Aykırı Çiçek Özel Bölüm IV

 ÖZEL BÖLÜM IV

 (Başka bir evrende...)



Deniz’e borçlu olduğum yirmi koca yıl olduğunu biliyorum, bu bölüm bir nebze de olsa borcumu kapatabilmek için aslında…

İyi okumalar!

 

~~~

 

 

- Bu bölüm tamamlanmış olan kurgudan bağımsız, akıştan tamamen ayrı şekilde yazılmıştır. Az sonra şahit olacağınız zaman dilimleri Aykırı Çiçek’in daha önce okuduğunuz kısımlarıyla çelişebilir; merak etmeyin. Kendinizi akışa bırakın :) -

 

 

- Savaş

(Deniz 3 yaşında)

 

“Resmen inadına ağlatıyorsun kendini, suratın kıpkırmızı oldu Deniz ya!”

Pınar’ın sitem dolu seslenişi evin içinde yankılanamayacak kadar kısıktı ancak çoktan onlara doğru ilerlemeye başladığımdan duyabilmem tesadüf olmuştu.

Kaşlarım hafifçe çatılı halde bahsi geçen inadına ağlamanın sebebini düşünürken bulundukları yer olan mutfağa varmıştım artık.

Mutfaktaki masanın etrafına dizili sandalyelerden birine yerleşmiş, boyu yettiğince önündeki tabağa ellerini uzatır halde duran kızımın yüzü annesinin dediği kadar vardı. Yaşına göre normalin altı sayılabilecek kilosuna rağmen şişkin yanakları doğduğundan beri hiç kaybolmamıştı. O şişkinlikler kızarık ve ıslak görünüyordu.

Mutfağa girdiğimi ilk gören, karımdı. Pınar beni gördüğünde derin bir nefes alır gibi oldu. “Bitti mi işin?”

“Bitmek üzere hayatım, az bir şey kaldı. Ne oldu?”

Yanlış bir soru sormuşum gibi ters ters baktı. “Kızının aşkı yerlere göklere sığamadı, yanına gelemedi diye isyan çıkarttı.”

Deniz’in karın ağrısını anlamama sebep olan açıklamanın ardından gülümsememek için yanağımı ısırdım. İşten eve döndüğümden beri çalışma odası olarak kullandığım dört duvarın ardındaydım. Odama çocukların gelmesi demek tüm dikkatimin dağılması ve farkında olmadan zamanımı onlarla geçirmem demekti. Yetişmesi gereken bir proje varken de bu seçenek pek mantıklı olmuyordu.

Okul dönüşü kendi hallerinde oyalanmaya alışkın olan büyük oğullarım tehlike arz etmese de üçüzler için durum farklıydı. Her an baskın yiyebilir, kendimi üçünün ortasında bulabilirdim. Burada da imdadıma karım yetişmişti. Ancak anladığım kadarıyla yetişmek için yaşadığı sorunlar bana yol su elektrik olarak dönecekti.

“Emin misin?” dedim Pınar’a masayı işaret ederken. “Ben geldim ama kızım hiç yüzüme bile bakmıyor.”

Deniz önündeki tabakta duran meyve salatası olduğunu gördüğüm kâseyi sıkıca tutuyor görünse de asla ağzına bir şeyler atmıyordu. Mutfağa girdiğimde bana göz ucuyla bakışını kaçırmamıştım ama sonra iradesini sağlamlaştırıp önüne dönmüştü.

Trip yiyordum. Afiyet olsundu.

“Toprak ve Rüzgar nerede?” diye sordum Deniz’e doğru giderken. “Bahçedeler, Ufuk çağırdı.”

Anladım der gibi başımı salladıktan sonra Deniz’in yanındaki sandalyeyi çekip oturdum. “Seni çağırmadı mı Ufuk? Sen neden buradasın babam?”

Deniz düğmesine basmışım gibi yeşillerinden yaşlar yuvarlayarak bana doğru başını kaldırdığında her ağlayışında olduğu gibi göğsümdeki ağırlıkla yüzüne baktım. “Ne oldu benim kızıma?”

Kırgın ve alıngan bir anında olduğunu fark etmemem imkânsızdı. Annesinin çıkarımına göre de ağlayışı nedensizdi. Kendimi bu şekilde sakin tutarak kollarımı açtım. “Sarılalım,” dedim biraz aralasam sığabileceği kollarımı kocaman açarak.

Bunu reddetmeyeceğini, ne olursa olsun göğsüme sığınacağını biliyordum. Bundan emin olmanın verdiği huzuru öyle kolayca tarif edemezdim.

Dizlerini bacaklarıma bastırıp yükseldikten sonra başını omuzuma yatırdı. Bir kolum sırtına dolanırken diğeriyle de tek kolum yetmiyormuş gibi bedenini sardım. “Küstün mü sen bana? Kızdın mı meleğim?”

“Herkese küştüm,” dedi mırıl mırıl. Küsmüştü ama avucu refleksle yakama tutunmuş, yüzü boynuma gömülmüştü. Küslüğü beni de kapsasa bile kollarımın arasında mayışmasına ölürdüm.

“Kimmiş o herkes?”

“Sen,” dedi önce. Listenin başını çekmek biraz ürkütücüydü. “Sonya annem, sonya üçüsler, sonya Ufuyk.”

Listeye eklenmeyenler, eklenenlerden daha az kişiydi.

“Kalabalıkmışız,” dedim biraz şakaya vurup ama kızımın pek şaka kaldıracak hali yoktu. “Kimse senin üzülmeni istemiyor aslında Deniz, yanlışlıkla üzmüşüz galiba seni.”

“Yanlışlıkla üsüldüm,” dedi kendi kendine. Ardından birden bir şey hatırlamış gibi başını kaldırıp baktı bana. “Baba!”

Bana seslenişlerine zaman zaman yine ‘bayba’ diyerek eridiğim şekilde devam etse de çoğu zaman telaffuzu doğruydu artık.

“Babasının güzeli, söyle.”

“Sen boylama yapıyodun beni ondan almadın di mi?”

Gözlerimi kaçırdım biraz. Boyama değil ama çizim yaptığım doğruydu. Bu iki işin kızımın gözünde hiçbir farkı olmadığından suçum ortaya çıkmıştı.

Doğru yere parmak bastığını çözen Deniz ters ters yüzüme baktığında iç çektim. İşim bitmek üzereydi. Kalan kısmı kucağımda o varken yapabilirdim. Sorun yoktu.

“Birlikte yapalım mı işimin kalanını?”

Yeşilleri parıl parıl parladı. “Geyçekten mi?”

Bu kadar mutlu olacağı bir şeyden onu alıkoymak yerine aynı projeyi üç kez baştan çizmeyi yeğlerdim.

“Gerçekten can suyum,” dedim dayanamayıp yanağından sertçe öpmeden hemen önce.

Kucağımda onunla birlikte ayaklandığımda ben mutfağa geldikten biraz sonra çoktan ortadan kaybolan Pınar’ın nerede olduğuna dair bir fikrim yoktu. Deniz’in bugün onu biraz fazla sınadığını kavradığım için kendisine bulaşmadan küçük fakat etkisi büyük bombayı kucaklamış halde odaya yöneldim.

“Hangi yenkle yapıcaz?” diyerek daha merdivenler bitmeden beni sorgulamaya girişen Deniz’i en kolay durdurma yöntemi, ipleri eline vermekti. Kızımı yaklaşık dört yılda bu kadar tanıyamasam ayıp olurdu. “Sen hangisiyle istersen babam.”

Heyecanla iç çekip omuzuma sabırsız bir biçimde ellerini ve yüzünü sürtüyordu. Bu haline gülüp ensesinden öptüm sertçe. Huylanıp başını geriye atarak tepki verdiğinde zaten buna hazır olduğumdan sırtındaki elimle onu dengeleyebilmiştim.

Odaya girip üstü fazlasıyla dolu olan masama yaklaştığımda Deniz’i yanıma bir sandalye çekmek yerine sırtı göğsüme denk gelecek şekilde kucaklayarak oturmuştum. Nasıl oturduğunun bir önemi yoktu gerçi. Tüm dikkati masamın üstündeki kalemlerde ve o kalemlerin iz bıraktığı kâğıtlardaydı.

“Çok güsel,” dedi sessizce. Bana söylememişti, kendi kendine mırıldanmıştı ama sesini tam olarak kontrol edemeyecek kadar küçüktü.

Artık işime yaramayacak olan taslaklardan birini ona doğru çektim. Üstünde yapacağı karalamalar sorun olmayacaktı.

“Bunu boyayabilirsin istersen meleğim.”

“Tamam,” dedi hemen. “Kıymızı olsun mu? Bak kıymızı kalem vay burda, başka yok.”

Kâğıtların altında kalan başka renkteki birkaç kalemi de bulup önüne bıraktım. “Bunlar da var.”

“Ay!” dedi birden. “Bak yeşil.”

“Yeşil, babam evet. Gözlerine mi benziyor sanki biraz.”

Başını geri atıp bana bakmaya çalıştı. “Senin göslerine benziyo benim değil.”

Sırıttım. Gözlerimizin tek bir ton bile farkı olmadığını algılamaya başladığında bu konuyu tekrar konuşurduk. Büyük oğullarım gözlerini annelerinden miras edinmeye karar vermiş olsalar da üçüzler tıpkı benim gibi yeşil gözlere sahiplerdi. Toprak ve Rüzgar’ın yeşilleri daha açık, canlı bir tondayken Deniz benim gibi koyuya çalan bir yeşili gözlerinde ağırlıyordu.

“Evet,” demiştim üstelemeden. O da başka bir şey söylemeden kucağımda hareketlenmişti. “Nereye?”

“O masada yapıcam, buyası senin.”

Kullanmadığımız ancak Pınar’ın atılmasını istemediği ve henüz değerlendirecek yer bulamadığı ahşap bir masa odanın diğer kenarındaydı. Deniz orayı işaret ediyordu.

“Burada da kalabilirsin,” demiştim hemen. Kucağımdayken işimi yapmam belki on kat zordu ama onu bırakasım da yoktu pek.

“Hayır,” dedi net bir şekilde. “Oyası da benim masam olcak.”

Onu kırmadım. Yaklaşık iki dakika kadar sonra artık masasındaydı. Boyu ayarlanabileceği için kendi sandalyemi ona götürüp iyice yükselterek masaya rahat uzanmasını sağlamıştım. Kalemleri gözünün önündeydi. Rahat göründüğünden emin olunca kendi yerime dönüp sandalye çekerek yerleşmiştim.

Oturduğumda Deniz’i sadece yandan görebiliyordum. Kâğıda doğru kapandığı için ne yaptığını göremiyordum ancak hızlı hızlı oynayan ellerinden anladığım kadarıyla işi yoğundu.

Onu izlemek işimi yapmaktan keyifli olsa da bir an önce bitirip yoğunluğumdan kurtulmak istediğimden önüme dönmüştüm. Aradan kaç dakika geçtiğinden habersiz, sık sık bakışlarımla Deniz’i kontrol ederek iş yapıyorken odanın kapısı çalındığında ben ağzımı açamadan başka bir ses yükseldi.

“Giyebiliyşin!” diye bağıran Deniz’e sesli bir şekilde güldüm. Bunu ne zaman öğrendiği hakkında bir fikrim yoktu.

Kapı aralandı. İçeriye kapıyı çalarak girecek olan pek kimse yoktu aslında evde. Merak ederek bakışlarımı çevirdiğimde beni Barış karşılamıştı.

“Güzelliğim?” diyerek hemen kendisini odaya alan Deniz’e doğru yöneldi. “Sen bu odanın yeni sahibi misin kız? Ben de diyorum abimin sesi ne ara tizleşti.”

Deniz elindeki kalemle başını çevirip amcasına baktı. Barış’ın ona doğru adımladığını gördüğünde sesi yükseldi birden. “Gelme amca gelme!”

Barış şaşırarak da olsa durdu. “Niye?”

“Süppiz olucak boylamam, sonya bakıcaksın sen de.”

Telaşına gülümsedim. “Yaklaşma kızıma Barış, geç şu tarafa.”

Barış bana ters ters baksa da yeğenine elbette uyum sağlayarak başını sallamıştı. “Tamam prensesim, bakmıyorum o zaman. Sen boylamanı yap kolay gelsin, zor işler bunlar.”

Masamın önündeki sandalyeye doğru gelip oturduğunda Deniz tehlikenin geçtiğinden emin olduğu için işine dönmüş, bense bakışlarımı kardeşime çevirmiştim.

“Dinliyorum,” dedim uzatmadan. Az çok ne duyacağımı da biliyordum aslında. İşteyken yeterince maruz kalmış, en son onu ikna ettiğimi düşünmüştüm ama eve dönerken sahip olduğu düşünceli halinden anlamam lazımdı. İkna olmuş değildi.

“Abi…” dedi omuzlarını düşürerek. “İçim rahat etmiyor, söylediklerin mantıklı belki ama benim aklım karıştı.”

“Neye karıştı?” diye sordum ama cevabı bildiğim için kendim devam etmiştim. “Vicdanının sesi o sadece.”

Deniz’in bizi duymuyor, duysa da anlamıyor olmasından emin olduğum için rahattım konuşurken. İşine dalmış görünüyordu.

“Sen duymuyor musun o sesi? Babamız için…”

Uzunca bir nefes verdim. Bir elimi burun kemerime atıp sıktığımda ertelediğim düşünceler hızla başıma akın etmişlerdi.

‘Kaç yıl, kaç ay hatta belki kaç gün daha yaşayacağımı bile bilmiyorum. Torunlarımı görmek istiyorum oğlum. Size kendimi affettirmeye değil, onlara iyi bir dede olmaya çalışmaya çabalarım.’

Bülent Göktürk’ün bitmek bilmeyen, son yıllarda ortaya çıkan bu ısrarları bana değil çoğunlukla Barış’a ulaşıyordu. Benim kapım, Barış’tan daha kapalıydı ona. O evden bir nevi kovulduğumda tek başımaydım, tırnaklarımla kazımaya çalıştığım geleceğim için kaç kez o tırnaklar kökünden sökülmüştü artık sayamıyordum.

Barış ise babasından koparken, yaslanabileceği bir duvara sahipti. O duvar, bendim. Bunu sağlayabilmek için varımı yoğumu harcamıştım. Şimdi daha vicdanlı oluşu da bundandı.

“Duymuyorum,” dedim sakince. “Ben ona dair hiçbir ses duymuyorum, sen dilersen duy dilersen git görüş.”

Gözlerini kaçırdı. “Bir tek ben…”

“Bir tek sen,” dedim başımı sallayarak. “Kendi çocuklarını dahi götürtmem sana Barış. Selim’le Ufuk o şehre adım atmayacak. Üzerindeki hakkımı çiğneyesin varsa, buyur tabii.”

“Kendi fikirlerini dayatan, eski kafalı bir adam sadece. Torunlarına bir şey yapacak hali yok abi. Öfken gözünü karartıyor.”

“Varsay ki öyle lan,” dedim öne doğru eğilip gözlerinin içine bakarak. “Varsay ki abartıyorum bir ihtimal… Ya tersiyse? Alacak mısın bu riski? Ben almam, çocuklarımı da yeğenlerimi de ona yaklaştırmam. Kendi evladına merhamet etmeyen, kimseye etmez Barış.”

 

 

yn: paralel evrenin doğmasına neden olan an tam olarak bu an :) Savaş bu direnişi asıl evrende gösterebilseydi biz hep burada takılı kalmış olurduk…

 

 

“Sen onay vermezsen, ben de gitmem abi. Senden gördüğümü ben ondan görmedim ki hiç… Sadece yanlış mı yapıyoruz diye sorguluyorum, istemsizce. Beni yanlış anlıyorsan-..”

“Başlatma yanlışından,” dedim sertçe. “Ne zaman yanlış anladım ben seni? Aklından ne geçtiğini senden iyi biliyorum. Düşün istediğin kadar, benim fikrim değişmeyecek.”

Başını salladı yavaşça. “Tamam,” dedi omuz silkip. “Çıkayım o zaman ben.”

“Güle güle,” dedim gözlerimi kapatıp açarak. İç sorgusu bir günde bitmezdi, birkaç yılda bitememişken aniden sonlanmayacaktı elbette. Ama en azından benim fikrimin değişmeyeceğine ikna olmuş görünüyordu.

Barış odadan çıkarken dikkati dağılarak arkasından bakan kızım masum masum bana döndü. “Amcam gitti.”

“Gitti can suyum.”

“Yesmime bakıcaktı ama,” dedi dudakları bükülü halde.

“Sonra bakar babacım, ben bakayım bittiyse.”

“Tamam,” dedi uslu uslu başını sallayarak. “Gelebiliyşin.”

Ayaklanıp ona doğru adımladım. Masanın yanına geldiğimde kendisini güç bela arkaya itip sandalyeyle birlikte gerilemişti. “Güsel yaptım mı?”

Ona verdiğim kalemler boyama kalemleri değillerdi. Bu nedenle göreceğim manzaranın bolca kalem izi içereceğini, göze pek hitap etmeyeceğini düşünmekteydim.

Başımı kâğıda doğru eğdiğimde ise birkaç kez gözlerimi kapatıp açarak görüntüyü netleştirmiştim.

Kâğıdın bir kenarında bahsettiğim şekilde bolca kalem izli, pürüzlü bir boyama denemesi vardı. Ancak oradan ilerleyemeyeceğini anlamış olacak ki kalan boşluklar taranarak, kalemlerle sık çizgiler çizilerek doldurulmuştu. Ben de renk belirtmem gerektiğinde böyle yapardım. Masamdaki renkli kalemlerin amacı da buydu.

“Deniz…” dedim ona doğru göz ucuyla bakarak. “Böyle boyama yapmak nereden aklına geldi babam?”

“Senin gibi yaptım,” dedi sessizce. Sanırım tepkimi merak ettiği için sessizdi. “Olmamış mı? Çiykin mi yapmışım bayba?”

“Çok güzel,” dedim sadece. Eğilip saçlarının üstünden öptüm. “Çok çok güzel olmuş meleğim.”

Dudakları hızla kıvrıldı. Hevesle gülümseyerek avuçladığı kalemlerini göğsüne bastırdı. Peluş oyuncaklarıymış gibi kalemlere sarılmasına ben de gülümsedim.

İlgisi vardı. Birçok çocuğun kalemlere, kâğıtlara ilgisi olurdu zaten. Ancak henüz dört yaşına dahi girmeden çizgilerle, renklerle arası bu denli iyiyken gelecek yıllarda nasıl bir yetenekle karşılaşacağımı düşünmek şimdiden aklımı zorlamıştı.

Bir ihtimal… Evimizde bir ressam doğmuş ve büyüyor olabilir miydi?

 

 

~

 

 

- Yaman

 (Deniz 13 yaşında)

 

“Sen de gel denizkızım, tek başıma mı üfleyeceğim?”

Yirmi yaşıma basıyor da olsam, Pınar Göktürk bu evde minik bir bebeğin doğum günü partisi varmış gibi emek harcadığından etrafımda bir dolu insan ve süsleme vardı. Kardeşlerimin ve kuzenlerimin diline düşmeme sebep olan etkinliğin tek çekilir yanlarından biri ise doğum günü partilerinin ikini en büyük fanının mutlu oluşuydu.

Her ne kadar babasının kızı diyerek betimlesek de Deniz’in elbette annemden aşırdığı özellikleri de boldu.

“Abi artık büyüdüm,” dedi bakışlarını etrafta gezdirip. “Sen tek üfleyebilirsin.”

Bugüne kadarki tüm mumlarımı onunla söndürmüştüm. Bu geleneğin saçma bir sebeple sonlanacağını mı düşünüyordu?

“Büyüdüm derken?” dedim yüzümü buruşturup. “Benim pastamda yetmiş mum varken bile sen yanımda mum söndürüyor olacaksın Deniz. Bak eridi mumlar, gel hadi.”

Dayımın bir seminer için İstanbul’da oluşuyla doğum günüme denk gelmesi, Deniz’i ablukaya almasına neden olmuştu. Biraz daha kardeşimi bırakmazsa, Barış Göktürk’e dönüşecek ve dayımı evden atmaya çalışacaktım.

“Geleyim o zaman,” dedi tatlı tatlı. Gülümseyip bir kolumu kaldırdım. Yerini bildiği için hemen kolumun altına sıkıştırmıştı kendisini.

“Şarkıya tekrar girin, bekliyoruz.” dediğimde salondaki bir grup bıkkın görünse de kalanlar başlayınca onlar da eşlik etmek zorunda kalmışlardı.

‘İyi ki doğdun, Yaman’ şarkısı son bulurken Deniz’le aynı anda eğilip mumlara doğru nefes verdim. Alkışlanmam, birazdan hediyeler alacak olmam gibi detaylar umurumda olmazken Deniz’in yanağıma bıraktığı kuvvetli öpücükle mest olarak gözlerimi kıstım. “İyi doğdun abi,” dedikten sonra kollarını boynuma dolamıştı.

Bana daha rahat sarılması için hafifçe eğilip kolumu ona doladım. “Sen de iyi ki doğdun denizkızım.”

“Bizim doğum günümüze sekiz ay var abi,” dedi gülerek geri çekilirken.

Omuz silktim. “Bu iyi ki doğduğun gerçeğini değiştirmiyor, iyi ki bizimlesin abisinin birtanesi.”

“Annem sana sarılmak için bekliyor abi,” diyen Yekta’ya baktım. “Deniz’i bırakayım diye mi bu haberi verme işini üstlendin?”

“Evet,” dedi hiç uzatmadan. “Fazla âşık baktı sana, ne dediysen sesini kes artık hemen. Gel ayka, ben de sana güzel şeyler söyleyeceğim.”

Deniz paylaşılamadığı her an olduğu gibi keyifle kıkırdarken ben mecburen onu bırakmış ve anneme doğru adımlamıştım. Arkamda gerçekleşecek olan benim için kabustan farksız görüntülerden kaçmak için annemin boynuna gömüldüm.

“Anne Deniz dışındaki kardeşlerimi iade edelim artık, n’olur.”

Kafama doğum günüm olduğu halde patlayan tokat Pınar Göktürk’ün sınırını aştığımı gösteriyordu. Bizi numaralandıran, seri üretimmişiz gibi bi’ etiket basmadığı kalan babamın aksine annem hepimize karşı merhametliydi.

Evdeki herkesi eşit seven tek kişi de sanırım annemdi zaten. Zira evin erkeklerinin favorisi belliydi. Bahsettiğim favori olan Deniz ise… İtiraf etmek benim için cehennem azabı olsa da, konu babam olduğunda aklını yitirebiliyordu.

 

 

~

 

- Yekta

(Deniz 17 yaşında)

 

Ertesi sabahında sınavım olan gecelerde kendimi dünyadan soyutlanmış, ders dışında her şeyden bağımsız hale gelmiş şekilde kodlamak tıp okumaya başladığımdan beri yaşamımın vazgeçilemez bir parçası olmuştu.

Az önce kontrol ettiğim saatin kadranı üçü gösterirken uykuya direnmek için içtiğim son kahvenin etkisi son bulmaya başlamıştı. Sabaha kadar gözlerimi yummayacağımdan emin olmak için vücudumun yeni bir kaynağa ihtiyacı vardı.

Ağrımaya başlayan omuzlarımı gevşeterek sandalyeden kalktıktan sonra masa lambası dışında bir aydınlatma açmaya gerek duymadığım odamda kapıya doğru adımladım. Kapıyı açtığımda karanlık, odamdan sızan cılız ışık kadar aydınlanabilen koridordaydım artık.

Evdekilerin çoktan odalarına çekildiklerini biliyordum. Her biri uyumadan önce yanıma uğramış ve yarın için şans dileyip çıkmışlardı. En son Rüzgar odama uğramış ve ayrılmışken saat gece yarısını yeni geçiyordu. Bu kadar saatte onuncu rüyalarını görmeye başlamış olabilirlerdi.

Elimdeki boş kahve fincanı ile birlikte mutfağa doğru giderken kimse uyanmasın diye sessiz ve ışıksız ilerlemekteydim. Merdivenleri inmeyi tamamladığımda alt katta ışık açmamın sorun yaratmayacağını bildiğim için rahat davranmıştım. Ben girmeden önce zifiri karanlık olan, dolayısıyla ışığı açtığımda birini görme ihtimalim olduğunu asla düşünmediğim mutfağın tam ortasında, ışığı açtığım anda far görmüş tavşana dönen bedeni fark ettiğimde irkilmiştim.

“Deniz?” dedim şaşkınca.

O da benden farksızdı. Yeşilleriyle uzun uzun bana baktı. “Günaydın,” derken aklı beş karış havadaydı. “Sabah mı olmuş?”

Ben gelene kadar zifiri karanlıkta oturmuyormuş gibi günün aydığını sanmasına şüpheyle baktım. “Ne arıyorsun sen gecenin köründe burada?”

Dudaklarını ıslattıktan sonra bakışlarını etrafta gezdirdi. Yalan arıyordu. Yorulmasına gerek yoktu, inanmayacaktım çünkü.

“Uyku mu tutmadı? Birimizin yanına gelseydin ya abicim.”

Ona doğru adımladım. Birden aydınlanan ortamın ve onu görmeyi beklememenin etkisiyle ilk bakışta fark edemediğim bir detay ona yaklaştığımda görünür hale gelince kaşlarım derince çatıldı.

“Ağladın mı sen?” dediğim anda yüzünü çevirmişti aceleyle. “Hayır, ağlamadım.”

Ayağa kalktığı için yanına gittiğimde çenesini tutup başını kendime doğru kaldırdım. “Gözlerin öyle söylemiyor ama.”

“Abi bir şey olmadı diyorum, sen kahve almaya gelmişsin galiba. Ver, ben doldururum.”

Elimdeki bardağı çekiştirmeyi denedi, direndiğim için bardağı benden alamamıştı gerçi.

“Söylemiyorsun yani,” dedim sakince.

“Söyleyecek bir şey yok ki,” dediği sırada ben çatılmasına engel olamadığım kaşlarım eşliğinde yüzünü süzüyordum. Kaç saattir ağlıyordu? Gözleri şişmişti.

Odama ‘iyi geceler’ demeye geldikten sonra direkt ağlamaya başlamış ve hiç susmamış olabilir miydi?

“On saniye içinde konuşmaya başlamazsan başına benden daha beter iki bela dikeceğim, ayka. Babamla abimi uyandırayım mı yoksa oturup konuşalım mı abim?”

Yüzü gerildi. Başını iki yana salladı hemen. “Uyandırma onları, neden uyandıracaksın ki? Sen de kahveni al ve odana dön. Ders çalışman gerekmiyor mu?”

“Gerekiyor,” dedim uzatmadan. “Ama şu an önceliğim sensin. Neyin var güzelim benim?”

İç çekti. Kafa atacakmış gibi yüzünü sertçe göğsüme vurup oraya gömüldüğünde çenemi saçlarına yasladım. “Abi ben beceriksizin tekiyim,” derken sesi titremişti. “Aptalım, hiçbir şey yapamıyorum.”

Anlamayarak durakladım. Omuzunu ovarak devam etmesi için beklerken cümleleri beklemediğim bir yere savruldu. “Deneme sonuçlarım çok kötü, çabalasam da olmuyor uğraşsam da olmuyor. Anlayamıyorum. Sınava bir iki ay kaldı, ben hiçbir şey yapamıyorum. Neden biraz sana çekmemişim?”

Gece uykularını kaçıracak, onu bu saatte gözleri şiş halde karanlıkta oturtacak kadar dertlendiren konunun böyle bir şey olduğunu duymak canımı sıkmıştı. Eminim evde kimse de ona benden farklı tepki vermezdi.

Stresini üçüzlerine göre daha az belli etmişti şu zamana kadar. Sınav konusunda Toprak pimpirikli, Rüzgar ise yoğundu. Toprak babam tarafından şirkete kabul edilebileceği ölçüde bir puan ve üniversite tutturmak zorundaydı, yoksa Savaş Göktürk’ün inadıyla tanışacak ve bir baltaya sap olamayacaktı. Rüzgar ise tutturduğu oyunculuk hayali nedeniyle temel bir puan alsa ona yetecek ve yetenek sınavına girmesi gerekecekti. Daha çok ikinci kısımla meşguldü.

Deniz… Deniz’in bu konudaki düşünceleri kendisine saklıydı. Kimseyle pek konuşmuyor, sadece bolca çalışıyor görünüyordu. Şu ana dek hiçbir patlama yaşadığına şahit olmadığımız için hep birlikte onun iyi olduğuna inanmıştık belli ki. İçinde bir fırtına kopuyordu ve bunu tesadüfen bu gece öğrenmiş olmasam belki hiçbir zaman haberdar olamayacaktım.

“Elinden geleni yaptığını biliyoruz, hepimiz bunun farkındayız. Kendine böyle yüklenemezsin.”

Omuz silkti göğsüme yaslı olmaktan vazgeçmeden. “Elimden gelen bu mu? Hiçbir şey…”

Saçlarından öptüm nazikçe. “Deniz,” dedim usulca. “Her insanın yeteneğinin de ilgisinin de farklı olduğunu biliyorsun abicim, kocaman kızsın bunu sana bugüne dek öğretmemiş olamayız değil mi?”

“Çizebiliyorum,” dedi nefret eder gibi. “Babam ve abim gibi… Ama çiziyorum diye kimse beni mimar yapmıyor. Nasıl onlar gibi olacağım?”

Gülümsedim. “Onlar çizebiliyor, sense bambaşka şeyler yapıyorsun ayka. Kendi yeteneğini Savaş ve Yaman Göktürk’ün tekdüze çizimleriyle sınırlama. Kızmaya başlıyorum.”

Çenesini göğsüme yaslayarak baktı bana alttan alttan. “Onlarla çalışmak istiyorum ama,”

“Emin misin?” dedim hiç beklemeden. “İstediğinin bu olduğundan emin misin? Yoksa evin içinde kendine en uygun olabilecek meslekle mi sınırladın bu olayı?”

Gözlerini kaçırdı. Onu yakalamayı başardığım için kendimi tebrik ederek saçlarını geriye doğru taradım parmaklarımla. “Babanı ve abini çok sevmen, hep onlarla olmak istemen aynı mesleği yapmak zorunda hissettiriyor olabilir mi sana? Yanlarında olmak için…”

Derin bir nefes aldı. “Babamla böyle konuşmuştuk. Onunla aynı mesleği yapsam çok mutlu olur, biliyorum. Hem hep birlikte olurduk.”

Doğruydu. Babamı şundan daha çok mutlu edecek sayılı şey vardı. Ancak o sayılı şeylerden biri de ‘kızının mutluluğuydu’. Deniz başka bir şeyle mutluysa babam onun mimar olmasını değil istemek, aklına bile getirmezdi.

“Zaten hep birlikteyiz birtanem, aileyiz biz. Ben başka bir iş yapıyorum, üçüzlerin başka işler yapacaklar. Ayrılacak mıyız sence?”

Başını iki yana salladı. Dikkatle yüzüme bakıyordu. Bu konuşmanın ona iyi geliyor olduğunu fark etmiştim.

“O zaman söyle bana,” dedim burnunun ucuna dokunup parmağımı geri çekince. “Aklın mimar ol derken kalbin senden ne istiyor?”

Gülümsedi. Bu gülümsemenin sebebi kalbinden geçeni düşünmesiydi.

Kalbinden geçen de öyle pek şaşırtıcı değildi zaten. Dudakları aralandığında duyduklarıma bir an bile şaşırmamıştım.

“Güzel sanatlara hazırlanmak istiyorum,” demişti kıvrık dudaklarıyla. “Bir iş için değil, canım öyle olsun istediği için çizmek istiyorum.”

“O halde artık bu evdeki herkes seninle aynı fikirde, ayka. Bana inan, kimse senin böyle gülümseyerek andığın bir şeye karşı çıkacak kadar aklını yitirmiş olamaz.”

 

 

~

 

 

- Deniz

(Deniz 17 yaşında)

 

“Belalı bir tip mi acaba? Okuldan atılmış falan olabilir belki.”

Gözlerimi devirerek tahtanın önündeki haber akışı yoğunluğunu aştıktan sonra kendi sırama doğru geçebilmiştim. Elimdeki çikolata paketlerini yerime oturmadan önce arka sıramda oturuyor olan üçüzlerime verip kendime ait olanı yemek için yerimde yayılmıştım.

“Karamelli yok muydu?” diyen Rüzgar’a ben yanıt vermeden Toprak konuştu. “Götünü kaldır da kendin al onu da, kız sana da almış işte ne güzel.”

Islak kekten hallice görünen çikolatamdan ısırıp sırada yan oturarak onları görebilir hale geldim. Tek oturmak bayağı konforluydu.

İlkokuldan beri aynı sınıflarda okumuş, üçümüz hiçbir zaman ayrılmamıştık. Kimin kimle, daha doğru kimin benle oturacağı konusu ise hep problemliydi. Ben de bunu aklım ermeye başladığında -liseye denk geliyordu bu maalesef- ikisini yan yana oturtup tek kalarak çözebilmiştim.

Her gün yer değiştirmemiz öğretmenlerin, ayda bir dönüşüm yapmamız ise bizim düzenimizi bozuyorken en mantıklısı buydu.

“Karamelli vardı,” dedim Rüzgar’a. “Daha pahalıydı, almadım.”

Toprak gülerken Rüzgar homurdandı. “Babanın kıt kanaat geçinen bir adam olması zor tabii, anlıyorum üçüzüm.”

“Ben her ihtimale karşı tedbirli harcıyorum,” dedim omuz silkerek. “Sana karamelli çikolata alacağım diye harçlığımdan yiyemem.”

“Kaç harçlık aldığını açıklamak ister misin kameralar önünde?”

Başımı iki yana salladım. İstemezdim.

Babamdan, annemden, Yaman abimden ve amcamdan harçlık aldığım konusu saklı kalmalıydı. Kaynaklarımı açık edemezdim.

Sınıftaki uğultu ben çikolatamı yiyip Rüzgar’ın ‘karamelsiz’ çikolatasına da sulanıyorken bir anda sonlandığında sınıfa öğretmen girdiğini anlayarak oflamış ve önüme dönmüştüm. Dersin biyoloji olduğunu hatırladığımda limon yemiş gibi görünmem kaçınılmazdı.

Evde Yekta Göktürk diye bir gerçek olmasaydı biyoloji sınavlarımdan on üstü not alabileceğimi sanmıyordum. Öyle bir nefretti bendeki.

Diğer öğretmenlere nazaran daha genç olan ancak bunu bizle anlaşmak yerine daha da gergin takılıp otorite kurmak için çırpınan biyolojici masasına doğru ilerlerken çikolata çöplerini sıramdan almakla meşguldüm.

“İyi dersler arkadaşlar,” diyen sesini duysam da başımı kaldırmamıştım. Ancak devamında kurduğu cümle hızlıca başımı oynatmama yol açtı. “Tek boş yer var, geçebilirsin oğlum oraya.”

Tek boş yer… Benim yanımdı.

Yanıma tanımadığım birinin gelmesini istemediğim için doğru düzgün ileri bakmadan omuzumun üstünden üçüzlerime baktım. Biri acilen yanıma geçsin diye uyarır bakışlar atıyorken dış tarafta oturan Toprak ayaklanmıştı ki biyolojicinin sert sesi duyuldu.

“Nereye Toprak?”

“Deniz’in yanına hocam, arkadaş da Rüzgar’la otursun. Rüzgar çok yalnız, sosyalleşmeye ihtiyacı var.”

Sınıftakiler bizim diyaloglarımıza dört yıldır maruz kaldıkları için aşinaydılar. Garipsemek yerine kıkırdayan birkaç kişi duymuştum hatta.

“Saçma sapan konuşma yerine geç Toprak. Oğlum geç sen de Deniz’in yanına otur.”

Omuzlarım hüzünle çöktü. Bu adamın ikna olma ihtimali, benim çileksiz yaşamam gibi bir şeydi. Yoktu yani öyle bir ihtimal.

Kaderimle yüzleşerek yanıma gelecek olan, bütün gün sınıftakilerin dedikodularında ‘on ikinci sınıfın son ayında okul değiştirme’ konusu ile yer alan kişiye baktım.

Toprak sinirle oflasa da yerine geçmişti. Bu sırada yeni çocuk da benim sırama doğru geliyordu.

Yüzüne baktığımda ilk düşündüğüm sınıfta kalmış olabileceğiydi. Bir iki yaş büyük görünüyordu bizden. Ya da fazla olgunlaşmıştı.

Açık kahve dalgalı saçlar, parlak gözler ve sakin bir suratla birlikte yanıma kadar geldiğinde kızların bahsettiği ‘belalı bir tip mi’ sorusu tarafımca ‘hayır’ olarak yanıtlanmıştı.

Odamdaki peluşlarıma benziyordu, sevimli biri gibiydi.

Yanıma oturduğunda biyolojici yoklama almaya başlamış, sınıfta adı okunanlar dışında çıt çıkmayan bir an doğmuştu.

Herkesin adı okunduktan sonra hoca en son bize doğru baktı. “Sen de tanıt kendini, listeye adın eklenmemiş henüz.”

Koray Akdağ, hocam. Lise defteri kapanmadan buraya da uğrayayım dedim, geziciyim biraz.”

Farkında olmadan güldüm. Çünkü doğru hocayı seçmemişti bu açıklama için.

“Park mı oğlum burası?” dedi biyolojici direkt. Göz ucuyla Koray’a baktım. Aldığı ters tepki hiç umurunda değildi. “Keşke hocam, keşke.” dedi hüzünle.

Hoca başını ‘siz nesiniz sınıfınıza yeni gelen ne olsun’ şeklinde bıkkınca salladıktan sonra en öndekilerden birine dağıtması için bir yığın kâğıt vermişti. Belli ki soru çözecektik.

Kâğıtların bize ulaşması, dağıtım ters taraftan başladığı için biraz sürecek gibiydi. Bu boşluğu sessizce durarak değerlendireceğim sırada önüme doğru uzanan elle dikkatim dağılmış oldu.

“Koray ben,” demişti uzanan elin sahibi.

“Duydum biraz önce,” dedim kaba olmayı göze alarak. Tatlı birine benziyor diye hemen yelkenleri suya indiremezdim, tam tersini yapmak üzere kodlanmış on yedi yıllık bir robottum.

“Ben de senin adını duydum,” dedi hiç bozmadan.

“Bizimkileri de duydun mu?”

Arkadan gelen Rüzgar’a ait sesi duyunca Koray’la aynı anda geriye dönmüştük. Ayarlamış gibi yaptığımız hareket sonucu üçüzlerim sırayla bizi süzdüler. “Duydum,” dedi Koray. Hocadan ayaklandığı için azar yiyen Toprak’ı unutmadığından emindim ama özellikle yanlış kişiye yanlış ismi söylemişti. “Sen Rüzgar, sen de Toprak’sın.”

Üçüzlerimin kaşları çatıldı. Birbirleriyle karıştırılmaya tahammülleri yoktu. Nefret ediyorlardı. “Tam tersi.”

“Pardon,” dedi Koray ayıp etmiş gibi. “Bu arada Ateş diye bir dördüncünüz de var mı?”

Kendimi tutamayıp kıkırdadım. Üçümüz sürekli bir arada olduğumuzdan okuldayken pek kimseyle iletişime geçme ihtiyacımız olmuyordu. Bu nedenle şu an Koray’a yabancı madde gibi bakıyorlardı.

“Tüm kardeşler bir arada okusun diye birinizi geç birinizi erken mi yazdırdılar okula?”

Kardeş olduğumuzu benzerliğimizden ve isimlerimizden çözmüştü. Fakat aklına üçüz olma ihtimalimiz belli ki gelmemişti.

“Hepimiz zamanında başladık okula,” dedim araya girerek. “Üçüzüz biz, Koray.”

Koray ağzı beş karış açık şekilde bize bakarken hocanın dağıttırdığı soru kâğıtları önümüze bırakılmıştı.

Soruları çözmeye başlarken yandan ona baktığımda bize çaktırmadan baktığını görmüştüm. Şaşkınlığına ve çaktırmamaya çalışırken kendini kolayca ele vermesine kendi kendime güldüm.

İlk soruyu çözmek için okumaya girişirken içimden bir ses yanıma oturmuş olan bu enerji bombasının okulu sonsuza kadar terk etmemize bir ay kala gelmesinin tesadüf olmadığını söylüyordu.

İnsanların hayatımıza bir amaç için girdiklerine, yaşanan tesadüflerin hep bunu sağlamak üzere gerçekleştiğine inanırdım. Hayatıma sık insan alan biri değildim, insanların öylece hayatıma dahil olmasını beklerdim.

Koray da tam olarak öyle yapmıştı az önce. Damdan düşer gibi yanıma oturması gerekmiş, üç buçuk yıldan fazla zamandır boş olan sıramı doldurmuştu.

Bu benim kitabımda ‘beni hayatına al, değiştirmem gerekenler var sende’ demekti.

Kitabımdaki kuralların dışına çıkmayı sevmezdim. Mecburen uyacaktım.

 

 

~

 

 

- Deniz

(Deniz 20 yaşında)

 

“Suyundan iç biraz daha, Deniz. Betin benzin atmış. Korkacak bir şey yok artık.”

Elimde duran su şişesinin kapağı açıktı. Elime ilk tutuşturulduğunda yalandan bir yudum almıştım ancak o küçük yudumu dahi zar zor yutabilmiş ve yeniden içmeye hiç girişmemiştim.

“Yakalayacaklar mı o adamı?” diye sordum bakışlarımı karşımdaki yüze doğru kaldırıp. Kendi masasında oturmak yerine benim yanımda, koltukta oturuyordu.

“Yakalanacak tabii, sen içini ferah tut. Sedat amcana güven. Ben varım burada.”

Omuzlarımı düşürdüm. Ona güveniyordum elbette. Yanımda bir emniyet müdürü vardı, güvende olduğumun da farkındaydım. Her elini kolunu sallayan yanına gelemiyordu, ben oğlundan yani Koray’dan bir miktar torpilliydim.

“Korktum çok,” dedim sessiz sessiz.

İç çekti. Sırtımı sıvazladı yavaşça. “Normal bu, keşke direnmeseydin hiç güzelim. Alsaydı çantayı o it, senden değerli mi?”

Okuldan çıkmış, içim daraldığından denize karşı küçük bir yürüyüş yapmak için sahile doğru inmeye karar vermişken henüz yolu yarılayamadan kolumdaki çantama asılan bir güçle birlikte irkilmiştim.

Çantamın çalınıyor olduğunu anlamadan önce refleksle kuvvetimi çantama vermiş, o adamın çantayı almasına engel olmuştum. Kafasındaki kapüşonlu hırka nedeniyle yüzünü görememiş ancak çantayı benden ayırmak için uyguladığı gücün kurbanı olmuştum.

“Ne düşündüğümü hatırlayamıyorum ki,” dedim usulca. O an ne yaptığımı, neden direndiğimi ve kendimi tehlikeye attığımı bilmiyordum hiç.

“Neyse bakalım, geçti bitti artık. Üzme kendini, ben o iti de çantanı da bulacağım en kısa sürede. Sen iyi ol gerisi mühim değil.”

Başımı salladım. Olayın ardından kendime gelene dek biraz olduğum yerde sallanmış, etrafıma toplanan birkaç kişiyi polisi aramaktan alıkoymuştum. Telefonumu alıp Sedat amcayı aradığımda ise onun yolladığı ekiple birlikte yanına getirilmiştim.

“Teşekkür ederim Sedat amca,” demiştim kısık bir sesle. Sırtımı şefkatle sıvazlamayı sürdürdü. Oğlu gibi kendisi de şeytan tüyüne sahipti. İlk tanıştığımdan beri içim ona da sıcacıktı. Genel olarak ailelerinde vardı bu hatta.

Odanın kapısı birkaç dakika kadar sonra çaldığında Sedat amca onaylar şekilde seslendi dışarıya. “Gir!”

İçeri önce bir polis memuru girdi. O ağzını açacakken arkasında duran küçük kalabalığı görünce dudaklarım küçük çocuk gibi bükülmüştü.

“Müdürüm misafirleriniz var,” diyen memur, Sedat amca başını ‘tamam’ der gibi salladığında aradan çekildi. Böylece içeriye beni güven çemberine alacak olan bedenler girebilmiş oldu.

En önde babam vardı. Onun arkasında da amcam ve Yaman abimi görmüştüm. Şirketten geldikleri açıktı. Hem kıyafetleri hem de üçünün aynı anda gelişi bunu belli ediyordu.

“Deniz!” deyişini duydum babamın. Aklı çıkmış gibi görünüyordu. Yanıma doğru hızla geldiğinde Sedat amca ayaklanarak beni oturduğum ikili koltukta yalnız bırakmıştı. Babam açılan boşluğa oturdu. Avuçları yanaklarıma kapandı. “İyi misin babam? Bir şeyin var mı? Bakayım sana bi’.”

İyiyim diyerek yalana sığınmak yerine kendime daha güzel bir sığınak bulup babama doğru yaklaştım. Kollarımı boynuna dolayarak sarıldığımda göğsü yavaşça şişmişti. Beni görene kadar aklından bin türlü senaryo geçtiğinden emindim, iyi olduğumu Sedat amcadan duysa da inanmamıştı gelene dek; tanıyordum onu.

“Canımdan can gitti Deniz, çok korktum babacım.”

Babam kulağıma bir şeyler mırıldanırken benim tek derdim ona sarılmaktı. Sıcaklığında kaybolurken omuzunun üstünden arkasında kalan amcam ve abime doğru bakmıştım. Onlar da dikkatle bana bakıyorlardı.

“Nasıl olmuş?” diyerek Sedat amcaya doğru döndü babam beni bırakmadan. “Nerede o it?”

“Araştırıyoruz, kamera kayıtları önüme gelmedi henüz. O caddeden birkaç ihbar daha olmuş son iki ayda. Dadanmışlar belli ki.”

“Çantamı aldı,” dedim burnumu çekerek babamdan ayrılırken. Birbirinin aynısı olan yeşillerimiz buluştuğunda onun gözlerinde endişe benimkiler de korku kalıntıları vardı.

“Alsın, yemişim çantasını denizkızım. Sana bir şey yaptı mı? Canın yandı mı?”

Abim, babamdan önce konuşup amcamla oturdukları sandalyelerden kalktı ve yanıma geldi.

“Uzat bakayım koluna, tuttu mu kolunu? Çantayı elinden mi aldı?”

İstemsizce kazağımı bileklerime doğru çekiştirdim. Sağ alt kolumda fazlaca belirgin bir iz vardı. Adam öyle sıkı tutmuştu ki kolum çürümüş gibi hissediyordum.

“Olayın telaşıyla direnmiş biraz Deniz, ben de sordum ama koluna baktırmadı. Siz halledersiniz diye düşündüm.”

Sedat amcanın beni açık etmesiyle amcam da ayaklandı. Artık yanımda oturan babam ve tepemde dikilen abim ve amcam eşliğinde sorgu altındaydım.

“Alsın çantayı, siktirsin gitsin. Ne diye canını tehlikeye atıyorsun sen Deniz?” Abimin yükselen sesi benim için endişesindendi ama yine de irkilerek yerime sinmiştim.

“Yaman,” dedi amcam uyarır gibi. Ardından önümde diz çöktü. “Amcasının güzeli, ben bakayım mı koluna? Krem süreriz, ne alemdeymiş bir göreyim. Kimse kızmıyor sana.”

Patlamak üzere gibi görünen babam ve abimin arasındayken ‘kimse kızmıyor’ demesi biraz ironikti. Üstelemedim.

Kazağımı biraz çekiştirdim. Amcam beni ikna edebildiği için normalde onlara hava atardı ancak hepsi gergin ve sabırsız görünüyorlardı.

Kolumdaki koyulaşmaya başlayan, parmak izlerini andıran ancak büyük kızarıklığı hepsi için görünür hale getirdiğimde babam canını acıtmışım gibi dudaklarından kısık bir nefes bırakmıştı.

“Of, Deniz.” dedi fısıltıyla. “Of, babam.”

Kırılacak bir eşyaymışım gibi bileğimden ve dirseğimden iki eliyle tuttu. Yüzünü eğip kızarıklığın sınırında bir yeri öptü yavaşça. Küçükken, düştüğüm her an yanımda belirip acıyan yerlerime öpücükler kondurarak beni iyileştirmesine bayılırdım.

Düşmediğim halde ‘acıyo’ diye yanına gittiğimi ve kolumu bacağımı öpsün diye nazlandığımı annem sık sık anlatır ve benimle dalga geçerdi. Herkes gülerdi, bir tek babam ve ben gülmezdik. Çünkü ben o öpücüklerin tenimde olmasını ne kadar istiyorsam babam da dudaklarını tenime bastırmayı o kadar seviyordu.

“Acıyor mu çok?” diye soran abimdi. Az önce yükselen sesini bu kez daha kontrollü kullanıyordu. Başımı iki yana salladım. Biraz sızlıyordu ama dokunmadığım sürece ağrım yoktu.

“Yalana da başlamışsın bacak kadar boyunla, nah acımıyordur. Hale bak!”

Yaman Göktürk’ün sakinliği de bu kadardı işte. Beş saniyeden biraz fazla…

Amcam hayretle ona baktı çöktüğü yerden. “Lan baban bile sakin sakin duruyor, ne bu dayılanmalar sendeki? Kendine gel çarparım bi’ tane sana şimdi, üzüyorsun kızı.”

“Üzüyor muyum?” diye sordu abim bana dönüp. Başımı salladım küçük çocuklar gibi çekinerek.

Derin bir nefes aldıktan sonra iki büklüm eğilip alnımdan öptü. “Korktuğumdan kızıyorum, kıyamıyorum ki kızım ben sana. Canın acımış, görüyorum. Nasıl sakin durayım?”

“Dur işte,” dedim bilmiş bilmiş. “Bak babam duruyor.”

Hep birlikte babama döndük. Onun bakışları ise kolumdaydı. Bizim dönüşümüzü hissettiğinde başını kaldırdı. Yeşilleri beni buldu.

“Saçının teli kopsa ben göğsümden ateş almışa dönüyorum Deniz, sırf sen korkuyorsun diye sakinim şu an. Korkun geçer geçmez güzel bir azar yiyeceksin benden.”

“Korkum hiç geçmez ki o zaman.” dedim mırıldanarak. Beni duyacaklarını hesaba katmamıştım.

Amcam güler gibi oldu. Sedat amcanın da kısık sesle güldüğünü duyabildim. Abim bana ‘akılsızsın’ der gibi bakıp sandalyeye oturmak üzere hareketlendi.

Babamsa…

Beni ısıra ısıra sevecek ama bir yandan da yerden yere savuracak gibi bakıyordu. Kafasını karıştırmıştım sanırım.

“Gel buraya,” dedikten sonra beni koluma dikkat ederek göğsüne çekti. Şakağımda, saçlarımda, alnımda bolca öpücük hissettim. “Benden şirinliklerinle kurtulursun ama annene ne diyeceksin akşam, düşünmeye başla şimdiden.”

Gözlerimi sıkıca kapattım. Babamdan on yıl azar yemek mi yoksa annemden on dakika kızgın bakışlar almak mı diye sorsalar… Cevabım belliydi.

Pınar Göktürk ne elleriyle ne de sözleriyle uğraşırdı, bakışları yeterince vurucuydu.

“Geçmiş olsun bana,” dedim umutsuzca.

Tüm gerginliklerine rağmen hepsini güldürmüş, ortamdaki o soğuk havayı biraz kırmıştım.

Narin, daha doğrusu fazla korunaklı büyümek güzeldi. Ömrüm böyle geçmişti ancak en ufak engelde uçurumdan aşağı yuvarlanmak zorunda kalmak biraz can sıkıyordu.

Hayatımdaki tek sorunun bu olmasına ise hep şükür doluydum.

Elim bıçakla çizildi diye sızlanacak, kolumu kapıya çarptım diye dertlenecek kadar huzurlu bir hayata sahiptim.

Elle tutulur, hayatımı etkileyen bir sorunum yoktu.

Olmasına izin vermeyecek birden çok ve fazlasıyla güçlü kahramanlara sahiptim.

 

 

~

 

 

- Deniz

(Deniz 24 yaşında)

 

“Bebeğim her yere sen yetişemezsin, biraz akışına bırak. Bak her şey yolunda gidiyor.”

Annem, üzerimdeki ince beyaz elbiseden açıkta kalan kollarımı hafifçe okşayarak gözlerime bakarken stresle nefeslendim.

“Bir sorun çıkacakmış gibi geliyor, engel olamıyorum bunu düşünmeye.”

Annemin sakin sesi, bakışlarındaki güven normal şartlarda beni durultmaya yeter de artardı. Ancak bu akşam öyle sıradan bir akşam değildi. Kimsede beni sakinleştirebilecek bir büyü yoktu.

“Çıkabilecek sorunların her birini düşündük, önlemler aldık. Bir bak etrafına, sence izin verir miyiz senin için bu özel akşamın kötü ilerlemesine?”

Çoğul konuşuyordu çünkü geniş salonun dört bir yanında başka bir şeylerle uğraşıyor olan aile üyelerimin hepsi söylediği şekilde dağılmışlardı.

“İzin vermezsiniz,” diye mırıldandım anneme doğru yaslanıp boynunda soluklanırken. Anne sıcaklığı beni küçük bir bebeği sarhoş ettiği kadar sarhoş edebiliyor, yirmilerinin ortasında bir kadın olmama rağmen uyuyacakmışım gibi huzurla dolduruyordu.

Annem yavaşça sırtımı sıvazladı. “Şimdi sen bir kenara geçip oturuyorsun, ziyaretçilerin birazdan etrafı doldurmaya başlar. Onlar gelene kadar dinlen, ben de bizimkileri kontrole edeyim.”

Annemi onaylayarak başında durduğunuzda diğer ucu görünmeyecek şekilde geniş olan salonda girişe yakın bir yerde kendime oturacak bir alan bulmuştum.

Henüz kısa bir süredir giyiyor olmama rağmen ayağımdaki topuklular canımı biraz acıtmaya başlamışlardı. Bunda ayaklarımı yere bastıra bastıra, sert yürümemin payı büyüktü. Heyecandan yürümeyi de unutmuştum.

Bakışlarım girişte, gelenlerin içeri girmeden önce görecekleri şekilde konumlandırılmış şövalede ve üstündeki tuvalde gezindi.

Eğik, inci gibi bir yazıyla boş tuvale işlenen ismime baktım. Dudaklarım kıvrılırken kalbim göğsümde çırpınıyordu.

Bugüne dek katıldığım onlarca hatta belki yüzlerce sergi olmuştu. Benim bunu yapmaktan ne kadar keyif aldığımı bilmeyen kimse yoktu hayatımda. Önlerine çıkan sergilerle ilgili beni bilgilendiren, gitmem için zaman yaratan bir sürü insana sahiptim.

Şimdiye kadar katıldığım sergilerde yaşadığım keyif, heyecan ve güzel olan herhangi başka bir duyguyu bugün yaşadıklarımla karşılaştırabilmem mümkün değildi.

Bulunduğum salonda duvarlara, şövalelere dağılmış olan her bir tablo benimdi. Her köşesinde izlerim vardı; üstlerindeki renkler, çizgiler… Yıllardır biriktirdiğim emeğimle dolu kocaman bir alandaydım.

Ziyaretçi olarak değil, kendi tablolarımın arasında gezinip insanların tepkilerini izleyen biri olarak buradaydım.

Yaklaşık yarım saat sonra, serginin başlangıç saati gelip çatmıştı.

Kapılar açıldığında içeriye kimsenin girmeyeceğini, yalnızca bizimkilerle birlikte sakin bir sergi geçireceğimi söyleyip beni günlerdir mahveden düşüncelerim çok geçmeden bozguna uğramıştı.

Kapıda düğün sahibi gibi beklemenin saçma duracağını bilsem de küçük çocuklar gibi kenarda bir yerde girişi izliyordum. Yanıma yaklaşan çifti gördüğümde hevesle gülümsedim.

Annem, babamın koluna girmiş zarif bir şekilde yürüyordu. Babamı üstünde gömleklerle görmeye aşinaydım ama yine de içerideki loş ışıkta ve annemle bir aradayken fazla karizmatikti.

“Deniz Hanım?” diyerek gözleri kısık halde bana baktığında güldüm. “Savaş Bey,” demiştim karşılık olarak.

“Tebrik ederim,” dediğinde gözlerim kısılana kadar gülümsemeyi bırakmadan yavaşça yaklaşıp yanağından öptüm. “Sizin sayenizde,” dedim sessizce. “Arkamda siz varsınız diye, hep desteğimsiniz diye buradayım baba.”

Beni sıkıca sarıp kolları arasında tutmak, kucaklamak istediğini yüzünden anlayabildim. Bu görüntüye ezberim tamdı. Fakat ortam buna müsaade etmeyecek kadar ciddiydi. Eve kadar kendisini tutması gerekecekti.

“Baba-kız sohbetiniz bittiyse…” dedi annem bizi ters görünmeye çalışan ancak parlak bakışlarla izlerken. “Özel olarak davet ettiğim birkaç misafirim vardı, onlara selam verelim olur mu annecim?”

“Tabii ki,” dedim anneme. “Kimler var? Tanıyor muyum?”

Babam arkamızda kalmayı tercih ettiği için annemle yürümeye başladık onun yönlendirmesiyle.

“Yengenle birlikteyken tesadüfen tanıştığımız bir hanımefendi vardı, hatırlıyor musun? Anlatmıştım sana da, avukattı.”

Kısa bir an düşündükten sonra aklıma gelen ayrıntılarla birlikte başımı salladım. “Hatırladım gibi, birkaç kere daha görüşmüştünüz sanırım.”

“Evet, evet.” dedi annem direkt. “Çok ince, nazik biriydi. Yardımı da dokundu bize, sağ olsun. Ben de buraya davet ettim, seviyormuş böyle sergi işlerini. Lafı geçmişti.”

Dost hatırı için değil, ilgi duyarak gelen misafirlerim de mi vardı? Bayılırdım.

“Hani nerede?” dedim hevesle. “Tanışalım.”

Annem güldü tepkime. Ardından ileriyi gösterdi başıyla. “Şuradalar, lacivert bir elbise giyiyor. Yanındaki beyefendi de eşiydi, denk gelmiştim.”

Birlikte bahsettiği ikiliye doğru yürüdük. Duvarda geniş bir alan kaplayan, cıvıl cıvıl bir tablomun önündeydiler. Hareketliliğimiz onların dikkatini çekince arkalarını dönmüş oldular.

“Demetciğim,” dedi annem samimiyetle. “Hoş geldiniz.”

İsmini şu an öğrendiğim Demet Hanım, anneme yakın yaşlarda görünüyordu. Yumuşak yüz hatları, açık renk gözleriyle sıcak bir ifadeyle anneme baktı. “Hoş bulduk, tekrar teşekkür ederiz davetiniz için.”

Annemden önce ben davrandım. “Memnun oldum,” dedim elimi uzatarak. “Davetimizi geri çevirmediğiniz için teşekkür ederiz Demet Hanım.”

Elimi hafifçe sıktıktan sonra gözlerimin içine baktı. “Davet etmeseniz de gelirdim ben, kaçırmam hiç böyle sergileri.”

Gülümsedim. Ayıp olacağını düşünerek bakışlarımı yanında duran, Demet Hanım’a göre daha düz bir ifadeyle bekleyen adama çevirdim. Her ne kadar yüzü düz olsa da bakışları ilgiliydi. Buraya zorla gelmişe benzemiyordu.

“Eşim, Tuğrul.” dedi Demet Hanım bizi tanıştırırken. Kısaca tanıştıktan sonra onlar ayaküstü sohbet ediyorlarken ben hem konuşmalarına kulak veriyor hem de etrafı kontrol ediyordum.

“Zor oldu tabii ama ikna ettim,” dediğini duydum Demet Hanım’ın. Sesi diğer cümlelerine nazaran daha kısıktı. Annem keyifle güldü. “Yanınızda göremeyince, gelmedi sandım ben. Nerede şimdi?”

“Gelir şimdi, bir görev kilitledim de ben ona.”

Kimden bahsettiklerini kaçırdığım için sohbet anlamsızdı benim açımdan fakat soru sormadım.

Tuğrul Bey’in bana sorduğu, arkamızdaki tabloyla ilgili bir soruyu yanıtladığım sırada bakışlarım da kulaklarım da annemlerden kopmuştu.

Konuşmayı bıraktığımda hissettiğim hareketlilik sonucu refleksle sağıma döndüm.

Gözüme ilk çarpan iri bir buketti. Açık ve koyu pembe güllerden oluşan büyük bir çiçek buketi görüyordum.

“Çiçeklerin sahibi de burada, tam zamanında geldin oğlum.”

Çiçeklerden başka bir yere bakamadan önce Demet Hanım konuşmuştu. İncelik yaparak sergi için bana getirdiklerini anladığımda gülümsedim.

Çiçekleri taşıyan kişiye, benden hayli uzun olan bedenin yüzüne bakabilmek için başımı oynattığımda bakışlarımın ilk takıldığı yerde bir parça çikolatayı andıran irisler vardı.

Bana doğru uzatılan buketi tutmak için hareketlenmeden önce duraksamama sebep olan o irislerin içinde, ilk kez görüyor olduğum yüzüne rağmen, tanıdık bir şeyler yakalamamdı.

Çiçekleri kucakladım. Bir kolum onları sararken boşta kalan elimi öne doğru uzattım. “Deniz Göktürk,” diye mırıldandım. “Teşekkür ederim, çok naziksiniz.”

Annesine doğru bakmasını bekledim. Çiçekleri almasına sebep olanın Demet Hanım olduğunu kavramıştım. Bunu belirterek nezaket gösterenin annesi olduğunu söyleyebilirdi.

Yapmadı.

Acar Merih Bayazıt,” dedi adını hoş bir şekilde seslendirirken.

Yutkunarak başımı salladım ‘memnun oldum’ der gibi. Ben karşımdaki adamdan yayılan tanımlayamadığım ancak bir şekilde tanıdığım şeylerle savaş veriyorken yan taraftan Tuğrul ve Demet çiftinin sesi aynı anda kısıkça yükseldi.

“Merih mi?” demişlerdi. Oğullarının adını bilmiyor olabilirler miydi? Şaşırdıkları nokta neydi?

Koca bir buket çiçekle yeterince dikkat çekiyorken sürekli aynı kişilerle ve aynı noktada durmamın bu akşam için uygun olmadığını düşünerek istemeden de olsa yanlarından ayrılmak için dudaklarımı araladım. “Ben biraz etrafta görüneyim, yine uğrarım yanınıza. Çok memnun oldum.”

Hepsine genel olarak bakıp konuşmuştum. Arkamı dönerek yanlarından ayrılırken, yüzümü eğerek hafifçe gülleri burnumla buluşturup nefeslendim.

Çiçekleri güvende olacakları -Koray’ı ve üçüzlerimi gardiyan olarak kullandığım şekilde- bir yere bıraktıktan sonra yeniden salona dönmüş, dakikalar boyunca bir o yana bir bu yana ilerleyip gelenlerle kısa kısa sohbetler etmiştim.

Yüzlerinden, gelen tepkilerden ve kimsenin öyle bir bakınıp evine dönmeyişinden anlayacağım üzere her şey yolundaydı. Bu da beni sakinleştirmiş, zaman geçtikçe daha az gergin hale getirmişti.

Önü daha kalabalık olan, bolca dikkat çeken tablolarımın dışında; birkaç bakış atılıp geçilen ve geride kalan tablolar da vardı. Onlardan birinin yanından geçerken, yine boş olmasını beklediğim kısımda; en eski tablolarımdan birinin önünde duran bedeni gördüğümde adımlarım sekteye uğramış oldu.

Öylesine burada durduğunu düşünebilirdim ancak yanına doğru yaklaşmama rağmen dikkatli bakışları tabloda kalmaya devam etmişti. Gerçekten ilgisi oradaydı.

“Gamayun Kuşu,” dedim tam yanında, yüzüm onun gibi tabloya dönükken. “Büyüleyici sesler çıkartan, bu seslerle insanları kendisine hayran bırakan, cezbeden bir kuş olarak anlatılır. Rus mitolojisinde bilgeliğin bir temsili.”

İrkilmedi. Yanına geldiğimin zaten farkındaydı.

Başı bir kadının yüzü olarak çizili iri bir kuştu Gamayun. Mitolojik bir kuştu ama nedense ben hikâyesini duyduğumda ona gerçekten varmış gibi tutulmuştum. Sergide bulunmasını isteme nedenim de buydu.

“Uyum ve mutluluk taşır,” diye ekledim en son.

“Daha karanlık görünüyor,” derken göz ucuyla bana baktığını hissettim ancak ona dönmedim. Gamayun’a bakmayı sürdürdüm.

“Biz daha önce karşılaştık mı?” diye sordum bir an dayanamayarak. Gözlerini gördüğüm ilk anda içime akın eden tanıdıklık hissini aşamamıştım. Onca kişiyle daha tanışmış, konuşmuştum ancak böyle bir şey hissettiğim yoktu.

Göz ucuyla baktığı yüzüme artık başını çevirerek, direkt olarak bakıyordu. Onun çekincesiz tavrı beni de başımı çevirmeye itti.

“Zannetmiyorum,” dedi gözleri gözlerimdeyken. “Taşıdığınız zümrütleri daha önce görseydim, unutmazdım.”

Gözlerime ‘zümrüt’ olarak iltifat etmesi beni duraksattı. Beklemiyordum. Yine de garipsemedim. Onu ve söylediklerini garipsememe engel olan bir şeyler vardı.

“İzninizle,” dedim aniden. “Diğer kısma döneyim ben.”

“Kaçıyorsunuz,” dediğinde adımlarım mıh gibi yere çakıldı. “Yanlış bir şey mi söyledim?”

“Hayır,” dedim hemen. “Kaçmıyorum.”

“Güzel,” derken başını çok hafif oynatmıştı. “Boşu boşuna yorulmanızı istemezdim.”

Kaşlarım çatıldı. Ne çeşit bir emrivaki yapıyor olduğunu ve bir anda neden bu kadar konuyu uzattığını anlamaya çalışırken aklım karışmıştı.

“Tekrar karşılaşacağız, Deniz Hanım.” dedi rahatça. “Bunu en az benim kadar net hissettiğinizden eminim.”

Bir şey söylemeden ve onun da başka bir şey söylemesine izin vermeden sarsak adımlarla yanından ayrıldığımda uzaklaştıkça göğsümdeki çarpıntı arttı.

Yekta abim neredeydi? Kalp krizi geçiriyordum, sancımın başka bir açıklaması yoktu. Eğer varsa, aklımı kaçırıyorum demekti bu.

Ömrümde ilk kez gördüğüm birini, bin ömürdür tanıyor gibi hissedemezdim.

Her insanın bir ömrü olurdu. Bir kez şansa sahip olurduk. Şanslıysak yaşar, şanssızsak yaşıyor görünen ölülerden farksız zamanlar geçirirdik. Aksi mümkün değildi.

Mümkünse de…

Ben bu yaşamdan başkasını istemiyordum. Başka hiçbir yerde bu kadar güzel ve özel bir ömür yaşayamazdım.

Başka bir aile… Başka geçmiş… Başka bir gelecek…

Hepsi kâbustu. Ben kâbus bile görmeden büyümüştüm. Gerçeğini yaşamaya gücüm yetmezdi.

 

 

~~~

 

 

Bebeğim benim… Sana biri kötü biri iyi iki haberim var. O kâbusu maalesef yaşadın ama iyi haber; gücün her şeye yetebildi.

Aykırı Çiçek ile gerçek anlamda vedalaşmış oluyoruz böylece. Benim için unutulmaz bir yolculuktu, hep de öyle kalacak.

Güzel günlerde, hatırınıza geldikçe uğrayacağınız hoş bir durak olması dileğiyle.

Sevgiler


SON

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm