Aykırı Çiçek 54.Bölüm

 54.BÖLÜM



Acı zamanla dinerdi, dinerken de olgunlaştırırdı. Bunun insanları oyalamak, basit bir şekilde kandırmak için uydurulmuş olduğu gerçeği uzun süredir İzgi’yle beraberdi. Dönüp kendi hayatına baktığında acısının ne dindiğini ne de yolun sonunda olgunlaşmış hissettiğini söyleyemiyordu.

Acısı hiç geçmiyordu, ruhu da hâlâ küçük bir çocuğun ruhundan farksızdı. Belki de bahsedilenler çocukluğundan yaralanıp acı çekenleri kapsamıyor, onlar köşede kalan istisnaları oluşturuyorlardı.

Geçiyor deyip kendini kandırmaya çabaladığı ilk anda, önünde yeni bir sızının başlangıcı belirdikçe İzgi; bir gün her şeyin gerçekten düzeleceğine ve sonlanacağına dair inancını yitiriyordu. Avuçlarında sıkı sıkı tuttuğu kâğıt parçası bunu kanıtlaması için tek başına yeterliydi. Her cümlenin başı ve sonu arasında aklından yirmi yılı akıp geçmiş, harf yığınları onu geçmişe götürüp bir köşede sessizce beklemesini istemişti sanki.

Devam ettiğinde ise asıl kıyametin satırların sonunda onu beklediğinden habersizdi. Bu mektubun kendisinden özür dilenen, pişmanlık kusup duran bir vicdan rahatlatma aracından ibaret olduğunu düşünmüştü o ana dek. Öyle de ilerlemişti satırlar, fakat aynı şekilde sonlanmamıştı.

Okumayı tamamladığında zihni kelimelerin birleşerek oluşturduğu gerçekliği reddetmiş, İzgi bir kez daha okuyana dek yazanların ne olduğunu anlayamamıştı. Sonrasında ise almaya çalıştığı son nefes boğazında takılı kalmış, büyük bir baskıyla yalpalamasına neden olmuştu.

Koray’ın kâğıdı elinden çekişini ve Acar’ın bedenini sıkıca kavrayıp düşmesine engel olduğunu üçüncü bir gözmüş gibi boş ve uzaktan bakışlarla izlemişti.

Şimdi ise Acar’ın arabasının arka koltuğunda, biraz önceki boş bakışlarını bu kez camdan dışarıya yönlendirmiş halde oturuyordu. Etrafındaki ses ve hareketlere kendisini kapatmış halde görünmesi, onu tanımayan birinin bile tek bakışta anlayabileceği kadar apaçık ortadaydı.

Koray, sürücü koltuğundaki Acar’a doğru dönerek her ihtimale karşı sesini çok yüksek tutmadan konuşmaya başladı. “Önce biz mi bakıp araştırsaydık Acar? Herkesi ayaklandırmadan…”

Acar, sıkıntıyla soluklanmayı sürdürürken dikiz aynasından birkaç saniyeliğine bakışlarını sevgilisinin üzerine çevirdi. “Feris’in bu halini Savaş abiye sen açıklayıp, sorun olmadığına inandıracaksan öyle yapalım Koray.”

Koray’ı da tedirgin eden buydu. Hem kendi babası hem de Acar’ın babası devreye sokularak, mektuptaki bilgiyi doğrulayabilirlerdi; fakat bunlar gün içinde hallolacak şeyler değillerdi ve İzgi bu haldeyken onun halini sorgulayacak olan bir tabur insan vardı.

Acar trafik yoğunluğuna sessizce söverek bir an önce yolu sonlandırmak için elinden geleni yaparken Koray yavaşça arka koltuğa doğru döndü. “İzgi’m?” diye seslenerek dikkat çekmeyi umduysa da ilk anda hiçbir tepki alamadı. “Az kaldı, birazdan varmış olacağız. Daha iyi misin birtanem?” diye devam ettiğinde amacı tabii ki yalandan bir ‘iyiyim’ cevabı almak değildi. Sadece onu bir şekilde konuşturmak istiyordu.

Araba Göktürklerin bahçesine varana dek arabada duyulan son cümleler Koray’a ait olanlardı. Acar bulduğu bir boşluğa bıraktığı arabadan indiğinde Koray da aynısını yapmıştı. İzgi arabanın durduğunu fark etmemiş ya da fark ettiyse de harekete geçemeyecek kadar uyuşmuş gibi donuktu.

Bulunduğu tarafın kapısını açarsa başı cama yaslı olduğu için onu ürküteceğini düşünerek Acar harekete geçmeyince diğer tarafta bulunan Koray arka kapıyı açtı. “İnmeyecek misin İzgi, geldik bak?” Bu kez sesini daha yüksek tutmuş ve İzgi’nin kendisine dönmesini sağlayabilmişti.

Koray, yol boyu uğraştığı bu hamle gerçekleştiğinde çabasından pişman olacağına ihtimal vermemişti hiç. Mektubu okuduğundan beri gözünden bir damla yaş düşmediğinden adı kadar emindi, hep yanındalardı ve sürekli onu kontrol etmişti. Fakat yeşillerinin etrafındaki beyaz kısmın tamamen kızıla bürünmüş olması aksini haykırır gibiydi. Saatlerce ağlamış gibi görünüyordu.

İzgi, Koray’a dönünce başını camdan ayırdığı için Acar oyalanmadan onun tarafındaki kapıyı açtı. “Gel güzelim, hadi.”

Elini uzatarak tutması için beklerken İzgi elini hiç görmeden sarsak bir adımla arabadan inmek için kıpırdadı. Yere bastığında Acar bir saniye bile tereddüt etmeden belini sararak sırtının büyük bir kısmını kendi göğsüne doğru çekmişti.

Eve doğru ilerleyecekleri sırada İzgi telaşla arabaya dönmeye çalışınca Acar afallasa da onu sabit tutmayı başarmıştı. “Mektup…” dedi kısık bir sesle.

“Aldım, bende.” Koray’ı duyunca geriye dönmeye çalışmayı bırakmıştı. İki ayrı eve ev sahipliği yapan bahçenin sınırları içerisindeydiler, gittikçe evlerin olduğu kısma yaklaşıyorlardı.

“Deniz! Dünkü kon-…” Yarıda kesilen cümlenin sahibi Selim’di. Babasının çaldığı kapıyı açmak için kendi evlerinin kapısındaydı, hemen önünde de Barış Göktürk vardı. Kuzeninin eve doğru geliyor olduğunu görünce, dün merakla kendisine sorduğu ama o an cevabını bilmediği için ertelediği konudan bahsedecekti eve girmeden onu yakalayıp. Ancak planladığı bu basit konuşma henüz başlayamadan, İzgi’nin yüzündeki ifadeyi gördüğünde bıçak gibi kesilmişti.

Selim’in tepkisiyle, Barış da arkasını dönmüştü. Acar’ın bedenine sığınmış yeğenini gördüğünde, onun bu hali zihninde aylar öncesiyle hemencecik bağdaşmıştı. Onu en son ne zaman bu denli ifadesiz ama aynı zamanda da binlerce duyguda boğuluyormuş gibi gördüğünü hatırlamıştı.

Yine bu bahçede, bulunduğu yerden belki bir adım ilerde ya da bir adım geride Rüzgar’la yüz yüze geldiği anı baştan yaşıyormuş gibi hissettiğinde düşünmeden onlara doğru koşar adım ilerledi.

“Ne oldu?” diyebilmişti iki avucu hızla İzgi’nin yanaklarına kapandığında. Selim de hemen arkasından yanlarına kadar gelmişti. “Ne oldu dedim! Acar..? Koray…?” Yeğeninden cevap alamayacağını anladığında oyalanmadan yanındaki iki adama dönmüştü.

“Abi içeriye girelim, konuşacağız zaten.” Koray toparlamaya çalışarak konuştuğunda Barış ikna olmadığını bağıran bakışlarıyla ona birkaç saniye baktı.

“Avukat…” diye mırıldandı kendi kendine. “Onun yanındaydınız, bir şey oldu değil mi? Gitmesin dedim ben, dinletemedim ki!” İzgi’yi sırtından tutup kendisine doğru çektiğinde bez bebekmiş gibi omuzuna doğru yaslanan bedeni sıkıca tuttu. “Yok bir şey amcasının güzeli, ne olduysa geçip gidecek tamam mı? Söz veriyorum geçecek.”

Selim, babasının şu an yaptığının İzgi’ye iyi gelmediğinin farkına vardığı anda araya girdi. “Baba iç-…” İkinci kez sözü yarıda kesildi. Bu kez buna sebep olan İzgi’nin aralanan dudakları ve dilinden dökülen basit birkaç heceydi.

“Geçmiyor.” demişti dümdüz bir sesle. Aynı kelimeyi peş peşe tekrarlamaya başladığında Barış telaşla oğluna döndü. Ne yapacağını söylemesini bekler gibi ona baktı. Selim’in bakışları dikkatle İzgi’nin üzerinde geziniyordu.

Acar bir elini alnına atarak sertçe orayı ovuşturarak sakinleşmeyi deniyordu bu sırada. Karşısındaki bedenin çektiği her ağrı ona bin ağrı olarak geri gelmeye yeni başlamamıştı. Fakat bir süredir bu kadar yoğun bir anın içinde bulunmamışlardı. Kendisi bile taşıyamıyormuş gibi hissederek sendelemeye yüz tutmuşken aşkıyla yandığı o kırgın kadının nasıl ayakta duracağını kestiremiyordu.

Koray, buna benzer anlarda İzgi’yi en kolay sakinleştiren kişiyken o da eli kolu bağlanmış gibi duraksamıştı. Henüz öğrendiklerini hazmedebilmiş değildi.

O sırada açılan bir kapı ise biraz sonra kopup ortalıkta taş üstünde taş bırakmayacak olan kıyametin ilk darbesiydi.

Savaş Göktürk, tesadüfi bir şekilde salonun camından bahçeye öylesine göz atmak için oturduğu koltuktan kalkmış; bahçenin ortasında duran kalabalığı ve hışımla kapıya ulaşmasını sağlayan asıl etken olan kalabalığın ortasındaki kızını görmüştü.

Bir dakika bile geçmeden artık bahçedeydi.

Bütün akşamı, hatta günü kızını bir türlü yanında gitmeye ikna edemediği görüşme hakkında senaryolar kurarak tüketmişti. Şimdi ise kurduğu senaryoların en kötüsü ile karşı karşıya duruyordu.

“Deniz?” derken sesi ılımlıydı. Kardeşinin omuzuna yaslı duran bedenin yüzünü göremiyordu. Ancak onun yüzünü görmese de etraftaki dört adamın yüzü durumu büyük ölçüde kavrayabilmesi için gayet yeterli olmuştu.

Barış sarıldığı yeğeninin babasının sesini duyar duymaz titrediğini, ona tepki vermekte gecikmediğini fark ettiğinde soluklandı. Sürekli aynı kelimeyi tekrarlama işini böylece sonlandırmıştı.

“Bakmayacak mısın bana babacım, gel ben sarılacağım sana. Buradayım.” Savaş sorgulamak istediği binlerce ayrıntıyı bir kenara bırakarak iyice yanlarına yaklaştı. Şu an alması gereken cevaplardan daha önemli, çok daha önemli bir şey varsa o da kızının iyi olduğunu öğrenme isteğiydi.

Barış yavaşça kendisinden ayrılmak için hareketlenen İzgi’yi hissettiğinde ona hemen yardım ederek geri çekildi. Savaş da duraksamadan kızını sırtından sıkıca tutarak kendisine çevirmişti. Boynuna gömülecekmiş gibi hareketlenerek bakışlarının kesişmesini engellemek üzere olan kıza karşı koyarak yumuşak bir hareketle çenesini kavradı. Başını kendisine doğru yükseltip hafifçe boynunu geriye yatırdı.

“Deniz… Saklanmak yok güzelliğim, hani babaya canımızı sıkan her şeyi anlatıyorduk? Hm?” Duyanları şaşırtacak, Savaş Göktürk’ten çıktığına duymayanları inandırmanın imkânsıza yakın olduğu sesi tamamen anlayış doluydu. Sakin ve güven verircesine konuşmaya gayret ediyordu.

“Baba,” derken İzgi’nin sesindeki çaresizlik oldukça belirgindi. Sanki sadece baba demekle kalmamış aynı anda yardım da istemişti.

“Söyle babam, söyle meleğim.” Savaş, çenesinde duran elini yanağına doğru çıkartıp elmacık kemiğinin üzerini yavaş yavaş okşadı. Bu şefkat dolu hareket, İzgi’de ipleri kopartan anın fitilini ateşlemişti. Çığlığa benzer bir hıçkırıkla çözülen boğazı, peş peşe gelen seslerle birlikte gözlerinden de bardaktan boşalırcasına yaşlar inmesine neden oldu.

Canından bir parça kopuyormuş gibi ağlamaya başladığında, Savaş kızının gözyaşlarıyla ıslanan parmaklarını kesip atma ihtiyacıyla kasıldı. Onu daha önce ağlarken görmüştü, yine canı yanmıştı kızına baktığında. Fakat bu denli içli ağladığını hiç hatırlamıyordu.

“Baba,” demeye devam ederek ve arada kulağına ulaşsa da anlamlı bir bütün oluşturmayan bir şeyler mırıldanarak delicesine ağlarken Savaş’ın tek yapabildiği onu sıkıca sarmak oldu. Afallamış bakışları etraftaki adamları bulmuş, ancak onları analiz edecek kadar kendini toparlayamadığından bu, bir işe yaramamıştı.

Savaş, bu kez tamamen kızının sesine dikkat kesildi. Onun anlamsız mırıltılarından bir şeyler kavramaya çalıştı. Kulağına sıkça çarpan ikinci kelimeyi de aradan çekip çıkarttığında kaşları çatılmıştı.

“Abim,” diyordu sıkça. Devamında ağzının içinde kaybolan bir şeyler anlatıyordu sadece.

Savaş’ın çıkarken kapatmayı aklına bile getirmediği açık kapı, İzgi’nin yüksek sesli ağlamasını evin içine ulaştırdığında dışarıya panikle çıkan ilk isim Pınar’dı. Arkasından da tek tek Yaman, Rüzgar ve Toprak üçlüsü bahçeye çıkmıştı.

“Ne oluyor lan!” Yaman dehşetle kendi kendine konuşarak koşar adım kalabalığa ulaştığında babasının göğsünde sarsılarak ağlayan bedeni gördüğünde kalbi sıkışmıştı.

Toprak ve Rüzgar da onun iki yanında durarak üçüzlerinin bu halini acıyla kıstıkları gözleriyle izlerken elleri ayaklarına dolanmıştı.

Pınar’ın korkuyla titrediğini gören ilk isim Acar oldu. Kolundan sıkı ama canını acıtmayacak şekilde yakalayarak destek olurken rahatlamayacağını bilse de konuştu. “Herkes iyi, Pınar abla sakin ol lütfen. Bir de senin kötü olduğunu görmesin n’olur.”

Savaş, yanlarına gelmiş olan büyük oğlunu gördüğünde az önce ‘abim’ diye sayıklayan kızına iyi geleceğini umarak konuştu. “Deniz, abin burada. Kaldır kafanı bak, geldi. Onu mu istiyordun babam?”

Yaman durumu sorgulamayı hemen keserek, babasının söylediklerinden sonra elini İzgi’nin sırtına yasladı. İzgi’nin boynunu kopartacakmış gibi hızla kendisine dönmesini beklemiyordu ama şaşkınlığını ifadesine yansıtmadı, en azından bunu denedi.

İzgi, babasının boynundan kalkıp sağa döndüğünde gördüğü bedenle başını iki yana salladı. Gözlerinden akan yaşlar ve boğazını şimdiden tahriş etmiş olan yüksek hıçkırıkları asla kesilmiyordu.

“Abim nerede?” diye mırıldandı yarı anlaşılır yarı boğuk bir sesle. Öğrendiklerine verdiği tepkilerin üçüncü evresine geçmiş gibiydi: İlk andaki ifadesizlik, biraz önce içi sökülür gibi ağlamaya başladığında yerini ona bırakmıştı; şimdi ise telaşa kapılmış gibi aceleciydi. Abisini istiyordu.

Yaman aranan abinin kendisi olmadığını anladığında yanında duran Toprak’ı es geçerek Selime baktı. Toprak ve Rüzgar kıpırdaman Deniz’ kilitlenmişlerdi. Ondan daha kötü halde gibi duruyorlardı.

“Uyuyor yukarıda, git çağır Yekta’yı.”

Yekta sabah sonlanan nöbetinden çıktığında öğlene dek oğluyla ilgilenmiş, daha sonra ise yorgunluğuna yenik düşerek Pamir’in öğle uykusu ile birlikte o da sızmıştı. Pamir’in az çok ne zaman uyanacağını bilen Pınar, oğlu uyanmadan torununu odadan çıkartmış ve rahatça dinlenmesi için zaman yaratmıştı. Pamir onun yanında uyanırsa babasını da uyandırmadan o odayı terk etmezdi, biliyordu.

Selim hızla eve ilerlerken Yaman, İzgi’nin bakışları kendi üzerinde durduğundan olabildiğince sakin durmayı deniyordu. Deniyordu denemesine fakat ne denli başarılı olduğu tartışılırdı. “Denizkızım,” dedi karşısındakinin kim olduğunu kendisine hatırlatırcasına. Onun için yapamayacağı bir şey yoktu, sakin kalmak da bunlardan sadece biriydi.

İzgi derince burnunu çekerek elinin tersiyle yanaklarını kurulamaya çalıştı. Yeni yaşlar hemen patır patır gelse de çabalamıştı işte.

“Abime gitmem lazım, geç kalıyoruz!” Yakınarak konuşmasının ardından eve koşturmasını beklemeyen kalabalık, doğal olarak onu tutmak için hiçbir hamle yapamazken çoktan kapıya ulaşmıştı.

Yaman arkasından giden isim olurken Acar ve Koray kısa bir an bakıştılar. Ardından Acar, kalan kişilerin içeriye dönmesine engel olacak cümlesini kurdu.

“Koray mektubu göster, ben içerideyim.”

 

~

 

“Böyle insan mı uyandırılır Selim, ne oluyor oğlum?”

Yekta, gözlerini aralamasına sebep olan sesin ve aynı zamanda da omuzunu dürten elin sahibini görür görmez homurdanarak konuşmuştu. Selim’in yüzündeki ifadeyi gördüğünde, daha doğrusu uykusunun sisinden sıyrılıp gördüğü ifadeyi yorumlayabildiğinde ise huysuz hali yerini hemen ciddiyete bırakmıştı.

“Birine bir şey mi oldu?” diye sordu aklına ilk gelen ihtimal mesleği ile bağdaşmışken.

Selim bildiği kadarıyla konuyu açıklamak için dudaklarını aralasa da odanın yarı aralı duran kapısı aniden geriye doğru açıldığında ikisi de şaşkınca oraya dönmüşlerdi.

Yekta içeriye baskına gelmiş gibi apar topar girmiş olan kız kardeşini görür görmez yataktan atik bir hamleyle kalkıp ayaklandı. Islak yanakları, kan çanağına dönen gözleri ve zar zor ayakta duran titremeleri belirgin bedenini incelemeyi bitirdiği sırada çoktan İzgi’ye uzanmıştı.

Onun arkasından içeri gelmiş olan Yaman ve Acar’a göz ucuyla bile bakmadan gözlerini kardeşinin yüzüne çevirdi. “Abi!” diyerek feryat edercesine kendisine seslenen İzgi’nin boynu ve ensesi arasında kalan bir yerden desteklediği başını yukarı yükseltti. Ensesindeki saç köklerini yavaşça okşuyordu bir yandan da.

“Ne oldu abicim? Bir yerine bir şey mi oldu ayka?” Yana yakıla kendisine koşmuş olan bedenin sorununun tıbbi olduğunu tahmin ediyordu o an için Yekta.

“Yok,” dedi telaşla İzgi. “Bir şey olmadı bana.” diye tamamladıktan sonra titreyen elleriyle sıkı sıkı Yekta’nın kollarına tutundu.

İzgi güç almak ister gibi odada bulunanlardan, biraz sonra söyleyeceği gerçeği bilen tek kişiye baktı. Acar, zümrüt yeşillerinin neden üzerine çevrildiğini anlamakta zorlanmamıştı. Gözlerini yavaşça kapatıp açarak onu telkin edip, güven vermeyi amaçladı.

“Bir şey söyleyeceğim ben sana.” Tam ortada kesik bir hıçkırıkla sekteye uğrasa da cümlesini tamamlayabilmişti. “Söyle Deniz, dinliyorum abicim.”

Yekta gittikçe geriliyordu. Bu konuda yalnız olduğunu söylemek de doğru olmazdı. İzgi’nin hareketlerini anbean izleyerek konunun hiç iç açıcı olmadığının farkında olan Selim ve biraz daha konuyu öğrenemezse kendini tutamayacağını hissediyor olan Yaman da ona eşlik ediyorlardı.

“Abi,” dedikten sonra dudaklarından tek bir isim döküldü. “Sinem…” diyebildi sadece. Tutunduğu bedenin kaskatı kesildiğini hissederken korkuyla yüzünü abisinin göğsüne gömdü. Aşağıda olduğu gibi içli içli ağlamaya başladığında odada onun iç çekişlerinden başka duyulan hiçbir ses yoktu.

“Ne?” Yekta ilk tepkisini o kadar sessiz vermişti ki sesi göğsüne sokulmuş bedene bile ulaşamamıştı. “Ne Sinem’i?” derken bu kez sesi dümdüzdü. Ne yüksek ne de kısık tuttuğu sesi odanın her bir köşesine ulaşmaya yetmişti.

Ölü birinin nasıl kardeşini bu hale getirecek konuya dahil olduğunu anlayamıyordu.

Acar, hem canı gidiyormuş gibi ağlayan sevgilisine bakmayı hem de biraz sonra Yekta’dan gelecek olan tepkiyi görmeyi kaldıramayacağını hissederek odayı terk etme ihtiyacıyla doldu. Fakat bu bencil isteğini görmezden gelerek burun kemerini parmaklarıyla sıkıştırıp başını eğmekle yetindi.

“Deniz!” Yekta, alamadığı cevapla birlikte saniyeler birbirini kovaladıkça bedenindeki karmaşayı kontrol edemiyor hale geliyordu. Uyanır uyanmaz kendisini neyin ortasında bulduğunu şaşırmıştı. “Bak bana!”

Belki de evde sesinin yükseldiği görülebilecek kişilerden en sonuncusu oydu. Sakinliğiyle, mantığıyla ailedeki diğer erkeklerden bambaşka bir adam olmuştu her zaman. Ancak şu anda otokontrol sağlayabilecek gibi değildi.

İzgi nefeslenmeye çalışarak kulağına dolan bağırışın etkisiyle irkilse de avuçlarını Yekta’nın göğsüne yaslayarak biraz geri çekildi. Yaman daha önce neredeyse hiç böyle bir halde görmediği Yekta’nın tavrını sindirdiğinde, İzgi’nin abisinin bağırışından korktuğunu düşünerek araya girmek için öne atılacaktı ki onu durduran bir şey yaşandı.

İzgi Yekta’nın göğsüne kapattığı avuçlarını yavaşça yukarı taşıyıp abisinin hafif sakallı yanaklarını gücü yettiğince bir sıkılıkla tuttu. Ardından dudakları aralandı. Mektuptaki henüz gerçekliğinden şüphe ediliyor olan gerçek dilinden döküldü.

“Sinem yaşıyor olabilirmiş.”

Yekta’nın oldukça komik bir şaka duymuş gibi patlattığı kahkaha duvarlara çarpıp çınlarken İzgi sıkı sıkı onun yanaklarını tutmayı sürdürdü. Hiçbir şey söylemeden, sanki onu ayakta tutan tek destek yanaklarındaki elleriymiş gibi bütün dikkatini bu işe vermişti. Belki de gerçekten öyle olmuştu.

Selim şaşkınlıkla bir adım geriye gidip yatağa çarparak otururken, Yaman henüz üç ay bile dolmadan ikinci kez benzer bir cümle ve ardından gelen şokla sarsılmıştı. Kulağına ‘Deniz yaşıyor’ diyen o adamın sesi doldu aniden. Kendisini babasının şirketteki odasında, bu haberi alırken hissettiklerinin tam ortasında bulmuştu bir kez daha.

Küçük bir farkla…

Bu kez duyduklarına inanma hızı ilkiyle karşılaştırılamayacak kadar fazlaydı. Deniz’in onlara mucize gibi dönüşü, artık Yaman’ın, hatta hepsinin imkânsızlara olan bakış açısını değiştirmişti.

Artık her şey mümkündü.

 

~

 

- 7 saat sonra, Mardin

 

“Git git bitmiyor siktiğimin yolu.”

Yaman, sesinin Yekta’ya ulaşmamasına büyük ölçüde dikkat ederek sinirle söylenirken camdan dışarıya diktiği gözleriyle zifiri karanlığı izlemeye devam etti.

Saat gece 3 sularını gösterirken, içerisinde 5 kişinin bulunduğu araç karanlık yollarda olabildiğince süratli şekilde ilerlemekteydi. Sürücü koltuğunda Barış varken onun sağ tarafında abisi oturuyordu. Apar topar buldukları ilk uçak bileti gece yarısına denk gelince buraya varmaları bir buçuk saate yakın zamanlarını almıştı. Son bir saattir ise orada kiralanan arabanın içindeydiler.

Arka koltukta iki abisinin arasında kuşatılmış gibi oturuyor olan İzgi, başta onu yanlarında götürmeyeceklerini anladığında kıyameti kopartmıştı. Yekta’nın elini saatlerdir neredeyse hiç bırakmamış, onun yapışık ikizi gibi görünüyordu.

Arabadaki ekibin oluşması, daha doğrusu bu kadar aza indirgenişi elbette kolay olmamıştı. Ancak bir şekilde kalabalığın kimseye yararı olmayacağına geride kalanlar ikna edilmişti. İkna çalışması başarısız olan tek isim ise arka koltuğun hemen ortasındaydı işte.

“Çok mu kaldı yolumuz?” İzgi’nin tüm akşam boğazını zorlayarak ağlamasından kaynaklı pürüzlü çıkan sesi arabayı doldurduğunda Savaş daldığı ön camdan bakışlarını çekip ona doğru döndü. “Az kaldı meleğim, geldik.”

Savaş bu şehre, doğduğu topraklara, ayak basmayalı tam yirmi yıl oluyordu. Kızının ölümünden başka bir şeyi çağrıştırmayan şehre, hiç uğramamıştı bir daha. Buranın ailesi için lanetli olduğuna inanıyordu zaman zaman ve bu akşam yaşananlar da bunu kanıtlar nitelikteydi.

Bülent Göktürk’ün konağı, şehrin merkezinden çok uzak sayılmazdı. Eğer varacakları yer orası olsaydı çoktan durmuş olacaklardı. Fakat varış noktaları konak değildi. Çiftlikti.

Yirmi yıl önceki yangının ateşlendiği o yerdi. Konaktan da merkezden de çokça uzak bir konumda, genellikle kuş uçmaz kervan geçmez dedikleri tarzda bir alanda kuruluydu. Yangından sonra baştan yapıldı denilse yeriydi, Bülent Göktürk orayı baştan ayağa yıkmış; yeniden oluşturmuştu.

Herkes bunun torunun yandığı yeri görmek istemeyişiyle ilgili olduğunu sansa da, Bülent’in derdi vicdan yükünü hafifletmekti. En son Deniz’in sesinin yankılandığını duvarlara bakarak yalanıyla, oyunlarıyla her seferinde karşı karşıya kalmaktan kaçmıştı.

Korkak bir adamdı Bülent Göktürk. Hani şu cesur korkaklardan…

İzgi, parmak boğumlarındaki ağrıyı umursamadan tutuyor olduğu Yekta’nın elinin üzerini diğer eliyle sevdi. Yekta, yanlarında değil gibiydi. Eğer öyle olsaydı kardeşinin canını yaktığını fark ederek elini gevşetirdi, fakat ne İzgi onu uyarmış ne de Yekta bunu fark edebilmişti.

Yüzünü abisinin omuzuna doğru sürtüp oraya yaslı bekledi biraz İzgi. “Özür dilerim.” diye mırıldandı tıpkı daha önceki tekrarları gibi. Bunu Yekta’nın eline yapıştığından beri tekrarlıyordu. Yekta onu duymasa da hiç bırakmamıştı.

İzgi’nin şu ana dek o yangında keşke gerçekten ölseymişim dediği bir zamanı olmamıştı. Ailesine kavuştuğunda aklı da kalbi de ‘iyi ki’lerle dolmuştu hep. Şimdi ise bunu düşünmeden edemiyordu.

Yaman, bir süredir Yekta’nın omuzundan kalkmamış olan İzgi’nin mırıldanışını duyduğunda sıkıntıyla nefeslenerek avucunu kardeşinin sırtına yasladı. Mektup okunduğundan beri kimsede birbirini teselli edecek güç kalmamış gibiydi; herkes kendi içinde şaşkınlığını, acısını, merakını yaşamakla meşguldü bu gece.

Deniz,

Ömrü boyunca tonla insana, tonla şey anlatmış ve bir kez olsun sesi titrememiş bir adamdım ben. Adamdım diyorum, çünkü bu kâğıt elindeyse ölüm döşeğinde verdiğim savaş sonlanmış ve ben artık bu dünyada değilim. O sesi titremeyen adam, bu satırları yazarken her kelime için saatlerce beklemek zorunda kaldı.

Sen, benim övünüp durduğum her şeyimin yalan olduğunu haykıran en büyük günahımın kurbanısın. Buralarda, doğduğum topraklarda beni vicdanımla, adaletimle sevip sayarlar. Bunu en az hak eden adam ben değilmişim gibi…

Vicdanımı ilk kez bir kenara bıraktığım gün, babanı kucağında yanık bir bedene sarılıp izlediğim ve gerçekleri ona söylemediğim gündü. Bir baba, evladının acısına gücü yetmesine rağmen merhem olamıyorsa; dünyaya hükmetse de ne gücünden ne yüceliğinden söz edilmez.

Diyeceksin ki bana, madem bunları düşünecek aklın vardı. Benim yaşadıklarımı neden daha erken sonlandırmadın, neden ölüm bile seni kabul etmeyinceye dek bekledin?

Yalan, dolaşıklıdır. Hele benimki gibi yalanlar, adamın ayağına yılan gibi dolanır Deniz. Öyle de oldu. Bu yalan benim ömrüme dolandı, dallandı, saçaklandı. Sonunu alamadım. Aldım sandım, yıllar geçti kimse bilmedi duymadı sandım ama öyle olmadı.

Bu mektubu da sana bundan yazıyorum. Ölmeden önce tüm gerçeklerin ortaya çıkmasını sağlayacak kadar yürekli değilim. Ben gözlerimi kapattıktan sonra, tıpkı seni öğrendikleri gün olduğu gibi bir kıyamet daha kopacak biliyorum. Sana karşı son bencilliğimi yapıyor, o kıyametin elçiliğini sana yüklüyorum.

Senden dilenecek ne affım ne de helalliğim yok, senin dilinden af dökülse Allah beni affeylemez; bilirim. Ama son yükümü de bırakmak istedim.

Neredeyse iki yıl önce yeğenin doğdu. Torunumun çocuğunu görmek nasibimde varmış, gördüm. Doğumundan iki ay sonra İstanbul’a onu görmeye geldim.

Keşke gelmeseydim Deniz. O eve gelişimin bir canı daha, sevdiklerinden ayıracağını bilseydim. Yemin olsun o eve gelmez, o şehre ayak basmazdım.

Hayatına mâl olan yalanımın zaten eninde sonunda ortaya çıkacağını bilsem, o yalanı korumak için yaptığım hiçbir şeyi yapmazdım.

Ben bu sırrı yıllarca tek başıma saklamıştım. Dilim rahmetli eşime, hiçbir şey saklamadığıma bile söylemeye varmadı. Bilse çeker vururdu beni gözünü kırpmadan, bilirim. Sonra bu sırrıma beklemediğim anda, beklemediğim kişi ortak oluverdi.

İstanbul’a torunumun çocuğunu görmeye geldiğim o günlerde, Mardin’deyken elimin dilimin varmadığını yapıp senin nerede olduğunu öğrenmeye niyetlendim. Çoktan reşit olmuştun, seni bıraktığım yerde bulamayacağım kesindi; bulamadım da. Ben tüm bunları yaparken konuşmalarıma şahit olan birinin var olduğunu da gözünü bile kırpmadan karşıma dikildiğinde fark edebildim.

Sinem, senin yaşıyor olduğunu benden sonra öğrenen ikinci kişi oldu. Tıpkı senin hayatına dokunduğum şekilde dokunmak zorunda kaldığım ikinci kişi olduğu gibi.

Deniz… Babanın kucağına o yanık bedeni bıraktığım yer… Sinem 1,5 yıldır oradaydı.

Ne affın ne helalliğin benim senden, sizden dileyebileceğim şeyler değil. İnşallah bugünden sonra hiçbirinizin gönlüne sızı değmesin, benim ölümüm sizin de sızılarınızın sonunu getirsin.

Bülent Göktürk.

 

 

Yalanlar ağır yüklerdi. Fakat bu kez gerçekler yalanlardan daha ağır gelmişti.

Araba karanlığın ortasında hareket etmeyi kestiğinde İzgi ve Yekta dışındakiler bunun farkındalardı. Çiftliktelerdi artık.

Sağ taraflarında koca bir alan kaplıyor olan yer küçük bir köy gibiydi. İrili ufaklı binalar ile doldurulmuştu. En ortada duran iki katlı yer ise asıl yerleşim yerinin neresi olduğunu açıkça belli ediyordu.

“Deniz, geldik abim.” Yaman, Yekta’dan önce İzgi’ye seslenmek istemişti. Barış ve Savaş da bir an önce arabadan inip içeri girmek ve karşılaşacakları her ne ise onu görmek için tetiktelerdi.

Kimse içeride Sinem’in onları bekliyor olduğundan yüzde yüz emin olamıyordu. Özellikle Yekta kendini tamamen kapatmış ve sanki konunun ana karakteri bir buçuk yıldan fazla zamandır yasını tuttuğu karısı değilmiş gibi tepkisiz kalmayı seçmişti.

İzgi, abisini duyduğunda telaşla yüzünü yasladığı omuzdan kaldırdı. Gözlerini cama çevirdi, pek bir şey göremese de umursamadan dikkatle etrafa baktı.

Yekta, kendisine dakikalardır yaslı olan bedenin ağırlığı aniden kaybolunca istemsizce bakışlarını oraya çevirdi. İzgi’ye dönen bakışları, onun cama odaklı halini görünce kendisi de cama bakmıştı.

“Yekta…” diye seslenen babasını duyduğunda yavaş bir baş hareketiyle ona döndü. “İnelim mi artık babam, içeri gelmek istemezs-…”

Yekta onu cevaplamaya gerek duymadı. Kapı koluna uzanıp kapıyı açtığında arabanın içindeki sıcaklıkla çarpışan soğuk hava yüzüne çarpsa da kılı kıpırdamamıştı.

Sonraki dakikalarda beşi de arabadan inmiş oldular. İzgi yine sıkı sıkıya abisinin elini tutuyordu. Önde babası ve amcası vardı. Yaman ise bir adım arkalarından geliyordu.

Geniş duvarlarla çevrili alana yaklaştıklarında demir büyük bir kapıyla karşılaştılar ilk önce. Kapıda bekleyen kimse yoktu.

Savaş, burada bolca adam bulacağını düşünmüştü. Ama kimse yoktu.

Aslında yanılmış da sayılmazdı. Burada geçtikleri yıllarda bir dolu adam, bir dolu çalışan bulunuyordu. Evin çevresinde onlardan habersiz kuş uçmazdı. Ta ki ölümünün ardından yapılması gerekenlerden biri olarak çiftlikteki tüm çalışanların işinden çıkarılıp buradan götürülmesini Mahmut’a tembihleyen Bülent Göktürk’ün kararına dek.

Şimdi o kalabalıktan eser yoktu.

Savaş yarı açık olan demir kapıdan bahçeye girdiğinde istemsizce arkasını dönüp kızına baktı. Ölmediğini, burada yıllar önce yaşananların bir oyundan ibaret olduğunu kendisine hatırlatmaya çalışıyordu. Aksi takdirde delirecek ve hızla burayı terk edecekti.

“Işık açık şurada, baba!” İzgi’nin tek nefeste söylediklerinin ardından gösterdiği yere doğru döndüler. İki katlı binanın üst katında cılız da olsa görünen bir ışık vardı. Perdeleri çekili bir oda olduğundan ışık tamamen dışarı sızmasa da ışıkların yandığı belliydi.

Karanlığa gömülü olan çiftlikte tek bir ışık bulunması, hepsinin iğne batmış gibi irkilmelerine yol açarken Yekta; tüm akşam verdiği tepkilerin, daha doğrusu veremediği tepkilerin acısını çıkartır gibi büyük bir kuvvetle o iki katlı binanın kapısına ilerlemeye başlamıştı.

“N’olur, n’olur orada olsun. Lütfen…” İzgi kendi kendine mırıldanarak yürümeye güç bulmayı denerken Yaman onu kendisine doğru çekerek destek oldu. Savaş ve Barış da Yekta’nın ardından ilerliyorlardı.

Yekta eve ulaştığında kapıyı nasıl açacağını düşünmeye zaman ayıracaktı ki kapının anahtarının dış kısma takılı bırakılmış olduğunu gördü. Kaşları derince çatıldı. Sorgulaması gereken binlerce şey vardı ama yapamıyordu. Gördükleri o cılız ışığın aydınlattığı odada, kendi dünyasını varlığıyla aydınlatmış olan gidişinden sonra ise karanlıkta kaldığı kadının bulunma ihtimali kalan her şeyi görünmez kılıyordu.

Anahtarı iki kez çevirerek kilitli kapıyı açtığında geriye doğru itilen kapının ardında kalan koridorla karşı karşıya kaldı.

“Sinem!” diye bağırdı kontrolsüzce. Bu, çaresiz ve bir o kadar da umut dolu bir seslenişti.

Alacağı tek bir yanıt, duyacağı o büyülü ses dünyasını tepetakla edecekti. Çocuksu bir merakla olduğu yerde yanıt alabilmeyi bekledi; alamadı.

Umuduna yediği ilk darbe buydu. Fakat yıkılmış değildi. İleride sağ tarafta kalan merdivenleri gördüğünde duraksamadan oraya adımladı. Merdivenleri üçer beşer çıkması, arkasından geliyor olan ailesi gibi detaylara takılmadan kendisini üst katta bulmuştu.

İkinci kez denedi. İkinci kez seslendi. Karısının adını bir kez daha zikretti.

Yine cevap alamayacağını haykıran, çoktan vazgeçmiş tarafına yenik düşmek üzereyken duyduğu patırtıyla olduğu yerde titremişti.

Sesin geldiği yöne, çaprazındaki kapalı kapıya doğru atıldı. Kapının kolunu indirmek için bir saniye bile beklemedi. Açtığı kapı, dışarıdan gördükleri ışığın aydınlattığı odaya aitti.

Sıradan bir yatak odasıydı. Dolaplar, aynalı bir masa, tekli bir koltuk ve kenarda duran bir yatak… Odayı sıradan olmaktan çıkartan, olağanüstü bir konum haline getiren bir şey daha vardı, ki Yekta bunu ilk on saniye algılayamamış, boş bakışlarla odayı süzmekle yetinmişti.

Çift kişilik yatağın sol kısmında yüzü kapıya dönük halde uzanan bedeni gördüğünde Yekta eve girdiğinden beri iki kez yapmış olduğu işi, bir kez daha tekrarladı.

“Sinem.” dedi. Küçük bir farkla yapmıştı tabii bunu. Çünkü bu kez hiçliğe seslenmemişti, gözleri karısının bedenine kapılıp kalmışken kıpırdamıştı dudakları.

Gerçekliğini algılayamadığı bir anın içindeydi. Deniz’i evlerinin koridorunda bulduğunda yaşamıştı bunu ilk kez. Kanlı canlı karşısında dikiliyor olan bedenin kardeşi olduğunu öğrenmişti. Şimdi ise neredeyse tıpatıp aynı durumun ortasındaydı.

Boğazından, kalbindeki ağrıyı dışarı kusmak ister gibi çıkan haykırışla birlikte dizlerinin üzerine düştü. Yatağa doğru ilerlemek, elleriyle karısının bedenini sıkıca tutup bir daha gidememesi için onu kendine hapsetmek istiyordu ama gücü tükenmiş gibiydi.

Karısının gözleri kendi üzerindeydi, görüyordu. Buna rağmen gıkı çıkmayan, hissizce uzanıyor olan kadın hakkında ne düşünmesi gerektiğini bilmiyordu. Neden tıpkı kendisi gibi ona seslenmiyordu, ona koşmak istemiyor muydu?

Onun sesinden kendi adını duymayalı aylar geçmişken, biraz sonra bunu duyabilmek için yalvarabilirdi. Bir an olsun da çekinmezdi.

Kapının ardına, Yekta’nın diz çöktüğü yerin arkasına dizilen dörtlü de en az Yekta kadar şaşkındı. İzgi, sadece fotoğraflarını gördüğü kadını hemencecik tanımış, tanır tanımaz da yeniden akmaya başlayan yaşlarıyla Yaman’a sığınmıştı. Yaman bir yandan onu tutuyor, bir yandan da gözlerini ayırmadan uzun yıllar hayatlarında bulunmuş olan kadına bakıyordu.

Barış, en geride kendi babasının nasıl bir canavar olduğu gerçeğiyle bir kez daha yüzleşirken Savaş ise yıkılmış gibi görünen çocuklarını sarma ve gelinden çok kızı gibi gördüğü kadına doğru koşma ikilemindeydi.

Yekta’nın dizlerinin üzerinden doğrulması birkaç dakikaya yakın bir süre alırken kimse yerinden o ana dek kıpırdamamıştı.

 

- Yekta’dan

 

Ondan sebepsiz yere o kadar uzun süre uzak kalmıştım ki, dizlerimin üzerinde geçirdiğim birkaç dakika büyüyerek saatlere yuvarlanmış gibi hissediyordum.

Karım birkaç adım ilerimdeydi. Öldü sanıyor olduğum, eğer bana ikimizden kopup gelen bir parça emanet bırakmamış olsaydı arkasından gitmek için hiç düşünmeyecek kadar büyük bir aşkla bağlı olduğum karım hemen yanı başımdaydı.

Bir rüyanın içindeysem hiç uyanmamayı, bunları gündüz gözüyle hayal edecek kadar delirdiysem de bir daha akıl sağlığıma hiç kavuşamamayı dileyerek iki adım attım ileriye doğru. Sonrasında attığım üçüncü adımım ise beni yatağın köşesine ulaştırmıştı.

Bir kez daha dizlerimin üzerine düştüm, bu sefer bilerek yapmıştım bunu. Yatağın hemen yanında yere çökmüştüm.

Titreyen elimi ona dokunmak için uzattığımda aylar sonra tenini hissedecek olmam delicesine kan akışımı hızlandırıyor, ruhum patlayacakmış gibi hissediyordum. “Karım,” dedim küçük bir fısıltıyla. Sesimi ona seslenmemi en sevdiği hitapla duysun önce istedim. “Benim güzel karım.”

Burada olmamı normal karşılıyor gibi sakindi. Ben her akşam onu burada görüyormuşum gibi bakıyordu. Gözlerinde ne bir şaşkınlık ne de özlem yoktu. Bir buçuk yıl önce bana nasıl bakıyorduysa, şimdi de öyle bakıyordu.

İşten çıkmışım, onu görebilmek için apar topar eve gelmişim de kapıyı o tatlı ifadesiyle açmış gibi hissettiren bir andaydım sanki.

Elim yanağına tüyden farksız bir ağırlıkla değdiğinde bağıra bağıra ağlamaya başlamama engel olan çok da bir şey kalmamıştı. İstemsizce elimi sıkıca yanağına bastırdım. Yanakları hep soğuk olurdu, bana sokulup yanaklarını ısıtmam için nazlandığı sahneler zihnimin raflarından inerken yutkundum.

Yanağının tamamını kavramaya yeten avucum, elimin içindeki belirgin kemikli doku yanak içlerimi sertçe ısırmama sebep oldu.

Zayıflamıştı. Bu sağlıklı bir zayıflık değildi, benim karım çökmüştü.

“Ben geldim güzelim, ben geldim Sinem. Niye konuşmuyorsun benimle?” Sesini duymak için deliriyordum. Tenine temas etmiştim, gerçekliğine tamamen tutunabilmek için sesini de duymak istiyordum.

“Konuşunca gidiyorsun hep, bu sefer gitme diye konuşmadım.”

Pürüzlü, kısık sesi kulağıma dolduğunda söylediklerinin ne olduğunu bile düşünmeden yüzümü göğsüyle boynu arasındaki boşluğa bastırdım. Kolunun üzerinde, bana dönük yatıyordu. Çocuk gibi sinesine saklandım.

Saçlarımın hafif dalgalı kıvrımlarına dolanan ince parmaklarını hissettiğimde kendimi tutmadan gömülü olduğum yerde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım.

İyi değildi.

Tepki vermiyordu. O, iyi değildi. Neyin içindeydik biz?

“Sinem,” dedim yalvarır gibi hıçkırıklarımın arasında.

“Ağlamasana, ben ağlayınca kızıyorsun ama şimdi sen ağlıyorsun Yekta.” Adımı dilinden döktüğünde öleceğim sandım. Dayanamayacağım sandım.

“Ağlamıyorum,” dedim kendimi susturmaya çalışarak. “Kavuştuk biz artık, ağlamıyorum niye ağlayayım?”

Saçlarımı okşayan eli duraksadı. “Yalancı.” dedi. Bunu o kadar soğuk bir tondan söyledi ki dinlediğim kişi o mu değil mi anlayamadım bile.

“Yine gideceksin, ben burada kalacağım, seni bekleyeceğim. Sen canın isteyince geleceksin.”

Başımı hiddetle iki yana salladım. Biraz geri çekilsem de bir nefes uzağındaydım halen.

“Benim senden bir adım uzağa yolum yok. Gitmem, gidemem ki.”

“Yalancısın sen,” dedi bir kez daha. Bunu o kadar inançlı ve emin söylüyordu ki afallamıştım. “Hep inanıyorum sana, sonra uyanıyorum ama sen gitmiş oluyorsun. Yalancısın sen Yekta.”

Beynim işlevini yerine getirmeye başladığında bana ne anlatmak istediğini algılayarak telaşla doğruldum. Yüzünü sıkıca kavradım. “Rüyaydı onlar, rüya görüyormuşsun güzelim. Ben gerçekten geldim artık, buradayım yanındayım.”

Sözlerime inanacağını umuyordum. Gitmediğimi görecek ve bana inanacaktı.

Gözlerine sinirin tırmanmaya başladığını gördüğümde duraksadım. Yüzündeki ellerimi umursamadan hızla doğruldu. “Her gece aynı yalanlarla karını kandırmaktan sıkılmıyor musun Yekta Göktürk?”

Rüya ve gerçeklik ayırımı algısının bitik olduğunu anladığım an, bu an oldu.

Bana o kadar kızgın bakıyordu ki, ben bile bir rüyada olduğumuza inanmak üzereydim.

“Biz neredeyiz Sinem?” dedim sakin kalmaya çalışarak. Her şeyi yakıp yıkma isteğimi zar zor bastırıyordum. “Burası neresi, kimin odası burası?”

Sorumu beklemiyormuş gibi durdu. “Benim,” dedi verdiği cevaptan o da emin değilmiş gibi.

“Değil, karım. Burası senin odan değil.”

Dudakları öne doğru yuvarlandı. Anlamış gibi durmuyordu.

“Dışarı çıkalım, rüya olmadığımı göstereceğim sana. Bir daha hiç gitmeyeceğimi göstereceğim. Gel.” Ona doğru uzandım. Amacım kucağıma almaktı.

Başını delirmiş gibi iki yana sallayarak benden kaçtığında irkildim.

“Çıkamayız! Yekta, olmaz çıkamayız buradan!”

Yüzümün, onun bu hale gelmesine sebep olan herkese ve her şeye duyduğum öfkeyle kızardığını hissediyordum. Bu odadan çıkmamış mıydı hiç? Böyle bir şey mümkün müydü?

Bana engel olmasına izin vermeden, güç üstünlüğümü kullanarak bedenini kolayca havalandırdım. Dizlerinin arkasına ve beline sardığım kollarımla onu kaldırıp kucakladığımda üzerimdeki kazağa tutundu. Gözlerinden ip gibi akmaya başlayan yaşlar yanaklarına inerken acıyla inledi. “Yekta bırak!”

Bir yerini acıttığımı sanarak paniklemiştim ama bakışlarından görüyordum. Canı yanmıyordu. Onu buradan çıkartmamdan korkuyordu. Çok korkuyordu.

Bedenini tüm gücümle sararak kapıya yönelirken bana yalvarmasını dinlemedim. Kulaklarımı buna tıkamak çok zordu ama yapmak zorundaydım. Buradan kurtulabileceğini, benim bir rüya olmadığımı ona kanıtlamak zorundaydım.

Kapıdan ne zaman geri çekildiklerini bilmediğim dörtlüye doğru düzgün bakamadım. Deniz’in hıçkırık seslerini duyuyordum sadece.

Adımı korkuyla mırıldanan karımı, eskiden olduğu gibi her şeyden onu koruyabileceğime inansın diye göğsüme bastırdım. Bana güvensin istedim.

Önce koridora çıktık.

Ardından merdivenleri indik birer birer.

Ağlayışı şiddetleniyor, adımı hiç durmadan sesleniyordu.

Evin dış kapısına vardığımda bahçede durmak için oyalanmadım. Demir kapıya ilerledim. Bu cehennemin sınırlarında kalmak zorunda olmadığını anlaması için bunu yapmam gerektiğini hissediyordum.

Arabanın yanına kadar yürüdüğümde eğmediğim başımı yavaşça eğip kucağımdaki titreyen bedene baktım dikkatle.

İçeride sorduğum soruyu yineledim.

“Biz neredeyiz Sinem?”

“Biz…” dedi zar zor çıkan sesiyle. “Biz dışarıdayız.”

“Dışarıdayız güzelim. Biz birlikteyiz, dışarıdayız.”

Kazağımı tutan eli daha yukarı tırmandı. Yakama tutundu. Onu bırakacakmışım gibi tetikte oluşuna iç çektim. Bırakmazdım, iki dünya bir araya gelse ben artık kollarımdaki kadını bırakmazdım.

“Çıktık oradan?” derken sesi ona onay vermemi ister gibi beklenti doluydu. Pamir’e benzettiğim bu tavrına saatlerce ağlamak istedim.

“Çıktık, çıktık tabii.”

“Ne olacak şimdi?” dedi panikle. “Kaçacak mıyız? Peşimizden gelecekler, biz nereye gideceğiz?”

Alnına dudaklarımı bastırıp soluklandım. “Şş, sakin ol.”

“Yekta!”

“Evimize gideceğiz Sinem, kimse peşimizden gelmeyecek. Kimseden kaçmamıza gerek yok. Kurtulduk biz artık.”

Alnına sayısız öpücük bırakmaya devam ederken dudaklarım teninden ayrılmadan kıvrıldı. “Oğlumuza gideceğiz güzel karım, Pamir’e gideceğiz.”

Ağlayışını bıçak gibi kesen cümlelerim oldu. Az önce ağlayıp, korkuyla sızlanan bir başkasıymış gibi bakışları dondu.

“Oğlumuz mu var bizim?” demesiyle bakışlarından farksız şekilde donakalan ben oldum. “Yekta bizim bebeğimiz mi var?”

Sesimi çıkartamadım. Ama onu içimden de olsa cevapladım. ‘Var, Sinem. Bizim bebeğimiz var. Ama ne sen onu hatırlıyorsun ne de o seni.’

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm