Gözyaşı Kadehleri 14.Bölüm

 14.BÖLÜM



“Kahveniz, hocam.” Önüme uzatılan koyu mavi, fazlaca büyük fincana doğru baktığım bir iki saniyenin ardından bakışlarım konuşan kişiye çevrildi.

“Kahve istememiştim,” dedim fincana uzanmak için hiçbir çaba göstermeden.

İsmini hatırlamak için kendimi zorladığım sırada bu bilgiye ulaşamasam da iki gece önceki nöbette peşimden sürüklediğim intörn olduğunu anımsayabildim karşımdakinin.

“Bir hata olmuş demek ki, alın siz kahveyi ama.”

Uzatmadan fincanın kulpuna parmaklarımı doladım. Sıcak kahvenin yaptığı ağırlıkla birlikte taşıması güçleşen seramiğe diğer elimle de alttan destek vermiştim.

Aşağıdaki kafelerden değil, onlara ait dinlenme odasından aldığı fincandan belliydi. Karton bir bardak yerine düzgün bir fincandan kahve içecek olma fikri hoş olduğu için çok uzatmamıştım zaten.

“Ne karıştırıyorsun, dökül.”

Duraksadı. Kahveden küçük bir yudum aldığım sırada bakışlarım bulunduğum camdan görünen manzaradaydı.

Odamın bulunduğu taraftaki camlar pek iç açıcı görüntülere sahip değildi ancak hastaların yattığı servislerin ait olduğu koridorların ucu göz alıcı bir deniz manzarasını ayağa seriyordu. Acilen odama dönmem gerekmediğinde, servisteki hastalarımı kontrol ettikten sonra mutlaka buralarda vakit geçirirdim. Jinekoloji servisinin binanın çatısına yakın oluşu işime geliyordu.

“Günahımı alıyorsunuz hocam,” diyerek alınmış gibi konuşan sarışın çocuğa doğru baktım. “Adın neydi senin?”

“Alper,” dediğinde başımı salladım hafifçe. Söylediğinde taşlar yerine oturmuştu. “Peki Alper, seni elinde koca bir fincan kahveyle benim peşime takan sebep nedir?”

“Hocam…” derken sesini biraz çekingen bulduğum için ortada bir sorun olduğunu az çok anlayarak derin bir nefes aldım. Bedenimi tamamen ona çevirdim. “Dinliyorum seni.”

“Ben yapmamam gereken bir şey yaptım,” dedi tek solukta.

Gözlerim telaşla irileşti. “Ne konuda?” dedim hemen. “Hastalarla ilgili mi?”

Başını iki yana salladı hızlıca. “Hayır, hayır hastalarla ilgili değil.”

Bir nebze de olsa daha rahat hissediyordum. “Ne o zaman?”

Yutkunduğunu boğazındaki hareket eden çıkıntıdan fark ettim. “Nöbetteydiniz ya hani siz Cuma gecesi.”

“Evet, Alper.” dedim sabrım tükenmekteyken. “Tek tek konuşacağına bir anda söyle de bitsin.”

Kahvemden bir yudum daha alıp boğazımı ıslattım.

“Size çağrı gelince beni de aldınız yanınıza, acile gittik birlikte. Ama çağrı hastadan gelmemişti.” Başımı salladım. Levent’in saçmalığı yüzünden gerçekleşmişti bu. “Siz bana içeri dön dediniz sonra.”

Kanımın dahi yavaşladığını hissettim. Gözlerindeki utangaç bakış, bir türlü bitiremediği cümleler, peşimde dolanıp durması… Zihnim bu parçaları zar zor da olsa bir bütün haline getirebilmek için çırpınmaya başlamıştı.

“Hocam ben… Dönmedim. Özür dilerim, yemin ederim anlık bir aptallıktı. Burnumu ne diye soktum bilmiyorum.” Aniden yalvarırcasına özür dilemeye başlamasıyla birlikte elimdeki fincan düşecek gibi oldu. Fincanın düşeceğini benden önce o hissetti, elimdeki ağırlığı benden aldı. Bulduğu ilk boşluğa bıraktı.

Var olanı yalanlamak ister gibi başımı olumsuzca salladım. “Bizi dinlemedin, öyle değil mi? Böyle bir şey yapmadın.”

Karşımda yaramazlık yapmış çocuklar gibi şekilden şekle giriyordu.

Dudaklarını birbirine bastırıp sessiz kaldı. Aynı konuda dünyam başıma bir ay içerisinde birden fazla kez yıkılmıştı.

İki kişinin bildiği sır değildir sözünü uygulamalı olarak yaşıyordum.

Önce Teoman, sonra Cevahir, birkaç gün önce Levent ve belli ki onun sayesinde de benimle hiçbir alakası olmayan Alper bana ait sırrı bilir hale gelmişti.

“Özür dilerim, bin kez özür dilerim. Kimseye bir şey söylemem, kendim bile unuturum hatta ama size bilmiyormuş gibi yalan söylemek çok ağır geldi. Dürüst olmak istedim.”

Sinirin tepeme tırmandığını hissettim. “Dürüst olmayı biraz erken seçip seni alakadar etmeyen bir konuşmayı gizlice dinlemeseydin o halde.”

Haklıydım. Haklı olduğumu onaylayan bakışları yüzümdeydi. Ancak haklı olmak umurumda bile değildi.

Ona ne söylesem ne tembihlesem fark etmeyecekti. Şu an kimseye bir şey söylemeyeceğini savunuyordu ama yarın bir gün ağzından kaçırdığı anlık bir cümle beni yerle bir edebilirdi.

Mavi ve yeşille karışmış gözlerinin en içine baktım. “Dediğin gibi yap,” diye mırıldandım. “Kendin bile unut.”

Başını hızla salladı. “Tamam, tamam hocam. Öyle yapacağım.”

Alper’i camın önünde bırakıp koridordaki topuk seslerim eşliğinde yanından uzaklaşırken gözümün önünü göremeyecek kadar aklım bulanıktı. Bindiğim asansörü odama gitmek için değil, bulunduğum kattan biraz daha yukarı çıkmak için kullandım.

Asansör kapıları aralanıp beni binanın en sakin kısımlarından olan onuncu kata ulaştırdığında yanağımın içini sertçe dişliyor halde kendimi kontrol etmeye çabalıyordum.

Etrafta pek kimse yoktu, denk geldiğim birkaç kişiye de başımla küçük bir hareket eşliğinde selam vermekle yetinmiş ve adımlarımı sabit bir hızla varış noktama yöneltmiştim.

Parmaklarımın vurmak üzere havalandığı kapı ben dokunamadan aralandığında karşımda Teoman vardı. “Yenge,” diyerek her zamanki gibi konuştuğunda ona ne cevap verdim ne de ters bakışlar attım. Sadece açtığı boşluktan geçerek ölü adımlarla Cevahir’in odasına girmeye odaklıydım.

Teoman halimi pek sağlıklı bulmamış olacak ki odadan çıkmak yerine kendisini de içeride bırakarak kapıyı kapatmıştı. Neden gitmediğini anlamak için odaya kısaca bakmam yeterli oldu. Cevahir yoktu içeride.

“Nerede?” diye sordum kısık sesle. Zihnimin ürettiği felaket senaryoları beni güçsüz düşürmüş, ayakta durmamı zorlaştırmıştı. Masanın önündeki koltuklardan birine yerleştim.

Herkes her şeyi öğreniyor, ben yalnızca izleyici olarak olan biteni izlemekle kalıyordum.

“Başhekimin odasında, bir problem varmış hastalardan biriyle ilgili. Gelir şimdi.”

İlk kelimesinden sonra pek bir şey dinleyemedim. Dudaklarım bir kontrolsüzce titredi. İçimden aceleyle sayılar saymaya başlarken bunu yapmakta sanıyorum ki gecikmiştim.

“Seray?” dedi Teoman temkinli bir halde. Bana ‘yenge’ dememesi için yere kapanıp yalvarsam bile vazgeçmeyecek olan adam kendi isteğiyle adımı seslenmişti. Çok kötü göründüğümü aynaya bakmadan öğrenmenin kısa yolu olmuştu bu.

“Sorun ne? Cevahir abi gelene kadar benim halledebileceğim bir şey varsa, seve seve yaparım. İyi görünmüyorsun.” Bana doğru yaklaşıp karşımdaki diğer koltuğa geçti.

“İyiyim,” dedim pürüzlü bir sesle de olsa. “Sorun yok.”

Gözlerim nereye çevirsem bir süre oraya dalıyor, bakışlarım benim isteğim dışında olduğu yerde oyalanıyordu. Dalgın ve garip bir görüntü çizdiğim kesindi ancak buna engel olamıyordum.

“Israr etmeyeceğim,” dedi arkasına doğru yaslanırken. “Çıkayım mı? Yalnız kalmak ister misin?”

Başımı iki yana salladım. “Kalabilirsin, bilmediğin bir konu değil.”

Sessiz kaldı. Odanın kapısı dakikalar sonra açılana dek ikimiz de hiç konuşmadık.

Cevahir odasına girdiğinde burada görmeyi beklediği son varlık benmişim gibi kaşları havalanmış halde beni süzdü. Yüzüme varan kahveleri saniyeler içinde daha keskin bakışlarla sarınmıştı.

Adımlarını masasının ardına değil, yanıma yöneltti. Oturduğum koltuk tek kişilikti, Teoman’ın kalkıp ona yer verecek gibi olduğunu gördüm ancak eliyle onu durdurdu. Yanıma oturmaya da çalışmadı.

Yüzüme daha yakından bakabilmek için bulduğu çözüm parmaklarını çeneme dokundurarak yüzümü kendisine doğru kaldırmak oldu. “Neyin var?”

Bir an sessizliğe boğuldum. Sanki hiçbir sözcük dudaklarımdan çıkamayacak, ona sesimi duyuramayacakmışım gibiydi. Belki de asıl sorun, ona söyleyip söylememenin bana nasıl fark yaratacağını bilemememdendi.

Biri daha sırrı öğrenmişti. Bunu Cevahir’e söyleyecektim.

Peki sonra… Sonra ne olacaktı?

Çaresizce, garip bir güdüyle yalnız olmadığıma kendimi ikna etmeye mi çalışıyordum? Bu konumda olmama sebep olan adamdan medet umacak hale gelmiştim.

Sessizliğim Cevahir’in bakışlarını Teoman’a çevirmesine sebep oldu. Teoman’ın başı ‘bilmiyorum’ der gibi kıpırdadı.

“Herkes öğrenecek,” diye mırıldandım. “Sonsuza kadar bana saklı kalacak sanıyordum, öyle olmuyor.”

Cevahir konuştuğum anda bana döndü. Kalın başparmağının çenemdeki sert kemiğe sürtündüğünü hissettim. “Levent’le konuşurken intörnlerden biri duymuş,” dedim yorgunlukla. Duymuş değil de, dinlemiş demek daha doğruydu aslında.

Teoman’ın Levent konusunu çoktan öğrendiğinden emindim. Cevahir hafta sonunu eve pek uğramadan geçirmişti ve içimden bir ses bunun Levent ile ilgili olduğundan şüphe duymayacak kadar netti.

Cevahir’in gözlerini kapadığı, açmak için birkaç saniyeden fazla beklediği anın ardından sessizlik büyüyecek sanmıştım. Yanıldığımı Cevahir’in sesiyle birlikte anladım.

“Seray,” dediğinde zaten ona bakıyordum, kıpırdamadım hiç. “Bu konuyu açıkça konuşmadık seninle, sadece ortada duran gerçeği anıp durduk ama ben bunun altından dökülecek olanları da bilmek istiyorum. Dökülen parçaların bize çarpmaması için bunu öğrenmek zorundayım.”

Bağırıp çağırmadım, onu ilgilendirmeyeceğini haykırmadım, yüzümdeki elini itmeye çalışmadım. Bugüne dek tanıyor olduğu kadının ona vereceği tepkilerden hiçbirini vermedim. Dudaklarım günlerce çölde kalmışım gibi kuru hissettirdiğinde dilimi alt dudağıma hafifçe sürttükten sonra dudaklarımı araladım.

“Eve gidelim,” dedim sessizce.

Alper’in karşıma çıkmak için hastaneden çıkmama az zaman kalana dek beklemesi günün tek yolunda giden anıydı.

Bana hiçbir şey söylemedi. Teoman’a doğru döndü. “Çıkıyorum, toparla burayı.”

“Aklın kalmasın abi,” dediği sırada Cevahir yüzümdeki elini yavaşça çekmişti. Oturduğum koltuğun iki koluna tutunarak yerimden kalktım. Üstümdeki önlük ve odada bıraktığım çantam dolayısıyla buradan elimi kolumu sallayarak eve gitmem mümkün değildi.

“Otoparka gelirim,” dedikten sonra odanın kapısına doğru adımladım. Cevahir’in kolu bedenime belli belirsiz çarpmış, çıkana dek her ikisinin de bakışlarını üzerimde ağırlamıştım.

Zerre isteğim ve haberim olmamasına rağmen bu iki adam benim bir nevi ilk sırdaşlarımdı. Hayatıma benim iznim olmadan dahil olmuşlarken onlara kızmak ve kaçmak yerine şimdi kendi ayaklarımla daha fazlasını açmak için adımlar atıyordum.

 

~

 

“Vildan Hanımlar içeride mi?”

Evin giriş kapısına birkaç adım kala sorduğum soru, biraz önümden yürüyor olan Cevahir’i ne yavaşlattı ne de durdurdu. “Çıkmışlardır, aradım sen çantanı alırken.”

Bir kulak misafirliği vakasını daha kaldıracak gücüm yoktu artık.

Bir şey söylemedim. Cevahir anahtarıyla kapıyı araladığında onu geçerek içeriye önce ben adımladım.

Dün bu eve gelişimin, hemen arkamda duran adamla peş peşe ‘evet’ deyişimin birinci haftası dolmuştu. Yine de içeriye girdiğim anlarda kendimi buraya hiçbir şekilde ait hissedemeyişim aynıydı. Yedi gün değil, yedi hafta ya da yedi ay da geçse aynı yabancılığı çekecek gibiydim.

Cevahir kapıyı arkamızdan kapatıyorken ben de bir iki adım atmıştım ki üst kata çıkan merdivenlerden gelen patırtılarla birlikte kaşlarım havalanmış halde durakladım. “Gitmemişler galiba henüz.”

Ben susar susmaz holün diğer ucundan Neşe göründü. “Hoş geldiniz,” dedi hızlıca.

Başımı sallamakla yetindim. Hafta sonu burada olmadıklarını varsayarsam henüz bir haftayı bulmayan vakit geçirişimizde en az denk geldiğim kişi Neşe’ydi. Mira ben konuşmasam da konuşuyor, sürekli bir şeyler yapmak için koşturuyordu; annesi de ondan daha az hiperaktif ancak eşit şekilde konuşkandı.

“Çıkabileceğinizi söylemiştim.”

Cevahir’in soğuk, en ufak bir ılıklığı dahi duvarından geçirmeyeceğini bağıran sesiyle Neşe bakışlarını ona doğru çevirdi. “Çıkıyordum, diğerleri az önce çıktılar.”

Refleksle Neşe’yi süzdüm. “Ayrı ayrı mı çıkıyorsunuz?”

Üçünü de gelecekleri saatte alan, dönecekleri saatte de evlerine bırakan bir araç ve şoför olduğunu biliyordum. Mira başka bir şeyden bahsederken anlatmıştı. Geliş ve gidişleri hep birlikteydi.

Benim konuşmamı beklemiyormuş gibi ifadesinde küçük bir şaşkınlık belirdi. “Bugün öyle oldu, Cevahir Bey arayınca onlar çıktılar direkt.”

Tabanlarımın ağrıdığı hissetmeye başladığım için dümdüz durmak yerine salona doğru yöneldim. Eşikten geçmeden önce Neşe’ye baktım tekrar. “Sen neyi bekledin?”

Genellikle iş yapmak yerine bir kenara sinip oturmayı, Vildan Hanım yönlendirmedikçe yerinden oynamamayı seçen biri için ilginç açıklamalar yapıyordu. Sorgumun devamı bundandı. Yoksa şu an son derdim bile Neşe olamazdı.

Sorumun cevabını umursamadan salona girdim. Sorduğum soru Cevahir’i düşünmeye itmişti, biliyordum. Amacım da buydu. Evindeki çalışanlarının sorunlarını kendi düşünsündü, ben bu kadarını yapmıştım. Yeterliydi.

Bir şey konuştular mı yoksa direkt olarak Neşe çıkıp gitti mi bilmiyordum ancak kısa süre sonra önce kapı sesi duyuldu, ardından da Cevahir salona giriş yaptı.

“Neydi bu?” diye konuştuğunda ben çoktan ayakkabılarımı kenara atmış, geniş koltukta bacaklarımı yukarı çekerek oturmuştum.

“Ne neydi?”

“Gitmemiş olmasına neden takıldın?”

Omuz silktim. “Takılmadım.”

Uzatacak gibi göründü ancak birden başka bir şey hatırlamış gibi durdu. Muhtemelen eve neden geldiğimizi hatırlamış ve Neşe konusunun şu an önem sıralamasında yukarı çıkamayacağını kabul etmişti.

“Kahve içeceğim,” dedim aklıma esenle. Yerimden kalktığımda üstümdeki kumaşların beni sıktığını hissetmiştim.

Mutfağa değil merdivenlere yöneldiğimde adım seslerim ona ulaşmış olacak ki sesini duydum. “Kahveyi banyoda mı yapıyorsun doktor?”

“Seninkini orada hazırlayacağım, nasıl anladın?”

Evin içinde manyak gibi bağırdığımız diyaloğun ardından üstümü değiştirmek için odaya geçtim. Hızlıca siyah, dar bir eşofman altı ve yine üstüme yapışan askılı bir üst geçirmiştim.

Odadan saçımı düzelterek çıktığım sırada kapının önünde dikilen koca bedeniyle beni devirme teşebbüsünde bulunmuştu.

Devrilmeme sebep olması sanıyorum ki planlı değildi çünkü dengem bozulur bozulmaz sırtımdan kavrayıp beni yerime sabitlemişti. “Yavaş,” dediğinde boş gözlerle yüzüne baktım. “Yavaştım zaten, sen ittin beni.”

“Ben mi ittim?”

Doğruları söylediğimden emin olduğum için onu hiç takmadan yürümeye başladım. Üstündeki takım elbiseyi çıkartmak için buraya geldiğini tahmin etmek zor değildi.

Cevahir’i yukarıda bırakıp mutfağa geçtiğimde kahve makinesinin başında dikilmiştim. Alper’in gökten inmiş gibi elime tutuşturduğu kahveyi içemeden sözleriyle sarsıldığım için iştahım boğazıma dizilmişti. Kahve hevesimi şimdi alacaktım.

İnsanlığımı görüp örnek alması için kendime kahve yaparken Cevahir için de kahve hazırlamıştım. Böyle böyle bir yılda olabildiğince onu insansılaştırmayı düşünüyordum. Bu değişim ona hatıram olarak kalabilirdi.

Makinenin kahvelerin hazır olduğunu belirten sesiyle eşzamanlı olarak arkamda hareketlilik hissettim. Cevahir’in gelmiş olmasına dönüp bakmadan fincanları kahveyle doldurmuştum.

İki elime aldığım fincanlarla birlikte arkama döndüğümde fincanları ada tezgâha bırakamadan gözlerim ona takıldı.

Üst bedenini saklayacak en ufak bir kumaş parçası bile giymeye gerek duymamıştı. Bacaklarını kapatan eşofman için şükretmeli miydim?

“Acelemiz yok,” dedim gözlerimi olmaması gereken yerlerde tutmamaya özen göstererek. Tezgâha bıraktığım fincanların içindeki sıvıdan farksız irisleri bendeydi. Ben de gözlerimi yüzüne diktim. “Giyinmeni beklerdim.”

Telaşsız bir şekilde bıraktığım fincanlara uzandı. Birini kavradıktan sonra kaldırmış, arkasını dönüp adımlamadan önce de konuşmuştu. “Bu giyinmiş halim, dilersen giyinmemiş halimle de tanıştırırım seni doktor.”

Çoktan arkasını dönüp gittiği için onu sinirle homurdanarak taklit etmiş olmamdan bihaberdi. Çıplak ayaklarımı soğuk zemine vura vura salona giderken ağzımın yanacağını bile bile kahvemden büyük bir yudum almıştım. Biraz sonra oturup onunla paylaşacak olduğum konu da buna benziyordu. Yanacağımı bile bile anlatacaktım.

Benim geldiğimde yayıldığım en geniş koltuğu kaptığını fark edince bunu bir meydan okuma kabul ederek aynı koltuğun diğer ucuna yerleştim. Sırtımı koltuğun kol kısmına doğru yasladığımda bedenim artık ona dönüktü.

İki elimle fincanımı sararak burnuma dolan taze kahve kokusunu soludum. Farklı şartlar altında sakinleştirici etkisi olabilirdi bu kokunun ancak şu an beni durultabilecek bir koku yoktu dünyada.

“Ben mi sorular sorayım, sen mi tek nefeste konuşacaksın?”

Sunduğu seçenekler arasında kısa bir an sıkıştım. O anın sonunda karar vermiştim. Üst üste her şeyi anlatmaktansa sorular yanıtlamak daha kolaydı belki de.

“Sor,” diye mırıldandım. Özenle oyulmuş, şekil verilmiş gibi görünen bedeniyle koltukta benim birkaç katım alan işgal etmesine rağmen beni taklit ederek hafif yan döndüğünde aramızda yeterince mesafe vardı. Koltuğun büyüklüğü işe yarıyordu.

“Ne zaman öğrendin?”

İlk sorunun ne olacağına dair bir tahminim yoktu ancak bu gayet mantıklı bir başlangıçtı.

“Vita’da altıncı ayım dolduktan biraz sonra,” dedim gözlerimi yavaşça açıp kapatarak.

Sözleşmemin kesinleşmesinden önce geçirdiğim sürenin sonunda, hastaneye bağlı olduktan biraz sonra öğrenmiştim. Biraz şanslı bir insan olsam bunu daha erken öğrenir, soluğu başka bir hastanede alırdım o zamanlarda.

Muhsin Paker’i tanımadan önce, onun nasıl bencil bir adam olduğunu öğrenmeden önce gitme şansım olsaydı apar topar giderdim.

“Kimden öğrendin?” derken ifadesizdi. Cevahir’i böyle görmeye alışkındım ama bir yanım da anlattıklarıma tepkiler versin, ilk kez dile getirdiğim şeylerin ben dışında birine nasıl hissettirdiğini göstersin istiyordum.

“Bilmediğimin farkında değildi,” dedim hafifçe gülerek. Buruk, histerik ve belki yalandan bir gülüştü ancak asla doğal değildi. “Hastaneye, burnunun dibine girişimin ona inat olduğunu sanmış. İşim kesinleştiğinde karşıma dikildi. Öyle çok zeki bir adam gibi göründüğüne bakma, aptalın teki.”

Gözlerini bir an için benden çekip sağında kalan televizyona doğru çevirdi. Bakışlarını kaçırmıştı.

“Aptalın önde gideni olduğunun farkına vardım,” dedi rahatça. “En tehlikeli türünden hatta, hem aptal hem korkak.”

Boğazımda bir yumru vardı. Kahveden büyük bir yudum alıp onu itebilecekmiş gibi çabaladım ancak sonuçsuzdu. Elimdeki ağırlığından kurtulmak isteyerek fincanı ileride duran sehpaya doğru bıraktıktan sonra yeniden sırtımı koltuğun yanına yasladım.

“Birkaç dakikadan ibaret bir konuşmaydı, kelimeler ezberimde değil ama o an kaburgalarımın nasıl içime battığını hatırlıyorum. Annemi bir çocuk sorumluluğu alamayacağı için terk ettiğini sandığım babam karşımda olduğunu söylüyordu, üstelik sorun sorumluluk alamamak falan da değildi.”

Sorun, onun hâlihazırda bir ailesinin oluşuydu. Evli olduğu halde annemle birlikte oluşu, dünyaya gelmeme sebep oluşuydu.

Karşımdaki adamın zekasını hafife almadım. Söylediklerimin ona söyleyemediklerimi de açık ettiğini biliyordum. Genelde beni delirtmeye yarayan hin aklı bu kez işime geliyordu.

“Gitmeyi düşünmedin mi?”

Elimin üstünü kaşıdım öylece. Bakışlarımı gözlerinden ayırarak bir an boynuna dikmiştim. “Eğer,” dedim nefes almak için ara vermeden önce. “Eğer bir gram olsa bile pişman olduğunu hissetseydim giderdim. Arkama bile bakmadan, Vita’da başlayacağım kariyerin benim için altın olmasını umursamadan çekip giderdim. Ama karşımda ne pişman ne de üzgün bir adam yoktu Cevahir.”

Başını salladı ‘anladım’ der gibi. Anlaması mümkündü ama hissetmesi zordu.

“Bencillikse bencillik, kinse kin. Varlığım onu rahatsız etsin, diken üstünde yaşasın istedim. Gitmedim.”

“Gözünün önünde kalırsan bir gün gelir de pişman olup fikirleri değişir diye beklemedin, sadece rahatsız olsun diye kaldın. Öyle mi?”

Yüzüme vurduğu gerçek güçlü bir tokat yemişim gibi sarsılmama sebep oldu.

Dudaklarım mühürlenmiş gibi sustum.

“Onu rahatsız etmek istesen ilk yapacağın şey tüm bunları herkese duyurmak olurdu. Tüm itibarını, ailesini, işini… Her şeyi iki sözünle dağıtırdın. Kendini bu kadar zaman kandırmışsın, beni kandıramazsın doktor.”

“Hayır,” dedim duraksamamaya çalışıp hızlıca. Dudaklarım inkâra başlamış olsa da çoktan söylediklerini kendi içimde tartmaya geçmiştim bile. “Çocuklarının, karısının bir suçu yoktu.”

Gülümsedi.

Cevahir’i ilk kez bu denli sakin bir gülümsemeyle görüyordum.

“Peki, senin?” diye sordu. Bunu cevaplamak önceki sorularını cevaplamaktan bin kat zor, bin kat sancılıydı. “Senin bir suçun var mıydı?”

Dudağımın kenarını küçük bir yara izine çevirecek sertlikte ısırdım.

“Görünürde hastanede artık ondan daha çok söz sahibisin, Seray. Bu onu çıldırtıyor, bunun farkındayım. Benim konuyu bildiğimden de haberi falan yok.”

Elimi kaşıdım yine. Derimi çizmiş, kızıl çizgiler oluşturmuştum aynı yerde. “Biliyorum,” dedim. “Babam olduğunu öğrenmiş olsan onu çoktan yerinden sarsmış olacağını düşünüyordur.”

“Bana kalmadan bunu kendin de yapabilirsin.”

Sinir bozukluğuyla güldüm. “Kafama göre insanları işten çıkarmaya başlarsam burası babanın çiftliği mi diyebilirler ama.”

Çıplak omuzları erkeksi bir hareketle hafifçe oynadı. “Hayır, kocamın çiftliği dersin sen de.”

Bedenimden çekilen güce direnemeyerek yanağımı koltuğun sırt kısmına doğru yasladım. Olduğum yerde sağıma doğru devrilmiştim biraz.

“Levent bu sırrı saklamayacak değil mi?” diye sordum yanağımı yasladığım koltuk dudaklarımın öne çıkmasına ve sesimin biraz değişmesine sebep olurken.

Cumartesi sabahı eve geldiğimde konuşmuştuk bu konuyu. İlk ve tek konuşmamızda o sırada gerçekleşmişti. Devamında ne ben üstelemiştim ne de o konuyu açmıştı.

Alper’in samimi olduğuna inanmış olsam bile aynı şeyi Levent için düşünemezdim. Yani her şekilde bu gerçek tehlikenin kucağındaydı.

“Önceliğimiz bunu nereden öğrendiği, Teo’ya olduğu gibi rastgele öğrenmiş olması bir ihtimal ama başka bir şey dönüyorsa…”

“Dönüyorsa..?” dedim devam etmesi için tekrarlayarak.

Sessiz kaldı. Sessizliğinin aslında büyük bir fırtınanın habercisi olduğunu, o fırtınanın bugüne kadar kurulmuş her şeyi temelinden sarsacağını içten içe biliyordum.

Bir süre sessizliği bölüştük. Kıpırdamadan, bakışlarımız birbirimizin üzerindeyken öylece bekledik.

“İlk defa,” dedim boğuk bir sesle. “İlk defa bu konuda dudaklarımın mührünü kırdım. Neden yaptığımı bile bilmiyorum ama yaptım işte.”

Yutkunduğunu fark ettim. Âdemelması hareketlenmiş, boğazındaki o sert çıkıntı gözle görülecek şekilde yer değiştirip yeniden ilk yerine dönmüştü.

“Neden susmayı seçtin?” diye sorduğunda güldüm istemsizce. “Bunu dünyanın en konuşkan, asla susmayan adamı mı soruyor?” Alaya aldığımın farkındaydı ancak tepki vermedi. Cevap vermemi bekliyor gibi bakıyordu hâlâ.

‘Bilmiyorum’ der gibi başımı salladım.

“Avrupa’ya sızmaya çalışan kaçak göçmenler gibi ilk fırsatta Almanya’ya kaçan herife de mi anlatmadın?”

Göğsümü titretecek, ağır bir kahkaha attım. Oğuz’u andığı için bir an üzülecek olmuştum ama bu nasıl bir tanımdı?

“Hayır,” dedim gözlerimi yüzünde gezdirirken. “Anlatmadım. Muhsin konusunu bilmiyordu.”

“İyi,” dedi kaşları bir anda çatılırken. Ani değişimini neye borçlu olduğumuzu tahmin edememiştim.

“Ne oluyor be?” diye yükseldim. “Kaşlarını çata çata niye bakıyorsun bana şimdi?”

Aslında üstelemeyeceğim bir şeydi ancak derin konulara girdikten sonra oradan sıyrılabilmek için buna ihtiyacım vardı. Rutinimize dönmemiz gerekiyordu.

“Canım öyle istedi,” dedi rahatça. “Ne yapacaksın?”

“Elimin tersiyle bi’ çarpacağım sana, kaşların düzelecek. Uygun mu?”

Dişlerini kısa bir an görmeme fırsat verir şekilde güldü. Dudakları eski haline dönerken konuştu sonra. “Yakışıyor mu bir doktora şöyle tehditler?”

Gözlerim devrilirken bunu öylesine yoğun yapmıştım ki başım anlık dönmüştü. “Doktor olmasam ne yapacaktın acaba? Tüm çemberin bununla sınırlanmış.”

“Ne olsan mesela?” diye sorduğunda bir an boş bulunup düşündüm. Duraksamam ve düşünüyor olmam Cevahir’in suratında bilmiş bir ifade yarattı. Zafer kazandığını düşünerek bana bakması sinirlerimi bozduğunda koltuğu sarsarak doğruldum. “Nefret ediyorum senden, bakma bana!” diye homurdandım.

Mimiği bile oynamadı. Dudaklarını düz bir ifadeyle araladı. “Güzel, oyunumuzun ilk haftası bitmişken şartlara uyum sağlama konusunda bir sorunumuz yok demek ki.”

Oyunun en büyük şartı, benim bir yılın sonuna dek ondan nefret etmeye devam edecek olmamdı. Beni seçmiş olmasındaki en büyük etken de buydu.

Günü geldiğinde arkasına bile bakmadan gidebilecek bir kadını hayatına dahil etmek istemişti.

 

~

 

“Annen nerede?” diye fısıldadım Cevahir’in kulağına doğru yükselerek.

“İyi hissetmiyormuş,” diyerek yanıtladığında sıkıntılı bir nefes aldım. Nilgün Hanım’a karşı içimde büyüyen merakı ve buna benzeyen bazı hisleri göz ardı edemiyordum.

“Keşke gelseydi.”

Salona doğru geçmiş olan küçük kalabalığın en arkasında, sona kalan Cavit Bey’le aramızda bayağı mesafe olacak şekilde ilerliyorduk Cevahir ile. Babasının bizi duyabildiğini sanmıyordum ama duyuyorsa da sorun değildi. Birazdan ona da ‘eşiniz nerede’ diyebilirdim.

Yeni evli çiftlerin aileleri evlerinde ağırlama adeti Avcıoğlu ailesi için de uygulamadaydı. Cevahir, babasının bu konudan bahsettiğini söylediğinde aslında konunun Cavit Bey’den değil de başka birinden ortaya atıldığından emindim.

Salona dağılıp oturan aile üyeleri, benim onlarla tanıştığım ilk günle benzerdi. Fahri Bey iki yanına oğullarını almış, Ecevit Bey’in diğer tarafındaki tekli koltuğa da eşi yerleşmişti. Zerrin Hanım’ın yaydığı gergin enerjiyi üzerimde buram buram hissedebiliyordum.

Beril de misafirlerimiz arasındaydı. Ancak tekti. Doğan bir toplantısı çıktığı için bize katılmamıştı. Yüzüne bakılabilir sayılı üyelerden birini kaybettiğimiz için üzgündüm. Buradakiler gitse ve Doğan-Nilgün ikilisi gelse memnun olurdum.

Rahat etmek için elbise yerine kumaş pantolon ve pantolonla takım bir straplez üst seçmiştim akşam için.

Arada yakamın açılıp açılmadığına bakıyordum. Bu stresimin sebebi Cevahir’di. Üstümdekine her an memelerimi sergileyecek bir tuzak muamelesi yapmış ve sinirlerimi hoplatmıştı.

Kıyafetlerimle ilgili saçmaladığı anlarda derdinin ne olduğunu çözemiyordum. Sinirlerimi bozmak için bir sürü seçenek vardı ama sık sık buna da başvuruyordu.

“Hoş geldiniz tekrar,” dedim bulduğum boşluğa yerleşirken. Beril’in yanına oturmuş, Cevahir’i pek sevgili yengesinin yanındaki diğer tekliye mecbur bırakmıştım.

“Hoş bulduk Seray’cığım. Senin sayende Cevahir’in evini görmeye nail olabildik, ayak basmamıştık hiç.”

Zerrin Hanım’ın iğnelemeye kayan cümlelerinin ardından kısa bir an Cevahir’e baktım. Umurunda değildi.

“Dilediğinizde buyurun her zaman, seve seve ağırlarız.”

Seve seve ağırlayacağım biri değildi. Cevahir’in onu sıklıkla eve alacağını ise hiç zannetmiyordum. Aralarındaki sorun neydi bir fikrim yoktu ama yan yana oldukları anlarda her şey dikenli bir telin üstünde yürümek gibi hissettiriyordu.

“Annem nasıl oldu?” diyerek konuşan Cevahir’in bakışları direkt olarak babasındaydı. Cavit Bey bakışlarının ve sorunun hedefi olsa da Cevahir konuştuğunda genel bir soğukluk hissettim.

“İlaçlarını aldı, uyuyordu biz çıkarken.”

Cevahir başını salladı belli belirsiz. Başka bir şey sormadı. Araya girdim. “Yemeğe geçebiliriz, her şey hazır.”

Ayrı bir yemek odası yoktu. Cevahir evin bomboş duran odalarını değerlendirmek yerine masayı salonun diğer ucuna yerleştirmeyi seçtiği için sofraya geçmek çok sürmemişti.

Herkes yerleşmekteyken yerime geçmek yerine kapıya doğru ilerledim. “Vildan Hanım,” diye seslendim mutfağa doğru. “Servise başlayalım.”

“Hemen geliyorum.”

Onaylayan sesi geldiğinde salona döndüm. Masanın bir ucunda Fahri Bey, diğer ucunda Cavit Bey vardı. Cevahir ve Beril’in arasında kalan boşluğa yerleştiğimde karşımdaki Ecevit ve Zerrin çiftine pek bakmadım.

Yemek kısa sohbetler, genelde derinleşmeyen konular eşliğinde tamamlandığında çok zorlayıcı bir gece yaşamıyor oluşumuzdan dolayı biraz rahatlamış haldeydim.

Sofra hızlıca toparlanmış, yemeğin ardından yeniden koltuklara dönmüştük.

“Levent niye teşrif etmedi yemeğe?”

Cevahir özellikle yengesine doğru bakarak sormuştu. Bu kez Beril tekli koltuktaydı ve ben Cevahir’in yanında oturuyordum. Bu nedenle başımı azıcık çevirmem ona bakmama yetmişti.

“Bir işi çıkmış son anda,” diyerek oğlunu temize çıkarmayı deneyen Ecevit Bey’e hiç dönmedim. Cevahir’in ağzının içinden mırıldandığını duymuştum. “Kesin öyle olmuştur.”

Fahri Bey bana hastaneyle ilgili bir şey sorarak konuyu dağıttığında Cevahir’in alev atan halinin kesilmesi için bunu fırsat bilerek direkt konuyu derinleştirdim.

Neşe Türk kahvesi servisi yaparken salondaki küçük sessizliği Cavit Bey’in çalan telefonu bıçak gibi kesti.

Telefonu açmak yerine ayaklandı, babasına göz ucuyla bakmış ve sanki izin ister gibi görünmüştü. Bu ailede herkesin bir şekilde birbiri ile takışmalar yaşadığını gözlemlemiştim ancak kimse Fahri Bey’e en ufak bir saygısızlık yapmaya girişemiyordu. Hepsini bir arada tutan da sanıyorum ki buydu. Yoksa bu aileyi birbirine bağlı kılan güçlü sevgi ipleri hiç görünürde değildi.

Cavit Bey’in salondan çıkması ve kısacık bir süre sonra girmesiyle birlikte herkes hareketlendi. Bunda yüzündeki gergin ifadenin etkisi büyüktü.

“Ne oluyor baba?”

Cevahir her an yerinden kalkacakmış gibi görünüyordu sorarken. Cavit Bey oğluna doğru baktı. “Eve geçiyorum ben,” dedi sadece.

“Annem mi?” derken Cevahir çoktan kalkmıştı. Sesindeki tedirginlik beni de yerimden kalkmaya itti. Tam yanında, onunla birlikte ayaktaydım.

“Önemli bir şey yok, kimse evde olmayınca biraz tedirgin olmuş. Dönüyorum ben.”

“Ben de geliyorum,” demekte hiç gecikmedi Cevahir. “Çıkalım.”

“Oğlum misafirleriniz var, otur oturduğun yerde. Sorun yok diyorum.”

Cavit Bey’in az ve öz konuşan bir adam olduğunu düşünmüştüm bugüne dek. Hatta en çok konuştuğu anı yaşıyor olabilirdik tanıştığımızdan beri.

Cevahir pes edecek gibi durmuyordu fakat babası da aynı görünüyordu. İstemsizce Fahri Bey’e doğru baktım. Bakışlarımız kesiştiğinde gözlerini yavaşça kapatıp açtı. Bu sanırım ‘sakin ol’ demekti.

“Yemeğimizi yedik, hep birlikte kalkalım. Kahveleri orada içeriz. Cevahir de annesini görsün, rahat rahat döner evine.”

Cavit Bey bir şey söyleyecek gibi oldu ama babasının net tavrına karşı çıkmak yerine sustu.

Evden çıkarken yalnızca Beril’le vedalaşmıştık. O arabasıyla kendi evine geçerken biz de iki araba halinde yola koyulduk.

Cavit Bey bizimle geldiği için ben arka koltuğa geçmeye çalıştığımda izin vermemişti. Cevahir’in oldukça hızlı sürdüğü araba yolda kayıyorken çenemi tutup sustum. Bu ikiliye Nilgün Hanım’la ilgili bir şeyler sormak istiyordum ancak haddim değildi.

Yol sonlandığında ve ev demekte bile zorlandığım yapıya adımladığımızda Nilgün Hanım’ın yanına eşi ve oğlu çıkmıştı.

Ben kalan üçlüyle birlikte salona doğru ilerledim. Yukarıya çıkmak istemediğimden değildi ancak saçma görüneceğinden sormamıştım.

“Mutfaktakilere seslenin Zerrin, kahve yapsınlar.”

“Ben yaparım baba, onlar müştemilata geçmişlerdir biz yokuz diye.”

Zerrin Hanım kalktığında oyalanmadan ben de kalktım. “Yardım edeyim ben de.”

Yeni gelin olarak atladığım işle birlikte Fahri Bey gülümsedi.

Mutfakta Zerrin Hanım ile yalnız olacak olma fikri iç açıcı olmasa da yapacak bir şey yoktu.

En az ev kadar ihtişamlı görünen mutfağa girdiğimizde hiçbir şeyin yerini bilmediğimden elimi oraya buraya atmak yerine önceliği ona verdim. Kahveyi ortaya çıkarttıktan sonra fincanların olduğu rafı da açmış ardından geriye çekilmişti.

Bunun ‘buyur yap kahveyi’ olarak çevirisini yaptığımda tepki vermeden tezgâhtaki makineye yöneldim.

“Nasıl içiyorlar?” diye sordum sadece.

“Babam sade içer, kalanları orta şekerli yaparsın.”

İki ayrı bölmesi olan makine hayatımı kolaylaştıracaktı. Sade ve orta şekerli kahveleri ölçüp biçip makineye kaynamaları için bıraktığımda yerimde arkam ona dönük kalmak yerine yarım tur döndüm.

“Nasıl gidiyor evlilik? Cicim aylarınızı çalışarak geçiriyorsunuz, yok mu balayı planınız?”

Aniden gelen, beklemediğim bir yerden vuran soruları nedeniyle kendime kısa bir düşünme süresi tanıdım.

“Var birkaç plan ama acele etmiyoruz,” dedim sakinliğimi koruyarak. “Tüm günümüz birlikte geçtiği için balayı gibi zaten, işimiz aynı yerde.”

Güldü. Gülüşünün ne ifade ettiğini çözememiştim.

“Özledikçe yanına kaçabilirsin, tabii.”

Onun soru sormaya devam etmesine engel olmak için ilk aklıma geleni yapıp soru soran tarafa kendim geçtim. “Siz aktif olarak çalışmıyorsunuz sanırım değil mi?”

Meslektaş olduğumuzu biliyordum. Ancak bildiklerim bununla sınırlıydı. Uzmanlığı neydi, nerede çalışmıştı bilmiyordum.

“Son beş yıldır çalışmıyorum, yıpratıcı olmaya başlamıştı her şey.”

“Uzmanlığınız neydi Zerrin Hanım?” dedim soru bombardımanına devam edip.

“KBB,” demesinin ardından yeni bir soru bulmakta geciktiğim için sıra ona geçmek üzereydi. Buna engel olan kahve makinesinin sesi oldu. İçimden koca bir nefes almış ancak bunu dışarı yansıtmamıştım.

Fincanlara kahve paylaştırmak için ona arkamı döndüğümde bir şey söylememiş olması iyiye işaretti.

Ben kahveleri doldururken bir servis tepsisi çıkartmış ve yanıma bırakmıştı. Fincanları tepsiye dizdiğim sırada mutfağa adım sesleri doldu.

“Seray,” diye seslenen Cavit Bey’di.

“Efendim?” diyerek direkt ona döndüm.

“Yukarı çıkabilir misin, Cevahir çağırıyor? Nilgün’ün odasını biliyorsun sanırım.”

İfademi bozmadım. Odanın tam yerini bilmiyordum ancak nereye yöneleceğimi biliyordum. Başımı salladım. “Tabii, çıkıyorum.”

Zerrin Hanım’a doğru döndüm. “Kahveler…” Umurumda değil diye tamamlayamadım.

“Ben hallederim,” dedi soğuk bir ifadeyle. Az önceki soru cevap seansında biraz daha az gergin ve daha fazla enerjik görünmüştü gözüme. Şimdi tavrı değişmişti.

Onları ardımda bırakarak mutfaktan çıktıktan sonra oyalanmadan merdivenlere ilerledim. Cevahir’in deyimiyle çivilerim, benim deyimimle ince topuklularım üzerinde kendimi dengeleyip merdivenleri birer birer çıktım.

İlk katı bitirdikten sonra, Nilgün Hanım’la karşılaştığım ilk ana ev sahipliği yapan bir üst kata ait merdivenin ucuna gelmiştim. Yukarıdan herhangi bir ses gelmiyordu. Bu merdivenlerin de sonu geldiğinde koridorun hangi ucuna ilerlemem gerektiğini seçmek için bir an durdum.

Sağ taraftan gelen aydınlık beni nereye gideceğime dair bilgilendirince oraya yürüdüm. Yarı açık kapıdan sızan ışığı, kapıya hafifçe çalar gibi dokunduğumda biraz büyütmüştüm. Kapı geriye doğru gitmişti.

Kapının ardında beni geniş bir yatak odası karşıladı. Evin kalanına uyumlu şekilde göz alıcıydı. Buranın sadece Nilgün Hanım’ın değil, Cavit Bey’in de kaldığı oda olduğu belliydi.

“Geleyim mi?” diye mırıldandım kapıdan yarım girmişken.

Sırtı başlığına doğru dayanmış, odanın ortasına konumlandırılmış yatağın sağında oturuyor olan Nilgün Hanım benimle göz göze geldiğinde dudaklarını kıvırdı. “Gel gel,” dedi hemen.

Onu dinleyerek içeri girip kapıyı kapanmaya yakın şekilde örttüm.

Ayakucuna doğru oturmuş olan Cevahir ben geldiğimde ayaklanmış, kalktığı yere oturmamı söyler gibi kendisi yatağın diğer tarafına doğru geçmişti.

Koca bedeniyle yarattığı çukura yerleştiğimde Nilgün Hanım gözlerimin en içine bakıyordu.

“Burada olduğunu duyunca ben çağırdım seni,” dedi gözlerini yavaş yavaş kapatıp açarken. “Çağırmasam gelmeyecektin galiba.”

Yardım ister gibi Cevahir’e baktım ama o çoktan rahatça bizi izler bir hale geçmişti. Annesini taklit ederek yatağın diğer tarafında başlığa yaslanmış, bakışlarını üstümüze doğru dikmişken bana hiçbir yardımda bulunmadı.

“Uğrayacaktım tabii ki yanınıza, rahatsız etmek istemedim ama hemen.” Açıklamaya çalışırken ne kadar ikna olmuştu bilmiyordum ama bakışlarında herhangi bir alınmışlık ya da kızgınlık yoktu.

Düğün günü gelin odasında karşımda olduğu gibiydi hatta. Bir önceki karşılaşmamızdan çok daha bilinçli, kendinin farkında gibi bakıyordu. Sanıyorum ki krizin ardından bir süreliğine benliğini bulmuştu.

“Cevahir sen insene aşağıya, ben gelinimle kalırım.”

“Ne yapacağım anne ben aşağıda?” dedi direkt Cevahir. “Annem ve karım buradayken aşağıdakilerle oturacak kadar akılsız değilim.”

“Başlatma şimdi annenden de karından da!” Nilgün Hanım’ın ani çıkışını beklemediğim için şaşkınlıkla dondum. Cevahir de en az benim kadar şaşkın bakıyordu. Onun bu şaşkın suratı benim şaşkınlığımı itelemiş ve gülecek gibi olmama sebep olmuştu.

“Git işte, yalnız bırak beni gelinimle.”

Cevahir bana baktı. Bu, benim az önce ona yönelttiğim yardım isteyen bakışlara benziyordu. Havalı bir biçimde omuz silktim. “Güle güle kocacım,” dedim uslu uslu. “Anneni dinle lütfen.”

Çenesindeki kasılması kaçırmadım ama umursamadım da. İsterse merdivenlerden inerken patlayabilirdi, bana neydi?

“Unutmam bunu anne,” dedi Cevahir ayıp ettiğinin altını çizerek annesine.

“Aman, günlüğüne de yaz mutlaka.”

Dayanamayıp sesli bir şekilde güldüm. Nilgün Avcıoğlu’nun bu yüzüne bayılmıştım.

Cevahir söylene söylene ayaklanıp odadan çıktığında merdiveni arşınlayan adım sesleri bir süre odaya kadar geldi. O uzaklaştıkça sesler de azala azala kayboldu.

Nilgün Hanım’la yüz yüze bakıyorduk.

Elime uzanıp tuttuğunda artık sol elimde taşıyor olduğum yüzüğüme doğru dokundu hafifçe. “Mutlusunuz değil mi?” diye sordu ilk iş.

“Mutluyuz,” dedim yalan söylüyor olduğum için utançla. Kimseye karşı bu utancı ona olduğu kadar yoğun hissetmiyordum.

Başını salladı tatlı bir ifadeyle. “Hep öyle kalın, benim yaşayamadığım mutluluklar da sizin kaderinize yazılsın.”

Onun adına buruk hissettim. Fakat bir şey söyleyemedim.

Düğünden önce söylediklerini anımsadım. Cevahir’i korumam için bana neredeyse yalvardığını… Bu yalvarışların sebebi, onu mutlu etmeyen sebeplerle aynı mıydı?

“Doktorsun sen değil mi?” dediğinde bir an afallamış olsam da başımı salladım. “Evet, Nilgün Hanım.”

Yüzü buruştu. “Hanım deme bana, gönlünden koparsa anne de. Yapamazsan da teyze dersin olur biter.” dedikten sonra devam etti. “Cevahir birazdan dayanamayıp geri gelir, tanıyorum oğlumu. O gelmeden bir şey isteyeceğim senden.”

“Tabii ki,” dedim. “Seve seve.”

“İlaçlarım,” dedi bir anda durgunlaşarak. “İlaçlarımı kontrol eder misin?”

Durdum öylece. Aniden gelen bu isteği tam zihnimde oturtamamıştım. İrdeleyeceğim sırada bana izin vermeden dudaklarını araladı bir kez daha.

“Ben bir şeyler duydum, duyduklarımı başka birine söylersem bana inanmayacak biliyorum. Yarım akıllının birine kim inansın?” Kendi kendine konuşur gibi anlatıyordu.

Sol elimdeki elini parmaklarımla sıkıca sarıp tuttum. “Ben dinliyorum, inanırım da size. Bakarım ilaçlarınıza elbette ama alanımın dışında kalacaktır. Kontrol için yarın hastaneye götürelim mi sizi? İlaçları uzmanla görüşürdük.”

Ben devam ederken sanki beni duymuyor gibiydi. Gözleri dalgınlaştı. Varlığımı hatırlaması için birleşen ellerimizin üzerine sağ elimi de kapadım. “Nilgün Ha- teyze?” dedim son anda düzelterek.

Beni duydu mu duymadı mı bilmiyorum. Bunu anlayamazdım. Ancak dudaklarından dökülen iki kelimeden ibaret cümlenin gerçek olma ihtimali, bunu kafasından uyduruyor olacak kadar bilinçsizleşmesinden daha korkunçtu.

“İlaçlarımı değiştiriyorlar.”

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm