Gözyaşı Kadehleri 35.Bölüm

 35.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

 

~~~

 

 

Odamın kapısı iki kısa vuruşla çaldığında başımı kaldırıp oraya doğru baktım. “Girin,” diye seslendiğimde içeriye gelecek olanın az önce odamdan ayrılmış olan çift olacağından emin sayılırdım. Soracak bolca soruları olan ve yerinde duramayan bir ikili olduklarından, koridoru tamamlayamadan akıllarına yeni bir şey gelmiş ve geri dönmüş olabilirler diye düşünmüştüm.

Kapı açıldıktan sonra içeriye iki kişi girmişti, bu konuda yanılmamıştım ancak bu ikilinin çift olmadığını kesin olarak söyleyebilirdim.

Odamın girişinde yan yana dizilen Levent ve Teoman’a bakındım merakla. “Nedir şikayetiniz?”

Levent karnı ağrıyormuş gibi kasılı duruyordu, bunun üzerine Teoman da çenesini gevşetince sinirlerimi kontrol edemez hale gelmiştim. “Hamileyiz!”

Dudaklarımdan koca bir kahkaha fırlarken Levent, Teoman’a ters ters bakıp masama doğru adımladı. Önümde duran sandalyelerden birine yerleştikten sonra bedenini bana çevirdi. “Seray,” dedi usulca.

Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım. Bu ses tonunu artık tanıyordum ama tanıdığıma hiç memnun olmamıştım çünkü ne zaman böyle seslense benden saçma sapan bir şey istiyordu.

Aylar önce biri bana gelip de hastanede görmek istediğim yöneticinin Levent Avcıoğlu değil Cevahir Avcıoğlu olacağını söyleseydi ona boş bakışlar atıp yanından ayrılırdım muhtemelen. Bugünkü konumumu tahmin edebilmem mümkün değildi.

Bir süre ses çıkartmadan beklediğinde sabırsızlanarak kolumu masama yaslayıp ona odaklandım. “Konuşacak mısın?”

“Zor görünüyor,” dedi Teoman başını umutsuzca sallarken. “Konuşmayacak bence.”

Levent bir hışımla ona döndü. “Lan sen niye benimle içeri geldin ki zaten? Çağırmadım, haber bile vermedim.”

“Yengemin kapısında nöbet tutuyordum, bir sıkıntı çıkmasın diye. Senin ağlak suratla içeri daldığını görünce arkandan geldim hemen. İzleyeceğim.”

Teoman, Cevahir ile bile ciddi kalamayan bir adamken Levent’in karşısında öyle olmasını beklemek imkânsızı dilemekti. Aralarındaki samimiyete şaşırmıyordum.

Derin bir nefes aldım. “Sınır kapısı mı burası Teo?” dedim sakin kalmaya çalışarak. “Ne nöbeti? Hastanede de mi başladı sıkıyönetim?”

Teoman, Levent ile dalga geçerken benim karşımda pot kırdığını son anda fark etmiş gibi eğilmiş bükülmüş bir ifadeyle bana baktı. “Yenge…” dediğinde elimi kaldırdım devam etmemesi için.

“Ben fikir kaynağınla konuşacağım bu konuyu, sen yorulma.”

Levent’in karşısındaki koltuğa apar topar yerleşti. Bana doğru döndü panikle. “Konuşmasan mı acaba? Çünkü sen onunla konuşursan o da benimle konuşacak… Pek tatlı dilli bir insan değil yani, başımıza iş almasak.”

Levent, Teoman’a elini uzatır gibi yaptıktan sonra ona kapıyı işaret etti. “Oğlum yürü git şu odadan, iyice sinirlendiriyorsun kadını. Bana da hayır diyecek senin yüzünden.”

Kollarımı göğsümde kavuşturup sandalyemde dik bir şekilde arkama yaslandım. “Hayır diyeceğimi bilmen çok güzel,” dedim açıkça. “Hiç kendini anlatmakla uğraşma bence.”

Teoman sırıttı. “Yalvartıp sonra hayır deseydin keşke yenge, elindeki gücü kullansana gözünü seveyim ya.”

“Elimdeki gücü…” diye bastıra bastıra tekrarladıktan sonra sırayla ikisine de baktım. “…üzerinizde denememi istemiyorsanız kaybolun. Hastam gelecek birazdan.”

Levent boğazında bir şey kalmış gibi hafifçe öksürdükten sonra gözlerini yüzüme dikti. “Bu akşam müsait misiniz?”

Anlamsızca yüzümü ekşittim. “Haber vermeden gelebilirsin Levent, misafir olmak için mi kıvranıyorsun karşımda?”

“Müsaitsiniz yani,” dedi teyit etmek istercesine. “Planınız yok o zaman.”

Yoktu bir planımız. Gerçi varsa da benim haberim olmayabilirdi, Cevahir plan kurup beni son on saniye bilgilendirmeye bayılıyordu çünkü.

Bunu en son geçen hafta sonu deneyimlemiştim. Cevahir’in planladığı ama planlı halinden şaşıp başıma taş gibi yağan kaçamağı hatırlamak bile istemiyordum.

Aradan günler geçmişti ancak etkisini atlatabilmiş değildim. Hafta boyunca çalışırken ara ara kendimi o evde ve o halde hissettiğim olmuştu sıkça.

“Yok, Leventcim.” dedim vurgulayarak. “Yok canım, yok bir planımız. Gel, kocama sinir krizleri geçirt ve sonra beni saatli bomba hali ile yalnız bırakıp evine dön. İzin veriyorum.”

“Süper!” dedikten sonra birden ayaklandı. “Saat dokuz gibi sana atacağım konumda olursunuz o zaman.”

Kapıya doğru yönelecek olunca sırtımı koltuktan ayırıp doğruldum. “Ne konumu?” dedim kaşlarım havalanırken.

“Kulüp,” dedi kısık sesle.

“Kulüp?” dedim sorgular gibi. “Kitap kulübü değil sanırım bu.” derken alay doluydum.

“İstersen yanında kitap getirip okuyabilirsin aslınd-…”

“Levent.” dedim onu bölüp. “Tek nefeste tüm ayrıntıları ver, yoksa seni odadan attırmak zorunda kalacağım.”

“Güvenlikler mi atacak?” derken biraz göğsü kabarmıştı. Onu kendi hastanesinden attıramayacağımın altını çiziyor gibiydi.

Gülümsedim. İç çekerek gözlerimle Teoman’ı işaret ettim. “Teo atacak,” dedim rahatça. “Değil mi Teo?”

“Camdan bile atarım yenge, iste yeter. Cevahir abiden sınırsız yetki aldım bu konuda.” Başparmağı havada beni canı gönülden onaylayan Teoman’ın desteğinin ardından Levent’in devam etmesini bekledim.

Levent pes etmiş bir biçimde geri adımladı. Kapıya doğru attığı adımı geri atınca sandalyeye yerleşecek sanmıştım ama masamın etrafından dolanıp yanıma kadar geldi.

Birden önümde diz çöktüğünde şaşkınca gözlerimi irileştirdim.

“Levent?”

“Gece kulübü açılışı var bir arkadaşımın. Gitmesem olmaz. Tabii sap gibi yalnız gidersem de olmazdı.”

Başımı ağır çekimde omuzuma doğru eğdim. “Beste’yi ikna etmeyi başardım deme bana,” dedim hayretle.

Yıkık ifadesine rağmen havalı kalmaya çalışarak göz kırptı. “Başardım, gelecek.” dedikten sonra bir an sustu. Sonra yaramaz bir çocuk gibi mırıldandı. “Sen ve Cevahir de geliyorsunuz sandığı için kabul etti ve ben de hiç bozmadım…”

“Sen iflah olmaz bir adamsın,” dedim başımı şaşkınca oynatırken.

Uslu görünmeye çalışarak susup alttan alttan bana baktı sadece. Çöktüğü yerde ona ağır bir tekme savurmak istesem de kontrolümü bir şekilde sağlamıştım.

“Sap kalmamanın tek yolu Beste miydi?” diye sordum. “Başka kimse yok yani davet edebileceğin, öyle mi?”

Yarasına parmak basmışım gibi birden ayaklandı. “Ulaşamadığım için aklımdan çıkmıyor!” dedi öfkeyle. “Bi’ izin verse, bitecek biliyorum. Şu an ondan başka bir şey düşünemiyorum çünkü kendisi kaşınıyor.”

Teoman şakağını kaşır gibi başını eğip ağzının içinde homurdandı. Uzakta olmadığı için onu duyabilmiştim. “Ben bu konuşmayı bir yerden hatırlıyorum.” demişti.

Nereden hatırladığını soracakken Levent önümde volta atmaya başlayınca dikkatim dağıldı. Sandalyemi biraz geri sürükleyip yüzüne daha net bakmaya çalıştım.

“Hoşlanıyorsun yani,” dedim omuz silkerek.

“Etkileniyorum,” dedi başka bir şey tarif ediyormuş gibi hemen.

“Ve sana karşılık verse etkilenmenin sona ereceğini düşünüyorsun çünkü..?” dedim anlam veremeyerek.

“Çünkü bugüne kadar hep öyle oldu,” dedi ciddiyetle. “Yine öyle olacak.”

Derin bir nefes aldım. Bacağımı diğer bacağımın üstüne atarak yerime daha düzgün yerleştiğimde dudaklarımı da aralamıştım. “Cevahir’i akşam oraya gelmemiz ve pot kırmaması için ikna ederim.” dedim gözlerinin içine bakarken.

Levent şaşkınca kalakaldı. “Ciddi misin?” dedi bunun bu kadar kolay olmasına şaşırdığı belliyken.

“Ciddiyim,” dedim onaylayıp. Sırıtkan suratı geri gelmişti hemen. Öfkesi sönmüştü. “Ama küçük bir isteğim var,” dedim sağ elimin baş ve işaret parmaklarıyla miktarın küçüklüğünü gösterirken.

“Söyle!” dedi hevesle.

“Olur da başarırsan… Yani Beste’ye senin deyiminle ‘ulaşabilirsen’ ve zannettiğin gibi etkilenişin son bulmazsa…”

“Son bulmazsa ne?” dedi kaşları çatılmışken.

“Beste’nin karşına geçip dürüst olacaksın, başından beri ona neden yapıştığını ve bu istisnayı ona anlatacaksın.”

Histerik bir biçimde güldü. “Aynen,” dedi alayla. “Hemen anlatırım.”

Omuz silktim. “Yani etkilenmenin son bulmaması da ihtimal dahilinde… Hislerinin kaybolacağından pek emin değilsin. Emin olabilsen şartımı düşünmeden onaylardın.”

Levent yüzüme dik dik baktıktan sonra bir şey söylemeden kapıya doğru sert adımlar atıp saniyeler içinde oraya vardı. Kapıyı açtığında o henüz çıkıp kapatmadan seslenmiştim hemen. “Konumu atmayı unutma sakın!”

Teoman ile yalnız kaldığımızda ona doğru döndüm. “Küstü galiba,” dedim hüzünlenmiş gibi.

“Senden korkuyorum.” dedikten sonra yerinden kalkıp kapıya doğru ilerledi Teoman da.

“Korkulacak ne var-…” diyerek konuştuğum sırada Teoman kapıyı açınca içeriye girmek üzere olan kişiler ile karşı karşıya gelmişti ve suratındaki ifade beni bir an konuşamayacak kadar keyiflendirdiğinden susmuştum.

Sonraki randevum sekiz aylık bir hamileye aitti. Hamilelerden - kaynağını asla anlamasam da - tedirgin olan Teoman’ın dip dibe gelince ödünün patlamasından fazlasıyla keyif almıştım.

Polikliniğin koridorunda nöbet tutarken gözlerini kapatıyor ya da en uzak köşede bekliyordu muhtemelen.

“Bekleyeyim mi?” diye soran hastama gülümsedim. “Buyurun Gül Hanım, müsaitim.”

Kapıda dikilen Teoman’ın hareket etmemesine şaşkınca baktıktan sonra bana döndü. “Gelemiyorum,” dedi sitemle. “Buradan sığamam ki.”

Gülmemek için kendimi kasmam gerekmişti.

Yerimden kalkıp kapıya ilerledim. Teoman’ı kolundan tutup dışarıya doğru çekiştirdiğimde gözlerini diktiği yerden, Gül Hanım’ın karnından ayırıp koridora fırlamıştı.

Peşinden gidip bir süre onunla uğraşmak isterdim ancak hastama dönmem gerekiyordu.

Teoman’ın bu korkusunu bir ara daha derin irdelemeyi aklıma not ettikten sonra yüzüme ölçülü bir gülümseme yerleştirip masama adımladım.

Uzun zaman sonra ilk kez bir akşamın keyifli geçebileceğine dair kuvvetli bir inançla dolmuştum. Levent’e bu konuda bir teşekkür borçluydum.

 

 

~

 

 

“Seray!” diyerek adımla evin yüksek duvarlarını inleten Cevahir’i duyduğumda elimdeki büyük kepçe eşliğinde başımı mutfak kapısından dışarı uzattım.

“Yaşıyorum,” dedim gözlerim devrilmek için bana yalvarırken. “Beni eve bırakan Teo da, eve girmeden önce sorguladığın güvenlikler de sana yalan söylemiş değil. Buradayım.”

Eve birlikte girmiyorsak, yani Vita’da olduğu günlerden birinde değilsek, ve ben ondan önce eve gelmişsem içeri girer girmez böyle haykırıyordu. Aslında benden önce eve girdiğinde de bunu yapıyor olabilirdi, şüphelenmek lazımdı.

Olduğum yere doğru adımladığında gömleğinin üstten birkaç düğmesi açık, yakaları hafif kaymış şekilde göründüğünü fark etmiş oldum. Kaşlarım havalandı. Ben buna tepki veremeden dibime girip peş peşe şakağımdan ve dudağımın kenarından öpmüştü.

Öpüşünün tenimdeki baskısıyla gözlerim kısılıp bedenim gevşemiş olsa da direndim. “Bu hal ne?” diye sordum. “Üstün başın dağılmış.”

“Sıcak,” dedi hiç oyalanmadan yanıtlayıp.

“Sıcak ama dibime girmekten geri kalmıyorsun hiç,” dediğimde üstünde herhangi bir etki yaratabilmiş değildim.

“Bu konudaki şikâyetlerini bir kâğıda yazıp girişteki kutuya bırakabilirsin.”

Anlamsızca yüzüne baktım. “Öyle bir kutumuz yok.”

Ciddiyetini hiç bozmadan dudakları aralandı. “Tüh,” demesini beklemediğim için ondan çıkan bu sese istemsizce kıkırdamıştım.

Gülüşüm sonlanmadan hemen önce gülüşümü oradan içebilecekmiş gibi gamzemin üstünü sertçe öptü, geri çekildiğinde gözlerimi kırpıştırarak ona bakıyor haldeydim.

“Çorba…” dedim alakasız bir şekilde.

“Çorba?” dedi beni tekrarlayarak.

“Çorba yaptım,” diye mırıldandım parmak uçlarımda bir an yükselip sallanırken. Ayaklarım düzgünce yere basacakken beni yükseldiğim anda belimden kavrayıp kendisine daha yakın konumda kalmamı sağlamıştı.

Hiçbir şey söylemediğinde yalandan kaş çattım. “Elime sağlık, evet. Teşekkürler.”

Hâlâ kepçeyi tutmakla meşgul olan sağ elime dokunmadı ama sol elimi avucunun içine alıp yüzüne doğru hareketlendirmişti. Avuç içime dudaklarını bastırıp parmaklarıma kadar taşacak şekilde öptü.

Huyunu bir an için unutmuştum.

Eline sağlık deme alışkanlığı yoktu.

Elime dudaklarıyla şifa üflüyormuş gibi öpücükler bırakıp sağlık dileklerini böyle sunuyordu.

“Afiyet olsun,” derken sesim pürüzlenmişti.

Elimi yüzünden uzaklaştırıp aşağıya doğru indirmeme izin verdi ama ellerimizi ayırmamıştı.

“Duşa gireceğim,” dediğinde bunun kısa bir bilgilendirme olarak kalacağını düşünmüştüm ama niyeti bununla sınırlı değildi. “Yemekten sonrayı beklememi ve seni de yanımda götürmemi ister misin?”

İç çektim.

Yemekten sonra önemli bir işimiz vardı. Levent ve Beste’nin yan yana nasıl olacaklarını delice merak etmesem bu teklif uğruna işi bin kez ertelerdim gerçi ama...

“Sen duşuna gir,” dedim omuzunu kepçeli elimle patpatlayıp. Çorbaya henüz daldırmadığım için kepçe temizdi neyse ki.

“Arkamdan gelip sürpriz mi yapacaksın?”

Dayanamayıp güldüm. Onu -bir kez kabul ettikten sonra- o kadar nadiren reddetmiştim ki ret cevaplarını tam çözümleyemiyordu. Hormonlarım onun azgın bir ayı oluşuyla yarışacak kadar kaynıyorlardı ve bu da ekmeğine yağ sürüyordu tabii.

“Sevişmeyeceğim seninle Cevahir,” dedim acı gerçeği dile getirip.

“Olur,” dedi omuz silkip. “İçine gömülmeye hazır olmam için sevişmemize ihtiyacım yok, seni de birkaç dakika içinde hazır hale getiri-…”

Kepçenin yuvarlak çıkıntısını ağzının ortasına yasladığımda cümlesinin kalan kısmını yutması gerekmişti.

“Çenene ve bağımsızlık ilan etmeye çalışan uzuvlarına sahip çıkabilir misin?”

Kepçeyi ağzından çekmem için beni bileğimden tutarak yönlendirdi. Ardından konuştu. “Sen sahip çıksana ikisine de.”

Çok farklı yerlere çekmem mümkün olsa da sözlerini duymazlıktan gelmekte kararlıydım. “Yemekten sonra dışarı çıkacağız, oyalanma da git artık yukarı.”

Gözlerindeki oyuncu parlamalar yerine meraka bırakırken bir adım geriye attım. “Nereye gidiyoruz?” dediğinde kocaman gülmeye çalıştım.

“Bir açılışa davetliymişiz, kocacım.” dedim abartılı bir cıvıldama eşliğinde.

Son kelimemden sonra beni yiyormuş gibi öpeceğini biliyordum, bu bir tuzaktı. Kârlı bir tuzak…

Dudaklarımı sızlatacak kadar sertçe emdikten sonra geri çekildi. “Ne açılışı?”

“Gece kulübü,” dediğimde duraksadı. Beş saniye kadar düşünmekle yetindi. “Adı Apate olabilir mi bu kulübün?”

Dudağımı sarkıttım. “Aaa,” dedim uzatarak. “Sana da mı haber vermişler?”

“Seray,” dedi adımı vurgulayarak. “Yorma hadi beni, Altuğ’la nasıl bir bağlantın var da açılıştan haberdarsın sen?”

“Altuğ kim be?” dedim gözlerimi kısıp.

“Arkadaşım, yavrum.” dedi hayretle. “Sayılı davetlisi olan açılışına gitmekten bahsettiğin o kulübün sahibi.”

“Arkadaşın olmasına rağmen seni davet etmeyip sadece Levent’i mi davet etmiş,” dedim kınayarak. “Kabalık dereceniz benzermiş, arkadaş olabilirsiniz evet.”

“Levent davetli değil,” dedi yarı sorgular yarı şaşkın bir sesle. “İsteyince bendeki iki kişilik davetiyeyi ona verdim sadece.”

Gözlerimi yumdum sinirle. Levent’i paralayacaktım.

“Yemin ederim sorunlu bu adam!” diye homurdandım. Gözlerimi açtıktan sonraki sözlerim ise daha farklı bir isyan içeriyordu. “İki kişilik davetiyen varsa karın yerine kuzenine niye koşuyorsun ayrıca? Manyak mısın sen?”

Afallayarak baktı. “Gitmek mi istiyorsun?”

“Evet,” dedim aslında böyle bir hevesim olmasa da. “Sen anca kendi restoranlarına yemeğe götür beni ama tamam mı? Böyle böyle zengin olmuşsunuz demek ki…”

Cevahir’in kahkahaya yakın yükseklikte derin gülüşü kulaklarıma vardığında bakışlarımı yüzüne dikip anbean onu izlemiştim.

“Yavrum…” dedi şaşkınlıkla. Bir yandan gülüyor bir yandan da ciddi olup olmadığımı anlamak ister gibi bana bakıyordu.

Burnumu havaya dikmiş halde ona bakmaya devam ettim.

“Sana Levent mi bahsetti bundan?” diye sorduğunda başımı salladım olumlu anlamda. Sonra uzunca ofladım. “Bak şimdi,” diyerek bugün Levent’in odama gelip söylediklerini hızlıca özetledim.

“Manyak herif benimle konuşup davetiyeleri almadan önce çoktan Beste’yi davet etmiş demek ki, davetiyeleri dün verdim ben ona.”

“Zekice kurgulamış ama,” dedim hakkını yemeden. “Senin davetiye olmadan içeri girebileceğini biliyor, kendisini garantiye almış.”

“Zekâsına sıçayım,” dedi günlük bir konudan bahseder gibi sakince. “Biliyorum ben onun derdini…”

Ben de biliyordum. Anlamak zor değildi. Derdi Beste’ydi.

Cevahir’in sırf Levent gelmemizi istiyor diye gitmemek adına diretebileceğini düşünmüştüm aslında ama beni şaşırtarak herhangi bir itirazda bulunmamıştı.

Önce yemek yiyebileceğimizi, duşa sonra gireceğini söylediğinde ben de ona uyum sağladım. Fazla uzun sürmeyen yemek sırasında ağzından arkadaşı ile ilgili biraz bilgi kaçırmasına neden olmayı denemiştim fakat amacıma ulaşamamıştım.

Açılışına Levent’in, Cevahir’deki davetiyeler olmadan gidemeyeceği düzeyde bir işletme sahibi olması kulağa ilginç geliyordu. Avcıoğlu soyadı genel olarak her yer için sınırsız bir geçiş biletiydi, istisnası olmadığına da son aylarda fazlasıyla ikna olmaya başlamıştım. Belli ki bu gece o istisnaya şahit oluyordum.

Yemekten sonra birlikte yukarı çıktık. Cevahir duşa girerken benim hedefimde de giyinme odası vardı.

Ne giyeceğime çoktan karar verdiğim için hiç oyalanmadan yerini bildiğim askıya uzandım.

Elbiseyle birlikte içeriye geçmeden önce iki ince banttan ibaret, Cevahir’in baktığında yüzünü buruşturacağı yükseklikteki topuklu ayakkabıları da yanıma almıştım.

Seçtiğim parça krem renkte, saten bir elbiseydi. Boyundan bağlamalıydı, bağlanan parçaları sırtıma sarkacak kadar uzundu. Sırtım tamamen açıktı, belime kadar geniş bir açıklık vardı. Ayaktayken üst bacağımın yarısına kadar inen etek boyu oturursam biraz daha yukarı tırmanacaktı, kumaşın tamamı dökümlüydü.

Elbiseyi üstüme geçirdikten sonra makyaj masasına doğru adımladım. Yüzüme ve saçıma bulaşmadan önce masanın çekmecesinde duran vücut yağını çıkarttım. İçinde belli belirsiz parıltılar olan yağı açıkta kalan kollarıma ve omuzlarıma yedirdikten sonra bacaklarıma da aynı şekilde sürdüm.

Tenim kendiliğinden parlıyormuş gibi doğal bir ışıltıyla aydınlandığında aynadaki görüntüden memnundum.

Saçlarımı açık bırakıp elbisenin sırtını hiç edemeyeceğim için el alışkanlığımdan faydalanarak ensemin biraz üstünde kalan bir topuz ile saçlarımın derli toplu durmasını sağladım. İki taraftan küçük birer tutam saçın yüzüme doğru dökülmesine izin vermiş, gergin bir duruş yerine salaş bir topuz yapmıştım.

Cevahir’in banyodan çıkışı benim makyajıma başladığım an ile denkti. Bu, az çok aynı anda hazır olacağımız anlamına geliyordu. O giyinene kadar işim bitmiş olurdu.

Odaya sızan ona ait şampuan kokusu ile birlikte içeriye girdiği kesinleşmişken herhangi bir adım sesi duymadığım için anlam veremeyerek aynada kendi yüzümde tuttuğum bakışlarımı ona doğru çevirdim.

Banyoya ait kapıdan çıkmış, bir adım atmış ve olduğu yerde durmuştu. Aynadan bakarken görüş açım kısıtlıydı, yüzünü göremiyordum.

Oturduğum yerde hafifçe dönerek omuzumun üstünden ona doğru baktım. “Sıhhatler olsun dememi mi b-…” diyerek konuşmaya devam edecekken bakışlarının keskinliğini gördüğümde afallayarak susmuştum. “Cevahir?” dedim tereddütle.

“Gamzelerin,” dedi gözünü benden ayırmadan. “Gamzelerin görünüyor.”

Bir elim refleksle yanağıma doğru gitmeye başladığında kafasını ağırca iki yana salladı. Yanağımdakilerden bahsetmiyordu.

Dudaklarımı birbirine bastırarak ağzımın içine doğru çektim. Sessiz kalışım ona bir şeyler daha söyletir diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Bana doğru adımladığında gerilerek sırtımı dikleştirdim.

Belinde gevşek bir bağ ile asılı duran havluyla üstüme doğru gelmesi odadaki görünmez kırmızı alarmları tetiklemişti benim için.

Boğazımı temizler gibi kısaca öksürdüm. “Giyinme odası arkanda kalıyor,” dedim sesimi düz bir tonda tutarak. “Makyajım bitene kadar sen de giyinirsin. Kalan her şeyim hazır.”

Cevahir ben herhangi bir şey söylememişim gibi oturduğum yerde beni tepeden tırnağa süzdü. Bakışları omuzlarımdayken çatılmaya başlayan kaşları aşağıya doğru indiğinde tamamen derinleşmişti. “Parlıyorsun,” dedi hayretle.

Gülerek başımı omuzuma doğru eğdim. Ona bakmak için boynumu iyice germem gerekiyordu. “Sana da sürebiliriz,” dedim hevesle. Elimi uzatıp masada duran sedefli görünümdeki yağ şişesini işaret ettim.

“Beni mi sınıyorsun?” dedi ama bunu sinirle ya da başka bir gerginlikle dile getirmemişti, öyle olsa hissederdim. Sadece gerçekten sınanıyormuş gibi zorlukla konuşmuştu.

Başımı iki yana salladım. Onu sınamak için uğraştığım zamanlar olmuştu, yalan değildi fakat şu an o zamanlardan birinde değildik.

‘Yanımda böyle mi görünmeyi planlıyorsun? Özenmemişsin bile.’

Zihnimde yankılanan sesi, tırnaklarımı boğazına saplayarak susturmaya çalıştığımda dışarıdan bir şey belli etmemeye gayret etmiştim.

“Arkadaşının açılışı, ilk defa karşılaşacağım insanlar olacak. Günlük bir şekilde mi hazırlansaydım?” dedim toparlanarak. Başımı omuzumdan kaldırmış, doğrulmuştum.

Elini uzatıp çeneme dokundu. Kuvvet uygulamasına gerek kalmadan yüzümü ona doğru kaldırmıştım dokunduğu anda.

“Kendini eskimiş bir kumaş parçasına dolasan da parlayacaksın zaten…” dedi kendi kendine konuşur gibi. “Bundan kaçabilmek mümkün değil.”

Nefesimi neden tutmaya başladığımı, sütyen bile takmıyor olduğum halde göğsümü neyin sıkıştırdığını bilmiyordum.

Gözlerindeki alevler eşliğinde, boğuk bir sesle plansız cümleler sıralarken bende nasıl yankılar uyandırdığından haberi var mıydı? Olmamasını dilerdim.

Oturduğum yerden kalkmak için hareketlendiğimde bana engel olmadı. Çenemdeki elini de hiç oynatmadı.

Ayakkabılarımı henüz giymemiştim ve bu yüzden kalktığımda yüzümü onun yüzüne denk getiremeyeceğimi biliyordum. Kalkar kalkmaz bir elimi ensesine bastırarak onu başını bana doğru eğmeye mecbur bırakışım da bundandı.

Tırnaklarımı ensesine saplayarak yüzünü yüzüme çağırmış ve eğildiği anda dudaklarımı dudaklarının üstüne arsızca bastırmıştım.

Alamadığım nefesleri umursamadan daha da nefesimi tüketeceğini bile bile dudaklarını emerek öptüğümde gözlerim kısılarak saniyeler içinde kapandı. Islak bir şekilde öpmeye başladığım dudaklarını serbest bırakarak, bir an bile afallamadan bana uyum sağlamış ve karşılık vermeye girişmişti.

Çıplak sırtıma bastırdığı, belime yakın bir yeri izini kalıcı hale getirmek ister gibi kazıdığı parmakları eşliğinde onu -bir an gelecek ve doyabilecekmişim gibi- öptüm.

Ağzım ağzından ayrıldığında ne kadar süre onun ciğerlerinden soluklandığımı hesaplamayacak kadar bulanık bir bilinçteydim. Parmakları belimdeki gamzelerde geziniyordu.

“Elbiseyi yırtmamam için ikna yöntemin bu mu?” dedi dudakları serbest kaldığı anda. Burnu burnuma değecek kadar yakında olmayı sürdürüyordu. “Tam aksine teşvik ediyorsun, eteğini kıvırıp seni arkandaki masaya yaslamamı mı diliyorsun yoksa karım?”

Göğsüm hırsla şişti. Derin ama yetersiz bir nefes almıştım.

Ona saldırışım ne bir ikna yöntemi ne de içimi doldurması için bir teşvikti.

Bir haftadan kısa ancak bir ömürden uzun hissettiren süredir içimi tırmalayan bir gerçekle boğuşuyordum. Az önce ağzımı onunkine yaslayarak kapatmıştım çünkü önümde fiziksel bir engel bulunmasaydı aklımdaki gerçekler dilimden paldır küldür dökülebilirdi.

Üstümde bir bomba taşıyordum, tetikleyicisi ise ondaydı. Bir an gelecek ve ben engel olamadan dilim ona her şeyi sunacaktı. Bombanın patlayacağı güne kendim karar veremeyeceğimi acı da olsa kabullenmiştim.

Sustum. Suskun bir şekilde gözlerinin içine bakmakla yetindim.

Beni kopyaladı. Sessizlik ikimizin de bölmeyişiyle büyüdüğünde beni olduğum yerde bırakarak giyinme odasına doğru adımlamaya başlamıştı.

Arkasından birkaç saniye donuk bir şekilde baktım. Yerime geri yerleşmem ve makyajımı yapmak için aklımı toparlayabilmem birkaç dakikamı almıştı.

Ona dair içimde büyüyen her şey yoğundu.

Hayatıma girdiğinde önce ona duyduğum nefret dengemi sarsmıştı, şimdi ise aynı sarsıntının kaynağı değişmiş haliyle boğuşuyordum. Ne ilginçtir ki bu sarsıntı nefrette olduğundan daha tehlikeliydi.

Cevahir benim sırt dekoltemle yarışmak ister gibi üstüne santim santim ölçü alınarak dikilmiş gibi oturan siyah bir gömlek ve aynı renk pantolon ile yatak odasına geri döndüğünde ben de yüzüme son birkaç dokunuş bırakmak ile uğraşıyordum.

İçeri girdiğinde aynadan bakışlarım onun üzerine çevrilmiş olsa da arkamı dönmemiş, olabildiğince hızlı toparlanıp işimi bitirmiştim.

Yerimden kalktığımda o kol düğmelerini iliklemekle meşguldü, ben de yatağın yanında yerde duran ayakkabılarıma doğru ilerlemiştim.

Yatağın ucuna oturduktan sonra ayakkabılarıma doğru uzandım. Göz ucuyla ayakta dikilen bedenine doğru baktığımda onun bakışlarının benim üzerimde olduğunu görmüştüm.

“Üzgünüm,” dedi yalandan acıklı bir hale bürüdüğü sesiyle. “Yardımcı olamıyorum.”

Ayakkabılarımı giydirmek için genelde gönüllü olmasına rağmen neden hareketlenmediğini çözmek adına ona baktığımı anlamıştı.

“Elbisemi sevmedin diye mi?” dedim dudaklarımı şımarıkça büküp.

Dudaklarını kıvırdı. Bakışlarını bir an için karnımın altına, kasıklarıma yakın bir noktaya çevirdikten hemen sonra yeniden gözlerimizi buluşturdu. “Önünde diz çöktüğüm anda ağzımı amına dayamama engel olamazsın,” dedi sıradan bir problemi dile getirir gibi. “Az önce de bunu yapmamak için kendimi kasarak yanından uzaklaştım. İkinci şansı tanımam.”

“Sen…” dedim boğazımda kalan tükürük ile boğulmamak adına düzgünce nefeslenmeye kendimi şartlarken. Ağzında sansür olmamasına alışkındım ama ben sınırda geziniyorken bunu yapması dilimin tutulmasına neden olmuştu.

“Sana ne kadar aç olduğumu düşünüyorsan, gerçek oran en az on katı fazla Seray. Giy ayakkabılarını.”

Makyaj masamda ona ait tek tük eşyadan biri olan parfüm şişesini almak üzere adımladı. İri iri açtığım gözlerimle, duyduklarımı ve hissettiklerimi sindirmeye çalışırken kendisini birkaç fıs parfüme buladı ve odanın kapısına yöneldi.

“Arabadayım,” dedikten sonra karşılık beklemeden gözden kayboldu. Merdivenleri indiğini belli eden, gittikçe uzaklaşan adım seslerinden başka bir şey duyamadım.

Belli belirsiz titreyen, verdiğim irade savaşında tüm gücümü kullanmasam işlevini yitirecek kadar titreyeceklerinden emin olduğum parmaklarımla güç bela ayakkabılarımı ayağıma geçirdikten sonra ayaklandım.

Az önce aldığı şişenin yanındaki kendi parfümüme uzanıp kendimi parfümle sarmaladıktan sonra aynaya son bir bakış atmış ve telefonumdan başka bir şey almadan odadan çıkmıştım. İştahını yeterince açmamışım gibi kokumu keskinleştirmem akıllıca olmamıştı ama insan içinde üstüme atlamayacağını varsayıyordum, arabada kendimi güvende tutsam yeterdi.

Çanta taşımama alışkanlığım da Cevahir’e olan alışkanlığım ile eşzamanlı kazandığım bir alışkanlıktı. Telefonumu ona iteliyor, kalan hiçbir şeyi taşımaya gerek duymuyordum. Keyifliydi açıkçası. Aksini uygulayasım hiç gelmiyordu.

Evden çıktığımda Cevahir arabayı kapıya olabilecek en yakın konuma kadar getirdiği için fazla ilerlememe gerek kalmamıştı. Arabanın içinde beklemek yerine kaputun dibindeydi. Ön yolcu kapısına yaklaştığımda benden önce kapı koluna uzanmış ve kapıyı aralamıştı.

Geçen haftaya kadar neredeyse her gün değişen, ben alışamadan bir yenisi gelen arabalardan son birkaç gündür kurtulmuştum. Cevahir’i kendi arabasını ve arabamı kullanmaya dönmemiz için o kadar sıkmıştım ki sonunda kazanan bendim.

Yalnız tek bir anımın olmamasına ses çıkartmıyordum, karşılığında da araba saçmalığına son verdirmiştim.

Elinden destek alarak kendimi arabasının içine attığımda keyifle tanıdık koltuğa gömüldüm. Telefonumu kucağıma bırakmış, bacaklarımı çaprazlamış ve kemerime uzanmadan önce onun kapıyı kapatmasını beklemiştim.

Kapıyı kapatmadan önce eli bir an içeri uzanınca emniyet kemerimi çekiştireceğini düşünmüştüm ama parmakları elbisenin açık bıraktığı alana, göğsümün kenarına sürtündüğünde başım hızla ona çevrildi.

“Memen de görünüyor,” dedi sinirleri bozulmuş gibi.

“Tüh,” diye soludum. Memem görünmüyordu bu arada. Elbisenin dökümlü kumaşından görünen kısım sadece göğsümün küçük bir kısmıydı. Abartmayı seviyordu sadece.

Kapıyı pat diye kapattıktan sonra arabanın önünden dolanarak yerine geçmesini bekledim uslu uslu. Kemerimi takmış, iç çekerek ön camdan dışarıyı izlemeye başlamıştım.

Araba motorun kükrer gibi ses çıkarması ile birlikte bahçeden çıkmak için hareket ettiğinde başımı omuzuma doğru düşürüp ona bakmakla yetindim. Bir şey söylemek yerine sinirini çıkartıp sıkıca kavradığı direksiyonla boğuşmasını ve yola diktiği keskin bakışlarını izlemek daha kârlı gelmişti.

Konumu gördüğüm için yolun ne kadar süreceğini de net bir şekilde görebiliyordum. Varmamıza on beş dakika kadar bir zaman kaldığında kucağımda duran telefonum çalmaya başladı.

Ekranda gördüğüm isimle birlikte hafifçe gülümsemiş ve telefonu açıp kulağıma yaslamıştım. “Efendim Beste?”

“Seray…” derken sesinde hissettiğim bıkkınlık abartılıydı. Bunun sebebini bulmak da çok kolay olmuştu bu yüzden.

“On beş dakika sonra oradayız,” dedim gülmek üzere olduğumu çaktırmamak için kendimi sıkarak. “Dayanabilir misin?”

“Deneyeceğim,” dedi iç çekerek. “Biz de yoldayız henüz zaten, az çok aynı anda varacağız sanırım. Sadece geliyor olduğunuzu teyit etmek istedim.”

Kendimi tutamayarak güldüm. Gülüşümle aynı anda Levent’in sesi kulağıma ulaştı. “Yalancı bir adammışım gibi davranıyorsun, alıngan değilim diye rahatsın tabii.”

Beste benim telefonda olduğumu bir anlığına unutmuş gibi Levent’e odaklandı. “Alıngan bir adam olup ilk hakaretimde küsüp gitmen için her şeyimi verirdim bu arada.”

“Her şeyinde gözüm yok,” dedi Levent sakince. “Tek bir şey istiyorum ve ne istediğim de gayet açık.”

Boğuluyormuş gibi öksürdüm. “Selam ya,” dedim kendimi hatırlatmak için.

Birkaç saniye sessizlik oldu. Beste, “Seray?” dedi kısık bir sesle.

“Duyuyorum,” dedim hemen. “Yani sadece seni… Levent’i hiç duyamadım, merak etme.”

Telefon pat diye kapandığında dudaklarımı birbirine bastırıp telefonumu yavaşça kulağımdan indirdim.

Levent’i söverek, belki döverek ya da en kesin çözüm olarak Cevahir’in eline düşürerek Beste’den uzak tutmak için çabalamam mümkündü. En başında bunu yapmaya da niyetliydim aslında. Beste’nin zor durumda kalmasını istememiştim. Levent kartlarını açık oynuyordu ve o kartlar alev alevdi çünkü.

Beni durduran, onları kendi zaman akışlarında yalnız bırakmaya ikna eden ise ikisini yan yana gördüğüm rastgele bir anda yaşanmıştı.

Beste rahatsız değildi.

Oyundaki kedi Levent, fare de Beste gibi görünüyordu; yani Levent Avcıoğlu kendisinin avcı rolünde olduğuna fazla ikna olmuş ve beni de başta buna inanmaya sürüklemişti. Fakat yıllarca görmesem de Beste ile dört yıl boyunca sabah akşam dip dibe yaşayan, gecesi gündüzü bir olan biri olarak onun bakışlarını tanıyacak kadar deneyimliydim.

Levent’in pervane oluşuyla oynayan taraf Beste’ydi. Levent gelecekte asılı duran bir zevkin peşindeydi, Beste ise bunun farkındaydı ve o zevki erteleyerek peşinde koşturduğu adama içinden muhtemelen kıkır kıkır gülüyordu.

Onları nasıl bir sonun beklediğinden emin değildim ama içimden bir ses ikisinin de tahmin ettiğinden başka senaryolar ile karşı karşıya kalacağını söylüyordu.

Araba durduğunda inmek için acele etmedim. Araca doğru yaklaşan valenin benim kapıma doğru yaptığı hamleyi Cevahir kendi kapısını açıp eliyle işaret ederek durdurmuştu.

Vale yön değiştirip ona adımladı. Cevahir anahtarı ona verdikten sonra yine arabanın önünden dolanıp benim kapıma gelmiş ve kapıyı kendisi aralamıştı. Binerken yaptığım gibi eline tutunarak arabadan indiğimde ilk durduğum noktada ona fazlasıyla yakındım.

“Çok naziksin, kocam.” diye fısıldadım başımı hafifçe kaldırıp.

Göz ucuyla bize baktığını bildiğim valenin bakışları altındayken beni öpmeyeceğini adım gibi biliyordum. Kocam kartını bilerek öne sürmüştüm. Bu kozu elime verdiğine pişman mıydı acaba? Kullanma sıklığım gitgide artıyordu keza.

Dudaklarıma doğru indirdiği bakışlarının yeniden gözlerime tırmanmasını keyifli bir gülümseme ile izledim.

Elimi bir an daha sıkı tuttu. Kolunu büküp elimi oradan geçirip koluna girmemi sağladığında itirazsız ona uydum.

Yürüdüğü yöne doğru, adımlarımı onun adımlarıyla aynı ritimde olacak şekilde atmaya başlamıştım.

Önünde durduğumuz yer şatafatlı bir gece kulübü gibi görünüyordu. Farklı herhangi bir şey yoktu ortada.

Tepesine iliştirilmiş tabelada yazılı, büyük fontlu parlak yazıyı gördüğümde ise adımlarım duraksamıştı.

Apate demiştin,” diye mırıldandım tereddütle. “Lir yazıyor burada. İsmi karıştırmış olabilir misin?”

Bakışlarını bana çevirdi. “Karıştırmadım,” dedi sadece.

Kaşlarım anlam veremediğim için çatıldı. Bu sırada Cevahir benim arkamda bir yere doğru bakmaya başlamıştı. “Geldiler,” dedi başıyla ileriyi işaret edip. “Birlikte girelim o zaman.”

Baktığı yöne doğru baktığımda Levent’in arabasını görmüştüm ben de.

Levent arabadan inip valeye anahtarı teslim ederken diğer kapı açılmış, Beste dışarı adımlamıştı.

Üstündeki siyah kısa elbiseyi gördüğümde içten içe güldüm. Levent’i sınamak için özel bir çabası var mıydı bilmiyordum ama her iki şekilde de başarılıydı.

Asimetrik bir etek kesimi olduğu için bir bacağı diğerinden daha çok açıktaydı, elbise üstüne tam oturmuş ikinci bir deri gibi ona sarılmıştı. İlk karşılaşmamızda da fark ettiğim gibi bedeni düzenli spor yapıyor olduğunu belli eder şekilde sıkı olduğundan elbisenin darlığı daha çekici duruyordu.

V yakalı göğüs kısmında da ne abartılı bir açıklık vardı ne de boynu gizliydi. Merak uyandıracak bir ölçüde teni açıktı.

Beste bizi fark ettiğinde Levent’in ona yetişmesiyle pek ilgilenmeden adımlamaya başladı. Yolu yarılayamadan Levent büyük adımlarla ona denk bir konuma gelmişti gerçi…

“İyi akşamlar,” diye mırıldandı Beste yanımıza yaklaştıklarında.

“Hoş geldin,” dedim gülümseyerek. Onu az önce yeterince süzmüş olsam da fırsat varken baştan ayağa bir kez daha taramış ve sonra konuşmaya devam etmiştim. “Çok yakışmış.”

“İltifatlarını kendine harca,” dedi beni gözlerini kısıp süzdükten sonra. Bir an Cevahir’e baktı. “Kıyafetlere müdahale edecek bir halin var aslında, şaşkınım şu an.”

Beste’nin karşılaştıkları ilk an ‘tipin değil aslında’ diyerek giriş yaptığı Cevahir ile olan iletişimi o günden bugüne pek değişmemişti. Genelde böyle çıkarımları dümdüz dile getiriyordu. Bu liseden kalmaydı, benim için ördüğü bir koruma duvarıydı; biliyordum.

Hayati bir konuda avukatlığımızı yapmaya başlamasına rağmen Cevahir ona ‘resmi olmasına gerek olmadığını’ söyleyince Beste de keyfince ona laf geçirmeye başlamıştı. Vur deyince öldüren biri olması Cevahir’e sürpriz olmuştu ama lafından da dönemiyordu tabii…

“Sende de yanında istemediği bir adamı ikinci dakikada uzaya postalayacak bir hal vardı, ben de en az senin kadar şaşkınım.”

Cevahir başıyla Levent’i işaret ederek konuşunca Beste’nin çenesi kasılmıştı. “Kuzeninin yapışkanlığından haberdar değilsin sanırım.”

“Sen de arkadaşının benim sözümü dinleyip elbise değiştirmeyecek oluşundan bihabersin sanırım.”

Beste bana baktı. “Çekilecek dert değil,” dedi bana üzülüyormuş gibi. “Kendine nasıl bu kadar yazık edebildin?”

“Yeterince laf sokuştuysanız içeri geçsek mi? İnanın hevesle iki duvarın laf atışmasını dinlemek isterim ama Seray çok sıkılmış.”

Levent beni öne sürerek bıkkınlıkla konuştuktan sonra Beste’nin beline elini yaslayarak onu girişe doğru çevirdi. “Buradan ilerleyeceğiz bebeğim.”

“Levent,” dedi Beste dişlerinin arasından.

“Hım?” diye mırıldandı Levent karşılık olarak. Koluna girmiş olduğum Cevahir’e yükümü vermiş şekilde önümdeki sahneyi izliyordum.

“Eve dönmemi mi istiyorsun?”

“Sana böyle seslendiğimde aslında sinirlenmediğini, bunu sevdiğini kabullenmeni istiyorum. Basit de bir istek ama henüz başarabilmiş değilim.”

Beste’nin kısık mırıltısının kulaklarımı acıtacak kadar ağır hakaretlerle dolu olduğunu tahmin ediyordum.

Onlar önden adımlayınca birkaç adım arkalarından biz de yürümeye başladık. Cevahir’e doğru uzanıp kulağına doğru fısıldadım. “Elektrik çarpmış gibi hissediyor musun?”

“Üzerlerinde kaç volt birikmişse artık…” diye söylendi Cevahir homurdanarak.

İkisinden yayılan gerilimi yalnızca benim hissetmediğimi kesinleştirdiğimde içim rahatlamıştı. Delirmiyordum.

Girişteki geniş kapının önüne geldiğimizde orada dikilmekte olan koruma tipli iki adamın Levent’teki davetiyeleri kontrol edeceklerini düşünmüştüm. Madem herkesin elini kolunu sallayarak gelebildiği bir yer değildi ve Levent davetiyelere resmen çökmüştü… Belli ki kontrol de vardı.

Adamlar hiçbir etkileşimde bulunmadan sadece kapının iki kanadını aynı anda ileri iterek açmakla yetindiklerinde şaşırmıştım.

İçeri girdiğimizde kapılar yeniden kapanmış ve açık havayla olan bağlantımız da kesilmişti. Kulağıma dolmaya başlayan müzik abartılı derecede yüksek ve uğultuluydu. Kısa bir koridor aştıktan sonra sesin kaynağına daha yakın bir konuma geldiğimiz için gürültü iyice artmıştı.

Etrafa bakındım. Şu an bulunduğumuz kısım seslerin ve insan kalabalığının yoğun olduğu yere tepeden bakan bir balkon gibiydi. Aşağıya doğru bakınca oldukça ışıklı, sıkışık bir alan görüyordum.

Cevahir’e döndüm. “Davetiyeler sayıyla dağıtılmış gibi durmuyor,” diye mırıldandım. “Çok kalabalıkmış.”

Cevahir kolunda durmakta olan elimin üstüne elini yasladıktan sonra bana doğru eğildi. Onu düzgünce duyabilmem için dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. “Burası bir nevi paravan,” dediğinde şaşırmıştım.

Tam soru sormaya devam edecektim ki yanımıza iki kişi yaklaştı. Sanırım bu asma katta uzunca oyalandığımız için birilerinin dikkatini çekmiştik.

Genç bir kadın elinde siyah bir kâğıt tutuyordu, onun arkasında da iri yarı bir adam vardı.

Kadın gülümseyerek hepimizde bakışlarını gezdirdi. “Hoş geldiniz,” dedikten sonra gülümsemesi daha sakin bir hal aldı. “Yardımcı olabilir miyim?”

Merdivenlerden aşağıya inmemize yardımcı olmak için geldiğini zannetmiyordum. Kaşlarım ortamdaki gizemli hava yüzünden havaya kalksa da bir şey söylemedim.

Levent üstündeki ince ceketin iç cebinden iki küçük parça çıkarttı. Bir çeşit jetona benziyorlardı, ama boyutları fazlasıyla küçüktü.

Kadın Levent’in uzattığı metal parçaları aldıktan sonra başını hafifçe eğdi, bir çeşit onaylama gibiydi. Ardından bakışları bize -Cevahir’e ve bana- çevrildi.

Bu jetonumsu metallerin Cevahir’in bahsettiği davetiyeler olduğunu anlamıştım böylece.

Kadın beklentiyle bizim de ona iki parçayı uzatmamız için bakıyorken arkasında duran suratsız -o kadar garip bakıyordu ki tanımadan onu böyle yaftalamaktan pişman değildim- adam kadının koluna belli belirsiz dokundu. “Geçsinler,” dedi sadece.

Cevahir’i tanıyordu belli ki. Ona bakarak kısa bir baş selamı verir gibi olmuştu çünkü.

Kadın başıyla onayladıktan sonra elini kaldırıp arkasında kalan loş koridoru işaret etti. “Buyurun lütfen, girişe kadar size ben eşlik edeceğim.”

Bu kadar prosedürün mekanın olduğundan daha lüks görünmesi için uygulandığına inanmayı planlıyordum aslında. Müşterilere kendilerini özel ve biricik hissettirmek basit ama etkili bir pazarlama stratejisiydi çünkü.

Kadının önümüzde attığı adımlar eşliğinde bir koridorun yarısını yürümüş, ardından başka bir koridora dönmüştük. Karşımıza başka bir kapı çıktığında ve kadın kapının kenarındaki panele parmağını okutarak kapının kilidini açınca başımı çevirip yanımda dizili duran üçlüye baktım.

Beste de benim gibi durumu sorguluyor gibi görünüyordu. Levent keyifli duruyordu. Cevahir ise… Eve giriyormuşuz gibi tepkisizdi.

“Ne dönüyor burada?” diye sordum Cevahir’i dürterken.

Omuz silkti. “Levent tarafından kandırılmadan önce bir iki kez daha düşünmeliydin, gelmek istediğini söyledin ve geldik yavrum. Birazdan anlarsın.”

Cevahir’in umursamaz tavrına öfkeleneceğim sırada kapıdan geçmiştik. Kadın bizimle birlikte ilerlemek yerine dışarıda kalıp kapıyı da geri kapatmıştı.

Dışarıdayken duyulabilir olan yüksek sesli müzik, insan uğultuları ve aydınlık ortam kapı kapanır kapanmaz tam tersine dönmüştü.

Yüzünü ezbere bilmesem dibimde duran Cevahir’i bile net bir şekilde göremeyeceğim kadar garip, kırmızıya dönük bir ışıklandırma vardı içeride. Dümdüz ve geniş bir alana en uzak köşeden bakıyor haldeydik.

İçeride yine müzik sesi vardı ama dışarıdakinden bayağı farklı tarzda ve yükseklikteydi. Kulak yormayan, piyano ağırlıklı melodiler duyuyordum.

Omuzlarımı gevşetmeye çalışarak yan döndüm. Bakışlarımın odağında tek bir isim vardı.

“Levent,” dedim durgun bir sesle. “Beş saniye içinde bana buranın normal bir gece kulübü olduğunu, farklı bir konseptin ortasında olmadığımızı söylemeni istiyorum.”

Levent’in gözlerini kaçırdığını gördüğümde öne doğru atıldım. Cevahir tek koluyla beni karnımdan sarmış ve sırtımı kendisine doğru bastırıp hareket etmeme engel olmuştu.

“Ya sen!” diye fırsattan istifade Cevahir’e doğru döndüm omuzumun üstünden. “Sen neden doğru düzgün detay vermiyorsun manyak herif?”

İç çekti. “Gözlerinle görmesen inanmazdın,” dediğinde dudaklarımdan garip bir gülüş çıktı. “Neden inanmayayım, inanırdım.”

“Tüh o zaman,” dedi yalandan hüznüyle. “Yanlış çıkarım yapmışım.”

Beste’ye baktım en son. Etrafı seyrediyordu. “Sen ne yapıyorsun şu an?”

“İlgimi çekti,” dedi omuzlarını kıpırdatırken. “Bir çeşit erotik kulüp mü burası? Kimse birbirinin üstüne çıkmış gibi durmuyor gerçi…”

“Alelade bir yer değil,” dedi Cevahir. “Altuğ rastgele herkesin girebileceği birden fazla kulübe sahip, az önce balkondan gördüğünüz alan onlardan biriydi. Arka planda ise biraz daha saklı işler dönüyor.”

“İlginç,” dedi Beste gözlerini sonunda etraftan ayırıp bize dönebildiğinde.

Levent’in sırıttığını gördüm. Kolları göğsünde kavuşmuş bir şekilde Beste’nin burayı ilgi çekici bulmuş olmasını seyrediyordu. Bunu öngörmüş ve şimdi de kendisiyle gurur duyuyordu sanırım.

“İlerleyelim o zaman,” dedi Beste’ye doğru hafifçe eğilip. “Daha ilginç başka şeyler de görürüz belki.”

Beste omuz silkti. “Olur,” dedikten sonra bir an Cevahir’e baktı. “Buraya herkes partnerleriyle mi geliyor?”

Cevahir başını iki yana salladı. “Eşleşme talep edebilirsin, öne sürdüğün özelliklerde biri varsa onunla tanışırsın. Arka planda bunlarla uğraşan çalışanlar var.”

Beste gülümsedi. “Süpermiş,” dedikten sonra birden adımlamaya başladı. “Birkaç gölge dikkatimi çekti bile.”

Beste’nin ilerlemesi iki adımla sınırlı kalmıştı. Levent hırlar gibi adını seslenip arkadan koluna yapıştığında adımları durdu.

“Efendim?” dedi Beste hiçbir şey olmamış gibi.

“Yerinde dur.”

“Kapıda dikilmem için mi beni buraya davet ettin?” dedi Beste. Ardından başıyla bizi işaret etti. “Onlar evliler, ama bildiğim kadarıyla biz değiliz. Beni sana bağlayan nedir?”

Levent’in yüzündeki ifadeyi ışıktan dolayı tam olarak görebilmem zordu ama Beste’nin kolundaki elini bileğine doğru kaydırarak onu rastgele bir masaya adımlatmaya başladığında pek mutlu olmadığını tahmin edebiliyordum.

Beste gittikleri yerdeki koltuğa oturduğunda Levent önünde dikilip görüş açımı kapattı. Muhtemelen bir şeyler saydırıyordu.

Uzunca nefeslendim.

“Yolu göster lütfen, Avcıoğlu.” dedim Cevahir’e gözlerimi kırpıştırarak bakarken. “Bu konseptin müdavimisin madem…”

Dışarıdaki suratsızın onu direkt tanıması, az önce burayla ilgili verdiği bilgiler… Yeterince ipucum vardı.

Cevahir’in ‘sıradan bir açılış’ sanarak saf bir şekilde gelmemle alay ederek, Levent’e güvenmem hakkında kendince oyun kurduğu planından bir an için pişman görünmesini düz bir ifadeyle izledim.

“Tur rehberliği gibi düşün,” dedim topuklarımı yere saplayarak alana doğru adımlamaya başladığımda. “Benimle her şeyi paylaş, karı koca arasında gizli saklı olmaz sonuçta.”

“Güncel bir şey değil,” dedi apar topar. “Geçmişten.”

Rahatlamış gibi bir nefes aldım. “Öyle mi?” dedim topuklarımın üstünde dönerek. Yüz yüze geldiğimizde yüzümü yüzüne doğru yaklaştırdım. “Geçmişindekileri anlatırsın o zaman, demek ki bunda bir sakınca yok.”

Duraksadı. Tepkimi ölçmeye çalışır gibi bakıyordu.

“Sonra da sıra bana geçer,” dedim heyecanımı abartılı bir şekle bürüyüp. “Ben de sana bir şeyler anlatırım.”

Avucu bel boşluğuma kapandı. Belim elbisemden dolayı çıplak kalıyordu, parmakları tenime gömülmüştü. Afallamadım bile. Sanki dokunmamış gibi sabit kaldım.

“Yapma,” dedi sakince.

Dudaklarımı büktüm. “Neden? Dinleyesin mi yok?”

“Seray,” dedi rica eder gibi.

“Dinliyorum Cevo,” dedim bir süredir ona seslenmeyi kestiğim gıcık lakapla kulaklarını şenlendirip.

Yüzü buruştu. Sinir bozucu bir şekilde gülümsedim.

“Beste, Levent’le yeterince yalnız kaldı.” dedim bir şey söylememeye devam edince. “Yanlarına gidebiliriz. Arkadaşımla vakit geçireceğim.”

Aheste adımlarla Beste’nin oturmaya devam ettiği koltuğa doğru yürümeye başladım. Cevahir belimdeki elini indirmek zorunda kalsa da adımlarını benimkilere eşitleyip aynı hizada yürümemize neden olmuştu.

“Ben oturup dinlenirken sen de istersen eşleşme talebinde bulun. Aklındaki özelliklere uyan biri denk gelirse-…”

Çenemi kavrayıp beni kendisine doğru çekerek susturdu. Çenemi tutmasıyla susmamıştım tabii. Ağzını ağzıma bir nevi bana kafa atıyormuş gibi sertçe çarptığı için kelimeler ağzımın içinde saklı kalmıştı bir an.

Dudaklarımı ısırarak geriye doğru çekiştirdi. “Sikip attığın aklımda sana ait olmayan herhangi bir özelliğin kaldığını mı sanıyorsun? Aradığımı bile bilmediğim her şeye sahipsin, her yeni gün başka bir zerrene tapınmam gerektiğini fark ediyorum.”

“Siktir git,” diye soludum dudaklarının üstünde.

Güldü. Dudaklarını dudaklarıma sürttü. “Başka bir şey iste,” dedi boğuk bir sesle. “Gitmeyeceğimi biliyorsun.”

“Nereden bileceğim?” dedim alayla. “Belki anılarını yad edesin gelmiştir.”

“Kıskanınca gözün dönüyor,” dedi hayretle. “Gözün, senden başka bir varlık sikimde olabilirmiş sanacak kadar dönüyor hem de. İnanılmaz.”

Onun az önce belimi sıkıca tutmuş olması benim için beklenmedik değildi. Oraya olan temaslarına alışkındım. Aynı şekilde onun da benim temaslarıma şaşırmayacağını biliyordum. Göğsüne tutunmama, kolunu sıkmama afallamazdı.

Ancak elim havalanıp kemerinin alt sınırına yakın bir yere yanlışlıkla çarpmışım gibi kapandığında bakışlarındaki patlamayı görmüştüm. Bu yeterince beklenmedik bir temastı.

Elimin altında seğiren aletini hissettiğimde gözlerimi kısık bir şekilde açık tutup çenemi havaya diktim ve ona baktım. “Ağırlık yapıyorsa beni kıskandırmak için saçma sapan planlara girişebilirsin, seve seve vedalaşmanızı sağlarım.”

Elimin altındaki erkekliğini tehdidimin ardından benden kurtarmasını ve bileğime yapışmasını bekliyordum.

Bileğime yapışmıştı, buraya kadar tahminim doğruydu. Fakat elimi oradan uzaklaştırmak yerine olduğu yere daha sıkı bastırmıştı, burada yanılmıştım.

Avucuma baskı yapar gibi sertleşmeye başlayan çıkıntıyı hissettiğimde gözlerimi devirdim.

“Birkaç tehdit daha sıralayıp sikiyle yeni tanışan bir ergen gibi pantolonuma akmamı sağlayabilirsin.”

“Bahsettiğin ergen kadar azgın ve arsızsın çünkü,” dedim yalandan bitkin bir tavır takınıp.

“Bu yönümü keşfetmemde büyük bir emek harcadın,” dedi minnettarmış gibi.

“Ne yaptım?”

Omuz silkti cevap çok basitmiş gibi. “Hayatıma girdin.”

“Girmedim,” dedim iç çekerek. “Alıkonuldum.”

Çeneme burnunu sürttü. “Geleceğe yönelik en sağlam yatırımımdı,” dedi biraz geri çekilip. “Gurur duyuyorum.”

“Beni zorla hayatına sokmanla mı gurur duyuyorsun?”

“Rica ile davet edilecek bir kadın olmadığını hızlı kavramamla ve gecikmeden harekete geçmemle gurur duyuyorum, karım.”

Cevahir’i olduğu yerde bırakıp hızla koltuğa kalan son adımlarımı attım.

Kafayı yemek üzeydim.

Etkisi azalmalıydı. Her saniye katlanıp artarak bana delice işkence etmemeliydi.

Beste’nin yanına pat diye oturdum. Kendisinden en uzak köşeye oturmuş olan Levent’e hiç bakmıyor, kolları kucağında öylece bekliyordu.

Biz birbirimizi yerken onların burada benzer bir diyalog yaşadıkları açıktı. Bizim aylardır gelişen bir bağışıklığımız vardı fakat onlar henüz bu aşamaya gelememişlerdi belli ki.

“Biraz daha uzağa otursaydın,” dedim Levent’e bakarken. Bir yandan da göz ucuyla etrafı izliyordum. Herhangi bir gariplik yoktu. Kalabalık da sayılmazdı.

“Böyle iyi,” dedi bana uzaktan bir bakış atıp. “Arkadaşının görüş açısı kapanmasın yeter ki.”

Beste iç çekti. “Karanlık bayağı, sen önümde dikilmesen de kimseyi göremiyorum.”

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Levent’in homurdanışı yüksek sesli değildi, içeriğini bilmiyordum bu nedenle.

Birkaç metre ileride yalnız başına bırakmış olduğum Cevahir tam bu sırada yanımıza ulaştı. C şeklindeki koltuğun iki ayrı ucunda oturuyor olan Levent ve Beste’ye baktıktan sonra başını ağır ağır salladı.

“Bayağı iyi oldu değil mi Levent? İyi ki plan kurmuşsun gelmemiz için.”

Beste alarm çalmış gibi birden doğruldu. “Plan mı kurmuş?” dedi kaşları çatılırken. “Levent’e gelmesi için ısrar eden sen değil miydin?”

Bir elimi yüzüme örttüm. Üçümüze de farklı yalan söylemeyi nasıl akıl etmişti? Bir araya geldiğimizde ne olacağını sanıyordu?

“Önemi var mı?” diye sordu Levent. Beste hayretle ona doğru döndü. “Önemi var mı derken?”

Uzun bir nefes üfledikten sonra elimi yüzümden çektim. “Biz içecek bir şeyler alalım bardan Beste, gelsene benimle.”

Ayağa kalkıp Beste’ye elimi uzattım. Levent düzgünce açıklama yapacak gibi görünmüyordu, iyice birbirlerine bilenmemeleri için anlık bir uzaklaşmanın iyi gelebileceğini düşünmüştüm.

Beste ters ters Levent’e baksa da elimi geri çevirmedi.

“Ben alırım,” diyerek ayağa kalkmaya yeltenen Cevahir’e baktım. “Sen otur, yolda önümüze tanıdıkların çıkmasın şimdi hayatım.” Yapmacık bir tatlılıkla uyardığımda burnundan soludu biraz ama ayaklanmadı. Cebine uzanıp cüzdanından eline ilk gelen kartı çıkartıp bana uzattı.

Çantasız olduğumu biliyordu. Beste’de çanta vardı gerçi ama hiç bakma gereği bile duymamıştı.

“Gerek yok,” dedim omuz silkerek. “Burada başka ödeme yöntemleri de var gibi duruyor. Hallederdim.”

Boynunu kırmak ister gibi sağa sola esnetti. “Kartı alır mısın yavrum benden?” dedi bastıra bastıra, son söylediklerimi duymazlıktan gelerek. Ne ölçüde başarılı olduğu tartışılırdı gerçi, loş ortama rağmen teninin sinirden kızarmaya başladığını görüyordum.

“Ben ödeyeceğim, olağan yollarla. Sorun yok.” dedi Beste araya girip. “Yürü sen de, beni uzaklaştırmak istiyorsun ama kendin benden betersin.” diye mırıldanırken kulağıma doğru eğilip sesini kısmıştı.

“Tek mi gidecekler?” diyerek Cevahir’e doğru baktı Levent. “Ben de geleyim.”

“Güvenli,” dedi Cevahir sadece. Sessizdi ama duymuştum.

Gözlerimi iki saniyeliğine sıkıca yumdum. Bu adam biraz daha ortamla ilgili buranın muhtarı gibi konuşmaya devam ederse boğazına yapışacaktım. Bu kadar bilginin tek nedeninin mekan sahibi ile arkadaş olması olma ihtimali her nedense düşük geliyordu.

Beste ile ellerimiz birleşik bir biçimde olduğumuz için o beni yürütmeye başlayınca ben de mecburen adımlamıştım.

Duvarlara yakın konumlandırılmış koltuklar tek tük doluydu, ortadaki geniş alanda ise buna oranla daha çok insan vardı. Dans eden birkaç kişi görmüştüm, hareket etmeseler de aynı alanda karşılıklı durup konuşan birileri daha vardı. O kalabalığı aştığımızda diğer uçtaki uzun bar tezgâhına varacaktık.

“İçecekleri öpücükle ödeyecekmiş gibi laf savurmanı neye borçluyuz?” diye sordu Beste yeterince uzaklaşabildiğimizde. Öpücük kısmında sesini alaycı çıkarmıştı.

Ters bir bakış attım. Durumu anladığından emindim, özellikle yapıyordu.

Sırıtır gibi oldu. “Cidden âşıksın,” dedi pat diye. Kendime daha üç beş gün önce söyleyebildiğim gerçeği kafama kaya atar gibi attığında olduğum yerde dengem şaşmıştı.

“Kıskanç bir yapın yoktu, en sevdiğin eşyanı gözün kapalı yoldan geçen birine verip kullandırırsın gerekirse. Âşıksın diye delirmişsin ama kıskançlıktan.”

Beste’nin, sanki yıllardır görüşmeyen ve görüştükleri zamanlarda da ne oldukları bile belli olmayan iki kişi değilmişiz de hep bir aradaymışız gibi doğal bir şekilde beni bana anlatmasını dinlerken gözlerimi kırptım birkaç kez.

“Kıskanç bir yapım yoktu,” dedim onu sessizce tekrarlayarak.

Beste bundan önce bir ilişkim daha olduğundan haberdar değildi, bu nedenle örneği en sevdiğim eşya üzerinden vermişti ama benim Cevahir’den önceki hiçbir yaşam kesitimde kıskançlığın pençesinde kıvrandığım bir anım yoktu gerçekten.

Cevahir gibi ‘ben kıskanç biri değilim’ diye homurdansam yeriydi, üstelik onunki baştan ayağa yalandı ama benimki kendisi dışında gerçeği kapsıyordu. Cevahir annesinden tutun da, kullandığı arabaya kadar her şey hakkında kıskançtı. Ben değildim. Onunla sınırlıydı.

İçine çekildiğim düşüncelerden sıyrılmama neden olan, kolumun ortasından kavranarak bedenimin dönük olduğum tarafın tam aksine doğru çevrilmesiydi.

Beste diğer elimi tutuyor olduğu için garip bir esneme yaşamış, onun elini refleksle bırakmıştım.

İçeride ışık kısıtlılığına uygun bir biçimde siyahlara bürünmüş olan, hiçbir şekilde tanımadığım bir adam tarafından tutulmuştum.

Cevahir’in ‘güvenli’ diyerek Levent’in içini rahatlatışını hatırladığımda göğsüm panikle şişti. Buranın güvenli olduğundan eminse, beni tutan burayla alakasız biri miydi?

Günlerdir bir nevi kafeslenerek korunuyor olma sebebim sonunda karşıma mı çıkmıştı?

“Bırak!” diyerek kolumu sertçe adamın tutuşundan kurtardım. Kendi canımı acıtmıştım biraz ama geriye doğru adımlayabilecek kadar zaman kazanmıştım.

“Patrona haber ver,” dedi kolumu kurtardığım adam sağına doğru dönüp. Orada duran bir başkası olduğunu şimdi görüyordum. “Bulduk kadını.”

“Emin misin abi?” diye sordu yandaki adam. “O mu cidden? Benziyor ama…”

“Yürü git patronu çağır lan, analiz yap mı dedik sana?”

Onların birbirleriyle dalaşmasından istifade geriye doğru daha büyük bir adım daha attım. Hızlanıp uzaklaşacağım sırada az önceki adam tekrar koluma uzanmıştı.

Koluma dokunduğu anda teması kesildiğinde ne olduğunu anlamak için başımı çevirir çevirmez ağzım şokla aralanmıştı.

Beste adamın göğsünün ortasında bir yere -bana kalırsa rastgele bir şekildeydi bu ama sonucundan anlamıştım ki ne yaptığını bilerek hareket etmişti- vurduğu gibi adam dizlerinin üstüne çöker gibi sallanmıştı.

“Yürü Seray,” dedi Beste elimi az önce adamın nefesini tek vuruşta kesmemiş gibi tuttuktan sonra beni ilerletirken.

Bir an önce oturduğumuz yere dönmek ve hemen buradan çıkmak istiyordum.

Arkamızı döndüğümüz anda karşımızda kalan manzara yüzünden gözlerimi ağır ağır kırpmak zorunda kalmıştım.

Yerde duran adama benzer giyimli bir grup adam yarım çember oluşturmuş ve dizilmişlerdi.

“Şu an gidemezsiniz,” dedi bir tanesi. “Patron gelmeden uzaklaşamazsınız.”

“Sıçacağım şimdi sizin patronunuza ama,” diye bağırdı Beste. Neden sesini bu kadar yükselttiğini çok iyi biliyordum.

İçerisi onun sesini alanın diğer ucuna taşıyacak kadar sakindi. Cevahir’e ve Levent’e sesini duyurmak istemişti.

“Biraz daha nazik olmanızı rica edeceğim,” diyerek konuşan ses tanıdık değildi. Ancak yaklaştığı anda adamların yol açmasından ve sırtlarını dikleştirmesinden anladığım kadarıyla patron buydu.

Önce sesini duyduğu Beste’ye doğru baktı ama bakışları onda hiç oyalanmadı. Sanki sesini duyması bir şeyden emin olmasına yetmiş gibiydi. Direkt bana döndü.

Saçlarımdan başlayarak, yüzümü ve yavaş yavaş aşağı kayar bir biçimde beni pür dikkat incelemeye başladığında rahatsızca kıpırdandım.

Sonraki üç saniye içinde ise aynı anda birden fazla şey yaşandı.

Beste’nin yere düşürecek kadar sarstığı adam ayaklanıp öfkeyle ona doğru atıldı. Yarı yolda ileride kalan bar tezgâhına doğru fırlaması ise ilahi bir gücün eseri değildi. Bizzat Levent’in sponsorluğunu üstlendiği bir yolculuk olmuştu.

“Sinsi sinsi nereye yaklaşıyorsun orospu çocuğu?” diye tükürür gibi arkasından seslendiğinde adamın önce Beste, sonra Levent’ten aldığı darbeler eşliğinde sesi çıkamamıştı.

Bununla eşzamanlı olarak çıplak sırtım tanıdık bir sıcaklığa doğru çekildi ve karnıma ezberimde kalan detaylarla gözüm kapalı tanıyabileceğim kadar bilindik bir kol dolandı.

Tırnaklarımı Cevahir’in koluna öyle ani ve öyle sert sapladım ki az önce yaşadığım korkunun yoğunluğunu fark etmemesi mümkün değildi.

“Altuğ,” dedi Cevahir, Levent’in bağırışından sonra yaşanan ölüm sessizliğini bölerek. Sesi resmi bir konuşma yapıyormuş gibi düzdü ama  Karımın etrafını adamlarınla kuşatmanın sebebi her ne ise… Bana hiç mantıklı gelmeyecek ve hepsini mekânının açılışına özel bu zemine kazıyacağım.”

Beni dikkatle izleyen adama doğru bakıyordu. Altuğ oydu.

“Karın… Senin karın mı bu kadın?”

Cevahir onaylama gereği bile duymadı. Gerginlikten titremeye başlamıştım.

Cevahir öne atılacakmış gibi göğsünü sırtıma doğru bastırdığında onun ağırlığını kendi üstümde hapsettim. Kolunu sıktım.

Etraftaki adamlar Cevahir konuştuktan sonra yarı şaşkın bir ifadeyle duraksamışlardı. Bir iki tanesinin gözlerinin irileştiğini görmüştüm hatta.

“Ben onu arıyordum,” dedi Altuğ boğuk, garip bir sesle. “Her yerde…”

Cevahir histerik bir kahkahayla gülmeye başladığında bunun sonucunda gelecek olanın ne olduğunu kestirmem güçtü.

“Ne diyorsun lan sen? Kimi arıyorsun? Amına koyarım senin Altuğ!”

Cevahir beni tutmayı bırakıp kontrolsüz bir fırtına gibi adamın üstüne atıldığında yerimde onun bıraktığı sarsıntıyla kalmıştım.

Adamlardan birkaçı patronlarının önüne geçecek oldu ama Altuğ elini kaldırarak onları durdurmuş ve yakasına yapışarak bedenini sola doğru savuran Cevahir’e müdahale etmelerine engel olmuştu.

“Fotoğraf,” dedi Altuğ. Cevahir’in onu boğmanın eşiğinde olmasından etkilenmiş gibi değildi. “Göstermeme müsaade et.”

Cevahir afallayarak geri çekildi. “Ne fotoğrafı lan?”

“Odamdan çıkarken çekilen fotoğraf.”

Gözlerimi patlayacaklarmış gibi kocaman açtım. “Ne odası, gerizekalı mısın sen?”

Cevahir benim sesimi duyduğunda bana doğru baktı.

Altuğ onun bu hareketinden faydalanarak elini yanındaki bir adama uzattı. Bir şey istediği belliydi.

Adam onun eline bir telefon uzattı. Altuğ birkaç yere dokunup ekranı hızla Cevahir’e çevirdi. “Bak şuna.”

Cevahir ekrana döndüğünde ne göreceğini ve ne olacağını bilemediğim için yanağımın içini ısırdım stresle. İstemsizce onlara doğru yaklaştım. Ekranı benim de görebileceğim konuma kadar adımladım.

Karanlık sayılabilecek bir fotoğraftı. Buraya benzer bir ışıklandırmada çekilmişti. Koridor gibi bir yerde, kapıdan çıkıyor olan bir kadın vardı. Tepeden bir açıyla çekilmişti fotoğraf.

İlk bakışta kendime bakıyor olduğumu zannedebileceğim kadar bir benzerlik vardı, bunu ben de garip bulmuştum ama o kadın ben değildim.

Böyle bir konumda bulunmadığımdan da bu adamın odasından çıkmadığımdan da emindim.

Cevahir’in fotoğraftaki benzerlik yüzünden karışık bir akılla bana yükselebileceğini, bir şeyler haykırabileceğini düşünerek dudaklarımı araladım ama o benden daha hızlıydı.

“Bu Seray değil, sikik herif.” dedi öfkeyle solurken. “Gözünün ayarını sikeyim senin de adamlarının da.”

“Değil mi?” dedi Altuğ ne yansıttığını tam anlayamadığım sesiyle. “Benziyor ama.”

“Her benzeyeni ablukaya alırsan benim kadar bile beklemez sıçarlar bacağına Altuğ, düzgün bak fotoğrafa.”

Altuğ telefonu kendisine geri çevirdi. Birkaç saniye bakındı, ardından başını kaldırıp yüzüme baktı. Aynı şeyi bir kez daha yaptıktan sonra dudaklarını birbirine bastırdı.

“O değil,” dedi durgun bir şekilde. Bana, Cevahir gelmeden önce olduğu gibi dikkatle değil pişmanlıkla baktı. “Kusura bakmayın,” dedi sonrasında. “Kötü bir tesadüf oldu.”

Fotoğrafa bakmamış olsaydım ve benzerliği görmeseydim bu açıklamayı asla yeterli bulmazdım ama konunun uzamasını istemiyordum. Başımı hafifçe salladım sadece.

Cevahir’in koluna dokunup bana dönmesini sağladım. “Gidelim lütfen,” dedim usulca.

Öfkesini kontrol etmek ister gibi nefes aldıktan sonra belimden kavrayıp beni yavaşça yönlendirdi.

Oksijenin doğrudan ciğerlerime karışabileceği konuma, açık havaya çıkana dek biz de arkamızdan geliyor olan Beste-Levent ikilisi de tek bir kelime bile etmemiştik.

Dışarı çıktıktan sonra bu anı bekliyormuşum gibi avuçlarımı yüzüme kapatarak arkam üçüne dönük kalacak şekilde döndüm.

Korkmuştum.

Tehditler alan, bir süredir diken üstünde yaşayan halime bu yaşanan durum hiç iyi gelmemişti. Başka bir senaryoda bu denli ürkmezdim belki ama şu an iyi değildim.

Sırtım sarsılır gibi oldu. Ağlamıyordum ama ağlayacak kadar dolu hissediyordum.

Enseme kapanan yüzün Cevahir’e ait olduğunu biliyordum, bilmesem de sıcaklığından onu ayırt edebilirdim.

“Her şey yolunda,” dedi hem kendini hem beni aynı anda sakinleştirir gibi. “Buradayım, geçti.”

Kollarını bana dolayacağını hissettiğimde yerimde yarım tur dönüp göğsüm göğsüne denk hale geldim. Böyle sarılsın diye yapmıştım. Duraksamadı, kollarını sırtıma ve omuzuma doğru sardı.

Yanağımı omuzunun biraz altına denk gelecek şekilde yaslı tuttum. Bakışlarım dışarıya dönük kaldığı için Beste ve Levent’i görmüştüm bu sayede. Bana doğru bakıyorlardı.

“İyiyim,” diye mırıldandım onlara sesimi duyurmak için. “Öyle bakmanıza gerek yok.”

“İyi değilken iyiyim diye açıklama yapmana gerek yok asıl,” dedi Beste kaşlarını çatarak. “Aradan on yıl geçmiş ama aynı insansın, iyi değilsen değilsindir. O zaman ben vardım, şimdi başka birileri daha var yanında. Kötüyüm demek yasak değil Seray.”

Birkaç saniyeliğine sustum. Sonra dudaklarımı araladım gecikmeden. “Sen çok farklısın sanki,” diye homurdandım. Çenemi göğsüne doğru dayayıp Beste’yi şikâyet edecekmişim gibi Cevahir’e baktım. Onun bakışları zaten bendeydi.

“Kötü olduğumu söyleyebiliyorum ben, değil mi?”

Kaşlarını kaldırdı. “Şarapla kendini bir nevi yıkadıktan sonra… Evet, söyleyebiliyorsun yavrum.”

“Seray’ın dile geleceği bir yere gidelim o zaman, madem bu mekân patladı…”

“Sence artık senin uygun bulduğun bir yere gelir miyim ben?” dedi Beste Levent’e homurdanarak.

“Tamam sen seç, ben gelirim.”

Beste bize doğru baktı. “Evinize gideceğinizi, bizden bıktığınızı söyler misiniz? Susmayacak çünkü bu.”

Cevahir ağzını açtı. Beste’nin dediğine harfiyen uyacağını biliyordum. Bu nedenle ben ondan önce davrandım.

“Eve gitmeyeceğiz.”

 

 

~

 

 

“Biraz daha uzak dur,” diyen Cevahir’in kaçıncı söylenişi olduğunu bilmediğim için dinlemeyi de bırakmıştım.

Oturduğumuz dört kişilik masada karşılıklı konumlandırılmış iki ayrı iki kişilik yumuşak oturak vardı. Benim yanımda Beste oturuyordu. Bu dizilimi yaratmak için Cevahir ve Levent’i yan yana oturmaya ikna etmekle uğraşmamıştım elbette, sadece keyfimce Beste’nin yanına yerleşmiş ve o ikisine de ‘olay çıkarın da asıl olayı görün’ temalı bakışlar atmakla yetinmiştim.

Önümdeki kokteylin garip bir şekle sahip bardağını kavrarken dudaklarıma yasladım ve mayhoş içeceği büyükçe yudumladım. Beni sarhoş edeceğini zannetmiyordum, yoğun bir alkol oranı yoktu ama en azından kasılı bedenimi gevşetmesini umuyordum.

Beste’de de benimkine benzer bir kokteyl vardı. Cevahir ve Levent’in araba kullanacakları için alkol almayacaklarını düşünmüştüm ama önlerinde beni bir bardakta bayıltacak ağırlıkta içecekler duruyordu.

Sanırım eve gitmeyecektik ya da akıllarında farklı bir plan vardı. Sorgulamamıştım pek.

“Ben müptelanım zaten anasını satayım, keyfimden yanında oturuyorum sanki.”

Levent sıkıntıyla Cevahir’e karşılık verirken ben başımı Beste’nin omuzuna doğru bıraktım birden.

Temasımı beklemediğini anlık olarak kasılmasından anlamıştım, devamında bedeni normale dönmüş ve bu da bana rahatsız olmadığını hissettirmişti. Olduğum yerde kaldım.

“Avukatlığı bırakıp benim özel korumam olabilirsin,” dedim aklımda tek vuruşla düşürdüğü adamın kıvranışı varken.

Beste güldü. Gülüşü beni de sarsmıştı.

“Şimdilik avukatınız olmakla yetineyim. İhtiyaç olursa gönüllü korumalığını da yaparım ama, merak etme.”

Karşımızda oturan ikiliye doğru döndüm. Özellikle Levent’e baktım hatta. “Senin gelir gelmez ileri fırlattığın adam, Beste’den darbe aldığı için saldırgandı.”

Levent’in kaşları havalandı. “Nasıl bir darbe? O yüzden mi göğsünü tutuyordu o piç?”

Başımı Beste’nin omuzundan kaldırıp doğruldum. “Bir kerecik vurdu,” dedim o anı gözümün önünde canlandırıp hayretle. “Nefesi kesildi sanırım adamın, eğer önümüze bir yığın kişi daha gelmese o adam toparlanamadan uzaklaşırdık.”

Levent’in bakışları meraklı bir hal aldı. “Bi’ ara benim de nefesimi kessene,” dedi Beste’ye.

Beste rahatça kokteylinden yudumladıktan sonra omuz silkti. “Arkadaşımın koluna o istemediği halde yapışmayı dene sen de, mutlaka nefesini keserim.”

Beste’nin Levent’e salladığı laf havadayken yön değiştirmiş ve Cevahir’in bardağını sert sayılabilecek şekilde masaya bırakmasına neden olmuştu.

Bir elim bardağımda, diğeri de masanın üzerindeydi. Aynı anda iki elimden birden kavrandığımda şaşkınca göğsüm masaya doğru çarpmıştı.

Cevahir iki elimi tutup kollarımın önüne ve arkasına baktı. Bir şey arar gibiydi.

“Canını yaktı mı?” diye sordu bakışlarını bir anlığına gözlerime çevirip.

Başımı iki yana salladım. “Bir şey olmadı,” dedim ellerimi geri çekerken. Bırakmaya pek niyetli değildi ama çok da zorlamamıştı beni.

“Altuğ neyin peşindeydi bu arada?” dedi Levent, Cevahir’e doğru bakıp. “Fotoğraf falan dedi, ekranı görmedim ben. O kadar benziyor muydu?”

“Benziyordu,” demek için dudaklarımı aralamıştım. Benimle aynı anda Cevahir konuşmuş ve tam aksini söylemişti. “Benzemiyordu.”

Şaşkınca ona döndüm. “Benziyordu,” dedim. “İlk bakışta ben bile afalladım Cevahir.”

“Ben afallamadım,” dedi dik bakışlarla. “Saçları dümdüzdü fotoğraftaki kadının.”

Yutkunarak arkama yaslandım. Cevahir’in bana dair ezberini hafife almamam gerekiyordu.

Saçımı asla düzleştirmiyordum.

“Saçları dümdüzdü nasıl bir açıklama ya?” dedi Beste anlam veremeyen bir tonla. Cevahir’e bakıyordu. “Saçları yeşildi der gibi söylüyorsun, kolayca düzleştirilen bir şey saç.”

“Seray saçını düzleştirmez,” dedi Cevahir direkt. “Kendi haline bırakırsa saçları biraz dalgalanır, iki saat uğraşıp bir şeyler yapacaksa da daha büyük dalgaları olur.”

Beste şaşkınca güldü. Bana doğru baktı. “Sen saçını düz kullanmayı çok seversin,” dedi garipseyerek. “Severdin yani…”

Saçımı uzunca bir süredir asla düzleştirmiyordum.

Cevahir duyduklarından hemen sonra gözlerini üstüme dikmişti.

Gülümsemeye çalıştım. “O zamanlar yakıştırıyordum kendime,” dedim ikisini de tatmin edecek bir açıklamaya arayarak. “Bayağıdır hiç yakıştırmıyorum, dalgalı daha iyi.”

“Yakıştırmıyorsun kendine,” dedi Cevahir beni tekrarlayarak. Başımı ağır ağır salladım.

Beste’nin Cevahir kadar şüpheci olmayacağını düşünmem bir hataydı. “Bir anda fikrin nasıl tamamen değişti? Fön çekmeyi teklif edeyim diye sessiz sessiz gözümün içine bakıyordun.”

Bir şeyler istemek benim için her zaman zor olmuştu çünkü.

Beste hayatıma liseye başlamam ile birlikte girmişti. Öncesinde tek bir dileği bile gerçek olmayan, daha doğrusu ne dilediği sorulmayan ve anlatsa da dinleyecek birini bulamayacak eksiklikte bir çocuk olmuştum.

Birinden bir şey isteyebileceğimi çözümlemem bayağı zaman almıştı. Sık uyguluyor da değildim.

“Değişti işte,” dedim geçiştirerek. Daha önce aldığım yudumlara oranla birkaç yuduma bedel miktardaki içeceği ağzıma doldururken yudumu ağzımda evirip çevirmiş, konuşmaya devam etmeyeceğimi yeterince belli etmiştim.

Levent benim halimi görüp doğru yorumladığından mı yoksa uzun bir süre susmak yapısına uygun olmadığından mı karar veremeyeceğim şekilde konuşmaya başladığında içimden derin bir oh çekmiştim.

Gecenin kalanında da genellikle Levent konuşmuş, konuşmalarında okları hep Beste’ye çevirdiği için konuşma listesinde ikinci sıraya da Beste yerleşmişti.

Atışmalarını, daha doğrusu Beste’nin Levent’i paralamasını ve Levent’in de bundan açıkça keyif alır görünmesini seyrederken birkaç bardak daha devirmiş ve sessiz kalmıştım. Cevahir de sessizdi ancak onun ikiliyi dinlediğini zannetmiyordum, bakışları bende takılı kalmış gibi tamamen beni izlemişti gece boyu.

Aklından neler geçtiğini bilmiyordum.

Bilebilmeyi isterdim ama soracak ya da tahmin yürütecek kadar bile enerjim yoktu.

Farazi senaryolar üretip kendi kendimi tedirgin ederken ya da Cevahir’in abartılı bulduğum önlemlerini düşünüp olabilecekleri tartarken hiç bu gece olduğu kadar korkacağımı hesaplamamıştım.

Kolumdan tutulduğumda ve önümde birden bolca adam belirdiğinde, yalnız olmamama ve Cevahir ile aynı çatı altında bulunmama rağmen çok korkmuştum.

Yanlış anlaşılma yaşandığını anladığım halde kendime gelmem uzun sürmüştü, hatta hâlâ daha kendime gelebilmiş sayılmazdım.

Bir kez daha böyle bir an yaşanırsa ve bu kez bütün bunlar kötü bir tesadüften ibaret olmazsa… O zaman ne olacaktı?

 

 

~

 

 

“Ben gidip getirirdim hocam, yorulmasaydınız.”

Öğleden önce poliklinikte sakin geçen günüm, öğleden sonra planlı iki ve bir de acil olarak gerçekleşen üçüncü operasyonla birlikte yoğunlaşmıştı.

Odama geri dönebildiğimde aradan bayağı uzun süre geçtiği için Ceylin benim hareket etmemem adına aşağı inmek için gönüllü olmayı deniyordu.

Başımı iki yana salladım. “Gerek yok, kahve içecektim zaten. Yarım saate geri gelirim. Daha erken hasta uğrarsa da arayabilirsin.”

“Nasıl isterseniz hocam.”

Ameliyathaneden çıktıktan sonra sabahki kıyafetlerime geri dönmüştüm. Üstümde dizlerimin biraz altında biten, kalın askılı kalem bir elbise vardı, hava cehennemden farksızdı ancak binanın her yerini buzdolabına çeviren klimalar nedeniyle arada ürperdiğim de oluyordu.

Akşam olmak üzereydi, katta çok fazla hasta da personel de kalmadığı için etraf sessizdi. Elbisenin düzgün durması için hastanede giyebileceğim azami yükseklikteki topuklularımdan birini giymiştim, sessizlik içinde duvarlara çarpan kendi topuk seslerim tekrar bana dönüyordu.

Aşağıya inmemin asıl nedeni acilde unuttuğum doktor kartımı almaktı. Genellikle boynumdan ayırmadığım kartı boynuma astığım askısı kopar gibi olunca işime engel olmaması için çıkartmıştım ve oradan direkt ameliyathaneye geçtiğim için kartı almak da aklıma gelmemişti.

Nereye bıraktığımı hatırladığım için kolayca kartı almış ve denk geldiğim birkaç kişiye kısaca başımla selam verdikten sonra acilden ayrılmıştım. Öğle yemeğini on dakikalık bir aralığa sıkıştırmam gerektiği ve o saatten sonra da bir daha boşluğum olmadığı için kahvesizdim. Sabahları iki ayrı şeyle uğraşmak yerine, aylardır içe içe alıştığım şekilde Cevahir ile birlikte çay içiyordum. Bu da kahve saatimi hastanede yapıyor olduğum anlamına geliyordu.

Acilden çıktığımda kafelerin olduğu tarafa gitmem için ana girişin karşısında kalan geniş danışma masasının önünden geçmem gerekiyordu. Adımlarımı oraya doğru yöneltip etrafa pek bakınmadan hedefime doğru yürüyeceğim sırada dönmem gereken son köşeyi dönemeden önce kulağıma dolan konuşmalarla birlikte bir an için durmuştum.

“Hastane hastane değil, modellik ajansı sanki.” diyerek iç çeken genç bir ses duymuştum. “Doktorlar ayrı, idareciler desen zaten…”

“Tipe bakarak işe alıyorlar diyeceğim ama hepsi başka hastanelerin de havada kapacağı kişiler, yani yaratılırlarken hiçbir şeyden kısılmamış.”

Gelen karşılığı duyduğumda dudaklarımı birbirine bastırdım. Gülmekle kızmak arasında bir yerdeydim. Merak ederek başımı biraz çevirdim.

Bahsettiğim uzun masanın önünde küçük bir grup vardı. Giyimlerini gördüğüm anda kim olduklarını anlamıştım.

Stajyer doktorlardı. Hastanenin ortasında rahatça konuşmalarına bakılırsa fazlasıyla yenilerdi… İntörnlere yaptığımın aksine, birden tepelerinde belirip ömürlerinin film şeridi gibi gözlerinden geçmesine neden olmamaya karar vermiştim. Daha yolun başında olduklarını varsayarak onları duymamışım gibi döneceğim köşeyi virajı geniş alır gibi davranarak dolanmaya niyetlendim.

Hesaba katmadığım bir sorun vardı tabii: Topuk seslerim.

Adım atmaya başladığım anda uzaklarından geçsem bile beni duyarak olduğum yere dönmüşlerdi hemen. Küçük bir çember halinde durmayı kesmiş, direkt yan yana nizami bir şekilde dizilip sıralanmışlardı.

Üç kız ve iki erkekten ibaretlerdi. Hepsi put gibi durduğu için dudaklarını aralayan ben oldum. “Askeriyede değiliz,” dedim baştan sona hepsine bakarken. “Tekmil verecek gibi bakmayın yüzüme.”

“Tamam hocam,” diyerek aynı anda cevap verdiklerinde bireysel olarak bağırmamış olsalar da sesleri birleşince ortamda yankı bulmuştu. Gözlerimi kıstım.

“Yerde ararken gökte buldum yine, yüce bir insansınız diye herhalde.” Tanıdık bir ses yükselerek dikkatimi dağıttığında sağıma doğru baktım. Alper dibime kadar girmişti.

Bana sırıttıktan sonra karşımda kalan gruba doğru dönüp baktı. Bakışlarını sırayla onlarda ve bende gezdirdi. “Stajyer mi ürkütüyoruz? En sevdiğim.”

Karşımdaki öğrenciler telaşlanır gibi kıpırdandıklarında stres oranlarının tavan yapmasına biraz üzülmüştüm. “Ben intörn ürkütmekten yanayım daha çok,” dedim Alper’e yan yan bakıp. “Canım da çekti açıkçası şu an.”

Alper tedirgin bir şekilde kenara çekildi. “İyi insanlar aslında hepsi,” dedi acıklı bir şekilde.

İç çektim hafifçe. “Niye arıyordun sen beni?”

“Aramıyordum,” dedi içine içine. “Karşılaşınca öyle söyledim. Gideyim mi?”

Elimi kaldırıp veda eder gibi salladım. “Güle güle.”

İçinden ofladığına emindim ama dışarıya yansıtmadı. Pür dikkat durumu izleyen stajyerlere doğru ters bir bakış attıktan sonra acile doğru ilerlemeye başladı. Onları paylamamı izleyesi vardı, belliydi.

Alper uzaklaştıktan sonra öne doğru bir adım attım. Yan yana dizili durmaya devam eden beşliye odaklandığımda hepsi ne diyeceğimi ben söylemeden duyacaklarmış gibi ağzımın içine bakıyorlardı resmen.

“Burası hastane değil modellik ajansı, diyen hanginizdiniz?” diye sordum Alper’den önce ‘duymamış gibi yapacağım’ diye netleşmeme rağmen. Alper cidden canımı çektirmişti.

Aynı anda hepsinin yutkunduğunu bakmasam da hissetmiştim.

Birbirlerini ele verip vermeyeceklerini merak ediyordum açıkçası bir yandan da. Çaktırmadan birbirini işaret eden kimse olur mu diye bekledim ama hepsi hareketsiz kaldılar. Belli belirsiz gülümsedim.

Omuz silktikten sonra mırıldandım. “Katıldığımı söyleyecektim sadece,” dedim öylece.

“Ben söyledim!” diyerek kızlardan biri heyecanla atladı hemen. Bir yanında erkeklerden biri vardı, dirseğiyle kızı dürtmüş ve ona acır gibi başını eğmişti.

Cümlemin onlara tuzak kurmak için ağzımdan döküldüğünü düşünüyorlardı geriye kalanlar, belliydi. Böyle bir niyetim yoktu ama.

“Hocam biz öyle söyledik ama bu konuşmaya Cevahir Bey hiç dahil değildi, gerçekten hiç düşünmedik bile.”

Arkadaşının itirafını hafifletmek ister gibi konuşan diğer kıza doğru baktım. “Dahil değil miydi?”

Hepsi aynı anda başını iki yana salladılar.

Omuzlarımı düşürdüm. “Çok mu çirkin? Listenize sondan bile dahil olamayacak kadar… Yanlış tercih yaptığımı mı ima ediyorsunuz?”

Baş sallama hızlarının artması gülüşümü saklayamamama neden olmuştu. Açık açık gülmeye başladım. “Yerlerinize hadi,” dedim ılımlı bir şekilde. “Hastaların duyabileceği köşelerde toplanmak yerine daha güvenli yerler bulun bir dahaki sefere.”

“Hocam konu burada birden açıldı, yoksa asla burada dedikodu yapmazdık.” diyen az önce ‘ben söyledim’ diyerek ortaya atlayan kızdı. İkinci kez cesaret patlaması yaşaması üzerine bu sefer hem sağındaki hem solundaki arkadaşından dirsek yemişti.

“Nasıl açıldı konu?” dedim kıza doğru bakıp.

Eliyle ana giriş kapısını işaret etti. “Şu kapı açıldı, sonra içeriye biri girdi.” derken iç geçiriyordu çaktırmadan. Giren kişinin etkisi büyüktü belli ki.

Yanındaki diğer kız onu kalçasıyla sarsıp susturduktan sonra devam etti. “Hocam Meryem giren kişinin hasta olduğunu düşünüyordu, ben bilgilendirince şoktan çıkamadı da.”

“Kim girdi?” dedim üzerlerinde bu kadar etki bırakan ve daha önce karşılaşmadıkları doktorun kim olduğunu düşünürken.

Oğuz hoca,” dedi erkek stajyerlerden biri. “Oğuz Akman gelmişti hocam, birkaç ay önce ayrılan genel cerrah vardı ya hani.”

Dudaklarımda duran gülümsemenin ani bir şekilde kaybolmaması için, karşımdakileri verdiğim tepkiyle bambaşka şeyler düşünmeye itmemek için sırtımı ve yanaklarımı kasarak bedenimi sıktım.

“Hoş gelmiş,” dedim sakin kalmayı deneyerek. “Nereye gitti peki?”

“Cevahir Bey ya da Levent Bey burada mı diye sordu hocam bize, oraya gitmiştir herhalde.”

Kesik bir nefes üfledim. “Anladım,” dedim kısaca hepsinde göz gezdirip. “Siz yerlerinize dönün artık, kolay gelsin.”

“Sağ olun hocam,” diyerek peş peşe konuştuktan sonra dağıldıklarında kahvemi almak için sakince ters yöne doğru gidebilmeyi isterdim ancak aklım bulanık bir şekilde kendimi geriye doğru yürürken bulmuştum.

Oğuz dönmüştü.

Katıldığı eğitimin yaklaşık 12 haftalık olduğunu biliyordum. Dönüşüne de şaşırmamam gerekirdi aslında bu yüzden ama Cevahir bana ‘istifa ederek gitti’ dediğinde onun döneceğine olan inancım toz olup uçmuştu.

Gelmişti. Buraya uğramıştı ve yöneticilerden biriyle görüşmek için gelir gelmez yukarı mı çıkmıştı yani?

Merakım, odaya dönmeme engel olacak kadar kuvvetliydi. Asansöre binip, hiç düşünmeden onuncu kata yol almam da bundandı.

Asansörün kapıları aralandığında topuklularımın üzerinde dengeli bir şekilde yürüyor görünsem de içten içe gergindim.

Masasında oturuyor olan sekreter ile göz göze geldiğimde gülümseyerek karşılamıştı beni. “Hoş geldiniz Seray Hanım.”

Başımı hafifçe salladım teşekkür eder gibi. “Levent Bey odasında mı?”

“Odasında,” dedi hemen. “Ancak şu an bir misafiri var. Haber vereyim dilerseniz.”

Duraksadım. Haber mi vermeliydi? Yoksa odayı basıp Oğuz’u yakasından kavrayarak neden benim yanıma bile uğramadan Levent ile görüştüğünü mü sormalıydım?

“Cevahir Bey de gelmek üzereymiş, onun odasına da alabilirim sizi. Anahtarı yalnızca size teslim edebiliyorum, böyle not ettirmişti.”

Cevahir burada olacaktı çünkü yemeği dışarıda yiyecektik. Bugün holdingdeydi ama benim öğleden sonramın yoğunluğundan benden daha erken haberi olmuştu muhtemelen, ameliyattayken mesaj atmıştı bu konuda çünkü.

“Şöyle yapalım,” dedim gülümsemeye çalışarak. Levent’in odasının kapısına doğru adımladım. Sekreterin şaşkınca ayaklanmasına zaman tanımadan Levent’in kapısını tek bir kez sertçe çaldım ve kapıyı geriye doğru genişçe aralayarak içeriye hızla girdim.

“Seray Hanım!” diyerek telaşla arkamdan seslenen sekreter de benimle birlikte içeriye girer gibi olmuştu. Levent’e doğru çekinerek baktı. Bu sırada bakışlarımı onlardan ayırmış ve Levent’in önündeki tekli deri koltuğa yerleşmiş olan bedene dik bir şekilde bakmaya başlamıştım.

“Sorun yok, çık sen.” diyen Levent’i duydum. Ardından bir adım ilerisinde durduğum kapı arkamda tok bir ses çıkartarak kapandı. İçeride artık üç kişiydik.

“İyi insan lafının üzerine gelir diye boşuna dememişler,” diyerek ayaklanan Oğuz’un tavrını hafifçe aralanan ağzımla izlerken şaşkındım. Bakışlarındaki derinliğin nedenini anlamakta zorlanıyordum.

“Benden mi bahsediyordunuz?” dedim afallayarak. Levent’e baktım göz ucuyla. Onu rahatsız olmuş bir halde ve gergin bir yüzle görmeyi beklediğim söylenemezdi. Levent’i en ciddi anlarda bile muzip görmeye ya da en azından öfkeli bir alaycılık takınmasına alışkındım.

“Ben anlatıyordum, Levent Bey de dinliyordu.” dedi Oğuz bana doğru bir adım atıp karşıma dikilirken. Levent’e kayan bakışlarımı toparlayıp düz bir biçimde Oğuz’a baktım.

“Ne anlatıyordun?”

“Seni,” dedi omuz silkerek. “Seni ve yaklaşık dört aydır sana dair düşünüp durduğum her şeyi, Seray.”

Kaşlarım havalandı. Neyden bahsettiğini anlamıyordum.

“Ne düşünmüşsün?” dedim başımı sallarken. “Nasıl çekip gittiğini mi?”

Başını geriye doğru atar gibi oldu. Gülüyor görünüyordu ama keyifli durmuyordu.

“Dürüst olayım mı?” dedi başını doğrultup tekrar gözlerimin içine baktığında.

“Lütfen,” dedim sinirlerim bozulmuş bir halde. Böyle bir karşılaşma anı beklemiyordum, hem şaşkın hem de öfkeliydim.

“İki yıldır gözünün içine bakan adamı görmeden, dünyayı kendisi ayakta tutuyormuş gibi davranan narsist bir adama yaklaşmana deli bir tepki vermemek için gittim ama bu bir hataydı Seray. Eğer ben gittikten bir hafta sonra nikah masasına oturacağını bilseydim…”

Kanım fokurdamaya başladı. Konuşmasının en başına mı yoksa kalan kısmına mı odaklanmam gerektiğini seçememiştim.

“Bilseydin ne?” diye konuştum dişlerimin arasından. “Ne saçmalıyorsun?”

“Bilseydim seni o masaya oturtmazdım. Ne pahasına olursa olsun.” Bakışları keskinleşmiş, yüzü duvar gibi bir hal almıştı. Sakin, nazik tavırlarına alışkın olduğum adamı karşımda bu halde görmek dengemi baltalıyordu.

Aklımın bir kısmı ‘iki yıldır gözünün içine bakan adamı görmeden’ deyişinde takılı kalmıştı.

“Almanya havası sana pek yaramamış,” dedim durumu ciddiye almamayı deneyerek. “Kendine gel istersen, Oğuz.”

“Gayet kendimdeyim,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Daha önce hiç bu kadar kendimde olmamıştım hatta. Eğitim bitsin ve bu gün gelsin diye gün saydım açıkçası.”

Geriye doğru adımlayacak oldum. Atacağım adımı benden önce fark etmiş gibi dirseğimin altından nazikçe kolumu tuttuğunda Levent’in ayaklandığını hissettim. Sessiz kalıyordu ama kolum tutulduğu anda ayaklanmasına bakılırsa tetikteydi.

“Hiç saklamadım,” dedi Oğuz birden. “Aylarca gözünün içine zerre saklamadığım aşkla baktım ama bir kez bile şüphe duymadın bundan. Sabırla bekledim çünkü bu kadar kör olman için aşkla bir derdinin olması gerekirdi, doğru zamanı bekledim.”

“Evliyim Oğuz,” dedim tıslar gibi. “Bu mu seçtiğin doğru zaman? Ben başka bir dil konuşmadan önce kolumu bırak ve uzaklaş.”

Histerik bir şekilde güldü. “Seray…” dedi uzunca iç çekip. “Sen aşka körsün, hatta bana kalırsa tanımıyorsun bile bu hissi. Birkaç haftada öyle bir adama aşık olup yıldırımdan hızlı bir nikah kıyacak son kadınsın.”

Kolumu sertçe elinden çektim. Tutuşu kaba değildi ama elini bir nevi savurmuştum. Yüzüne bile bakmadan arkamı dönüp kapıya yöneldim. Kapıyı sıkıca kavrayıp açtıktan sonra dışarı adımlayacakken arkamdan Oğuz’un sesi gelmeye devam etmişti.

Şu ana dek ima ettiklerinden farklı bir şey söylememişti, sadece kısa kesmişti. “Evliliğinizin gerçek olduğuna inanmıyorum. O adama aşık değilsin.”

Evliliğimiz gerçek değildi. İnanmamakta haklıydı.

Ancak aylar sonra karşıma dikilip kendinden böyle emin konuşurken atladığı bir şey vardı. Ben o adama artık aşıktım.

Arkamı dönüp Oğuz’a dürüstçe bunu söyleyebilir, yalan söylemeyeceğim için rahat bir tavır takınabilirdim. Ancak fırsatım olmamıştı.

Kapıyı açtığımda karşımda gördüğüm beden, arkamı dönemeyeceğim kadar kaskatı kesilmeme neden olmuştu.

Sekreter haklıydı. Cevahir gerçekten gelmek üzere olmalıydı ki, gelmiş ve bir iki adım ötemde durmaktaydı.

Gözlerine bakmasaydım Oğuz’un ben kapıyı açtıktan sonra söylediklerini duyup duymadığına dair şüpheye düşebilirdim belki ama açık kahve irisleri parlıyordu.

Keyifle ya da arzuyla değil. Öfkeyle…

Daha önce görmediğim kadar kaynar halde, bir sonraki hamlesini öngöremeyeceğim kadar fevri bir şekilde öfkeyle sarılıydı.

Üstelik bu henüz Oğuz’un aşk itirafını duymamış haliydi.

 

 

~~~

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm