Sen Başkasın 1.Bölüm
1.BÖLÜM
Kalemimden daha
önce birçok kez baba-kız döküldü. Elim hep birbirine geç kalmış, zaman
kaybetmiş ikililere gitti ve onları yazdım.
Peki geç kalış
süresini biraz, hatta birazdan da fazla azaltsak… Nasıl olurdu?
İyi okumalar!
~~~
“Sadece iki gün… İki gün gecikecekmiş
kumaşlar, Ateş Bey.”
Gömleğinin bir yakası diğerine göre havada
duran, konuşmaya başladığından beri dikkatim yakasına çevrildiği için olması
gerekenden daha fazla sinirlerimi bozan adamın yüzüne tekrar bakabilmek için
kendimi zorladım.
“İki gün öyle mi?” diye sordum.
Başını hafifçe salladı. “Evet, efendim. İki
gün.”
Omuzlarıma doğru tırmanan, gerilmem ve tepki
göstermem için beni baskılayan sesi olabildiğince duymazlıktan gelerek elimle
odanın kapısını işaret ettim.
Bir şey söylememe gerek kalmadan, elimi
kaldırdığım anda kısa bir baş selamı verip hızlı adımlarla kapıya adımladı.
Odamdan çıktığında kapının ardındayken aldığı derin nefesi duymasam da tahmin
ediyordum.
Bağırıp çağıran bir adam değildim. Yanıma
gelirken onları bu denli korkutan neydi, bilmiyordum.
Belki de fazla sessiz kalmak, bağırıp
çağırmaktan daha korkutucuydu. Kalkıp burayı başlarına yıkmamı, bakışlarımı yüzlerinde
ağırlamaya tercih edeceklerine dair şüphelerim vardı.
Odamda olmaya devam ettiğim birkaç saatin
sonunda boynumdaki ağrıyla birlikte dudaklarımdan kısık bir inleme döküldü. Sol
elim boynumun ağrıyan kısmına doğru kapandı. Sandalyemi geriye iterek masamdan
uzaklaştım.
Kalkmadan önce bakışlarım son kez masada
gezindi. Her şeyin olması gereken yerde olduğundan emin olduğumda sandalyeden
doğruldum.
Odanın köşesindeki askıda düzgünce asılı duran
ceketimi almak için adımlayıp ceketi üstüme geçirdiğimde, bulunduğum katın
yüksekliği sayesinde alabildiğine açık bir manzaraya sahip geniş camın
yansımasından üzerimi kontrol etmiştim.
Yakam, manşetlerim, düğmeler… Her şey
düzgündü.
Ağrılarım başladığında kendimi burada kalmaya
zorlamanın önümüzdeki birkaç günü daha beter bir hale sokacağını biliyordum.
İnat ederek çalışmaya devam etmeyecektim.
Kapıyı açıp odamdan çıktığımda beni her zaman
görmeye aşina olduğum görüntü karşıladı.
Kapımın biraz uzağındaki masasında oturan
Yeliz ayaklanarak bana doğru baktı. “Ateş Bey?” dedi hemen.
“Çıkıyorum,” diyerek kısa bir durum
güncellemesi yaptığımda bakışları daha dingin bir hal aldı. Dudağının
kenarındaki taşmış ruj kalıntısını görmemiş gibi davrandım. Masasında duran
aynanın bir işe yaramadığı belliydi.
“İyi akşamlar,” dedi sadece.
Asansöre doğru yönelmek için ilk adımımı
attığımda birden tekrar konuştu. “Ateş Bey!” dedi yine. Bir şeyi son anda
hatırlamış gibiydi.
Boynumun kalp gibi atıyor olmasına, elimi
bastırmamak için zar zor direniyor olmama rağmen yavaşça ona baktım. “Söyle.”
“Bu size gelmiş, mail üzerinden gelmeyen
herhangi bir teklif ya da konu sizi ilgilendirmiyor biliyorum ama… Size
sormadan atmak ya da açmak istemedim.”
Bana doğru uzattığı ortalama bir boyutta
görünen kırık beyaz zarfa baktım. Hangi zamanının geride kalmışı tarafından
mektupla rahatsız ediliyordum?
“Kimden gelmiş?”
“Bilmiyorum efendim, güvenliğe bırakılmış
sizin adınız verilerek.”
Elimi zarfı bana vermesi için kaldırdım. Zarfı
aldıktan sonra başka bir şey söylemeye gerek duymadan bu kez yarıda kesilmeyecek
olan adımlarımla asansöre yöneldim.
Zarf elimdeydi fakat asansörde ya da
asansörden indikten sonra onu açmak gibi bir acelem yoktu. Üstünde adım bile
yazmıyordu. Resmi bir şey olmadığı, içinden bir saçmalık çıkacağı fazlasıyla belliydi.
Binadan çıktığımda Ekim ayının ne soğuk ne
sıcak denemeyecek garip havasıyla birlikte çevrelenmiştim.
Lobide, her zaman dikildiği köşede duran Doğan
ben asansörden çıktıktan sonra bir adım arkamdan ilerlemeye başlamıştı.
“Sinan aracınızı getiriyor,” dediğinde başımı
belli belirsiz kıpırdatmakla yetindim.
Yeliz çıktığımı çoktan onlara duyurmuş
olmalıydı. Bu bir rutindi.
İki dakikadan az bir süre içinde arabam
binanın dış merdivenlerinin bitimindeydi.
Sürücü koltuğundaki Sinan inmedi. Arka kapıyı
açarak yerime yerleştiğimde, Doğan da çoktan öndeki yerini almıştı.
“Eve mi Ateş Bey?” diyerek konuşan Sinan’ı
onayladım.
Araba hareket etmeye başladığında oturduğum
yerde geriye doğru yaslanarak bakışlarımı birkaç saniyeliğine camdan dışarıya
odakladım. Akıp giden yol, araba hızlandıkça bulanırken elimde tutmayı
bırakmadığım zarfın farkındalığıyla sıkılmış bir tavır aldım.
Zarfın yapıştırılarak kapanmış ağzını
çekiştirmek yerine yan kısmından düzgün bir şekilde yırttığımda o parça
kopamadan içindeki kâğıt çıkacak kadar yer açılmıştı.
Dörde katlanmış, katlanırken de hiçbir özen
gösterilmemiş olan kâğıdı elime aldığımda zarfı koltuğun kenarına doğru
bırakmıştım.
Ateş, şeklinde başlayan ilk satırı gördüğümde gözlerim geriye doğru kayacak
gibi oldu. Ciddi ciddi bir mektup muydu bu?
Sözcüklerin devamını okumak için büyük bir
hevesim yoktu ancak ufacık da olsa bir merak hissediyordum. Kim bununla
uğraşmıştı acaba?
Gözlerim kâğıdın geri kalanında hızla dolandı.
Satırları okudum, cümleler birbiri ardına dizildi.
Parmaklarımla elimdeki beyaz kâğıdı un ufak
edecekmiş gibi sıkıyor olduğumu fark ettiğimde yutkundum.
“Sinan,” dedim oyalanmadan. Aynadan bakışları
bana doğru çevrilen bakışlarına karşılık verirken dudaklarım aralandı. “Eve
gitmiyoruz.”
İş çıkışı sağa sola giden, ev dışında bir yerlerde
zaman öldüren bir adam olmayışım ve arabanın içindeki diğer iki adamın beni
uzun yıllardır tanıyıp bu bilgiyi ezbere bilişi birleştiğinde Doğan omuzunun
üstünden bana doğru döndü. Sinan da araba kullanıyor olmasa aynısını yapardı
sanırım.
Ev yerine gideceğimiz yerin adresini
söylememin ve onların bana soru soramadıkları için kendi meraklarıyla
kıvrandıkları anların devamında, elli dakika kadar sonra araba durdu.
Araba durmadan dakikalar öncesinden nasıl bir
yere gideceğimize dair ipuçları görünür olmaya başlamıştı fakat yine de daha
düşük olan ihtimale tutunarak varış noktasının beni şaşırtmasını ummuştum.
“Doğru yerde miyiz?” diye soran Sinan, arabayı
durdurduğu andan beri ön camdan etrafı izliyordu.
“Bilmiyorum,” dedim durgun bir sesle.
“Birazdan anlayacağız.”
Kapıma uzanıp açtığımda arabadan indiğim gibi
onlar da aynı anda arabadan indiler. Aynı anda aynı hareketleri yapmaları ikiz olmalarının dışında benimle
geçirdikleri zamanlarla da ilgiliydi.
Bakışlarımı etrafta dolaştırdım. Arabanın
içinden görünenden farklı değildi.
Burası bir enkazdan farksızdı.
Gecekonduların serpiştirildiği mahallede,
diğer geçtiğimiz sokaklara nazaran daha az yaşam belirtisi olan bir ara
sokaktaydık.
“On üç numara,” dedim kendi kendime konuşur
gibi. Görüş açımda olan evlerin kapılarına iliştirilmiş kırmızı çerçeveli
numaraları inceledim.
On beş ve on altıyı görüyordum. Arkamı dönerek
sokağın diğer tarafındaki kapılara bakacağım sırada Doğan’ı duydum.
“Sol çapraz,” dedi ondan duymaya alışkın
olduğum sakin sesiyle. Dediği yere dönerken Sinan’ın da bana eşlik ettiğini
anlayabildim.
Çatısı tepesinde durmasa, ev olduğuna beni
kimsenin inandıramayacağı, ortalama bir evin en fazla iki odası kadar büyük
görünen yapıya baktığımda boynumdaki ağrı arttı.
Demirden dökülmüş olduğu belli olan, fazla
kullanılmaktan yıpranmış görünen kapının kenarında yazılı ‘on üç’ sayısıyla
bakışlarımı daha fazla sokakta gezdirmeme gerek kalmadığını anlamıştım.
Eve doğru adımlarken, sokağın ortasına
bıraktığımız arabanın etraftaki tek tük insanlardan aldığı garip bakışların
farkındaydım. Bakışları umursamadan, hiçbirine karşılık vermeden adımlarımı o
eve doğru hızlandırdım.
Demir kapının önüne geldiğimde Doğan benden
önce davrandı. “Geride durun isterseniz, Ateş Bey.”
Onu dinlemeden demir kapıya birkaç kez elimle
vurdum. Çalınabilecek bir zili görünürde bulamamış, elimdeki diğer çare olan
yumruğumu kullanmıştım.
Demir kapı yumruğumla titredi, kulak
tırmalayan bir ses çıktı ama kapı açılacak gibi değildi.
“Kimse var mı?” diye seslendim kapının hemen
yanındaki demir parmaklıklarla kaplı pencereye doğru eğilerek. Elimi demirlerin
arasından geçirip bir iki kez de cama vurdum.
“Biz tam olarak kime ulaşmaya çalışıyoruz?”
diye soran Sinan’ı duydum ancak ona doğru dönmedim. Kapı açılmadıkça omuzlarım
geriliyor, aklımdaki ihtimaller birbiri ardına dizilerek beni sıkıyordu.
Yalan
söylemiştir diyerek beni rahatlatmayı ve buradan bir
an önce gitmeyi uman sesime eşlik eden diğer ses ya gerçekse diyordu.
İkinci ses, ilk sesi ve başka duyulabilecek
tüm sesleri bastırdığında Doğan ve Sinan’a doğru döndüm. “Kırın şu kapıyı.”
Önce bana, ardından birbirlerine baktılar. En
sonunda yine bana döndüler.
“Ateş Bey-…” diyecek oldu Sinan ama devam
etmesine izin vermedim. “Sorgulama beni,” dedim bakışlarımı yüzüne dikerek.
“Tamam,” dedi Doğan yatıştırmak ister gibi.
“Kapı ayakta zor duruyor zaten, kilitli değilse iki tekmeyle açılır.”
Sinan’a gerek kalmadan kapının kilidine doğru
denk getirdiği bir tekme savurdu. Kapı sarsıldı. Yumruğumla bile titremişti,
yediği tekmeyle yıkılmak üzere olması normaldi.
Doğan’ın ikinci vuruşunun ardından kapı
söylediği gibi geriye doğru açıldığında içeriden dışarıya gelen tek şey
havasızlıktan boğuklaşan bir koku oldu.
İçeriye uzun zamandır kimsenin girmediğini,
giren varsa da camları açıp evi havalandırmaktan bihaber olduğunu gösteren
belirtiyle birlikte düşünmeden içeri adımladım.
Arkamdan gelen iki çift adım sesi duyuyordum
ama onlara hiç bakmadım.
Evin gezinilecek büyük bir alanı yoktu. Kapı
zaten salona benzeyen bir yere açılmıştı.
Eski püskü bir koltuk, birbiriyle alakasız
görünen masa ve sandalyeler alanı olduğundan daha garip gösterirken bakışlarım
hiç kimsenin bulunmadığı odayı didik didik aradı.
“Diğer odaya,” diyebildim onları yönlendirmek
için. Bulunduğum yerde takılı kalmış gibi duraksamıştım. O mektubun bir yalan
olması ve burada boşu boşuna bulunuyor olmak adına neden umut besliyordum?
Burası bir harabeden ibaretti. Bir insanın
barınabileceği bir yer değildi. Hayvan bağlasan durmaz bir yıkıntıydı.
Bir tarafı diğer kısmına göre çökmüş, kırık
görünen koltukta takılı kalan bakışlarım kıpırdamazken dediğimi dinleyerek
diğer odaya gidenin Sinan olduğunu sesini duyunca anlayabildim.
Yanımda kalan Doğan benimle aynı anda
hareketlense de oraya varmakta ben öncelikliydim.
“Ateş Bey!” diyerek seslenen Sinan’ın sesinin
geldiği yere, salondan açılan kırdığımız demir kapı dışındaki diğer kapıya
yürüdüm. Girdiğim yerin salondan beter bir mutfak olduğunu görebildim önce.
Kirli, yetersiz, karanlık sayılabilecek bir
mutfak…
Sinan’ın bana seslenmesine neden olan mutfağın
bu özellikleri değildi ama.
Mutfak dolaplarından -kapağı kırık olmayan bir
tanesiydi bu- birine sırtı yaslı, bacakları öne doğru uzanmış halde oturan bir
beden vardı.
Ufacık,
evin küçüklüğünü büyük kılacak kadar minik bir beden…
Sinan’ın çenesinden tuttuğu, başını
doğrulttuğu bedene öyle kısa bir süre bakabilmiştim ki… Gözleri kapalı, rengi
soluk, hareketsiz; nefes alabiliyor olduğuna dair en ufak bir belirti bile
yoktu.
“Hassiktir,” diye mırıldanan Doğan’ı duydum.
Arkamda bir yerde duruyordu, benimle aynı yere baktığından emindim. “Yaşıyor
mu?” diye sordu.
“Soğuk her yeri, buz tutmuş gibi ama göğsü
kıpırdıyor.” Sinan’ın apar topar söylediklerinden sonra Doğan direkt telefonuna
sarıldı. Yanıma doğru geldiği için artık onu görüyordum. Bakışları beni buldu.
“Ambulans…” dedi tereddüt eder gibi. “Ambulans çağırayım değil mi?”
Başımı çok az oynattım. Olumlu tepkimin
ardından saniyeler içinde telefonunu kulağına yaslamıştı.
Doğan’ın telefonda neler konuştuğunu, kime ne
anlattığını duymadım hiç. Sinan bir şeyler söylüyordu, onu da dinlemedim.
Olduğum yerden ne bir adım ileri ne geri
geldim. Adımlarım yere çakılı kalmış gibi kaldım öylece.
Kulaklarım uğulduyordu. Sesleri ayırt
edemiyordum.
Tek yaptığım olduğum yerden o minik bedene
doğru bakmaktı. İki büklüm kalmıştı. Başını ayakta tutan tek güç Sinan’ın
elleriydi.
Burası soğuktu, pisti, havasızdı. Kaç gündür
burada, kaç saattir bu haldeydi?
Ben o mektubu okumadan çöpe fırlatsaydım bir
başkası bu eve o kapıyı kırıp girecek miydi?
Sorular çok fazlaydı.
Dakikalarımı bu sorularla harcadığımı mutfağa
giren sağlık ekipleriyle birlikte algıladım.
Elinde bir çanta bulunan kadın yanımdan geçti,
onun yanında yere doğru çöktü. Kadına kendinden biraz daha yaşça küçük duran
bir adam yardım ediyordu.
Bir şeyler yaptılar, ne yaptıklarını
anlayamadım. Küçücüktü, önüne iki beden geçince görüş açımdan çıkmıştı.
Sadece ara ara sarıya çalan, apaçık kumral saç
tutamlarını görüyordum sağlıkçıların kollarının arasından. Bozulmuş, düzensiz
bebek bukleleri vardı.
“Ateş Bey,” diyerek koluma tereddütle dokunan
Sinan’ı duyduğumda irkilerek ona baktım. “Hastaneye götürecekler bebeği, eğer
ailesini tanıyorsanız… Hakkında bir şeyler soruyorlar, biz bilmiyoruz. Haber
verelim ailesine.”
Dudaklarım aralandı. Bir şeyler söylemek
istedim ama ne söyleyeceğimi bulamadım. Beni bu halde, bu denli afallamış
görmeye alışkın değillerdi. İki kardeşin büyük bir şaşkınlıkla hareketlerimi
takip ettiğini görüyordum.
Minik bedenini sedyeye ya da bir sandalyeye
bırakmadılar. Erkek olan görevli onu kucaklayıp ayaklandığında solgunluğu henüz
geçmeyen yüzüne, kapalı gözlerine baktım. Bir süre bakışlarım yüzünden
kopamadı.
“Ailesine ulaştınız mı?” diye soran kadına
döndüm zar zor. “Annesi, babası… Herhangi biri ya da.”
“Babası,” dedim pürüzlü bir sesle. “Babası benim.”
İki yanımda duruyor olan adamların buna ne
tepki verdiklerine dönüp bakmadım. Kadın kaşları anlamazlıkla çatılarak yüzümü
süzdü.
“Tamam,” dedi uzatmadan. “Bir hastalığı, bir
alerjisi var mı?”
“Bilmiyorum,” dedim sözcüğün yarısında tıkanırken.
Kadının bakışları iyice garipleşti. “Kimliği nerede?” dedi bu kez.
“Bilmiyorum,” dedim az önceki gibi.
“Dalga mı geçiyorsunuz beyefendi?” diyerek
patladığında kıpırdamadım. Kızmadım, geri çekilmedim.
Haklıydı.
“Ayşe uzatma tamam, şokta belli ki. Hastaneye
geçelim artık.”
Kucağında onu tutan adam konuştuğunda önümdeki
kadın derin bir nefes aldı. Başını sallayarak adamı onayladıktan sonra ikisi
peş peşe mutfaktan çıktılar. Hemen sonra evden de çıkacaklardı.
Bedenimin şu an kaldırabileceği kadar hızlı davranarak
arkalarından ilerledim. Hiçbir şey söylemeden benimle geliyor olan Doğan ve
Sinan da en az benim kadar hızlılardı.
Birkaç dakika sonra ambulansın hemen arkasında
yol alıyor olan arabamda, arka koltuktaydım yine.
Bakışlarımı ambulansın arka kapısından
ayırmıyordum. İçindeydi. Ne yapıyordu? Nefes alıyor muydu? Geç mi kalmıştım?
Geldiğimiz hastanenin neresi olduğuna bile
bakmadan araba durur durmaz indim. Ambulanstan bu kez birinin kucağında değil,
bedeninin katbekat büyüklüğünde sedyenin üzerinde çıkarıldı.
Ağzına kapatılan maske küçüktü, sanırım
çocuklar içindi ama yine de ona büyük gelmiş ve yüzünü kaplamıştı.
Acil girişinden hızlıca sedyeyle birlikte
geçen ve devamında gözden kaybolan kalabalığın ardından geride yalnızca biz
kalmıştık.
“Git,” dedim elimle ileriyi gösterirken. Sinan
fırladı hemen. “Ne oluyor öğren.”
Sinan da onlarla birlikte gittiğinde yanımda
sadece Doğan vardı şimdi.
“Şöyle oturun, iyi görünmüyorsunuz.” diyerek
beni bir yere doğru çekmek istedi ama direndim.
“Ateş Bey,” dedi bu kez daha sakin durarak.
“Haddimi aşmak istemem ama bir şeyler söylerseniz size yardımcı olalım, böyle
bir anda… Ne olduğunu anlayamadık.”
Ceketimin iç cebinde duran kâğıda uzanmak için
kolumu kaldırdım. Çok uğraşmadan kâğıdı alıp ona doğru uzattım.
Bunu oturup herkese anlatacak değildim. Bir
şeyler anlatacağım bir dolu insan da yoktu etrafımda zaten fakat bundan sonra
onlar her zaman olduğu gibi benim etrafımda dolanırken ‘o’nun da etrafında
olacaklardı ve olan biteni bilmelilerdi.
Doğan kâğıdı aldı. Okumak için kısa bir süre
harcadı ancak sindirmek için gereken zaman bu kadar kısa olmayacaktı elbette.
Doğan ne zaman okuduklarını sindirirdi, ne
zaman algısı yerine gelirdi bilmiyordum. Ancak bir şekilde bu gerçekleşecekti.
Oysa kendim için bin yıl da biçsem, o
mektuptakiler aklımda düzgünce bir yere yerleşip kalamayacaktı.
Ben bugün yüzleştiklerimle öyle kolay
hesaplaşamayacaktım.
~
“Birkaç gün sürermiş sonuçların çıkması,
hızlandırabilir miyiz diye irdeledim ama en erken yarın olabildi. Bu gece
çıkması mümkün değilmiş.”
Duvarda duran, anlamsız renklerle bir bütün
oluşturulmaya çalışılarak oluşturulmuş kare tabloda bir süredir konaklıyor olan
bakışlarım konuşmasıyla birlikte Sinan’ı buldu.
“Acelesi yok,” dedim durgun bir sesle. Acelesi
gerçekten yoktu çünkü.
Ne bir test sonucuna ne de bir başka bilimsel
gerçeğe ihtiyacım vardı. Ben o gözleri kapalı, iki büklüm bedeni gördüğüm anda
göğsüme taşınan baskıdan beri sonuçları zaten biliyordum.
Nefes almama ihtimalini düşünerek yüzüne
uzunca bakamadığımda, korkum onu ilk gördüğüm anın cansız bedeniyle karşımda
dururken gerçekleşmiş olmasınaydı.
Ben o eve bedenini ilk ve son kez görmeye
gitmiş olabilirdim. Üstelik mektubu yırtıp atsam, okumasam; okuyup da inanmasam…
Katili ben mi olurdum?
Birini
ölüme terk ettiğini hiç bilmeyen bir katil olurdum.
“İçeri girebileceğinizi söylediler. Zor oldu
biraz ama bu test mevzusunu anlatınca sorun etmediler.”
Resmi olarak hiçbir bağım yoktu. Küçük
bedeninin yanına öylece tanımadıkları birini almamaları iyiye işaretti,
mantıklı olan buydu.
“Girmeyeceğim,” dedim bakışlarımı Sinan’dan
çekip. Sinan konuştukça konuşuyor, hiç susmuyordu.
Onu yollamalı, Doğan’ı burada tutmalıydım.
Yanlış ikizi seçmek benim suçumdu.
“Test istemeyecek kadar onun babası
olduğunuzdan eminsiniz ama yanına girmeyeceksiniz… Doğru mu anlıyorum?”
Doğru anlıyordu.
“Sessiz kalamayacaksan, dışarıda bekle artık
Sinan.” Taviz vermeyeceğimi belli ettiğim şekilde konuştuğumda Sinan’ı bir daha
hiç duymadım.
Zamanın ne hızda geçtiğini ve arkamda ne kadar
saat bıraktığımı kontrol etmeden oturmayı sürdürdüm. Hastanenin koridorunda,
oldukça rahatsız bir sandalyede oturmama ve etrafta beni irrite edecek çok
fazla şey olmasına rağmen aklımdaki tek şey oydu.
Ceketimin cebinde duran telefonum titreyerek
dikkatimi dağıttığında elimi kaldırdım. Telefonu çıkartıp arayanı gördüğümde
hiç oyalanmadan yanıtlamıştım aramayı.
“Ne yaptın?” diye sordum Doğan’ın konuşmasını
beklemeden.
“Elimden geldiğince işlerine dahil oldum ama
polisler pek sevinmedi tabii buna, çocuğu bulanın biz olduğumuzu söyleyince çok
geri itilmedim. Evi aradılar, komşularla konuştular. Elle tutulur hiçbir şey
yok. Sadece kimlik vardı, onu da polisler aldı ben bakamadan. Muhtemelen
hastaneye getirirler.”
“Nasıl yok?” dedim hayretle. “Komşuların
gördüğü şahit olduğu hiçbir şey nasıl olmaz?”
“Bilmiyorum Ateş Bey. Bir bit yeniği var belli
ki fakat aklıma pek bir şey gelmedi, belki de hep bu evde değillerdi. Son
zamanlarda geldilerse komşuların ruhu duymamıştır.”
Ruhları duymamıştı, evet. Bir duvar ötelerinde
küçük bir kız çocuğu neredeyse son nefesini verirken kimsenin ruhu duymamıştı.
“Tamam,” dedim uzatmadan. “Buraya dönme. Evde
onun kalabileceği, ihtiyacı olan her şeyin olabileceği bir oda ayarla. Sinan’ı
da yollayacağım. Başka kimseyi karıştırmadan boş odalardan birini onun odası
haline getireceksiniz. Yarın olmadan bitsin.”
“Nasıl isterseniz,” dedi itiraz etmeden.
Telefonu kapattığında beni zaten duymuş olan Sinan’a doğru baktım. Konuşmama
gerek kalmadan ayaklandı. “Yalnız kalmak istediğinizden emin misiniz?
Kalsaydım, Doğan halleder odayı.”
Başımla koridorun çıkışını işaret ettiğimde
başka bir şey söylemeden adımlamaya başladı. Arkasından uzun uzun bakmak yerine
tekrar önüme dönüp o saçma tabloya odaklandım. Renklerin uyumsuzluğunda,
çizgilerin kusurlarında bakışlarım dolanırken bir süre daha geçmişti aradan.
Koridordan gelip geçenler oluyordu ama biri
fazlasıyla yakınımdan geçtiğinde az öncekilerden farklı olarak tepkisiz kalmamış,
başımı oynatmıştım.
“Ateş Bey?” diyerek soru sorar gibi konuşsa da
bakışlarındaki netlik kim olduğumu gayet iyi bildiğini gösteriyordu. Yaşını
tahmin edebileceğim kadar uzun incelemediğim, ufak tefek bir kadındı.
Giydikleri sanırım hemşire kıyafetleriydi.
“Evet,” dedim adımı doğru söylediğini
onaylayarak.
“Küçük hastamız uyandı, bilmek istersiniz diye
düşündüm.”
Omuzlarım gerildi. Dinlenmek yerine stres dolu
saatler geçirerek ağrısını dindirmektense katladığım boynum zonklarken bir an
duraksadım.
“Tamam,” dedim konuşabildiğimde.
“Teşekkürler.”
Kadın söylediklerinin ardından ayaklanmamı ya
da daha ağır bir tepki vermemi bekliyor gibi afallamıştı. Verdiği bilgiyle beni
hareketlendireceğini düşünmüştü sanırım.
DNA testi konusunun, kimliksiz hastaneye gelen
ve açlıktan bilincini yitirecek kadar yorgun düşen bir çocuğun babası olma
ihtimalimin beni tanıyanlar için nasıl çarpıcı göründüğünün farkındaydım.
Ülke dışına dahi yayılmış olan bir markanın
hem kurucusu hem de her şeyiyle sahibiydim. Özellikle belirli bir yaş grubuna
mensup kadın nüfus tarafından tanınmam işten bile değildi. Karşımdaki hemşire
de sanırım beni bu yönden tanıyor ve bir şeyler çözümlemeye çalışıyordu.
Kadın daha fazla benim tepemde durmasının
garip kaçacağını sonunda fark ederek hareketlendiğinde o gidemeden ani bir
şekilde konuştum. “O…” diyebildim önce sadece. “İyi mi?”
Benden sonunda insani bir tepki alabildiği
için rahatlamış gibi görünerek konuştu. “Daha iyi,” dedi başını sallayarak.
“Serumla bolca takviye aldı uyurken, değerleri olması gerektiği gibi. Yarın
sabah tekrar kan alınıp son bir değerlendirme yapılacak.”
Bu kez sesli bir şey söyleyerek değil, başımı
kıpırdatarak ‘tamam’ dedim. Kendi içimden birkaç kez tekrarladım iyi olduğunu.
“Bizle pek konuşmadı, siz şansınızı denemek
isterseniz…”
Konuşmamıştı. Neden?
Korkuyordur
diye düşündüm. Ufacıktı. Bir metreyi bile aşmadığından
emin olduğum boyuyla, bir elimle tutup kaldırsam saatlerce beni yormayacak
ağırlığıyla ufacık bir şeydi. Açlıkla sınanmak, o enkaza benzer derme çatma
duvarlar arasında barınmak bedenine kaldırabileceğinden fazlasını veriyorken
kalbini de rahat bırakmamış olmalıydı.
Başımı geçiştirir gibi salladım. Hemşire daha
fazla bir şey söylemeden yanımdan uzaklaştığında oturduğum yerde gözlerimi
kapatarak bir süre kalakalmıştım.
Doğan ve Sinan’ı yanımdan yollamak işlerin
hızlı ilerlemesi ve yarına kadar bitmesi için önemliydi. Evimdeki düzeni emanet
edebileceğim kişileri kafama göre seçemez, bu kısa süre içinde bununla
uğraşamazdım. Ancak en azından birinin burada olmasına ve içeri girip onu
kontrol etmesine ihtiyacım vardı şimdi.
Ben
yapamazdım.
Tek
başıma ona yaklaşamazdım.
~
Gece geride kalıp, sabahın ilk ışıkları
yükselirken birbirini tekrar eden günlere ve aynı başlayan sabahlara aşina olan
Ateş, bulunduğu yer ve hal bakımından bundan önceki günlerinden hayli
farklıydı.
Kurulu alarmıyla birlikte her güne aynı saatte
başlardı. Tek fark işe gideceği ve gitmeyeceği günlerdeydi. Bu sabah ise diğer
tüm sabahlardan farklıydı.
İlk fark, uykudan uyandığı bir sabaha değil
uykusuz bitirdiği bir gecenin devamına gelmiş gibi hissetmesindeydi. İkinci
fark ise ilkini değersiz kılacak kadar büyüktü.
Ateş bu sabaha baba olduğunu bilerek başlıyordu.
Sinan’ın yarın çıkacak dediği sonuçlar,
sabahın ilk saatlerinde eline bırakılan bir kâğıt parçasına yazılmıştı.
Sonuçları bildiğini savunsa da elinde tutuyor olmak daha da gerçekçiydi
elbette.
Yerinden kıpırdamadan geceyi sabah ettiği için
bolca bakışa ve gerekli gereksiz koridordan geçen insanların fısıltı sandıkları
dedikodularına şahit olmuştu. Tek bir tepkiyle herkesi püskürtebileceğini
biliyordu ancak böyle bir adam değildi.
Gücünün farkında olan ancak o gücü kullanmaya
yeltenmeyen bir adamdı. Sebepleri kendince derin, kendince önemliydi.
Bağırıp çağırmaz, üstünlük yarışına girmez,
övülmekten kaçar ve bir şekilde soyadından da başarılarından da sıyrılmak
isterdi. Bu hiç kavuşamadığı ama düşlemekten de vazgeçemediği bir ikilemdi.
Pozitif olduğunu gördükten sonra düzgünce
katlayıp ceketinin cebine, eline dün geçen mektubun hemen yanına koymuştu test
sonuçlarının yazdığı kâğıdı. Bir değil, iki kanıta sahipti artık. Fakat bu
cesaretlenip de tüm gece izlediği o kapıyı açabilmesine yaramıyordu hâlâ.
Gece belli aralıklarla kontrol için gelen iki
hemşire, yarım saat kadar önce odaya girip çok geçmeden çıkan doktor dışında o
kapıyı aralayan kimse olmamıştı.
Ateş, dışarıdan biri girmedikçe açılmayacağına
kendini şartladığı kapı beklemediği bir anda geriye doğru aralandığında telaşla
ayağa kalkışını kontrol edememişti.
Kapının koluna erişmeyen boyu ve üstündeki
yerlere doğru salınan hastane kıyafetiyle birlikte kapının boşluğundan görünen
bedeni fark etmek için başını eğmesi ve yere doğru bakması gerekmişti.
Aralarındaki boy farkı absürttü. Ateş karşıya
bakarak yürüse, bu yerden bitme bedeni görmez ve çarpıp düşürebilirdi.
Gözleri kapalı, baygın halde gördüğü ve solgun
teniyle tanıştığı kız çocuğunun dünkü halinin artık görünür olmadığını
algılamak Ateş için saatlerdir gelen tek iyi haberdi.
“Umay,”
dedi test sonuçlarıyla birlikte eline tutuşturulan kimlikten öğrendiği ismi ilk
kez sesli olarak dillendirirken.
Birkaç kez daha tekrarlamak, dilini buna
alıştırmak istemişti. Bu isimde biriyle daha önce tanışmamıştı, ilk kez
seslendiriyor ilk kez hecelerini birleştiriyordu.
Adının hiç tanımadığı, konuşana kadar kapının
karşısındaki duvarın önünde durduğunu bile fark etmediği biri tarafından
seslenildiğini duyduğunda Umay’ın ilk tepkisi odaya geri koşturmak oldu.
Kısa bacakları, yorgunluğu geçmeyen bedeni ve
şaşkınlığı koşuşunu biraz etkisiz kılmıştı. Yalpalayan adımlarla penguen gibi
odaya geri giren küçük kızı izlerken Ateş de en az onun kadar şaşkındı şimdi.
Daha koşmayı bile bilmiyordu. Hayatın bu kadar
başında olmak ne demekti?
“Korkma,” oldu kızına karşı ikinci sözcüğü.
İlki adıydı, ikincisi ise -henüz ikisi de bilmese de- küçük kızın en ihtiyacı
olandı.
Umay açtığı kapıyı kapatmak yerine yarı aralı
duran kapının arkasına doğru geçti. Başını hafifçe kenardan uzatıp koridora
doğru baktı. Ajanlık yapıyor gibi dursa da farkında bile olmadan bedeninin
yarısı kapıdan Ateş’e görünüyordu zaten.
“Koykmadım,” dedi yuttuğu ‘r’ harfiyle sözcüğü
yeni bir görünüşe bürürken. Kısık bir fısıltıydı ancak Ateş öyle dikkat
kesilmiş haldeydi ki rahatça duyabilmişti.
“Nereye gidiyordun öyle?” diye sordu Ateş.
Böyle böyle her şeyi konuşabilir, öğrenmek istediklerini öğrenebilirmiş gibi
bir umutla dolmuştu. Üç yaşını on gün kadar önce dolduran bir bebekten
beklentilerini düşürmesi gerektiğini biraz sonra anlayacaktı.
Umay sorulan soruyu duysa da duymamış gibi
bakışlarını zemine doğru çevirmişti. Yüzüne düşmesin diye hemşirelerden birinin
tepesinde küçük bir lastik tokayla toparladığı sarıya çalan saçları sallandı o
bunu yaparken.
Ateş karşısında yaramazlık yapmış gibi sinen,
pişman pişman yere bakan çocukla birlikte garip bir baskının altındaydı şimdi.
Yanlış mı konuşmuştu, ne demişti de yüzüne bakmak yerine yere bakıyordu?
“Yatağa dönmelisin,” dedi Ateş ne diyeceğini
bilemeyerek. Kendini uzun uzun açıklasa da ona ne ifade edeceğini
kestiremiyordu.
Bu nasıl söylenirdi?
Selam,
ben senin babanım. Babanmışım yani, ben de yeni öğrendim. Benimle yaşayacaksın
artık, buradan çıkınca o harabeye değil kendine ait ferah bir odaya varacağız.
Umay için bunlar ne demek olurdu? Üç yaşında
bir bebeğe tüm bunlar nasıl anlatılırdı?
“Psikolog…” diye mırıldandı kendi kendine.
Ateş konuşurken onun ne dediğini çözemeyen Umay, ayağındaki ona biraz büyük
gelen açık renk çoraplardan belli olacak şekilde parmaklarını bükmüştü içe
doğru.
Ateş telefonuna uzandı. Hızla Doğan’ı aradı.
Telefon üçüncü kez çalmadan açılmıştı.
“Ateş Bey?” diyerek yanıtladı Doğan.
“Çocuk psikoloğu,” dedi Ateş. “En iyisi, en
tecrübelisi kimse onu bul. Bugün içerisinde randevu ayarla.”
Kısa bir süre ses gelmedi hattın ucundan.
Doğan bu süreyi elinden geldiğince sınırlı tutarak hemen konuşmaya dönmüştü.
“Tabii, hemen araştırıyorum. Merak etmeyin.”
“Oda işi ne oldu?” diye sordu Ateş. Doğan ile
konuşuyordu ancak bakışları kapıdaydı. Kapının arkasında duran, parmaklarıyla
ahşap kapıyı kavramış olan bedeni izliyordu.
“Halledildi, temizlik yapılıyor şimdi.
Bittiğinde Sinan size fotoğrafları iletir. Ben psikolog işiyle ilgileneceğim o
halde.”
Ateş başka bir şey söylemeyeceği için
uzatmadan aramayı sonlandırdığında Doğan diğer uçta ‘ne yaptıklarını’ sormadığı
için endişeliydi. Bir bebeği ve onun babası olduğu bilmem kaç saattir öğrenmiş
halde şaşkın bir adamı baş başa bırakmak normal şartlarda ne kadar riskliyse,
Ateş Karmen şartlarında on kat riskliydi.
Ateş telefonu kapatıp cebine koyduktan sonra
artık ikinci bir meşguliyeti kalmamıştı.
“Umay,” dedi yine. Adını söylemeyi aklına
geldikçe tekrarlamalıydı. Bir şekilde bu isim aklına kendi ismi kadar kalıcı
kazınmalıydı.
“Ney?” diye bir ses geldi kapıya yapışık küçük
kızdan. Nezaket oranı Ateş’i neredeyse güldürecekti.
“Yatağa dönmek istemiyor musun? Uzanıp
dinlenmen lazım.”
Umay başını iki yana sallamakla yetindi.
İstemiyordu.
Ateş nasıl bir yola başvurması gerektiğini
bulmakla uğraşırken öne doğru adımladı. Adımladığının, kapıya yaklaştığının farkında
değildi öyle pek.
Umay ise onun aksine kendisine doğru gelen
koca bedenin oldukça farkındaydı. Nefesini tutarak geriye doğru kendisini
çekmesine, bir nevi kalçasının üstüne atlar gibi düşmesine neden olan da buydu.
Ateş, kızına doğru attığı bir adımın onu yere
düşürecek kadar korkunç olduğunu kavradığında sarsılan ifadesini toparlamaya
uğraşmadan iki adım daha attı. Odanın sınırına girmesine, kapının arkasında
kalmasına neden olan bu iki adım yetmemiş, yere doğru hızla çökmüştü.
Hastane zeminine bu denli yakın olmak onun
için keyifli değildi, dizlerini yere değdirmeden bükerek yerde durmasının çok
uzun süremeyeceğini de biliyordu fakat tüm odağı yere yapışan çocuktaydı.
Bir yerine bir şey olup olmadığını anlamak
için yüzüne bakamıyordu, başını resmen ikiye katlamış gibi eğmişti Umay. Çenesi
göğsüne değiyordu.
Canı acısa ağlayacağını, ağlasa sesini
duyacağını düşünerek kendini telkin ederken buna dayanamayarak seslendi. “Acıdı
mı bir yerin?”
Umay’ın dudaklarından fırlayan tek ses ufak
bir nefes sesiydi. İç çekişe benzer ancak kuvvetsiz sesle birlikte Ateş başına
ağrılar saplanacak kadar derinden çattığı kaşlarıyla ona uzandı. Her yere, her
şeye, herkese temas edebilen bir adam değildi. Sevmezdi. Uzandığı yere
varamadan titremeye başlayan parmaklarının nedeni ise sevmemekten çok uzaktı.
Korkularıyla çevrelenme konusunda Umay yalnız
değildi, Ateş de onun kadar korku doluydu.
Avucundan küçük bir yüze, görünürde pamuğa
benzeyen ve hassaslığı bin metre öteden belli tene dokunduğunda onu avuçlarında
paralayacakmış gibi korkmuştu.
Çenesine tüy kadar hafif bir dokunuşla değen
parmakları, azıcık bir teşvikle Umay’ın başını kaldırdığında Ateş onu yakacak
olanın hangisi olduğu seçememişti.
Kızına ilk
kez dokunuyordu. Az önce kendisi
yüzünden yere düşen kızına ilk kez dokunmuştu. Sesi çıkmıyor diye
ağlamadığını düşündüğü kız çocuğu, yanaklarından iri iri yaşlar yuvarlıyor sessizce ağlıyordu. Üç yaşında bir bebek
ne diye gıkını çıkartmadan ağlardı?
Tüm bunların yanında, yanacağı bin ayrı şey
yokmuş gibi bakakaldığı yer ise bir çift gözdü.
Sağ gözünde mavi, kendi gözleriyle
karıştıracağı kadar onunkilere benzer bir renk taşıyordu. Ateş’i vurulmuşa
çeviren, sol gözüydü. Mavi halkanın yarısından çoğu açık kahve bir gölgeyle
bulutlanmış, iki farklı renk birbirine dolanmıştı gözbebeğinde.
İki gözü farklı renk olan insanların
varlığından haberdardı ancak bu farklılığın bu şekilde ortaya çıkabileceğinden
bihaberdi Ateş.
Kızının bir gözü onun mavisine boyalıydı,
diğerinin mavisine ise kahverengi izler düşmüştü.
O an, nasıl bir hayranlıkla baktığının
farkında değildi ama tüm açıklığıyla sunduğu bu hayranlık Umay’ın korkusunun
birazını silip atan şey oldu.
“Göslerimden su akıyo,” derken dileği bir
peçeteyle yanaklarının kurulanmasıydı. Ateş ise onun bu üstü kapalı dileğini çözemeyecek
kadar büyülenmişti.
Mükemmel yüzler, mükemmel bedenler… İşi gereği
hepsiyle içli dışlı bir adamdı, güzele de estetik olarak ruha güzel gelene de
aşinaydı belki ama daha önce böyle çarpılmamıştı.
İlkti, son değildi. Ateş bunu çekinmeden
kendine itiraf ederken göğsünde bir sıcaklık hissetti. Aklı baba olduğunu
sindirmekte aceleciydi, kalbi ise bu adımları biraz daha yavaş atıyor olacaktı.
~~~
O kadar hevesli ve
heyecanlıyım ki bu kurgu için… Yazmayı düşündüğüm sahneler aklıma düştükçe içim
sıcacık oluyor
Gelenekselleşmek üzere
olan sorumu da sormak istiyorum, ilk izlenimleriniz nasıl? Neler düşündürdü
giriş bölümü size?
Umarım güzel bir
başlangıç olmuştur ve devamı da öylece gelir
Öptüm çok
Çok tatlı umay yaaa yiyeceğim onuuuuu
YanıtlaSilÇok heyecanlıyım ilk bölümdem favorim oldu ve bitecek korlusuyla okudum
YanıtlaSilAyy aile kurgusı okumaya bayılıyorum unarım bölümler çabukk ilerler
YanıtlaSilumaya kiyamam kuzum ya neyseki babasi adam cikti yavrumun hayati duzelicek
YanıtlaSilYa şimdi biz bunun devamını istemeyelim de ne yapalım?
YanıtlaSil