Gözyaşı Kadehleri 14.Bölüm
14.BÖLÜM
“Kahveniz,
hocam.” Önüme uzatılan koyu mavi, fazlaca büyük fincana doğru baktığım bir iki
saniyenin ardından bakışlarım konuşan kişiye çevrildi.
“Kahve
istememiştim,” dedim fincana uzanmak için hiçbir çaba göstermeden.
İsmini hatırlamak
için kendimi zorladığım sırada bu bilgiye ulaşamasam da iki gece önceki nöbette
peşimden sürüklediğim intörn olduğunu anımsayabildim karşımdakinin.
“Bir hata olmuş
demek ki, alın siz kahveyi ama.”
Uzatmadan
fincanın kulpuna parmaklarımı doladım. Sıcak kahvenin yaptığı ağırlıkla
birlikte taşıması güçleşen seramiğe diğer elimle de alttan destek vermiştim.
Aşağıdaki
kafelerden değil, onlara ait dinlenme odasından aldığı fincandan belliydi.
Karton bir bardak yerine düzgün bir fincandan kahve içecek olma fikri hoş
olduğu için çok uzatmamıştım zaten.
“Ne
karıştırıyorsun, dökül.”
Duraksadı.
Kahveden küçük bir yudum aldığım sırada bakışlarım bulunduğum camdan görünen
manzaradaydı.
Odamın bulunduğu taraftaki
camlar pek iç açıcı görüntülere sahip değildi ancak hastaların yattığı
servislerin ait olduğu koridorların ucu göz alıcı bir deniz manzarasını ayağa
seriyordu. Acilen odama dönmem gerekmediğinde, servisteki hastalarımı kontrol
ettikten sonra mutlaka buralarda vakit geçirirdim. Jinekoloji servisinin
binanın çatısına yakın oluşu işime geliyordu.
“Günahımı
alıyorsunuz hocam,” diyerek alınmış gibi konuşan sarışın çocuğa doğru baktım.
“Adın neydi senin?”
“Alper,”
dediğinde başımı salladım hafifçe. Söylediğinde taşlar yerine oturmuştu. “Peki
Alper, seni elinde koca bir fincan kahveyle benim peşime takan sebep nedir?”
“Hocam…” derken
sesini biraz çekingen bulduğum için ortada bir sorun olduğunu az çok anlayarak
derin bir nefes aldım. Bedenimi tamamen ona çevirdim. “Dinliyorum seni.”
“Ben yapmamam
gereken bir şey yaptım,” dedi tek solukta.
Gözlerim telaşla
irileşti. “Ne konuda?” dedim hemen. “Hastalarla ilgili mi?”
Başını iki yana
salladı hızlıca. “Hayır, hayır hastalarla ilgili değil.”
Bir nebze de olsa
daha rahat hissediyordum. “Ne o zaman?”
Yutkunduğunu
boğazındaki hareket eden çıkıntıdan fark ettim. “Nöbetteydiniz ya hani siz Cuma
gecesi.”
“Evet, Alper.”
dedim sabrım tükenmekteyken. “Tek tek konuşacağına bir anda söyle de bitsin.”
Kahvemden bir
yudum daha alıp boğazımı ıslattım.
“Size çağrı
gelince beni de aldınız yanınıza, acile gittik birlikte. Ama çağrı hastadan
gelmemişti.” Başımı salladım. Levent’in saçmalığı yüzünden gerçekleşmişti bu.
“Siz bana içeri dön dediniz sonra.”
Kanımın dahi
yavaşladığını hissettim. Gözlerindeki utangaç bakış, bir türlü bitiremediği
cümleler, peşimde dolanıp durması… Zihnim bu parçaları zar zor da olsa bir
bütün haline getirebilmek için çırpınmaya başlamıştı.
“Hocam ben…
Dönmedim. Özür dilerim, yemin ederim anlık bir aptallıktı. Burnumu ne diye
soktum bilmiyorum.” Aniden yalvarırcasına özür dilemeye başlamasıyla birlikte
elimdeki fincan düşecek gibi oldu. Fincanın düşeceğini benden önce o hissetti,
elimdeki ağırlığı benden aldı. Bulduğu ilk boşluğa bıraktı.
Var olanı yalanlamak
ister gibi başımı olumsuzca salladım. “Bizi dinlemedin, öyle değil mi? Böyle
bir şey yapmadın.”
Karşımda
yaramazlık yapmış çocuklar gibi şekilden şekle giriyordu.
Dudaklarını
birbirine bastırıp sessiz kaldı. Aynı konuda dünyam başıma bir ay içerisinde
birden fazla kez yıkılmıştı.
İki kişinin
bildiği sır değildir sözünü uygulamalı olarak yaşıyordum.
Önce Teoman,
sonra Cevahir, birkaç gün önce Levent ve belli ki onun sayesinde de benimle
hiçbir alakası olmayan Alper bana ait sırrı bilir hale gelmişti.
“Özür dilerim,
bin kez özür dilerim. Kimseye bir şey söylemem, kendim bile unuturum hatta ama
size bilmiyormuş gibi yalan söylemek çok ağır geldi. Dürüst olmak istedim.”
Sinirin tepeme
tırmandığını hissettim. “Dürüst olmayı biraz erken seçip seni alakadar etmeyen
bir konuşmayı gizlice dinlemeseydin o halde.”
Haklıydım. Haklı
olduğumu onaylayan bakışları yüzümdeydi. Ancak haklı olmak umurumda bile
değildi.
Ona ne söylesem
ne tembihlesem fark etmeyecekti. Şu an kimseye bir şey söylemeyeceğini
savunuyordu ama yarın bir gün ağzından kaçırdığı anlık bir cümle beni yerle bir
edebilirdi.
Mavi ve yeşille
karışmış gözlerinin en içine baktım. “Dediğin gibi yap,” diye mırıldandım.
“Kendin bile unut.”
Başını hızla
salladı. “Tamam, tamam hocam. Öyle yapacağım.”
Alper’i camın
önünde bırakıp koridordaki topuk seslerim eşliğinde yanından uzaklaşırken
gözümün önünü göremeyecek kadar aklım bulanıktı. Bindiğim asansörü odama gitmek
için değil, bulunduğum kattan biraz daha yukarı çıkmak için kullandım.
Asansör kapıları
aralanıp beni binanın en sakin kısımlarından olan onuncu kata ulaştırdığında
yanağımın içini sertçe dişliyor halde kendimi kontrol etmeye çabalıyordum.
Etrafta pek kimse
yoktu, denk geldiğim birkaç kişiye de başımla küçük bir hareket eşliğinde selam
vermekle yetinmiş ve adımlarımı sabit bir hızla varış noktama yöneltmiştim.
Parmaklarımın
vurmak üzere havalandığı kapı ben dokunamadan aralandığında karşımda Teoman
vardı. “Yenge,” diyerek her zamanki gibi konuştuğunda ona ne cevap verdim ne de
ters bakışlar attım. Sadece açtığı boşluktan geçerek ölü adımlarla Cevahir’in
odasına girmeye odaklıydım.
Teoman halimi pek
sağlıklı bulmamış olacak ki odadan çıkmak yerine kendisini de içeride bırakarak
kapıyı kapatmıştı. Neden gitmediğini anlamak için odaya kısaca bakmam yeterli
oldu. Cevahir yoktu içeride.
“Nerede?” diye
sordum kısık sesle. Zihnimin ürettiği felaket senaryoları beni güçsüz düşürmüş,
ayakta durmamı zorlaştırmıştı. Masanın önündeki koltuklardan birine yerleştim.
Herkes her şeyi
öğreniyor, ben yalnızca izleyici olarak olan biteni izlemekle kalıyordum.
“Başhekimin
odasında, bir problem varmış hastalardan biriyle ilgili. Gelir şimdi.”
İlk kelimesinden
sonra pek bir şey dinleyemedim. Dudaklarım bir kontrolsüzce titredi. İçimden
aceleyle sayılar saymaya başlarken bunu yapmakta sanıyorum ki gecikmiştim.
“Seray?” dedi
Teoman temkinli bir halde. Bana ‘yenge’ dememesi için yere kapanıp yalvarsam
bile vazgeçmeyecek olan adam kendi isteğiyle adımı seslenmişti. Çok kötü göründüğümü
aynaya bakmadan öğrenmenin kısa yolu olmuştu bu.
“Sorun ne?
Cevahir abi gelene kadar benim halledebileceğim bir şey varsa, seve seve
yaparım. İyi görünmüyorsun.” Bana doğru yaklaşıp karşımdaki diğer koltuğa
geçti.
“İyiyim,” dedim
pürüzlü bir sesle de olsa. “Sorun yok.”
Gözlerim nereye
çevirsem bir süre oraya dalıyor, bakışlarım benim isteğim dışında olduğu yerde
oyalanıyordu. Dalgın ve garip bir görüntü çizdiğim kesindi ancak buna engel
olamıyordum.
“Israr
etmeyeceğim,” dedi arkasına doğru yaslanırken. “Çıkayım mı? Yalnız kalmak ister
misin?”
Başımı iki yana
salladım. “Kalabilirsin, bilmediğin bir konu değil.”
Sessiz kaldı.
Odanın kapısı dakikalar sonra açılana dek ikimiz de hiç konuşmadık.
Cevahir odasına
girdiğinde burada görmeyi beklediği son varlık benmişim gibi kaşları havalanmış
halde beni süzdü. Yüzüme varan kahveleri saniyeler içinde daha keskin
bakışlarla sarınmıştı.
Adımlarını
masasının ardına değil, yanıma yöneltti. Oturduğum koltuk tek kişilikti,
Teoman’ın kalkıp ona yer verecek gibi olduğunu gördüm ancak eliyle onu
durdurdu. Yanıma oturmaya da çalışmadı.
Yüzüme daha
yakından bakabilmek için bulduğu çözüm parmaklarını çeneme dokundurarak yüzümü
kendisine doğru kaldırmak oldu. “Neyin var?”
Bir an sessizliğe
boğuldum. Sanki hiçbir sözcük dudaklarımdan çıkamayacak, ona sesimi
duyuramayacakmışım gibiydi. Belki de asıl sorun, ona söyleyip söylememenin bana
nasıl fark yaratacağını bilemememdendi.
Biri daha sırrı
öğrenmişti. Bunu Cevahir’e söyleyecektim.
Peki sonra… Sonra
ne olacaktı?
Çaresizce, garip
bir güdüyle yalnız olmadığıma kendimi ikna etmeye mi çalışıyordum? Bu konumda
olmama sebep olan adamdan medet umacak hale gelmiştim.
Sessizliğim
Cevahir’in bakışlarını Teoman’a çevirmesine sebep oldu. Teoman’ın başı
‘bilmiyorum’ der gibi kıpırdadı.
“Herkes
öğrenecek,” diye mırıldandım. “Sonsuza kadar bana saklı kalacak sanıyordum,
öyle olmuyor.”
Cevahir
konuştuğum anda bana döndü. Kalın başparmağının çenemdeki sert kemiğe
sürtündüğünü hissettim. “Levent’le konuşurken intörnlerden biri duymuş,” dedim
yorgunlukla. Duymuş değil de, dinlemiş demek daha doğruydu aslında.
Teoman’ın Levent
konusunu çoktan öğrendiğinden emindim. Cevahir hafta sonunu eve pek uğramadan
geçirmişti ve içimden bir ses bunun Levent ile ilgili olduğundan şüphe
duymayacak kadar netti.
Cevahir’in
gözlerini kapadığı, açmak için birkaç saniyeden fazla beklediği anın ardından
sessizlik büyüyecek sanmıştım. Yanıldığımı Cevahir’in sesiyle birlikte anladım.
“Seray,”
dediğinde zaten ona bakıyordum, kıpırdamadım hiç. “Bu konuyu açıkça konuşmadık
seninle, sadece ortada duran gerçeği anıp durduk ama ben bunun altından
dökülecek olanları da bilmek istiyorum. Dökülen parçaların bize çarpmaması için
bunu öğrenmek zorundayım.”
Bağırıp
çağırmadım, onu ilgilendirmeyeceğini haykırmadım, yüzümdeki elini itmeye
çalışmadım. Bugüne dek tanıyor olduğu kadının ona vereceği tepkilerden
hiçbirini vermedim. Dudaklarım günlerce çölde kalmışım gibi kuru
hissettirdiğinde dilimi alt dudağıma hafifçe sürttükten sonra dudaklarımı
araladım.
“Eve gidelim,”
dedim sessizce.
Alper’in karşıma
çıkmak için hastaneden çıkmama az zaman kalana dek beklemesi günün tek yolunda
giden anıydı.
Bana hiçbir şey
söylemedi. Teoman’a doğru döndü. “Çıkıyorum, toparla burayı.”
“Aklın kalmasın
abi,” dediği sırada Cevahir yüzümdeki elini yavaşça çekmişti. Oturduğum
koltuğun iki koluna tutunarak yerimden kalktım. Üstümdeki önlük ve odada
bıraktığım çantam dolayısıyla buradan elimi kolumu sallayarak eve gitmem mümkün
değildi.
“Otoparka
gelirim,” dedikten sonra odanın kapısına doğru adımladım. Cevahir’in kolu
bedenime belli belirsiz çarpmış, çıkana dek her ikisinin de bakışlarını
üzerimde ağırlamıştım.
Zerre isteğim ve
haberim olmamasına rağmen bu iki adam benim bir nevi ilk sırdaşlarımdı.
Hayatıma benim iznim olmadan dahil olmuşlarken onlara kızmak ve kaçmak yerine
şimdi kendi ayaklarımla daha fazlasını açmak için adımlar atıyordum.
~
“Vildan Hanımlar
içeride mi?”
Evin giriş
kapısına birkaç adım kala sorduğum soru, biraz önümden yürüyor olan Cevahir’i
ne yavaşlattı ne de durdurdu. “Çıkmışlardır, aradım sen çantanı alırken.”
Bir kulak
misafirliği vakasını daha kaldıracak gücüm yoktu artık.
Bir şey
söylemedim. Cevahir anahtarıyla kapıyı araladığında onu geçerek içeriye önce
ben adımladım.
Dün bu eve
gelişimin, hemen arkamda duran adamla peş peşe ‘evet’ deyişimin birinci haftası
dolmuştu. Yine de içeriye girdiğim anlarda kendimi buraya hiçbir şekilde ait
hissedemeyişim aynıydı. Yedi gün değil, yedi hafta ya da yedi ay da geçse aynı
yabancılığı çekecek gibiydim.
Cevahir kapıyı
arkamızdan kapatıyorken ben de bir iki adım atmıştım ki üst kata çıkan
merdivenlerden gelen patırtılarla birlikte kaşlarım havalanmış halde
durakladım. “Gitmemişler galiba henüz.”
Ben susar susmaz
holün diğer ucundan Neşe göründü. “Hoş geldiniz,” dedi hızlıca.
Başımı sallamakla
yetindim. Hafta sonu burada olmadıklarını varsayarsam henüz bir haftayı
bulmayan vakit geçirişimizde en az denk geldiğim kişi Neşe’ydi. Mira ben
konuşmasam da konuşuyor, sürekli bir şeyler yapmak için koşturuyordu; annesi de
ondan daha az hiperaktif ancak eşit şekilde konuşkandı.
“Çıkabileceğinizi
söylemiştim.”
Cevahir’in soğuk,
en ufak bir ılıklığı dahi duvarından geçirmeyeceğini bağıran sesiyle Neşe
bakışlarını ona doğru çevirdi. “Çıkıyordum, diğerleri az önce çıktılar.”
Refleksle Neşe’yi
süzdüm. “Ayrı ayrı mı çıkıyorsunuz?”
Üçünü de
gelecekleri saatte alan, dönecekleri saatte de evlerine bırakan bir araç ve
şoför olduğunu biliyordum. Mira başka bir şeyden bahsederken anlatmıştı. Geliş
ve gidişleri hep birlikteydi.
Benim konuşmamı
beklemiyormuş gibi ifadesinde küçük bir şaşkınlık belirdi. “Bugün öyle oldu,
Cevahir Bey arayınca onlar çıktılar direkt.”
Tabanlarımın
ağrıdığı hissetmeye başladığım için dümdüz durmak yerine salona doğru yöneldim.
Eşikten geçmeden önce Neşe’ye baktım tekrar. “Sen neyi bekledin?”
Genellikle iş
yapmak yerine bir kenara sinip oturmayı, Vildan Hanım yönlendirmedikçe yerinden
oynamamayı seçen biri için ilginç açıklamalar yapıyordu. Sorgumun devamı
bundandı. Yoksa şu an son derdim bile Neşe olamazdı.
Sorumun cevabını
umursamadan salona girdim. Sorduğum soru Cevahir’i düşünmeye itmişti,
biliyordum. Amacım da buydu. Evindeki çalışanlarının sorunlarını kendi
düşünsündü, ben bu kadarını yapmıştım. Yeterliydi.
Bir şey
konuştular mı yoksa direkt olarak Neşe çıkıp gitti mi bilmiyordum ancak kısa
süre sonra önce kapı sesi duyuldu, ardından da Cevahir salona giriş yaptı.
“Neydi bu?” diye
konuştuğunda ben çoktan ayakkabılarımı kenara atmış, geniş koltukta bacaklarımı
yukarı çekerek oturmuştum.
“Ne neydi?”
“Gitmemiş
olmasına neden takıldın?”
Omuz silktim.
“Takılmadım.”
Uzatacak gibi
göründü ancak birden başka bir şey hatırlamış gibi durdu. Muhtemelen eve neden
geldiğimizi hatırlamış ve Neşe konusunun şu an önem sıralamasında yukarı
çıkamayacağını kabul etmişti.
“Kahve içeceğim,”
dedim aklıma esenle. Yerimden kalktığımda üstümdeki kumaşların beni sıktığını
hissetmiştim.
Mutfağa değil
merdivenlere yöneldiğimde adım seslerim ona ulaşmış olacak ki sesini duydum.
“Kahveyi banyoda mı yapıyorsun doktor?”
“Seninkini orada
hazırlayacağım, nasıl anladın?”
Evin içinde
manyak gibi bağırdığımız diyaloğun ardından üstümü değiştirmek için odaya
geçtim. Hızlıca siyah, dar bir eşofman altı ve yine üstüme yapışan askılı bir
üst geçirmiştim.
Odadan saçımı
düzelterek çıktığım sırada kapının önünde dikilen koca bedeniyle beni devirme
teşebbüsünde bulunmuştu.
Devrilmeme sebep
olması sanıyorum ki planlı değildi çünkü dengem bozulur bozulmaz sırtımdan
kavrayıp beni yerime sabitlemişti. “Yavaş,” dediğinde boş gözlerle yüzüne
baktım. “Yavaştım zaten, sen ittin beni.”
“Ben mi ittim?”
Doğruları
söylediğimden emin olduğum için onu hiç takmadan yürümeye başladım. Üstündeki
takım elbiseyi çıkartmak için buraya geldiğini tahmin etmek zor değildi.
Cevahir’i yukarıda
bırakıp mutfağa geçtiğimde kahve makinesinin başında dikilmiştim. Alper’in
gökten inmiş gibi elime tutuşturduğu kahveyi içemeden sözleriyle sarsıldığım
için iştahım boğazıma dizilmişti. Kahve hevesimi şimdi alacaktım.
İnsanlığımı görüp
örnek alması için kendime kahve yaparken Cevahir için de kahve hazırlamıştım.
Böyle böyle bir yılda olabildiğince onu insansılaştırmayı düşünüyordum. Bu
değişim ona hatıram olarak kalabilirdi.
Makinenin
kahvelerin hazır olduğunu belirten sesiyle eşzamanlı olarak arkamda
hareketlilik hissettim. Cevahir’in gelmiş olmasına dönüp bakmadan fincanları
kahveyle doldurmuştum.
İki elime aldığım
fincanlarla birlikte arkama döndüğümde fincanları ada tezgâha bırakamadan
gözlerim ona takıldı.
Üst bedenini
saklayacak en ufak bir kumaş parçası bile giymeye gerek duymamıştı. Bacaklarını
kapatan eşofman için şükretmeli miydim?
“Acelemiz yok,”
dedim gözlerimi olmaması gereken yerlerde tutmamaya özen göstererek. Tezgâha
bıraktığım fincanların içindeki sıvıdan farksız irisleri bendeydi. Ben de
gözlerimi yüzüne diktim. “Giyinmeni beklerdim.”
Telaşsız bir
şekilde bıraktığım fincanlara uzandı. Birini kavradıktan sonra kaldırmış,
arkasını dönüp adımlamadan önce de konuşmuştu. “Bu giyinmiş halim, dilersen
giyinmemiş halimle de tanıştırırım seni doktor.”
Çoktan arkasını
dönüp gittiği için onu sinirle homurdanarak taklit etmiş olmamdan bihaberdi.
Çıplak ayaklarımı soğuk zemine vura vura salona giderken ağzımın yanacağını
bile bile kahvemden büyük bir yudum almıştım. Biraz sonra oturup onunla
paylaşacak olduğum konu da buna benziyordu. Yanacağımı
bile bile anlatacaktım.
Benim geldiğimde
yayıldığım en geniş koltuğu kaptığını fark edince bunu bir meydan okuma kabul
ederek aynı koltuğun diğer ucuna yerleştim. Sırtımı koltuğun kol kısmına doğru
yasladığımda bedenim artık ona dönüktü.
İki elimle
fincanımı sararak burnuma dolan taze kahve kokusunu soludum. Farklı şartlar
altında sakinleştirici etkisi olabilirdi bu kokunun ancak şu an beni
durultabilecek bir koku yoktu dünyada.
“Ben mi sorular
sorayım, sen mi tek nefeste konuşacaksın?”
Sunduğu
seçenekler arasında kısa bir an sıkıştım. O anın sonunda karar vermiştim. Üst
üste her şeyi anlatmaktansa sorular yanıtlamak daha kolaydı belki de.
“Sor,” diye
mırıldandım. Özenle oyulmuş, şekil verilmiş gibi görünen bedeniyle koltukta
benim birkaç katım alan işgal etmesine rağmen beni taklit ederek hafif yan
döndüğünde aramızda yeterince mesafe vardı. Koltuğun büyüklüğü işe yarıyordu.
“Ne zaman
öğrendin?”
İlk sorunun ne
olacağına dair bir tahminim yoktu ancak bu gayet mantıklı bir başlangıçtı.
“Vita’da altıncı
ayım dolduktan biraz sonra,” dedim gözlerimi yavaşça açıp kapatarak.
Sözleşmemin
kesinleşmesinden önce geçirdiğim sürenin sonunda, hastaneye bağlı olduktan
biraz sonra öğrenmiştim. Biraz şanslı bir insan olsam bunu daha erken öğrenir,
soluğu başka bir hastanede alırdım o zamanlarda.
Muhsin Paker’i
tanımadan önce, onun nasıl bencil bir adam olduğunu öğrenmeden önce gitme
şansım olsaydı apar topar giderdim.
“Kimden
öğrendin?” derken ifadesizdi. Cevahir’i böyle görmeye alışkındım ama bir yanım
da anlattıklarıma tepkiler versin, ilk kez dile getirdiğim şeylerin ben dışında
birine nasıl hissettirdiğini göstersin istiyordum.
“Bilmediğimin
farkında değildi,” dedim hafifçe gülerek. Buruk, histerik ve belki yalandan bir
gülüştü ancak asla doğal değildi. “Hastaneye, burnunun dibine girişimin ona
inat olduğunu sanmış. İşim kesinleştiğinde karşıma dikildi. Öyle çok zeki bir
adam gibi göründüğüne bakma, aptalın teki.”
Gözlerini bir an
için benden çekip sağında kalan televizyona doğru çevirdi. Bakışlarını
kaçırmıştı.
“Aptalın önde
gideni olduğunun farkına vardım,” dedi rahatça. “En tehlikeli türünden hatta,
hem aptal hem korkak.”
Boğazımda bir
yumru vardı. Kahveden büyük bir yudum alıp onu itebilecekmiş gibi çabaladım
ancak sonuçsuzdu. Elimdeki ağırlığından kurtulmak isteyerek fincanı ileride
duran sehpaya doğru bıraktıktan sonra yeniden sırtımı koltuğun yanına yasladım.
“Birkaç dakikadan
ibaret bir konuşmaydı, kelimeler ezberimde değil ama o an kaburgalarımın nasıl
içime battığını hatırlıyorum. Annemi bir çocuk sorumluluğu alamayacağı için
terk ettiğini sandığım babam karşımda olduğunu söylüyordu, üstelik sorun
sorumluluk alamamak falan da değildi.”
Sorun, onun
hâlihazırda bir ailesinin oluşuydu. Evli olduğu halde annemle birlikte oluşu,
dünyaya gelmeme sebep oluşuydu.
Karşımdaki adamın
zekasını hafife almadım. Söylediklerimin ona söyleyemediklerimi de açık
ettiğini biliyordum. Genelde beni delirtmeye yarayan hin aklı bu kez işime
geliyordu.
“Gitmeyi
düşünmedin mi?”
Elimin üstünü
kaşıdım öylece. Bakışlarımı gözlerinden ayırarak bir an boynuna dikmiştim.
“Eğer,” dedim nefes almak için ara vermeden önce. “Eğer bir gram olsa bile
pişman olduğunu hissetseydim giderdim. Arkama bile bakmadan, Vita’da
başlayacağım kariyerin benim için altın olmasını umursamadan çekip giderdim.
Ama karşımda ne pişman ne de üzgün bir adam yoktu Cevahir.”
Başını salladı
‘anladım’ der gibi. Anlaması mümkündü ama hissetmesi zordu.
“Bencillikse
bencillik, kinse kin. Varlığım onu rahatsız etsin, diken üstünde yaşasın
istedim. Gitmedim.”
“Gözünün önünde
kalırsan bir gün gelir de pişman olup fikirleri değişir diye beklemedin, sadece
rahatsız olsun diye kaldın. Öyle mi?”
Yüzüme vurduğu
gerçek güçlü bir tokat yemişim gibi sarsılmama sebep oldu.
Dudaklarım mühürlenmiş
gibi sustum.
“Onu rahatsız
etmek istesen ilk yapacağın şey tüm bunları herkese duyurmak olurdu. Tüm
itibarını, ailesini, işini… Her şeyi iki sözünle dağıtırdın. Kendini bu kadar
zaman kandırmışsın, beni kandıramazsın doktor.”
“Hayır,” dedim
duraksamamaya çalışıp hızlıca. Dudaklarım inkâra başlamış olsa da çoktan
söylediklerini kendi içimde tartmaya geçmiştim bile. “Çocuklarının, karısının
bir suçu yoktu.”
Gülümsedi.
Cevahir’i ilk kez
bu denli sakin bir gülümsemeyle görüyordum.
“Peki, senin?” diye
sordu. Bunu cevaplamak önceki sorularını cevaplamaktan bin kat zor, bin kat
sancılıydı. “Senin bir suçun var mıydı?”
Dudağımın
kenarını küçük bir yara izine çevirecek sertlikte ısırdım.
“Görünürde hastanede
artık ondan daha çok söz sahibisin, Seray. Bu onu çıldırtıyor, bunun
farkındayım. Benim konuyu bildiğimden de haberi falan yok.”
Elimi kaşıdım
yine. Derimi çizmiş, kızıl çizgiler oluşturmuştum aynı yerde. “Biliyorum,”
dedim. “Babam olduğunu öğrenmiş olsan onu çoktan yerinden sarsmış olacağını
düşünüyordur.”
“Bana kalmadan
bunu kendin de yapabilirsin.”
Sinir
bozukluğuyla güldüm. “Kafama göre insanları işten çıkarmaya başlarsam burası
babanın çiftliği mi diyebilirler ama.”
Çıplak omuzları
erkeksi bir hareketle hafifçe oynadı. “Hayır, kocamın çiftliği dersin sen de.”
Bedenimden
çekilen güce direnemeyerek yanağımı koltuğun sırt kısmına doğru yasladım.
Olduğum yerde sağıma doğru devrilmiştim biraz.
“Levent bu sırrı
saklamayacak değil mi?” diye sordum yanağımı yasladığım koltuk dudaklarımın öne
çıkmasına ve sesimin biraz değişmesine sebep olurken.
Cumartesi sabahı
eve geldiğimde konuşmuştuk bu konuyu. İlk ve tek konuşmamızda o sırada
gerçekleşmişti. Devamında ne ben üstelemiştim ne de o konuyu açmıştı.
Alper’in samimi
olduğuna inanmış olsam bile aynı şeyi Levent için düşünemezdim. Yani her
şekilde bu gerçek tehlikenin kucağındaydı.
“Önceliğimiz bunu
nereden öğrendiği, Teo’ya olduğu gibi rastgele öğrenmiş olması bir ihtimal ama
başka bir şey dönüyorsa…”
“Dönüyorsa..?”
dedim devam etmesi için tekrarlayarak.
Sessiz kaldı.
Sessizliğinin aslında büyük bir fırtınanın habercisi olduğunu, o fırtınanın
bugüne kadar kurulmuş her şeyi temelinden sarsacağını içten içe biliyordum.
Bir süre
sessizliği bölüştük. Kıpırdamadan, bakışlarımız birbirimizin üzerindeyken
öylece bekledik.
“İlk defa,” dedim
boğuk bir sesle. “İlk defa bu konuda dudaklarımın mührünü kırdım. Neden
yaptığımı bile bilmiyorum ama yaptım işte.”
Yutkunduğunu fark
ettim. Âdemelması hareketlenmiş, boğazındaki o sert çıkıntı gözle görülecek
şekilde yer değiştirip yeniden ilk yerine dönmüştü.
“Neden susmayı
seçtin?” diye sorduğunda güldüm istemsizce. “Bunu dünyanın en konuşkan, asla
susmayan adamı mı soruyor?” Alaya aldığımın farkındaydı ancak tepki vermedi.
Cevap vermemi bekliyor gibi bakıyordu hâlâ.
‘Bilmiyorum’ der
gibi başımı salladım.
“Avrupa’ya
sızmaya çalışan kaçak göçmenler gibi ilk fırsatta Almanya’ya kaçan herife de mi
anlatmadın?”
Göğsümü
titretecek, ağır bir kahkaha attım. Oğuz’u andığı için bir an üzülecek olmuştum
ama bu nasıl bir tanımdı?
“Hayır,” dedim
gözlerimi yüzünde gezdirirken. “Anlatmadım. Muhsin konusunu bilmiyordu.”
“İyi,” dedi
kaşları bir anda çatılırken. Ani değişimini neye borçlu olduğumuzu tahmin
edememiştim.
“Ne oluyor be?”
diye yükseldim. “Kaşlarını çata çata niye bakıyorsun bana şimdi?”
Aslında
üstelemeyeceğim bir şeydi ancak derin konulara girdikten sonra oradan
sıyrılabilmek için buna ihtiyacım vardı. Rutinimize dönmemiz gerekiyordu.
“Canım öyle
istedi,” dedi rahatça. “Ne yapacaksın?”
“Elimin tersiyle
bi’ çarpacağım sana, kaşların düzelecek. Uygun mu?”
Dişlerini kısa
bir an görmeme fırsat verir şekilde güldü. Dudakları eski haline dönerken
konuştu sonra. “Yakışıyor mu bir doktora şöyle tehditler?”
Gözlerim
devrilirken bunu öylesine yoğun yapmıştım ki başım anlık dönmüştü. “Doktor
olmasam ne yapacaktın acaba? Tüm çemberin bununla sınırlanmış.”
“Ne olsan
mesela?” diye sorduğunda bir an boş bulunup düşündüm. Duraksamam ve düşünüyor
olmam Cevahir’in suratında bilmiş bir ifade yarattı. Zafer kazandığını
düşünerek bana bakması sinirlerimi bozduğunda koltuğu sarsarak doğruldum. “Nefret
ediyorum senden, bakma bana!” diye homurdandım.
Mimiği bile
oynamadı. Dudaklarını düz bir ifadeyle araladı. “Güzel, oyunumuzun ilk haftası
bitmişken şartlara uyum sağlama konusunda bir sorunumuz yok demek ki.”
Oyunun en büyük
şartı, benim bir yılın sonuna dek ondan nefret etmeye devam edecek olmamdı.
Beni seçmiş olmasındaki en büyük etken de buydu.
Günü geldiğinde arkasına bile bakmadan gidebilecek bir kadını
hayatına dahil etmek istemişti.
~
“Annen nerede?”
diye fısıldadım Cevahir’in kulağına doğru yükselerek.
“İyi
hissetmiyormuş,” diyerek yanıtladığında sıkıntılı bir nefes aldım. Nilgün
Hanım’a karşı içimde büyüyen merakı ve buna benzeyen bazı hisleri göz ardı
edemiyordum.
“Keşke gelseydi.”
Salona doğru
geçmiş olan küçük kalabalığın en arkasında, sona kalan Cavit Bey’le aramızda
bayağı mesafe olacak şekilde ilerliyorduk Cevahir ile. Babasının bizi
duyabildiğini sanmıyordum ama duyuyorsa da sorun değildi. Birazdan ona da
‘eşiniz nerede’ diyebilirdim.
Yeni evli
çiftlerin aileleri evlerinde ağırlama adeti Avcıoğlu ailesi için de
uygulamadaydı. Cevahir, babasının bu konudan bahsettiğini söylediğinde aslında
konunun Cavit Bey’den değil de başka birinden ortaya atıldığından emindim.
Salona dağılıp
oturan aile üyeleri, benim onlarla tanıştığım ilk günle benzerdi. Fahri Bey iki
yanına oğullarını almış, Ecevit Bey’in diğer tarafındaki tekli koltuğa da eşi
yerleşmişti. Zerrin Hanım’ın yaydığı gergin enerjiyi üzerimde buram buram
hissedebiliyordum.
Beril de misafirlerimiz
arasındaydı. Ancak tekti. Doğan bir toplantısı çıktığı için bize katılmamıştı.
Yüzüne bakılabilir sayılı üyelerden birini kaybettiğimiz için üzgündüm.
Buradakiler gitse ve Doğan-Nilgün ikilisi gelse memnun olurdum.
Rahat etmek için
elbise yerine kumaş pantolon ve pantolonla takım bir straplez üst seçmiştim
akşam için.
Arada yakamın
açılıp açılmadığına bakıyordum. Bu stresimin sebebi Cevahir’di. Üstümdekine her
an memelerimi sergileyecek bir tuzak muamelesi yapmış ve sinirlerimi
hoplatmıştı.
Kıyafetlerimle
ilgili saçmaladığı anlarda derdinin ne olduğunu çözemiyordum. Sinirlerimi
bozmak için bir sürü seçenek vardı ama sık sık buna da başvuruyordu.
“Hoş geldiniz
tekrar,” dedim bulduğum boşluğa yerleşirken. Beril’in yanına oturmuş, Cevahir’i
pek sevgili yengesinin yanındaki diğer tekliye mecbur bırakmıştım.
“Hoş bulduk
Seray’cığım. Senin sayende Cevahir’in evini görmeye nail olabildik, ayak
basmamıştık hiç.”
Zerrin Hanım’ın
iğnelemeye kayan cümlelerinin ardından kısa bir an Cevahir’e baktım. Umurunda değildi.
“Dilediğinizde
buyurun her zaman, seve seve ağırlarız.”
Seve seve
ağırlayacağım biri değildi. Cevahir’in onu sıklıkla eve alacağını ise hiç
zannetmiyordum. Aralarındaki sorun neydi bir fikrim yoktu ama yan yana
oldukları anlarda her şey dikenli bir telin üstünde yürümek gibi
hissettiriyordu.
“Annem nasıl
oldu?” diyerek konuşan Cevahir’in bakışları direkt olarak babasındaydı. Cavit
Bey bakışlarının ve sorunun hedefi olsa da Cevahir konuştuğunda genel bir
soğukluk hissettim.
“İlaçlarını aldı,
uyuyordu biz çıkarken.”
Cevahir başını
salladı belli belirsiz. Başka bir şey sormadı. Araya girdim. “Yemeğe
geçebiliriz, her şey hazır.”
Ayrı bir yemek
odası yoktu. Cevahir evin bomboş duran odalarını değerlendirmek yerine masayı
salonun diğer ucuna yerleştirmeyi seçtiği için sofraya geçmek çok sürmemişti.
Herkes
yerleşmekteyken yerime geçmek yerine kapıya doğru ilerledim. “Vildan Hanım,”
diye seslendim mutfağa doğru. “Servise başlayalım.”
“Hemen
geliyorum.”
Onaylayan sesi
geldiğinde salona döndüm. Masanın bir ucunda Fahri Bey, diğer ucunda Cavit Bey
vardı. Cevahir ve Beril’in arasında kalan boşluğa yerleştiğimde karşımdaki
Ecevit ve Zerrin çiftine pek bakmadım.
Yemek kısa
sohbetler, genelde derinleşmeyen konular eşliğinde tamamlandığında çok
zorlayıcı bir gece yaşamıyor oluşumuzdan dolayı biraz rahatlamış haldeydim.
Sofra hızlıca
toparlanmış, yemeğin ardından yeniden koltuklara dönmüştük.
“Levent niye
teşrif etmedi yemeğe?”
Cevahir özellikle
yengesine doğru bakarak sormuştu. Bu kez Beril tekli koltuktaydı ve ben Cevahir’in
yanında oturuyordum. Bu nedenle başımı azıcık çevirmem ona bakmama yetmişti.
“Bir işi çıkmış
son anda,” diyerek oğlunu temize çıkarmayı deneyen Ecevit Bey’e hiç dönmedim.
Cevahir’in ağzının içinden mırıldandığını duymuştum. “Kesin öyle olmuştur.”
Fahri Bey bana
hastaneyle ilgili bir şey sorarak konuyu dağıttığında Cevahir’in alev atan
halinin kesilmesi için bunu fırsat bilerek direkt konuyu derinleştirdim.
Neşe Türk kahvesi
servisi yaparken salondaki küçük sessizliği Cavit Bey’in çalan telefonu bıçak
gibi kesti.
Telefonu açmak
yerine ayaklandı, babasına göz ucuyla bakmış ve sanki izin ister gibi
görünmüştü. Bu ailede herkesin bir şekilde birbiri ile takışmalar yaşadığını
gözlemlemiştim ancak kimse Fahri Bey’e en ufak bir saygısızlık yapmaya girişemiyordu.
Hepsini bir arada tutan da sanıyorum ki buydu. Yoksa bu aileyi birbirine bağlı
kılan güçlü sevgi ipleri hiç görünürde değildi.
Cavit Bey’in
salondan çıkması ve kısacık bir süre sonra girmesiyle birlikte herkes
hareketlendi. Bunda yüzündeki gergin ifadenin etkisi büyüktü.
“Ne oluyor baba?”
Cevahir her an
yerinden kalkacakmış gibi görünüyordu sorarken. Cavit Bey oğluna doğru baktı.
“Eve geçiyorum ben,” dedi sadece.
“Annem mi?”
derken Cevahir çoktan kalkmıştı. Sesindeki tedirginlik beni de yerimden
kalkmaya itti. Tam yanında, onunla birlikte ayaktaydım.
“Önemli bir şey
yok, kimse evde olmayınca biraz tedirgin olmuş. Dönüyorum ben.”
“Ben de
geliyorum,” demekte hiç gecikmedi Cevahir. “Çıkalım.”
“Oğlum
misafirleriniz var, otur oturduğun yerde. Sorun yok diyorum.”
Cavit Bey’in az
ve öz konuşan bir adam olduğunu düşünmüştüm bugüne dek. Hatta en çok konuştuğu
anı yaşıyor olabilirdik tanıştığımızdan beri.
Cevahir pes
edecek gibi durmuyordu fakat babası da aynı görünüyordu. İstemsizce Fahri Bey’e
doğru baktım. Bakışlarımız kesiştiğinde gözlerini yavaşça kapatıp açtı. Bu
sanırım ‘sakin ol’ demekti.
“Yemeğimizi
yedik, hep birlikte kalkalım. Kahveleri orada içeriz. Cevahir de annesini
görsün, rahat rahat döner evine.”
Cavit Bey bir şey
söyleyecek gibi oldu ama babasının net tavrına karşı çıkmak yerine sustu.
Evden çıkarken
yalnızca Beril’le vedalaşmıştık. O arabasıyla kendi evine geçerken biz de iki
araba halinde yola koyulduk.
Cavit Bey bizimle
geldiği için ben arka koltuğa geçmeye çalıştığımda izin vermemişti. Cevahir’in
oldukça hızlı sürdüğü araba yolda kayıyorken çenemi tutup sustum. Bu ikiliye
Nilgün Hanım’la ilgili bir şeyler sormak istiyordum ancak haddim değildi.
Yol sonlandığında
ve ev demekte bile zorlandığım yapıya adımladığımızda Nilgün Hanım’ın yanına
eşi ve oğlu çıkmıştı.
Ben kalan üçlüyle
birlikte salona doğru ilerledim. Yukarıya çıkmak istemediğimden değildi ancak
saçma görüneceğinden sormamıştım.
“Mutfaktakilere
seslenin Zerrin, kahve yapsınlar.”
“Ben yaparım
baba, onlar müştemilata geçmişlerdir biz yokuz diye.”
Zerrin Hanım
kalktığında oyalanmadan ben de kalktım. “Yardım edeyim ben de.”
Yeni gelin olarak
atladığım işle birlikte Fahri Bey gülümsedi.
Mutfakta Zerrin Hanım
ile yalnız olacak olma fikri iç açıcı olmasa da yapacak bir şey yoktu.
En az ev kadar
ihtişamlı görünen mutfağa girdiğimizde hiçbir şeyin yerini bilmediğimden elimi
oraya buraya atmak yerine önceliği ona verdim. Kahveyi ortaya çıkarttıktan
sonra fincanların olduğu rafı da açmış ardından geriye çekilmişti.
Bunun ‘buyur yap
kahveyi’ olarak çevirisini yaptığımda tepki vermeden tezgâhtaki makineye
yöneldim.
“Nasıl
içiyorlar?” diye sordum sadece.
“Babam sade içer,
kalanları orta şekerli yaparsın.”
İki ayrı bölmesi
olan makine hayatımı kolaylaştıracaktı. Sade ve orta şekerli kahveleri ölçüp
biçip makineye kaynamaları için bıraktığımda yerimde arkam ona dönük kalmak
yerine yarım tur döndüm.
“Nasıl gidiyor
evlilik? Cicim aylarınızı çalışarak geçiriyorsunuz, yok mu balayı planınız?”
Aniden gelen,
beklemediğim bir yerden vuran soruları nedeniyle kendime kısa bir düşünme
süresi tanıdım.
“Var birkaç plan
ama acele etmiyoruz,” dedim sakinliğimi koruyarak. “Tüm günümüz birlikte
geçtiği için balayı gibi zaten, işimiz aynı yerde.”
Güldü. Gülüşünün
ne ifade ettiğini çözememiştim.
“Özledikçe yanına
kaçabilirsin, tabii.”
Onun soru sormaya
devam etmesine engel olmak için ilk aklıma geleni yapıp soru soran tarafa
kendim geçtim. “Siz aktif olarak çalışmıyorsunuz sanırım değil mi?”
Meslektaş
olduğumuzu biliyordum. Ancak bildiklerim bununla sınırlıydı. Uzmanlığı neydi,
nerede çalışmıştı bilmiyordum.
“Son beş yıldır
çalışmıyorum, yıpratıcı olmaya başlamıştı her şey.”
“Uzmanlığınız
neydi Zerrin Hanım?” dedim soru bombardımanına devam edip.
“KBB,” demesinin
ardından yeni bir soru bulmakta geciktiğim için sıra ona geçmek üzereydi. Buna
engel olan kahve makinesinin sesi oldu. İçimden koca bir nefes almış ancak bunu
dışarı yansıtmamıştım.
Fincanlara kahve
paylaştırmak için ona arkamı döndüğümde bir şey söylememiş olması iyiye
işaretti.
Ben kahveleri
doldururken bir servis tepsisi çıkartmış ve yanıma bırakmıştı. Fincanları
tepsiye dizdiğim sırada mutfağa adım sesleri doldu.
“Seray,” diye
seslenen Cavit Bey’di.
“Efendim?”
diyerek direkt ona döndüm.
“Yukarı çıkabilir
misin, Cevahir çağırıyor? Nilgün’ün odasını biliyorsun sanırım.”
İfademi bozmadım.
Odanın tam yerini bilmiyordum ancak nereye yöneleceğimi biliyordum. Başımı
salladım. “Tabii, çıkıyorum.”
Zerrin Hanım’a
doğru döndüm. “Kahveler…” Umurumda değil diye
tamamlayamadım.
“Ben hallederim,”
dedi soğuk bir ifadeyle. Az önceki soru cevap seansında biraz daha az gergin ve
daha fazla enerjik görünmüştü gözüme. Şimdi tavrı değişmişti.
Onları ardımda
bırakarak mutfaktan çıktıktan sonra oyalanmadan merdivenlere ilerledim.
Cevahir’in deyimiyle çivilerim, benim deyimimle ince topuklularım üzerinde
kendimi dengeleyip merdivenleri birer birer çıktım.
İlk katı
bitirdikten sonra, Nilgün Hanım’la karşılaştığım ilk ana ev sahipliği yapan bir
üst kata ait merdivenin ucuna gelmiştim. Yukarıdan herhangi bir ses gelmiyordu.
Bu merdivenlerin de sonu geldiğinde koridorun hangi ucuna ilerlemem gerektiğini
seçmek için bir an durdum.
Sağ taraftan
gelen aydınlık beni nereye gideceğime dair bilgilendirince oraya yürüdüm. Yarı
açık kapıdan sızan ışığı, kapıya hafifçe çalar gibi dokunduğumda biraz
büyütmüştüm. Kapı geriye doğru gitmişti.
Kapının ardında
beni geniş bir yatak odası karşıladı. Evin kalanına uyumlu şekilde göz
alıcıydı. Buranın sadece Nilgün Hanım’ın değil, Cavit Bey’in de kaldığı oda
olduğu belliydi.
“Geleyim mi?”
diye mırıldandım kapıdan yarım girmişken.
Sırtı başlığına
doğru dayanmış, odanın ortasına konumlandırılmış yatağın sağında oturuyor olan
Nilgün Hanım benimle göz göze geldiğinde dudaklarını kıvırdı. “Gel gel,” dedi
hemen.
Onu dinleyerek
içeri girip kapıyı kapanmaya yakın şekilde örttüm.
Ayakucuna doğru
oturmuş olan Cevahir ben geldiğimde ayaklanmış, kalktığı yere oturmamı söyler
gibi kendisi yatağın diğer tarafına doğru geçmişti.
Koca bedeniyle
yarattığı çukura yerleştiğimde Nilgün Hanım gözlerimin en içine bakıyordu.
“Burada olduğunu
duyunca ben çağırdım seni,” dedi gözlerini yavaş yavaş kapatıp açarken.
“Çağırmasam gelmeyecektin galiba.”
Yardım ister gibi
Cevahir’e baktım ama o çoktan rahatça bizi izler bir hale geçmişti. Annesini
taklit ederek yatağın diğer tarafında başlığa yaslanmış, bakışlarını üstümüze
doğru dikmişken bana hiçbir yardımda bulunmadı.
“Uğrayacaktım
tabii ki yanınıza, rahatsız etmek istemedim ama hemen.” Açıklamaya çalışırken
ne kadar ikna olmuştu bilmiyordum ama bakışlarında herhangi bir alınmışlık ya
da kızgınlık yoktu.
Düğün günü gelin
odasında karşımda olduğu gibiydi hatta. Bir önceki karşılaşmamızdan çok daha
bilinçli, kendinin farkında gibi bakıyordu. Sanıyorum ki krizin ardından bir
süreliğine benliğini bulmuştu.
“Cevahir sen
insene aşağıya, ben gelinimle kalırım.”
“Ne yapacağım
anne ben aşağıda?” dedi direkt Cevahir. “Annem ve karım buradayken
aşağıdakilerle oturacak kadar akılsız değilim.”
“Başlatma şimdi
annenden de karından da!” Nilgün Hanım’ın ani çıkışını beklemediğim için
şaşkınlıkla dondum. Cevahir de en az benim kadar şaşkın bakıyordu. Onun bu
şaşkın suratı benim şaşkınlığımı itelemiş ve gülecek gibi olmama sebep olmuştu.
“Git işte, yalnız
bırak beni gelinimle.”
Cevahir bana
baktı. Bu, benim az önce ona yönelttiğim yardım isteyen bakışlara benziyordu.
Havalı bir biçimde omuz silktim. “Güle güle kocacım,”
dedim uslu uslu. “Anneni dinle lütfen.”
Çenesindeki
kasılması kaçırmadım ama umursamadım da. İsterse merdivenlerden inerken
patlayabilirdi, bana neydi?
“Unutmam bunu
anne,” dedi Cevahir ayıp ettiğinin altını çizerek annesine.
“Aman, günlüğüne
de yaz mutlaka.”
Dayanamayıp sesli
bir şekilde güldüm. Nilgün Avcıoğlu’nun bu yüzüne bayılmıştım.
Cevahir söylene
söylene ayaklanıp odadan çıktığında merdiveni arşınlayan adım sesleri bir süre
odaya kadar geldi. O uzaklaştıkça sesler de azala azala kayboldu.
Nilgün Hanım’la
yüz yüze bakıyorduk.
Elime uzanıp
tuttuğunda artık sol elimde taşıyor olduğum yüzüğüme doğru dokundu hafifçe.
“Mutlusunuz değil mi?” diye sordu ilk iş.
“Mutluyuz,” dedim
yalan söylüyor olduğum için utançla. Kimseye karşı bu utancı ona olduğu kadar
yoğun hissetmiyordum.
Başını salladı
tatlı bir ifadeyle. “Hep öyle kalın, benim yaşayamadığım mutluluklar da sizin
kaderinize yazılsın.”
Onun adına buruk
hissettim. Fakat bir şey söyleyemedim.
Düğünden önce
söylediklerini anımsadım. Cevahir’i korumam için bana neredeyse yalvardığını…
Bu yalvarışların sebebi, onu mutlu etmeyen sebeplerle aynı mıydı?
“Doktorsun sen
değil mi?” dediğinde bir an afallamış olsam da başımı salladım. “Evet, Nilgün
Hanım.”
Yüzü buruştu.
“Hanım deme bana, gönlünden koparsa anne de. Yapamazsan da teyze dersin olur
biter.” dedikten sonra devam etti. “Cevahir birazdan dayanamayıp geri gelir,
tanıyorum oğlumu. O gelmeden bir şey isteyeceğim senden.”
“Tabii ki,”
dedim. “Seve seve.”
“İlaçlarım,” dedi
bir anda durgunlaşarak. “İlaçlarımı kontrol eder misin?”
Durdum öylece.
Aniden gelen bu isteği tam zihnimde oturtamamıştım. İrdeleyeceğim sırada bana
izin vermeden dudaklarını araladı bir kez daha.
“Ben bir şeyler
duydum, duyduklarımı başka birine söylersem bana inanmayacak biliyorum. Yarım
akıllının birine kim inansın?” Kendi kendine konuşur gibi anlatıyordu.
Sol elimdeki
elini parmaklarımla sıkıca sarıp tuttum. “Ben dinliyorum, inanırım da size.
Bakarım ilaçlarınıza elbette ama alanımın dışında kalacaktır. Kontrol için
yarın hastaneye götürelim mi sizi? İlaçları uzmanla görüşürdük.”
Ben devam ederken
sanki beni duymuyor gibiydi. Gözleri dalgınlaştı. Varlığımı hatırlaması için
birleşen ellerimizin üzerine sağ elimi de kapadım. “Nilgün Ha- teyze?” dedim
son anda düzelterek.
Beni duydu mu
duymadı mı bilmiyorum. Bunu anlayamazdım. Ancak dudaklarından dökülen iki
kelimeden ibaret cümlenin gerçek olma ihtimali, bunu kafasından uyduruyor
olacak kadar bilinçsizleşmesinden daha korkunçtu.
“İlaçlarımı değiştiriyorlar.”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder