Dert Bebesi 47.Bölüm
47.BÖLÜM
- Nil
Sessizlikten rahatsız olan insanlardan
değildim. Aksine sessizlikle baş başa kalmak çoğunlukla daha rahat hissetmeme
yol açardı. Buna rağmen çok sessiz biri değildim aslında. Özellikle sevdiğim
insanlarlayken çenem düşer, zaman zaman onları darlattığıma emin olurdum.
Şimdi ise ‘sevdiğim’ insanlardan biriyle,
yanında çenemin düşmeye en meyilli olduğu kişilerden biriyle derin bir
sessizliği paylaşıyordum.
Bitmesin
Peri, bitmesin güzelim. Bendeki sen zaten bitmezsin, ne kadar zaman geçerse
geçsin ben seni yaşatırım kendimde. Ama sendeki ben de bitmesin, yapma bunu.
Yalvarır gibi kurduğu bu cümlelerin
ardından başlamıştı aslında sessizliğimiz. Ben ne olumlu ne de olumsuz bir şey
söyleyememiştim, o da yeniden konuşmaya cesaret edememiş gibi görünüyordu.
Uras’ı şimdi, tam burada affedebilir her
şeyi çözüp sakince devam edebilirdim. Aslında ne kadar zaman gerektiğini
bilmesem de bir şekilde onu zaten affedeceğimi içten içe biliyordum. Kendimi
kandıramazdım bu konuda.
Er ya da geç ona yeni bir şans verecektim.
Fakat bu şansı verdiğimde eskisi gibi hissedememekten çok korkuyordum. Uras’a
âşıktım, aşkımın yerinden kıpırdamadığı da kesindi; ama güvenimin nerede
olduğunu bilmiyordum.
Ona bağırıp çağırmak, bu hale neden
geldiğimizi sorgulayıp suçu onun omuzlarına bindirmek istiyordum bazen. Sanki
içimi tamamen dökersem soğurmuş gibiydi. Ama hemen sonrasında vazgeçiyordum.
Daha derin ve silinemeyecek bir darbe daha alırsak, bu ilişkinin ne olursa
olsun toparlanamayacağını biliyordum.
Dışarıdan bakıldığında aptallık gibi
duruyordu. Hatta evet, belki de öyleydi, aptallıktı. O, bu yalanın altına
girerken beni bu denli düşünmemişti. Benim buna rağmen, haklı olan taraf olmama
rağmen bu kadar alttan alıp empati kurmaya çalışmam büyük bir aptallıktı.
Âşık ve aptaldım.
Âşık ve aptaldı.
Sanırım aşkın içinde aptallık biz ne yaparsak
yapalım hep vardı.
Aniden bastıran yağmurun bir anda arabanın
camlarını sırılsıklam etmeye başlamasıyla gözlerimi daldırıp odaklandığım
noktadan ayırdım. Çiselemeye dahi başlamadan, hızla sağanak yağmur başlamıştı.
“Yağmur başladı.” dedim anlamsızca.
Uras’ın aniden bütün duyuları işlevini yitirmediyse, bunu zaten fark ettiği
kesindi. Başımı sol omuzuma doğru yatırıp ona döndüğümde, bakışlarımız
kesişmişti. “Evet, birden bastırdı.”
“Bu gece dönecek misin?” Biraz düşünüp,
tartsam bu soruyu sanırım sormaktan vazgeçerdim. Bunun bilinciyle soruyu
sorarken avuçlarımı kapatıp, sıkmak istedim. O sırada sol elimin halen Uras’ın
avucunda olduğunu anımsamıştım.
Tek kelime etmemiş olsak da elimi elinden
çekmemiştim. Daha doğrusu bir süre sonra tenim tenine alışmış, olması gereken
buymuş gibi hissetmeye başlamıştım.
Elimi bunları düşünürken fazla kıpırdatmış
olmalıyım ki Uras, ellerimizi ayıracağımı düşünerek elimi biraz öncekinden daha
sıkı şekilde kavradı. “Elin üşümesin, çekme.” Garip bir bahane sunduğunda elimi
bırakmayışının bununla bir ilgisi olmadığını bildiğimden dudaklarım
gülecekmişim gibi gerildi. “Bir tane daha var.” diyerek sağ elimi kaldırıp
salladım.
“Onu da tutabilirim. Minicikler zaten, tek
avucuma sığıyor ikisi birlikte.”
“Senin ellerin çok büyükse ben ne
yapabilirim?” diye mırıldanırken yanlışlıkla(!) doğal halimize dönüp atışmaya
başladığımızı son anda fark ettim.
Uras’a az önce bu gece dönüp dönmeyeceğini
sormuştum, ama bir anda bu konu arada kaynayıp kaybolmuştu. Sorumu yinelemeyi
istemeyerek bakışlarımı ön cama çevirdim. O da cevap vermek için bunu
bekliyormuş gibi konuşmaya başladı.
“Buradayım bir süre.” Dilimi sertçe
ısırarak tepkisiz kaldım. Aynı şehirde oluşumuza ne olursa olsun mutlu olmamam
imkânsızdı, aramızdaki somut mesafeler her zaman can sıkıydı. Ama şimdi soyut
olanlarla birleşince katlanması çok daha zordu.
“Okul?”
“Finallerim bitti, dönem başlayana kadar
neredeyse bir ay var.”
Bir
ay boyunca İstanbul’da olacak mısın sorusunu sormadım.
Ama beş dakika sonra sormayacağımın garantisini inanın veremiyordum.
“Eve dönsek olur mu artık?” dedim çok kısa
bir süre sonra. Sonsuza kadar bu arabanın içinde, belirsizliğin ortasında
oturmak istemiyordum.
Hiçbir şey söylemeden arabayı hareket
ettirmeye başladı. Yola çıktığımızda yağmur hız kesmeden devam ettiği için
çoktan yoğunlaşmış olan trafiğin içine düşmemiz de fazla zaman almamıştı.
Yol boyunca yeniden konuşmaya başlamaktan
kaçmak için telefonumu arabaya bağlamış, önüme gelen listelerden birindeki
şarkıların arabada yankılanmasını sağlamıştım.
Birkaç şarkı geçip giderken, kulağıma
dolmaya başlayan tanıdık melodiyle birlikte dudaklarım kıvrıldı. Uzun zamandır
dinlemediğim, ama aşina olduğum bir şarkıydı. Devam ettikçe sözlerinin şu an
benim için çok daha anlamlı olduğunu fark etmiş, olduğum yere sinerek dinlemeyi
sürdürmüştüm.
Bu
dağ bu karları nasıl taşır, anlamadım
Ben bir kez vuruldum, bi' daha hiç kalkamadım
Sevmeyi denedim, afalladım, afalladım
Denedim olmadı, hiç kimseye inanmadım
Ah,
canım sevgilim derin bir okyanustayım
Hiç kimse gelmiyor, bırak beni konuşayım
En azından bugün, bugün de sonbahardayım
Soracak olursan ben şimdi uzaklardayım
Kaçamak bakışlarla Uras’ı izlerken, onun
da dikkatle şarkıyı dinlediğini anladığımda son saniyelerine geldiğimiz şarkıyı
hızla başa sardım.
Ben
sana "Gel" dedim
İçimde kaybolan papatyalardı gözlerin
Eski bir radyodan çalan şarkıyı dinledim
Hayatı kahrolan gibi, gururu ayaklar altına alınmış biri gibi
Şarkının son kısmı ikinci kez
tamamlandığında başka bir şarkıyı dinlemeyi istemeyerek müziği durdurdum.
“Daha önce hiç dinlememiştim.” demesi
birkaç dakika almıştı.
“Ben dinlemiştim,” dedim mırıldanır gibi.
“Ama hiç bu kadar anlamlı gelmemişti.”
Bunu söylediğimde aklında kalan sözlerin
zihninde yeniden dönmeye başladığını tahmin ediyordum. Gözleri kısıldı, kaşları
hafifçe çatılırken kısa bir an bana baktı. Yola döndüğünde ise, “Bir kez daha
dinleyelim.” demişti.
Şarkıyı tekrara alıp telefonumu bıraktım.
Ardından sağımdaki cama doğru yaslanarak yağmuru izlemeye başladım.
Uras, şarkıya odaklanarak beni anlamaya çabalarken
ben de kendimi anlamaya çalışmayı denedim.
Ne yapmak istiyordum, ne olsun istiyordum?
~
“Mert’e anahtarı ben vereyim.” diyen
Uras’a itiraz etmedim. Anahtarı bana verebilir, ben de abime ulaştırabilirdim.
Ama yukarıya gelmek için sığınabileceği başka bir sebep yoktu, o sebebi elinden
almamayı seçerek kapı koluna uzandım.
Montumun geniş şapkasını başıma örttüğüm
için görüş açım bir miktar kapansa da, biraz azalmış olmasına rağmen yağmaya
devam eden yağmurdan kaçmamın tek yolu buydu. Arabadan inip duraksamadan binaya
doğru ilerledim.
Uras’ın yerde biriken sulara basarak
yanıma adımladığını duyabiliyordum.
Hava kararmış, bu da yetmezmiş gibi yağmur
yüzünden her yer buğulanmıştı. Kapıya ulaşmama birkaç adım kala kolum ne nazik
ne sert sayılamayacak kadar ara bir kuvvetle tutulduğunda son adımım sarsıldı,
tökezledim.
Kolumu tutanın Uras olduğunu biliyordum,
ama neden yaptığı hakkında bir fikrim yoktu. Kolum halen onun elinin
hapsindeyken arkamı döndüm. Yüzünü görebilmek için başımı geriye attığımda montumun
şapkası bu hareketime dayanamayarak açılarak saçlarımı yağmurdan saklamayı
bıraktı.
Yağmur bunu bekliyormuş gibi hızlanmaya
başladığında saçlarımın sırılsıklam olmaya başladığını hissedebiliyordum.
Boynumu geriye atarak gözlerine bakmaya çalıştığım Uras’ın hali de benden
farklı sayılmazdı. Bakışlarım yağmur damlalarının gezindiği saçlarında ve
yüzünde dolandı.
Bir şey söyleyeceğini düşündüğüm için
birkaç saniye bekledim. Beni durdurmasına başka bir açıklama getirememiştim.
Kolumdan ayırmadığı eli beni afallatacak
bir hızla dirseğimden aşağıya kayarak elime uzandı. Elimi kaldırıp, ne zaman
önünü açtığını bilmediğim montuna doğru yaklaştırdı. Avucumu üzerindeki ince
kazağın üzerinden göğsüne, kalbinin üzerine bıraktığında dudaklarım aralandı.
Adını mırıldanmak üzereyken aralı kalan
dudaklarıma kayan bakışlarının ardından bir an bile duraksamadan yüzünü yüzüme
doğru yaklaştırıp dudaklarımızın birbirini bulmasını sağladı.
Dudaklarımız birleştiği anda, avucumun
yaslı olduğu göğsünden çıkmak istercesine çırpınan kalbini hissetmeye başladım.
Onun göğsünde değil de benim avucumda atıyormuş gibi yakınımdaydı.
İstemsizce elimi daha sert bastırarak
parmaklarımı hafifçe büktüm. Tırnaklarım kazağın yumuşak dokusuna saplanırken
dudaklarımızı bir nefeslik mesafe bırakacak kadar ayırdım. Az önce kapanmayan
gözleri, bunu yaptığım anda kapanmış, kahverengi irisleri örtülmüştü.
Tepkimden korkuyordu.
Gözlerimde bazı şeyleri görmekten
korkuyordu. Hissediyordum.
“Hamlelerini yaptıktan sonra sonuçları
görmezden gelemezsin Uras.” derken dudaklarım öne doğru kıpırdadıkça onunkilere
sürtünüp araya giren yağmur damlalarını damgalıyordu.
“Korkak herifin tekine âşıksın.” dedi
güler gibi. Bu gülüşün kendisine olduğunu anlayabilmiştim. Gözleri kısıkça
aralandığında bakışlarımız kesişti. “Âşıksın değil mi?” Aniden çocuklaşıp,
annesine emin olamadığı bir şeyi onaylatan bir oğlan çocuğu gibi sorduğunda
gözlerimi kırpıştırdım.
Cevap vermemem canını yakıyormuş gibi yüzü
buruştuğunda parmakları hızla üzerimdeki monta uzanıp fermuarımı indirdi. Ne
yaptığını görmek yerine gözlerine bakmaya devam ettim. O da bakışları benden
ayırmadan ellerini kullanıyordu.
Kendi göğsünde, kalbinin üzerinde duran
elimi taklit ederek sağ elini kalbimin üzerine kapattığında dudaklarımı
dudaklarına hapsettiğinden beri, saatlerdir nefessiz koşuyormuşum gibi çarpan
kalp atışlarım onun koca avucunda yankılandı.
Burnunu burnuma sürtüp huzurla gözlerini
yumdu. “Sonum olacaksın Peri.” dediğinde bu cümleyi iki tarafa da çekilebilir
olarak algılamış ve hızla düşünmeye başlamıştım.
Onun
sonunu getirecek kadar canını yakışımdan mı bahsediyordu, yoksa benden sonrası
olmayacağından mı?
“Her anlamda…” diyerek tamamladığında
düştüğüm ikilemi fark ettiğini anlamış oldum.
“En azından ilklerini çalıp, kollarına
kocaman kırıklar bırakmıyorum değil mi?”
Uras’a sürekli laf sokmak ya da onu her
seferinde yaptığı hatayla vurmak gibi bir amacım yoktu ama aklımdan
silinmiyordu işte. Hep oradaydı, bekliyordu.
“İlklerimi çalmış olmanı dilerdim, sonu ne
olursa olsun, ağzıma da sıçsan isterdim bunu.” Keskin bakışlarla gözlerime
bakarken, bunu gerçekten isteyerek söylediğini belli etmeye çalışıyor gibiydi.
“Bekleseydin benimle tanışana kadar o
zaman be, bana ne!” Diğer elimi de göğsüne götürüp onu kendimden bir adım ileri
itip aynı anda da cırladığımda gözleri kocaman açıldı. Bir anda bu kadar
fevrileşeceğimi düşünmemişti sanırım.
Pekâlâ, aslında ben de düşünmemiştim.
Bunu boş vererek, arkamı dönüp apartmana
doğru yürümeye başladım. Saçlarımı savursam daha havalı bir sahne olabilirdi,
ama saçlarımı sırılsıklam eden yağmur yüzünden kıpırdamalarını bile
sağlayamamıştım. Ağırlaşıp omuzlarıma dökülmüşlerdi.
Bina kapısına ulaştığımda zile basarak
beklemeye başladım. O sırada Uras da yaşadığı şoku atlatıp bana yetişmişti.
Binanın cam kapısından yansımasını görebiliyordum.
Kapı sonunda açıldığında ben itmeye
yeltenmeden Uras uzanıp açtı. Binanın içine girdiğimde aslında az önce soğuktan
donuyor olduğumu yeni fark edebilmiş oldum.
Uras’ın hareketleri beni afallatırken
sıcak-soğuk algımı da baltalamıştı galiba.
Asansörün en süt katta olduğunu gördüğümde
gözlerimi devirerek merdivenlere yöneldim. Hep böyle oluyordu.
Merdivenleri önde ben, hemen arkamda da
Uras şeklinde çıkıp bitirdiğimizde evin kapısında bizi bekleyen ismin Demir
Özkan olması bir an için Uras’ı merdivenlerden itme pahasına da olsa ortamdan
yok etme fikriyle dolmama sebep oldu.
Bu karşılaşmaya hazır değildim. Uras’ın
eve gelişine itiraz etmezken bunun yaşanacağını atlamış olmalıydım.
Abimin ilk karşılaştığı şey bulunduğu
alanı su birikintisine çevirecek kadar ıslanmış olan ben oldum. Kaşları hızla
çatıldı. “Bu halin ne senin Peri? Şapkanın kullanım şeklinden haberin yok mu?”
Uras
öperken düştü, demeli miydim?
“Büyük geliyor şapkam bana.” dedim mırıl
mırıl. Sevimlilik yaparak azar selinden kurtulabileceğime inanıyordum.
“Bu nasıl bahane ya, abicim ben sana
hiçbir şey öğretemedim mi bugüne kadar?” Demir abimin arkasında beliren ve
yaşlı teyzeleri aratmayacak şekilde dilini damağına vurarak beni yargılar
sesler çıkartan Mert abime bakmadım bile.
Demir abim bana doğru uzanıp muhtemelen
beni içeri çekecekken Mert abim telaşla öne atıldı. “Lan arabayı kazalara mı
karıştırdınız, başına belalar mı getirdiniz? Bu kadar ıslandığınıza göre araba
yarı yolda kalmış olmalı… Arabam…” Son kısımda duygusallaştığında Demir abim
pek etkilenmemiş olacak ki sertçe ensesine patlattı.
“Arabanı mı verdin bir de? Bu herifi eve
sokup, Peri’yi alıp götürmesine ses çıkartmamışsın bir de ulaşım yolu açmışsın
lan!”
“Otobüsle gitseler ne değişecekti abi? Bu
nasıl bakış açısı ya?”
“Bakacağım ben sana farklı açılardan,
bekle sen bekle.”
“Bekliyorum abilerin en sinir hastası
olanı, ama ben beklerken bu iki sünger de bekliyor bak. Çektikleri sularla hem
de.”
Demir abim, yeniden bize döndüğünde
soğuktan artık kontrol edemediğim bir biçimde titremeye başladığım için
bakışları yumuşayarak şefkat dolmaya başladı. “Sıcak bir duş alıyorsun Peri,
hemen.”
İçeri geçip söylediğini uygulamak en büyük
hayalimdi şu an için, ama ben içeri girip gözden kaybolursam Uras’ı eve
sokmayacağına adım kadar emindim. Ben ne kadar ıslanmışsam Uras da o kadar
ıslaktı, bu halde tekrar dışarıya çıkarsa hasta olmaması kaçınılmazdı.
Hasta olmasını göz ardı edebilecek kadar
umursamaz biri olmayı isterdim. Fakat değildim.
“Girelim o zaman.” dediğimde Demir abimin
şiddet, vahşet ve birtakım gergin senaryolar içeren bakışları Uras’ı buldu.
Uras’a olan siniri benim iki haftadır bulunduğum halden kaynaklıydı genel
olarak, benim üzülmemi kaldıramadığını kendisi söylemişti.
Daha sonra, daha fazla patlayacak olmasını
şimdilik görmezden geldim. “Üzerini değiştirsin, sonra gidecek abi.
Uzatmayalım.”
Uras’ın burada kalacak olması gibi bir
planım yoktu. Kimse için mantıklı bir karar olmazdı bu zaten.
Gidebileceği bir yerler düşündüğüne
emindim, onu ilk gördüğümde eve sokmama ihtimalim vardı çünkü. Bunu düşünmüş
olmalıydı.
Botlarımdan kurtulup içeri girdiğimde
Demir abim bizi beklemeden hızlı adımlarla salona ilerledi. Bunun büyük bir
fırtına habercisi olduğunu biliyordum.
“Ben sana giyecek bir şeyler ayarlayayım,
küçük banyoda duş alırsın.” Mert abim Uras’ı kendi odasına doğru götürürken son
anda Uras’la göz göze geldiğimizde yüzümde saklamaya çok da çabalamadığım bir
yorgunlukla karşılaştı.
Bir şey söyleyemeden Mert abim eşliğinde
gözden kaybolduğunda, evin içi fazlasıyla sıcak olsa da henüz ısınmayı
başaramayan bedenimi zorlukla taşıyarak birkaç adım attım.
Hızla banyoya gitmem gerekiyordu. Ama
kendimi salonun girişinde bulmuştum.
Tuna’nın burada olmaması iyiydi,
muhtemelen odasındaydı.
“Abi?” diye seslendiğimde sesim yüksek
çıkmamış olsa da bakışlarını kapıya, yani üzerime çekmeyi başarmıştım.
“Ne oyalanıyorsun sen halen? Hasta olmaya
mı yemin ettin Peri?” Yerleştiği koltuktan kalkıp büyük adımlarla dibimde
bittiğinde başımı iki yana salladım.
“Küstün mü bana?”
“Ne diye küsecekmişim?” Kaşları alayla
havalandı. “Tipe bak ıslanmış tavuk gibi duruyorsun karşımda, ciddiye alıp
küsecek miyim bir de?”
“Küsme zaten, hiç küsme.” dedikten sonra
sırılsıklam olan halimi umursamadan kollarımı sıkıca sırtına sardım. O da
tereddüt etmeden güçlü kollarını bedenime doladı. Yüzümü omuzuna bastırdım.
“Abi…” dedim bu kez yardım ister gibi.
“Söyle fıstığım, yanındayım.”
Abime sarılır sarılmaz, daha önce güçlü
görünmeye çalışıp sakin karşılamayı denediğim her şey tonlarca yükmüş gibi
sırtıma binmişken ona tutunmaya çalıştım. Bazen onun yerini Oktay ve mert
abimle tam olarak aynı yere koymakta zorlanıyordum. Bu anlarda da onu ‘baba’ olarak gördüğümü fark ediyordum.
Benim için birçok şey olmaya çalışmış bir
adamdı, ama en büyük eksikliğim babaydı ve onun da en büyük çabası bu eksiği
hiç hissetmemdi; biliyordum.
“Boğuluyormuş gibi hissediyorum, çok
yoruldum düşünmekten.” Bedeninin sıcaklığına sığınmak için kendimi iyice ona
yaklaştırdım. Yanağını ıslak saçlarıma yasladı. “Boğulmana izin vermem,
yorgunluğunu yok etmek için elimden hiçbir şey gelmiyor ama düşersen seni
tutarım, canının yanmasına izin vermem. Biliyorsun değil mi?”
“Hı hım.” gibi bir mırıltıyla onaylamaya
çalışırken yerle olan bağlantımın aniden kesildiğini hissettim. Dizimin
arkasında ve sırtımda duran elleriyle beni kucağına alıp yürümeye başladığında
sakince göğsüne yaslanıp beklemeyi sürdürdüm.
“Annemin merhameti var sende, hep
söylüyorum bunu unutmuyorsun değil mi? Kim ne yaparsa yapsın sana, o kalbin
nasıl bir saflıkla doluysa artık merhametine yenik düşüyorsun. Bizim kararmış
gözlerimizle göremediğimizi görüp önce Tuna’ya dokundu merhametin, sonra
hatalarımıza rağmen aynısını biz de yapabilelim, doğruyu görebilelim diye
çabaladın.” Odama doğru giderken kulağıma doğru kısık sesle anlattıklarını
dikkatle dinliyordum.
Gözümün önünden iki yıl boyunca olup
bitenler hızla akarken abim konuşmaya devam etti. “Başardın da. Tuna’yı bize,
bizi Tuna’ya kavuşturdun, hem de bize rağmen yaptın bunu. Şimdi de o merhametin
Uras için köşeye sıkıştırıyor seni, biliyorum.”
Odamın kapısından girdiğimizde abim beni
yere indirmek için hamle yapacakken omuzuna daha sıkı tutundum. Böylece
kucağında kalmıştım. “Ne yapacağım peki?”
“Kalbini dinleyeceksin Peri, mantığını
dinleyip onunla hareket eden biri olmadın hiçbir zaman. Şimdi de değişmeni
istemiyorum, ruhun nasıl iyileşecekse öyle yapacaksın.”
Uras’ı affetmemi mi söylüyordu, yoksa ben
hipotermi geçirmeye başlamış ve bir halüsinasyonun ortasına mı düşmüştüm?
“Yanlış anlama tabii, sen ne yaparsan yap
ben o itin kâbusu olacağım zaten. Senin yerine de yaparım bir şeyler hiç merak
etme.”
Ciddi bir tavırla kurduğu son cümlelere
istemsizce kıkırdayıp yüzümü omuzuna bastırdım.
“Komik mi geldi hanımefendi?”
“Biraz.” derken baş ve işaret
parmaklarımın arasında minik bir boşluk bırakarak ona göstermiştim. Dudaklarını
şakağıma bastırıp yavaşça öptü. “Ölürüm sana, sen yeter ki hep gül Peri’m.”
Fırsattan istifade diyerek yanağına sulu
sulu bir öpücükle yapıştığımda beni yere düşürecekmiş gibi bir hamle yaptığı
için çığlığımı zor bastırmıştım.
Bu paniğime sırıtan bir ifadeyle bakıp
beni yavaşça yere indirdi. “Abiyle oyun olmaz, tırsarsın öyle.”
Ben cevap vermek üzereyken odamın tam
örtülmemiş olan kapısı polis baskını varmışçasına açılıp neredeyse geri çarptı.
Gelen kişinin kim olduğunu anlamak için oraya dönmeme gerek kalmamıştı çünkü o
kendini belli ederek homurdanmaya çoktan başlamıştı.
“Herkes eve gelmiş, kimse beni sormuyor.
Ben taşınacağım bu evden!” Tuna, bedenine üç kat büyük gelen trip modunu açıp
söylene söylene bizi incelerken benim halimi gördüğünde gözleri kocaman açıldı.
“Yağmurda dışarıda durmuşsun, beni çağırmadan…”
Kendisini çağırmadan evlenip çoluğa çocuğa
karışmışım gibi davranan Tuna’ya bir an ne diyeceğimi bilemeyince doldurduğu
gözlerini birkaç kez kırpıştırıp poposunu dönerek hızla ortamı terk etmişti.
Şaşkınca abime baktığımda gülmemek için
yanaklarını şişirmiş halde olduğunu gördüm. “Hiç bakma bana, senin
çocukluğundan bir gram farkı yok. Benim intikamımı alıyor bence, abisinin
aslanı.”
Abim tam destek Tuna’ya hak verirken ben
ona kızamadan önce peş peşe bedenimi sarsan bir hapşırık silsilesine
yakalanmıştım.
Burnumun yırtılacakmış gibi ağrımasına
sebep olacak kadar çok hapşırdığımda abim beni banyoya sokmayı unuttuğunu yeni
fark etmiş olacak ki elini sertçe alnına vurdu. “Sıçtık anasını satayım, üç ay
iyileşmeyecek şimdi!”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder