Dert Bebesi 47.Bölüm

 47.BÖLÜM



- Nil

 

Sessizlikten rahatsız olan insanlardan değildim. Aksine sessizlikle baş başa kalmak çoğunlukla daha rahat hissetmeme yol açardı. Buna rağmen çok sessiz biri değildim aslında. Özellikle sevdiğim insanlarlayken çenem düşer, zaman zaman onları darlattığıma emin olurdum.

Şimdi ise ‘sevdiğim’ insanlardan biriyle, yanında çenemin düşmeye en meyilli olduğu kişilerden biriyle derin bir sessizliği paylaşıyordum.

Bitmesin Peri, bitmesin güzelim. Bendeki sen zaten bitmezsin, ne kadar zaman geçerse geçsin ben seni yaşatırım kendimde. Ama sendeki ben de bitmesin, yapma bunu.

Yalvarır gibi kurduğu bu cümlelerin ardından başlamıştı aslında sessizliğimiz. Ben ne olumlu ne de olumsuz bir şey söyleyememiştim, o da yeniden konuşmaya cesaret edememiş gibi görünüyordu.

Uras’ı şimdi, tam burada affedebilir her şeyi çözüp sakince devam edebilirdim. Aslında ne kadar zaman gerektiğini bilmesem de bir şekilde onu zaten affedeceğimi içten içe biliyordum. Kendimi kandıramazdım bu konuda.

Er ya da geç ona yeni bir şans verecektim. Fakat bu şansı verdiğimde eskisi gibi hissedememekten çok korkuyordum. Uras’a âşıktım, aşkımın yerinden kıpırdamadığı da kesindi; ama güvenimin nerede olduğunu bilmiyordum.

Ona bağırıp çağırmak, bu hale neden geldiğimizi sorgulayıp suçu onun omuzlarına bindirmek istiyordum bazen. Sanki içimi tamamen dökersem soğurmuş gibiydi. Ama hemen sonrasında vazgeçiyordum. Daha derin ve silinemeyecek bir darbe daha alırsak, bu ilişkinin ne olursa olsun toparlanamayacağını biliyordum.

Dışarıdan bakıldığında aptallık gibi duruyordu. Hatta evet, belki de öyleydi, aptallıktı. O, bu yalanın altına girerken beni bu denli düşünmemişti. Benim buna rağmen, haklı olan taraf olmama rağmen bu kadar alttan alıp empati kurmaya çalışmam büyük bir aptallıktı.

Âşık ve aptaldım.

Âşık ve aptaldı.

Sanırım aşkın içinde aptallık biz ne yaparsak yapalım hep vardı.

Aniden bastıran yağmurun bir anda arabanın camlarını sırılsıklam etmeye başlamasıyla gözlerimi daldırıp odaklandığım noktadan ayırdım. Çiselemeye dahi başlamadan, hızla sağanak yağmur başlamıştı.

“Yağmur başladı.” dedim anlamsızca. Uras’ın aniden bütün duyuları işlevini yitirmediyse, bunu zaten fark ettiği kesindi. Başımı sol omuzuma doğru yatırıp ona döndüğümde, bakışlarımız kesişmişti. “Evet, birden bastırdı.”

“Bu gece dönecek misin?” Biraz düşünüp, tartsam bu soruyu sanırım sormaktan vazgeçerdim. Bunun bilinciyle soruyu sorarken avuçlarımı kapatıp, sıkmak istedim. O sırada sol elimin halen Uras’ın avucunda olduğunu anımsamıştım.

Tek kelime etmemiş olsak da elimi elinden çekmemiştim. Daha doğrusu bir süre sonra tenim tenine alışmış, olması gereken buymuş gibi hissetmeye başlamıştım.

Elimi bunları düşünürken fazla kıpırdatmış olmalıyım ki Uras, ellerimizi ayıracağımı düşünerek elimi biraz öncekinden daha sıkı şekilde kavradı. “Elin üşümesin, çekme.” Garip bir bahane sunduğunda elimi bırakmayışının bununla bir ilgisi olmadığını bildiğimden dudaklarım gülecekmişim gibi gerildi. “Bir tane daha var.” diyerek sağ elimi kaldırıp salladım.

“Onu da tutabilirim. Minicikler zaten, tek avucuma sığıyor ikisi birlikte.”

“Senin ellerin çok büyükse ben ne yapabilirim?” diye mırıldanırken yanlışlıkla(!) doğal halimize dönüp atışmaya başladığımızı son anda fark ettim.

Uras’a az önce bu gece dönüp dönmeyeceğini sormuştum, ama bir anda bu konu arada kaynayıp kaybolmuştu. Sorumu yinelemeyi istemeyerek bakışlarımı ön cama çevirdim. O da cevap vermek için bunu bekliyormuş gibi konuşmaya başladı.

“Buradayım bir süre.” Dilimi sertçe ısırarak tepkisiz kaldım. Aynı şehirde oluşumuza ne olursa olsun mutlu olmamam imkânsızdı, aramızdaki somut mesafeler her zaman can sıkıydı. Ama şimdi soyut olanlarla birleşince katlanması çok daha zordu.

“Okul?”

“Finallerim bitti, dönem başlayana kadar neredeyse bir ay var.”

Bir ay boyunca İstanbul’da olacak mısın sorusunu sormadım. Ama beş dakika sonra sormayacağımın garantisini inanın veremiyordum.

“Eve dönsek olur mu artık?” dedim çok kısa bir süre sonra. Sonsuza kadar bu arabanın içinde, belirsizliğin ortasında oturmak istemiyordum.

Hiçbir şey söylemeden arabayı hareket ettirmeye başladı. Yola çıktığımızda yağmur hız kesmeden devam ettiği için çoktan yoğunlaşmış olan trafiğin içine düşmemiz de fazla zaman almamıştı.

Yol boyunca yeniden konuşmaya başlamaktan kaçmak için telefonumu arabaya bağlamış, önüme gelen listelerden birindeki şarkıların arabada yankılanmasını sağlamıştım.

Birkaç şarkı geçip giderken, kulağıma dolmaya başlayan tanıdık melodiyle birlikte dudaklarım kıvrıldı. Uzun zamandır dinlemediğim, ama aşina olduğum bir şarkıydı. Devam ettikçe sözlerinin şu an benim için çok daha anlamlı olduğunu fark etmiş, olduğum yere sinerek dinlemeyi sürdürmüştüm.

Bu dağ bu karları nasıl taşır, anlamadım
Ben bir kez vuruldum, bi' daha hiç kalkamadım
Sevmeyi denedim, afalladım, afalladım
Denedim olmadı, hiç kimseye inanmadım

Ah, canım sevgilim derin bir okyanustayım
Hiç kimse gelmiyor, bırak beni konuşayım
En azından bugün, bugün de sonbahardayım
Soracak olursan ben şimdi uzaklardayım

Kaçamak bakışlarla Uras’ı izlerken, onun da dikkatle şarkıyı dinlediğini anladığımda son saniyelerine geldiğimiz şarkıyı hızla başa sardım.

Ben sana "Gel" dedim
İçimde kaybolan papatyalardı gözlerin
Eski bir radyodan çalan şarkıyı dinledim
Hayatı kahrolan gibi, gururu ayaklar altına alınmış biri gibi

Şarkının son kısmı ikinci kez tamamlandığında başka bir şarkıyı dinlemeyi istemeyerek müziği durdurdum.

“Daha önce hiç dinlememiştim.” demesi birkaç dakika almıştı.

“Ben dinlemiştim,” dedim mırıldanır gibi. “Ama hiç bu kadar anlamlı gelmemişti.”

Bunu söylediğimde aklında kalan sözlerin zihninde yeniden dönmeye başladığını tahmin ediyordum. Gözleri kısıldı, kaşları hafifçe çatılırken kısa bir an bana baktı. Yola döndüğünde ise, “Bir kez daha dinleyelim.” demişti.

Şarkıyı tekrara alıp telefonumu bıraktım. Ardından sağımdaki cama doğru yaslanarak yağmuru izlemeye başladım.

Uras, şarkıya odaklanarak beni anlamaya çabalarken ben de kendimi anlamaya çalışmayı denedim.

Ne yapmak istiyordum, ne olsun istiyordum?

 

 

~

 

 

“Mert’e anahtarı ben vereyim.” diyen Uras’a itiraz etmedim. Anahtarı bana verebilir, ben de abime ulaştırabilirdim. Ama yukarıya gelmek için sığınabileceği başka bir sebep yoktu, o sebebi elinden almamayı seçerek kapı koluna uzandım.

Montumun geniş şapkasını başıma örttüğüm için görüş açım bir miktar kapansa da, biraz azalmış olmasına rağmen yağmaya devam eden yağmurdan kaçmamın tek yolu buydu. Arabadan inip duraksamadan binaya doğru ilerledim.

Uras’ın yerde biriken sulara basarak yanıma adımladığını duyabiliyordum.

Hava kararmış, bu da yetmezmiş gibi yağmur yüzünden her yer buğulanmıştı. Kapıya ulaşmama birkaç adım kala kolum ne nazik ne sert sayılamayacak kadar ara bir kuvvetle tutulduğunda son adımım sarsıldı, tökezledim.

Kolumu tutanın Uras olduğunu biliyordum, ama neden yaptığı hakkında bir fikrim yoktu. Kolum halen onun elinin hapsindeyken arkamı döndüm. Yüzünü görebilmek için başımı geriye attığımda montumun şapkası bu hareketime dayanamayarak açılarak saçlarımı yağmurdan saklamayı bıraktı.

Yağmur bunu bekliyormuş gibi hızlanmaya başladığında saçlarımın sırılsıklam olmaya başladığını hissedebiliyordum. Boynumu geriye atarak gözlerine bakmaya çalıştığım Uras’ın hali de benden farklı sayılmazdı. Bakışlarım yağmur damlalarının gezindiği saçlarında ve yüzünde dolandı.

Bir şey söyleyeceğini düşündüğüm için birkaç saniye bekledim. Beni durdurmasına başka bir açıklama getirememiştim.

Kolumdan ayırmadığı eli beni afallatacak bir hızla dirseğimden aşağıya kayarak elime uzandı. Elimi kaldırıp, ne zaman önünü açtığını bilmediğim montuna doğru yaklaştırdı. Avucumu üzerindeki ince kazağın üzerinden göğsüne, kalbinin üzerine bıraktığında dudaklarım aralandı.

Adını mırıldanmak üzereyken aralı kalan dudaklarıma kayan bakışlarının ardından bir an bile duraksamadan yüzünü yüzüme doğru yaklaştırıp dudaklarımızın birbirini bulmasını sağladı.

Dudaklarımız birleştiği anda, avucumun yaslı olduğu göğsünden çıkmak istercesine çırpınan kalbini hissetmeye başladım. Onun göğsünde değil de benim avucumda atıyormuş gibi yakınımdaydı.

İstemsizce elimi daha sert bastırarak parmaklarımı hafifçe büktüm. Tırnaklarım kazağın yumuşak dokusuna saplanırken dudaklarımızı bir nefeslik mesafe bırakacak kadar ayırdım. Az önce kapanmayan gözleri, bunu yaptığım anda kapanmış, kahverengi irisleri örtülmüştü.

Tepkimden korkuyordu.

Gözlerimde bazı şeyleri görmekten korkuyordu. Hissediyordum.

“Hamlelerini yaptıktan sonra sonuçları görmezden gelemezsin Uras.” derken dudaklarım öne doğru kıpırdadıkça onunkilere sürtünüp araya giren yağmur damlalarını damgalıyordu.

“Korkak herifin tekine âşıksın.” dedi güler gibi. Bu gülüşün kendisine olduğunu anlayabilmiştim. Gözleri kısıkça aralandığında bakışlarımız kesişti. “Âşıksın değil mi?” Aniden çocuklaşıp, annesine emin olamadığı bir şeyi onaylatan bir oğlan çocuğu gibi sorduğunda gözlerimi kırpıştırdım.

Cevap vermemem canını yakıyormuş gibi yüzü buruştuğunda parmakları hızla üzerimdeki monta uzanıp fermuarımı indirdi. Ne yaptığını görmek yerine gözlerine bakmaya devam ettim. O da bakışları benden ayırmadan ellerini kullanıyordu.

Kendi göğsünde, kalbinin üzerinde duran elimi taklit ederek sağ elini kalbimin üzerine kapattığında dudaklarımı dudaklarına hapsettiğinden beri, saatlerdir nefessiz koşuyormuşum gibi çarpan kalp atışlarım onun koca avucunda yankılandı.

Burnunu burnuma sürtüp huzurla gözlerini yumdu. “Sonum olacaksın Peri.” dediğinde bu cümleyi iki tarafa da çekilebilir olarak algılamış ve hızla düşünmeye başlamıştım.

Onun sonunu getirecek kadar canını yakışımdan mı bahsediyordu, yoksa benden sonrası olmayacağından mı?

“Her anlamda…” diyerek tamamladığında düştüğüm ikilemi fark ettiğini anlamış oldum.

“En azından ilklerini çalıp, kollarına kocaman kırıklar bırakmıyorum değil mi?”

Uras’a sürekli laf sokmak ya da onu her seferinde yaptığı hatayla vurmak gibi bir amacım yoktu ama aklımdan silinmiyordu işte. Hep oradaydı, bekliyordu.

“İlklerimi çalmış olmanı dilerdim, sonu ne olursa olsun, ağzıma da sıçsan isterdim bunu.” Keskin bakışlarla gözlerime bakarken, bunu gerçekten isteyerek söylediğini belli etmeye çalışıyor gibiydi.

“Bekleseydin benimle tanışana kadar o zaman be, bana ne!” Diğer elimi de göğsüne götürüp onu kendimden bir adım ileri itip aynı anda da cırladığımda gözleri kocaman açıldı. Bir anda bu kadar fevrileşeceğimi düşünmemişti sanırım.

Pekâlâ, aslında ben de düşünmemiştim.

Bunu boş vererek, arkamı dönüp apartmana doğru yürümeye başladım. Saçlarımı savursam daha havalı bir sahne olabilirdi, ama saçlarımı sırılsıklam eden yağmur yüzünden kıpırdamalarını bile sağlayamamıştım. Ağırlaşıp omuzlarıma dökülmüşlerdi.

Bina kapısına ulaştığımda zile basarak beklemeye başladım. O sırada Uras da yaşadığı şoku atlatıp bana yetişmişti. Binanın cam kapısından yansımasını görebiliyordum.

Kapı sonunda açıldığında ben itmeye yeltenmeden Uras uzanıp açtı. Binanın içine girdiğimde aslında az önce soğuktan donuyor olduğumu yeni fark edebilmiş oldum.

Uras’ın hareketleri beni afallatırken sıcak-soğuk algımı da baltalamıştı galiba.

Asansörün en süt katta olduğunu gördüğümde gözlerimi devirerek merdivenlere yöneldim. Hep böyle oluyordu.

Merdivenleri önde ben, hemen arkamda da Uras şeklinde çıkıp bitirdiğimizde evin kapısında bizi bekleyen ismin Demir Özkan olması bir an için Uras’ı merdivenlerden itme pahasına da olsa ortamdan yok etme fikriyle dolmama sebep oldu.

Bu karşılaşmaya hazır değildim. Uras’ın eve gelişine itiraz etmezken bunun yaşanacağını atlamış olmalıydım.

Abimin ilk karşılaştığı şey bulunduğu alanı su birikintisine çevirecek kadar ıslanmış olan ben oldum. Kaşları hızla çatıldı. “Bu halin ne senin Peri? Şapkanın kullanım şeklinden haberin yok mu?”

Uras öperken düştü, demeli miydim?

“Büyük geliyor şapkam bana.” dedim mırıl mırıl. Sevimlilik yaparak azar selinden kurtulabileceğime inanıyordum.

“Bu nasıl bahane ya, abicim ben sana hiçbir şey öğretemedim mi bugüne kadar?” Demir abimin arkasında beliren ve yaşlı teyzeleri aratmayacak şekilde dilini damağına vurarak beni yargılar sesler çıkartan Mert abime bakmadım bile.

Demir abim bana doğru uzanıp muhtemelen beni içeri çekecekken Mert abim telaşla öne atıldı. “Lan arabayı kazalara mı karıştırdınız, başına belalar mı getirdiniz? Bu kadar ıslandığınıza göre araba yarı yolda kalmış olmalı… Arabam…” Son kısımda duygusallaştığında Demir abim pek etkilenmemiş olacak ki sertçe ensesine patlattı.

“Arabanı mı verdin bir de? Bu herifi eve sokup, Peri’yi alıp götürmesine ses çıkartmamışsın bir de ulaşım yolu açmışsın lan!”

“Otobüsle gitseler ne değişecekti abi? Bu nasıl bakış açısı ya?”

“Bakacağım ben sana farklı açılardan, bekle sen bekle.”

“Bekliyorum abilerin en sinir hastası olanı, ama ben beklerken bu iki sünger de bekliyor bak. Çektikleri sularla hem de.”

Demir abim, yeniden bize döndüğünde soğuktan artık kontrol edemediğim bir biçimde titremeye başladığım için bakışları yumuşayarak şefkat dolmaya başladı. “Sıcak bir duş alıyorsun Peri, hemen.”

İçeri geçip söylediğini uygulamak en büyük hayalimdi şu an için, ama ben içeri girip gözden kaybolursam Uras’ı eve sokmayacağına adım kadar emindim. Ben ne kadar ıslanmışsam Uras da o kadar ıslaktı, bu halde tekrar dışarıya çıkarsa hasta olmaması kaçınılmazdı.

Hasta olmasını göz ardı edebilecek kadar umursamaz biri olmayı isterdim. Fakat değildim.

“Girelim o zaman.” dediğimde Demir abimin şiddet, vahşet ve birtakım gergin senaryolar içeren bakışları Uras’ı buldu. Uras’a olan siniri benim iki haftadır bulunduğum halden kaynaklıydı genel olarak, benim üzülmemi kaldıramadığını kendisi söylemişti.

Daha sonra, daha fazla patlayacak olmasını şimdilik görmezden geldim. “Üzerini değiştirsin, sonra gidecek abi. Uzatmayalım.”

Uras’ın burada kalacak olması gibi bir planım yoktu. Kimse için mantıklı bir karar olmazdı bu zaten.

Gidebileceği bir yerler düşündüğüne emindim, onu ilk gördüğümde eve sokmama ihtimalim vardı çünkü. Bunu düşünmüş olmalıydı.

Botlarımdan kurtulup içeri girdiğimde Demir abim bizi beklemeden hızlı adımlarla salona ilerledi. Bunun büyük bir fırtına habercisi olduğunu biliyordum.

“Ben sana giyecek bir şeyler ayarlayayım, küçük banyoda duş alırsın.” Mert abim Uras’ı kendi odasına doğru götürürken son anda Uras’la göz göze geldiğimizde yüzümde saklamaya çok da çabalamadığım bir yorgunlukla karşılaştı.

Bir şey söyleyemeden Mert abim eşliğinde gözden kaybolduğunda, evin içi fazlasıyla sıcak olsa da henüz ısınmayı başaramayan bedenimi zorlukla taşıyarak birkaç adım attım.

Hızla banyoya gitmem gerekiyordu. Ama kendimi salonun girişinde bulmuştum.

Tuna’nın burada olmaması iyiydi, muhtemelen odasındaydı.

“Abi?” diye seslendiğimde sesim yüksek çıkmamış olsa da bakışlarını kapıya, yani üzerime çekmeyi başarmıştım.

“Ne oyalanıyorsun sen halen? Hasta olmaya mı yemin ettin Peri?” Yerleştiği koltuktan kalkıp büyük adımlarla dibimde bittiğinde başımı iki yana salladım.

“Küstün mü bana?”

“Ne diye küsecekmişim?” Kaşları alayla havalandı. “Tipe bak ıslanmış tavuk gibi duruyorsun karşımda, ciddiye alıp küsecek miyim bir de?”

“Küsme zaten, hiç küsme.” dedikten sonra sırılsıklam olan halimi umursamadan kollarımı sıkıca sırtına sardım. O da tereddüt etmeden güçlü kollarını bedenime doladı. Yüzümü omuzuna bastırdım. “Abi…” dedim bu kez yardım ister gibi.

“Söyle fıstığım, yanındayım.”

Abime sarılır sarılmaz, daha önce güçlü görünmeye çalışıp sakin karşılamayı denediğim her şey tonlarca yükmüş gibi sırtıma binmişken ona tutunmaya çalıştım. Bazen onun yerini Oktay ve mert abimle tam olarak aynı yere koymakta zorlanıyordum. Bu anlarda da onu ‘baba’ olarak gördüğümü fark ediyordum.

Benim için birçok şey olmaya çalışmış bir adamdı, ama en büyük eksikliğim babaydı ve onun da en büyük çabası bu eksiği hiç hissetmemdi; biliyordum.

“Boğuluyormuş gibi hissediyorum, çok yoruldum düşünmekten.” Bedeninin sıcaklığına sığınmak için kendimi iyice ona yaklaştırdım. Yanağını ıslak saçlarıma yasladı. “Boğulmana izin vermem, yorgunluğunu yok etmek için elimden hiçbir şey gelmiyor ama düşersen seni tutarım, canının yanmasına izin vermem. Biliyorsun değil mi?”

“Hı hım.” gibi bir mırıltıyla onaylamaya çalışırken yerle olan bağlantımın aniden kesildiğini hissettim. Dizimin arkasında ve sırtımda duran elleriyle beni kucağına alıp yürümeye başladığında sakince göğsüne yaslanıp beklemeyi sürdürdüm.

“Annemin merhameti var sende, hep söylüyorum bunu unutmuyorsun değil mi? Kim ne yaparsa yapsın sana, o kalbin nasıl bir saflıkla doluysa artık merhametine yenik düşüyorsun. Bizim kararmış gözlerimizle göremediğimizi görüp önce Tuna’ya dokundu merhametin, sonra hatalarımıza rağmen aynısını biz de yapabilelim, doğruyu görebilelim diye çabaladın.” Odama doğru giderken kulağıma doğru kısık sesle anlattıklarını dikkatle dinliyordum.

Gözümün önünden iki yıl boyunca olup bitenler hızla akarken abim konuşmaya devam etti. “Başardın da. Tuna’yı bize, bizi Tuna’ya kavuşturdun, hem de bize rağmen yaptın bunu. Şimdi de o merhametin Uras için köşeye sıkıştırıyor seni, biliyorum.”

Odamın kapısından girdiğimizde abim beni yere indirmek için hamle yapacakken omuzuna daha sıkı tutundum. Böylece kucağında kalmıştım. “Ne yapacağım peki?”

“Kalbini dinleyeceksin Peri, mantığını dinleyip onunla hareket eden biri olmadın hiçbir zaman. Şimdi de değişmeni istemiyorum, ruhun nasıl iyileşecekse öyle yapacaksın.”

Uras’ı affetmemi mi söylüyordu, yoksa ben hipotermi geçirmeye başlamış ve bir halüsinasyonun ortasına mı düşmüştüm?

“Yanlış anlama tabii, sen ne yaparsan yap ben o itin kâbusu olacağım zaten. Senin yerine de yaparım bir şeyler hiç merak etme.”

Ciddi bir tavırla kurduğu son cümlelere istemsizce kıkırdayıp yüzümü omuzuna bastırdım.

“Komik mi geldi hanımefendi?”

“Biraz.” derken baş ve işaret parmaklarımın arasında minik bir boşluk bırakarak ona göstermiştim. Dudaklarını şakağıma bastırıp yavaşça öptü. “Ölürüm sana, sen yeter ki hep gül Peri’m.”

Fırsattan istifade diyerek yanağına sulu sulu bir öpücükle yapıştığımda beni yere düşürecekmiş gibi bir hamle yaptığı için çığlığımı zor bastırmıştım.

Bu paniğime sırıtan bir ifadeyle bakıp beni yavaşça yere indirdi. “Abiyle oyun olmaz, tırsarsın öyle.”

Ben cevap vermek üzereyken odamın tam örtülmemiş olan kapısı polis baskını varmışçasına açılıp neredeyse geri çarptı. Gelen kişinin kim olduğunu anlamak için oraya dönmeme gerek kalmamıştı çünkü o kendini belli ederek homurdanmaya çoktan başlamıştı.

“Herkes eve gelmiş, kimse beni sormuyor. Ben taşınacağım bu evden!” Tuna, bedenine üç kat büyük gelen trip modunu açıp söylene söylene bizi incelerken benim halimi gördüğünde gözleri kocaman açıldı. “Yağmurda dışarıda durmuşsun, beni çağırmadan…”

Kendisini çağırmadan evlenip çoluğa çocuğa karışmışım gibi davranan Tuna’ya bir an ne diyeceğimi bilemeyince doldurduğu gözlerini birkaç kez kırpıştırıp poposunu dönerek hızla ortamı terk etmişti.

Şaşkınca abime baktığımda gülmemek için yanaklarını şişirmiş halde olduğunu gördüm. “Hiç bakma bana, senin çocukluğundan bir gram farkı yok. Benim intikamımı alıyor bence, abisinin aslanı.”

Abim tam destek Tuna’ya hak verirken ben ona kızamadan önce peş peşe bedenimi sarsan bir hapşırık silsilesine yakalanmıştım.

Burnumun yırtılacakmış gibi ağrımasına sebep olacak kadar çok hapşırdığımda abim beni banyoya sokmayı unuttuğunu yeni fark etmiş olacak ki elini sertçe alnına vurdu. “Sıçtık anasını satayım, üç ay iyileşmeyecek şimdi!”

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm