıp
bildirimlere baktım.
Mesajların göndericisini gördüğümde merakla yerimde
hafifçe kıpırdanıp ekrana dokunarak uygulamaya girdim.
---
Merihcim: Uyuyor musun? (04.05)
Merihcim: Uyuyorsundur
Merihcim: Benim uykularımdan çalıp çalıp uyu tabii
Merihcim: Hırsızsın sen zümrüt göz
Merihcim: İlk çaldığın şey de değil bu hatta
Feris: YA SEN MANYAK MISIN BE ADAM (04.06)
Feris: Gece gece ya da sabah sabah…
Feris: Bak zamanı bile anlayamadım
Feris: Rüyanda mı gördün beni noluyor?
Merihcim: Nereden anladın rüyamda gördüğümü?
Feris: Her gece beni görüyorsundur diye düşündüm
Merihcim: Doğru düşünmüşsün
Feris: Romantik romantik şeyler yazma
Feris: Acar nerede
Feris: Kimsin sen bu saatte rahatsız edemezsin beni
Merihcim: Dışarı çıksana o zaman bi
Merihcim: Tanışalım (04.09)
---
Okuduğum son iki mesaj gözlerimin irice açılmasına sebep
olurken, mesajlaşmak beni aylar öncesine götürdüğü için sırıtıyor olan
dudaklarım da donakalmıştı.
Böyle bir konuda şaka yapmayacağını fısıldayan mantıklı
tarafım beni iyice panikletirken telefon ekranını kapatmak sanki Acar’ı kapıdan
yok edecekmiş gibi kilit tuşuna sıkı sıkı bastırdım.
“Delirdi bu bensizlikten.” diyerek kendi kendime
mırıldanırken, dışarıdan bakan biri için muhtemelen âşık âşık sırıtarak
korkuyla gözlerini irileştirmiş bir manyaktan başkası değildim.
Yanımda uyuyan bedeni hatırladığımda panik halimi
kısıtlamaya çalışarak yatağı çok sarsmadan yavaşça ayaklandım. Odada ruh gibi
gezinip kapıya ulaştığımda abimin uykusunun ağır olması tek güvencemdi.
Üzerimdeki pijamaları umursamadan odadan çıkıp
merdivenleri yavaşça inerek alt kata ulaştım. Dış kapıya doğru giderken
elimdeki telefonun ekranı aydınlanıp duruyordu. Acar gelmeyeceğimi düşünerek
mesaj atmaya devam ediyordu sanırım.
Dışarı sadece pijamalarla çıkıp uyku sersemi halde
donarsam, önümüzdeki ayı hasta geçireceğimi bildiğimden kapının yanındaki
askılıktan ilk bulduğum montu üzerime geçirdim. Ben ya da annem burada mont
bırakmıyorduk, dolayısıyla bedenime uygun bir şey bulmam imkansızdı.
Elime ilk gelen siyah şişme mont burnuma dolan kokudan
anladığım üzere Yaman abime aitti. İçinde kaybolduğum montu bir şekilde
üzerimde sabit tutmayı başarmıştım.
Abim, gece gece kollarından kalkıp üzerine bir de onun
montunu giyip Acar’ın yanına kaçtığımı duysa… Sanırım hoş şeyler olmazdı. Evet,
kesinlikle pek hoş olmazdı.
Dış kapıyı, ayağımda evde ayaklarım donmasın diye
giydiğim peluş ayakkabılar ve üzerimde abimin koca montuyla açtığımda
mahallenin delisi gibi göründüğüm açıktı.
Hava karanlık olduğu için bahçenin ışıkları halen açıktı,
onlardan faydalanarak bahçe kapısına kadar ilerlemiştim. Son haftalarda babamın
ve amcamın ortak fikriyle girişe güvenlik kulübesi koyulmuştu. Gündüzleri
farklı, geceleri farklı ikişer kişi burada oluyorlardı.
Bu saatte bu halde çıkarken onlara nasıl bir açıklama
yapmam gerekiyordu acaba?
“Deniz Hanım?” diyerek daha ben açıklamamı
hazırlayamamışken kulübeden çıkan adama gülümseye çalıştım. “Kolay gelsin.”
“Sağ olun, iyi misiniz bir sorun mu var? Bu saatte neden
bahçedesiniz?” Adam muhtemelen benim ses falan duyup bu halde bahçeye çıktığımı
sanıyordu. Gözleri etrafı tararken bir yandan da benden cevap bekliyordu çünkü.
“İyiyim, iyiyim. Hiç sorun yok.” diyerek hemen
cevapladım. “Bir arkadaşım acil bir şey soracakmış da bana, onun yanına
gidiyordum. Şurada ilerde hemen.”
Ben olsam kendime ‘telefonla niye sormuyor arkadaşınız
manyak mı’ derdim, ama neyse ki güvenlik benim kadar çenesi düşük değildi ve
böyle bir soruya maruz kalmamıştım. “Anladım Deniz Hanım, buyurun. Bir sorun
olursa biz buradayız.”
Demir kapının arabalar için olan geniş tarafı yerine,
küçük kısmı açıp benim geçebileceğim bir boşluk yarattığında yeniden teşekkür
edip bahçeden çıktım.
“Boğacağım seni Acar, rezil oldum insanlara gece gece.”
Mahallenin delisi kombinime eşlik etmesi için sesli sesli söylenmeyi ihmal
etmeyerek sağ çaprazdaki tanıdık arabaya doğru ilerledim. Arabaya ulaşmama
birkaç adım kala şoför koltuğunun olduğu kapı aceleyle açılmış ve Acar dışarı
çıkmıştı.
“Feris?” diyerek büyük bir şaşkınlıkla arabanın önünden
dolanıp yanıma geldi. Beni kendi çağırmamış gibi şoktan şoka sürüklenmesi
garipti. Belli ki gelmeyeceğime kendini tamamen inandırmıştı. Onu son günlerde
kendisinin uzağında olmayı tercih ettiğime o kadar inandırmıştım ki, aksini
düşünebilmesi zordu.
“Arabaya binebilir miyiz, üşüyorum.”
Üşümüyordum, beyaz bir yalandı. Sadece konuyu değiştirmek
ve bana olan derin bakışlarından kaçmak için bu yolu seçmiştim.
“Binelim.” dedikten sonra önce benim tarafımın kapısını
açıp binmemi bekledi. Yerime yerleştiğimde kapıyı kapatıp yine arabanın önünden
dolanmış ve şoför koltuğuna geçmişti. Bana dönmeden önce ilk işi klimanın sıcak
ayarını neredeyse sonuna kadar açıp etraftan fön makineleri tutuluyormuş gibi
bir sıcaklık yayılmasını sağlamak oldu.
“Ne gördün rüyanda?” diyerek küçük bir çocuk gibi merakla
ve uzata uzata sorduğumda başını önüne eğerek güldü. Bir süredir bu halimi
ondan saklıyordum, ondan asıl beni saklarken en çok yorulan yine ben olmuştum.
“Anlatamam.” dediğinde ses tonundan yapmam gereken
çıkarımı yapmayı başarınca omuzuna vurdum. “Sapıklık yapma, bunun için mi
geldin evimin kapısına kadar sapık herif?”
Bu kez gülüşü daha da arttı. Omuzunun üzerinden bana
doğru döndü. “Ben kılımı kıpırdatmadım, sen öyle yorumladın Feriscim. Asıl
sapık kim tartışmayalım istersen.”
Kısa bir an durup ‘bu ilişkinin sapığı kim’ diye
düşündükten sonra bu konuda birbirimizle yarışabilecek kadar iddialı olduğumuzu
fark edince omuz silktim. “İçini okudum ben senin, ondan dedim.” diyerek üste
çıkmaya çalıştım.
“İçimi okuyabiliyorsun yani? Kendinle de bol bol
karşılaşıyorsundur o zaman; içim, dışım, her şeyim sensin benim zümrüt göz.”
Gözlerimi kısıp bacaklarımı altıma alarak koltukta yan
döndüm. “Neden başka birisi gibi konuşuyorsun? Ne bu romantizm Acar Bayazıt?”
Cümlemin bitiminde aniden yüzünü yüzümün hemen dibinde
bulunca afallayarak nefesimi tuttum. Burnu yanağımı sıyırıp geçerken fısıldadı.
“Başka birinin teninde soluklanmasına izin verir miyim? Karşında ben olmasam,
bir nefes uzağına kadar yaklaşılmasına göz yumar mıyım Feris?”
Etki alanında öylesine köşeye sıkışmıştım ki değil
kelimeleri birleştirebilmek, nefeslenmeye bile fırsat bulamıyordum.
“Konuşsana güzel bebeğim, konuşmayacak mısın?”
Bunu, benimle dalga geçer gibi değil de sesimi duymasına
ihtiyaç duyar gibi büyük bir istekle sorarken burnu elmacık kemiğimin üzerine
yaslandı. Kokumu ciğerlerine derince doldurup soluklanırken dirseğinin biraz
üzerinden kavradığım koluna sıkıca tutunmaktan başka bir şey yapmıyordum.
O lanet sergiye gittiğimiz geceden beri iki hafta geride
kalmıştı.
İki haftada bir insan bir insanı en fazla ne kadar
özleyebilirse, Acar’a duyduğum özlem o kadar fazlaydı. Kırgınlığımın, öfkemin
önüne geçmekte hiç zorluk yaşamayan yoğun bir özlemdi bu.
Bütün bu iki haftanın hissettirdikleri aniden sırtıma
yüklendiğinde bedenimde bir tuş varmış ve o tuşa basılmış gibi ani bir dürtüyle
hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladım.
Günlerdir öyle mi yapmalıyım, böyle mi yapmalıyım
ikileminde sıkışmaktan; vereceğim karardan daha sonra pişman olma
ihtimallerinde boğulmaktan çok yorulmuştum.
“Feris?” Acar, hıçkırıklarımı duyduğunda birkaç saniye
hareketsiz kaldı. Onu şaşırttığımın farkındaydım. Ben bile kendi iniş
çıkışlarımı şaşkınlıkla karşılıyordum artık.
Koltukta ona doğru dönük halde, bağdaş kurar gibi
oturmuştum. Yüzünü geriye doğru çekip bana baktığında ondan saklanmak ister
gibi başımı eğecekken avucunu yanağıma kapatıp buna engel oldu. Başparmağı göz
çukuruma kadar ulaşmışken nemlenen gözaltlarımı okşadı. “Korkutuyorsun beni
güzelim, neyin var?”
Çıkacak sesi umursamadan burnumu çekerek kendimi
rahatlatmaya çalıştım. Bir yandan da gözlerimi peş peşe kırpıştırarak görüşümü
netleştiriyordum. “Bugün benim doğum günümmüş.”
Asıl derdimi ortaya dökmem için Acar’ın bana ‘neyin var’
demesi yeterli gelmişti. Evdeyken sevgi çemberinde kalıp, asıl hissettiklerimi
onların yoğun sevgisi ile bastırmış olsam da yıllarca asıl doğduğum günü bile
bilmeden yaşamış olmayı kaldırmakta zorlanıyordum.
Acar’ın afalladığını yüzündeki ifadeden görebildim. “27
Aral-…” diyerek tıpkı benim babama yaptığım gibi düzeltecekken durumu anlaması
benden daha kısa sürdü. Keskin bir soluk verdikten sonra yüzümdeki elinin beni
daha sıkı tuttuğunu hissettim. “Sana nefes alman için zaman vermiyoruz değil
mi? Ne ben ne de geçmişin…”
Kendisini geçmişimle bir tutması sinirle dolmama sebep
olurken omuzlarımı dikleştirdim. “Vermiyorsunuz.” dedim, dediklerine katılmasam
bile. “Ve ben ikisini aynı anda kaldıracak kadar güçlü değilim, o yüzden…”
dedikten sonra özellikle durdum. Ne söyleyeceğimi tedirgin bir şekilde
bekliyordu. Olumsuz bir şey söyleyeceğime daha çok ihtimal verdiğinden emindim.
Ama derdim bu değildi.
“Geçmişimi ve o geçmişte izi olanları affedemesem de,
seni affedip yükümü hafifletmek istiyorum. Tüm hayatım geç kalınmışlıklarla
dolmuşken, bir şey olur da bize de geç kalırsam diye korkmak istemiyorum.
Pişman olmak istemiyorum Acar.”
Duraksayarak da olsa söyleyeceklerimi bitirdiğimde
konuşurken benden bir saniye bile ayırmadığı gözleri, gözlerimde durmaya devam
etti. “Pişman olmana izin vermem, bir daha konu benken her ne olursa olsun
pişman olmana izin vermem zümrüt göz. İlk ve sondu, yemin ederim öyleydi.
Bitti.”
Bakışlarından dökülen yeminler, dudaklarından dökülenle
birleşip büyüyünce yorgunluk dolu bir kabullenişle başımı aşağı yukarı
salladım. “Bitti,” diye mırıldandım. Kendi kendimi telkin eder gibi ekledim.
“Geçti.”
“Geçti sevgilim.”
Yüzümdeki elini kıpırdatmadan diğer eli sırtımın üst
kısımlarına uzandı. Beni omuzuna doğru yatırdığında kollarımı hızlıca boynuna
dolamıştım. Korkmadan, ondan uzak durmam gerektiğini kendime hatırlatıp
durmadan günler sonra ona ilk kez sarılıyordum.
Ensesindeki saçları parmaklarıma dolayarak oynamaya
başlamışken Acar şakağımı öpüp duruyordu. Üzerimdeki mont, arabanın gittikçe
artan sıcaklığında katlanılmaz bir hal aldığında omuzlarımı kıpırdattım. Acar
geriye çekilmeye çalıştığımı sanarak çatılan kaşlarıyla bana izin verdiğinde
ona açıklama yapmadan montu çıkartıp belime doğru düşmesini sağladım.
Yeniden kendimi onun üzerine doğru bıraktığımda rahat bir
nefes aldığını işittim. İstemeden de olsa onda her an gidebileceğime dair bir
korku yaratmıştım.
“Sıcak oldu biraz.” diye mırıldanarak boynuna
gömüldüğümde güldü. “Soyunmaya fırsat arıyorum desene şuna.”
“Soyunmak istesem soyunurum, sana mı soracağım?”
“Yok güzelim, sormazsın tabii. Sen soyun istediğin
zaman.”
Kendimi tutamayıp güldüm. “Miyavla bi’ de Acarcım.”
Onunla dalga geçmemi zerre umursamadan üzerinden koca bir
çuval yük kalkmış gibi soluklandı. “Şu eki biraz daha duyamasaydım delirecektim
Feris.”
“Sen zaten delisin.” diyerek cevapladığımda yüzümün denk
gelen birkaç yerini öptü. “Sen delirttin, sana delirttin.”
Dudaklarımı birbirlerine bastırarak başımı yavaşça
omuzundan kaldırdım. Aramızda çok bir mesafe yokken yüzlerimizi karşı karşıya
getirip gözlerimi onun kahvelerine diktim. “İyi yapmışım.”
Yüzüme düşen saç tutamlarımı kulaklarımın arkasına doğru
sıkıştırırken gözlerini gözlerimden başka hiçbir yere değdirmiyordu. “Çok iyi
yapmışsın.” demesi ve dudaklarını dudaklarımın üzerine kapatması arasında birkaç
saniyeden fazlası yoktu.
Acar’dan alıyor olduğum en naif öpücük olduğuna yemin
edebileceğim, kırılacakmışım gibi hissettiren öpüşü devam ederken ellerimi
boynuna doğru uzatıp parmaklarımı ensesinde birbirlerine kenetledim.
Dudaklarını çok kısa bir süre benden ayırdı. Buna tahammül edememişim gibi
beklemeden öne atılıp dudaklarımızı birleştiren bu kez ben oldum.
Yeniden ve bu kez gerçekten geriye çekildiğimizde aradan
ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildim. Nefeslerim sıklaşmış bir halde
cama sırtımı yasladığımda Acar kucağımda duran elimi tutup avucuyla sardı.
Ellerimiz birbirlerine kenetlenmişken sessizce oraya
odaklanmıştım. Acar da bana eşlik ediyor ve konuşmadan beni izlemeyi
sürdürüyordu. Dakikalar sonra bunu ilk bozan o oldu.
Bakışlarının arkamdaki cama çevrildiğini gördüm. Orada
gördüğü her neydiyse tereddütle bana bakıp, daha sonra yeniden cama dönmesine
sebep olmuştu.
Ben arkamı dönemeden bedenimi yerinden sarsan bir şey
yaşandı. Arkamı yasladığım kapı aniden açıldığında düşeceğimi zannederek
paniklemiştim ama hem Acar’ın sıkıca elimden kendine çekişi hem de sırtımdan
destek olarak dik durmamı sağlayan yabancı bir el düşüşüme engel oldu.
“Hayırlı sabahlar, namaza gitmek için mi toplandınız
sabah sabah?”
Yabancı diyerek tanımladığım elin sahibi konuştuğunda,
ona bakmak için arkama dönmeme gerek kalmamıştı. Bu sesi bizzat tanımıştım.
“Abi…” diye mırıldanarak yutkunduğumda Acar gözlerini
devirmekle meşguldü. “Aynen namaza, geliyor musun Göktürk?”
“Ben bir namaz kıldıracağım yakında ama sabah namazı
değil.”
Ne demeye çalıştığını birkaç saniye sonra anladığımda
onların deyimiyle boyumdan büyük sinirlenerek koltukta normal bir şekilde
oturur hale geçtim. Böylece ikisini de görebiliyordum.
“Abi!”
“Hiç başlama ölüm nutuğuna Deniz, yanımdan kalkıp bu
herifin yanına gelmişsin bu saatte. Konuşacağız seninle de.”
Oflayarak tepki verdiğimde abimin bakışları kalçalarımın
altında kalan monta kaydı. “Montumu giymiş bi’ de! Delirteceksin beni kızım
sen, çık arabadan eve hadi.”
“Liseli miyim ben abi? Neden sınıftan sevgili yapmışım
gibi davranıyorsun?”
“Ne lisesi ne sınıfı kızım? 30 yaşında yanındaki adam,
huzurevi desen anlayacağım.”
“Asıl 30 yaşında olan sensin, seni yollayalım
huzurevine.”
Çocuk gibi dalaşmalarını ağzım açık izlerken sesimi
yükselterek durmalarını sağlamaya çalıştım. “Bi’ susar mısınız?”
Aynı anda bana dönüp “Hayır!” diye soluduklarında
şaşkınca bakakaldım.
Sırayla ikisine de ters olduğunu umduğum bakışlar
attıktan sonra önüme döndüm. “Doğum günüm ya hani abi, ondan gelmiş Acar.”
diyerek gelişine salladığımda Acar homurdandı. Abimse çok ikna olmuş gibi
durmuyordu.
“İnsan gibi bir saatte gelseymiş, neye gelmiş hediye
vermeye mi?”
“Evet, evet. Hediyesini vermeye gelmiş. Dayanamamış,
hallettik zaten. Hadi gidelim eve.”
Sabahın köründe daha fazla başımın etini yememeleri için
aceleyle konuyu toparladığımda arabadan inmek için hamle yapacakken abim sordu.
“E hani hediye?”
Ne yalan uyduracağımı düşünürken Acar bana göz kırpıp
montunun cebine uzandığında rahatça bir nefes verdim. Geçiştirebilecek bir şey
vardı yanında sanırım.
“Bende kalmış, al güzelim.”
Acar’ın cebinden çıkan kutuyu gördüğümde kendimi ön camdan
dışarı fırlatmak ile arka koltuğa geçip o kapıdan koşarak kaçmak arasında gidip
geliyordum.
İlk kez on gün kadar önce atölyede gördüğüm o kırmızı
kadife kutu yine elindeydi. Ben nasıl bir deliye âşıktım ki bu adam evlenme
teklifi ettiği yüzüğü sürekli yanında gezdiriyordu?
“Lan!” diye kükreyen abimin haykırışı sokaktaki derin
sessizliği bıçak gibi keserken ona şirin gelmesini umarak gülmeye çalıştım.
“Şaka yapıyor abi sana, sinirlen diye…”
Abim arabaya doğru dakikalardır eğik duruyordu, şimdi ise
tamamen içeriye giriyormuş gibi içeri uzanmıştı. Acar’ın elindeki kutuyu çekip
aldığında kutuyu açıp yüzüğü gördüğündeki ifadesini unutmayacaktım. Çünkü hem
benim hem Acar’ın son gördüğü ifade muhtemelen bu olacaktı.
Abim bizi günün ilk ışıklarına kalmadan bahsettiği cenaze
namazına konu edecek gibi patlamaya hazır bir bombaydı.
Acar’ın halinden memnun sırıtışı, abimin sinir krizi
geçirmeye ramak kalan hali ve benim aralarındaki sıkışmışlığımla burada ne
kadar daha kalabilirdik emin değildim.
Varlığını yeni öğrendiğim doğum günümün başlangıcı fazla
hızlıydı. Güneş doğmadan bu kadar şey yaşanmışken, gün bitene dek daha neler
olacağını kestirebilmem imkânsızdı.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder