Gözyaşı Kadehleri 34.Bölüm

 34.BÖLÜM



Merhabaa

Önceki bölüm girişinde herkesi ürkütmüştüm, bu bölümde ise kendimi affettirmek adına içinizi ferah tutabilirsiniz diyerek yolcu edeyim sizi bölüme doğru…

İyi okumalar!

 

~~~

 

Hissettiklerimle yüzleşmek için uygun zamanı kollamakla ömür geçirmiştim. Uygun zaman bana kalırsa ‘yalnız’ olduğum zamandı ve bir şekilde kendimi o zaman gelene dek oyalayıp hislerimi bekletmeyi genelde başarırdım. Yıllar boyu deneyim kazanma fırsatım olmuştu.

Kendimi böylesi deneyimli sanıyordum fakat az önce pençesinde kıvrandığım yüzleşmede yalnız falan değildim. Yalnız kalmaya çalışmak da aklımın ucundan dahi geçmemişti hatta.

Bilincim tamamıyla yerine gelip zihnim sarsıntılardan kurtulduğundan beri ona tutunuyordum, ona sığınıyordum, ondan kopamıyordum.

Bir an bile beni bırakmaya yeltenmemesi, yalnız kalmak için hiçbir dürtü hissetmememi beslemişti. Sırtımda sarılı duran kolu ve başımın arkasına yasladığı eli sadece bulunduğu yerde küçük hareketlerle tenimi sakinleştirir gibi sıvazlamak için kıpırdıyordu. Dakikalardır beni tutuşu hiç gevşememişti.

Hiç geri çekilmeye çabalamazsam sonsuza dek böyle kalacakmışız gibi güvence veriyordu. Bu güvenceyle tanışma şansım da onun hayatıma girişiyle gerçekleşmişti zaten. En başında bana boğuluyormuşum gibi hissettiren varlığı, kısa bir süre sonra çaresizce hep aradığım bir şeye dönüşmüştü.

Üstelik dönüşen tek şey bu değildi. Bende ona dair her ne varsa hepsi tepetakla olmuştu.

Aklım kontrolsüzce gerçeklikten kopup bir süre önce içinde can çekiştiğim kâbusun izlerini gözümün önüne taşıyınca boğuk bir şekilde nefeslendim. Yüzüm boynuna gömülü olduğu için aldığım nefesle birlikte içime kokusunu doldurmuştum.

“Hâlâ titriyorsun,” derken sesi kısıktı ama hayret eder gibi tonladığını algılayabilmiştim. Gerçek sanarak nelerle boğuştuğumu bilmiyordu, beni böyle titretenin kahvaltıdayken söylediği aptalca cümleler olduğunu sanıyordu. Onlara dair içimde şu an sadece öfke kalmıştı. Öfkeme alışkındı, garipsemezdi.

Oysa beni bu hale getiren gerçek olmadığına inanmakta zorlandığım gidişi ve halen zihnimde yankılanmaya devam eden itirafımdı.

“Titremiyorum,” dedim mayışık bir sesle.

“Seni saran benim,” dedi itirazımı kabul etmeyerek. “…ve kollarımda dakikalardır titriyorsun, Seray.”

“Ben de seni senin beni sardığın gibi sararsam belki sen de titrersin,” dedim gözlerim yarı açıkken. “Biraz ayı gibi bir şeysin.”

Burnundan üflediği keskin nefesi duydum. Gülebileceği kadar rahat bir anda olsak gülerdi, yarıda kesilmişti.

“Bir kolunun beni sarmaya yeteceğini sanmıyorum,” dedi hemen sonra. “Malum diğeri biraz meşgul.”

Meşguldü evet. İtiraz etmek için ağzımı açmadım.

Elim bir süredir göğsündeydi. Soluna kapadığım avucumla kalp atışlarını avucumun içinde biriktiriyordum. Ona yaslı olduğum için elim aramızda sıkışmıştı ama uyuştuğunu hissetsem de umurumda olmamıştı, elimi çekmemiştim.

Sessiz kalışım ona ne olarak yansıdı bilmiyorum ama alnımın kenarına öyle baskılı bir öpücük bıraktı ki biraz daha kuvvet uygulasa başımda küçük bir göçük oluşturabilirdi.

Dudaklarımdan bu güç gösterisine bir sızlanma koptuğunda özür diler gibi aynı yere bu kez çok daha yumuşak bir öpücük kondurdu. Yara ve merhemin aynı kişide birleşmesi kafa karıştırıcı hissettirmeliydi belki ama hissettiğim tek şey bir anlığına huzur oluvermişti.

Kendimi o kâbusun içindeyken nasıl kastıysam tüm vücudum yoğun ağrılarla kaplanmıştı. Bunu sesli olarak dile getirip Cevahir’e yakınmaktan da asla kaçmadım. “Her yerim ağrıyor,” dedim başımı yavaşça yerinde oynatıp.

“Ne yapmalıyız?” diye sordu.

“Ben senin ateşin çıktığında böyle yapmamıştım,” dedim anlık bir cesaretle bedenimi ondan biraz geriye doğru çekip. Omuzlarım dimdik duramayacağım kadar düşüktü ama en azından bedenimi kendim ayakta tutuyordum. Sırtımdan ayrılmayan kolunun desteğini saymazsak yani…

“Ben doktor değilim,” dedi savunmasını yapmakta hiç gecikmeden. Zaten çok açık tutamadığım gözlerimi iyice kısıp ona baktım. “Olsaydın,” dedim sadece.

“Haklısın,” dedi başını sallarken. “Bir gün karımın işine yarar demeli ve doktor olmalıydım.”

Normalde cevap vermeye erineceği ya da belki uzatmamak için sessiz kalabileceği bir tepki vermiştim ama diken üstünde olduğu için ılımlı davranmayı sürdürüyordu.

Çok daha kötü bir ceza hak ediyordu ama şans onun yüzüne gülmüş ve kâbusum beni bambaşka konularla boğuşmak zorunda bırakarak kahvaltıdaki aptallığını yeterince kınayamayacak hale gelmeme neden olmuştu.

Yatağın ortasında karşı karşıya oturmaya devam edebilirdik, onun buna bir itirazı var gibi durmuyordu ancak hareket etmezsem anın gerçekliğini sorgulamaya yeniden başlayacakmış gibi hissediyordum. Bedenimi yana doğru hareketlendirişim de bu nedenleydi.

“Nereye?” diye sordu kolu bir an için sırtımda daha sıkılaşırken.

Gözlerinin içine baktım. Birkaç kez gözlerimi kırptım ama yanıt vermedim.

“Seray,” dedi temkinli bir şekilde.

“Biraz uzak dur benden,” demiştim kalçamı yatakta kenara doğru kaydırırken.

“Neden?” dedi bu kez sorusunu değiştirip.

‘Yakın durduğumuzda boynuna gömülüp hayatımın sensiz geçen kısmını sorgulamak ve geliş şeklin yüzünden seni hem dövüp hem sevmek istiyorum çünkü’ demek pek akıl kârı gelmediği için giymeye alışkın olduğum öfkeli kumaşı bulup üstüme geçirdim.

“Sinirlerimi bozuyorsun çünkü,” dedim kaşlarımı biraz çatıp. “Bırak bi’ beni.”

Sırtımdaki eli önce daha sıkı tuttu beni, biraz sonra ise istemeyerek yaptığını belli edercesine ağır çekimde temasını kesti.

“Tamam,” dediğinde bu kadar hızlı kabullenmesine şaşırdığımı belli etmemek için yüzümü kasmıştım.

Yataktan kalkışım kolay olmadı, her yerim ağrıyordu. Kıpırdadıkça kemiklerimden ve kaslarımdan isyan sesleri yükseliyordu.

Ayaklarımı yere basıp doğrulabildiğimde bir an nereye yürümem gerektiğini düşündüm, tanıdık olmayan bir evde olduğum için kafam karışmıştı. Odadan çıktıktan sonra banyonun konumunu hatırlayacağımı düşünüp kapıdan geçtim.

Koridora çıkacakken bir dürtüyle omuzumun üstünden arkama doğru bakındım.

Cevahir ayaktaydı. Aramızda en fazla iki adımlık mesafe vardı. Peşime takılmıştı.

Kaşlarımı kaldırdım hayretle. İfademi süzdükten sonra hiçbir şey yokmuş gibi dudakları aralandı. “Uzak duruyorum,” dedi öylece. “Görmüyor musun?”

“Kolunu uzatsan bana dokunursun,” dedim sinirlerim bozulmuşken. “Uzak durmak bu mu?”

“Bu,” derken başını hafifçe salladı. “Aramıza koyabileceğin en uzak mesafe bu, sana dokunamayacağım kadar uzağımda olma ihtimalin yok.”

Yüzümü buruşturdum. Bu durumdan iğrenmişle nefret etmiş arası bir görüntü çizerek önüme dönüp adımladım. İçimden geçenlerin çizdiğim görüntüyle zerre alakası olmaması bana ait bir sırdı.

Bu kez sırlarımı erkenden ele geçirip beni parmağında oynatmasına fırsat tanımayacaktım.

Düşündüğüm gibi koridora çıktığımda uyumadan önce girmiş olduğum banyonun nerede olduğunu hatırlayabilmiştim.

Evin geneli gibi yüksek tavanlı ve geniş bir alana sahip, açık renkli fayanslarla kaplı banyoya girdiğimde kapıyı kapatma gereği duymadan lavabonun önüne yürüdüm.

Lavabonun üstüne yerleştirilmiş büyük bir ayna vardı, oldukça temiz görünüyordu. Aynaya yansıyan görüntümün aynanın temizliğine tezatlığı dudaklarımı birbirine bastırmama sebep oldu.

Gözlerimin içi kızarıktı ve hatta kızarıklık bununla yetinmeyip gözkapaklarıma kadar ulaşmıştı. Saçlarım karışık bir halde rastgele yerlerden omuzlarıma dökülüyorlardı. Gözlerimdeki kızarıklığa rağmen tenim bundan nasiplenmemiş, solgunlaşmıştı.

Kısaca bir harabeden farksızdım.

Yansımamı süzmeye devam etmedim. Başımı eğip suyun akmaya başlaması için musluğa uzandım. Dolu dolu akmaya başlayan suyu avuçlarımda biriktirip yüzüme çarparken bunu kaç kez tekrarladığımı saymayı unutmuştum. Başımı yeniden kaldırdığımda yansımadaki halimin az öncekinden daha düzgün görünmesini istiyordum sadece.

Avuçlarımdan ve yüzümden sızan sular boynumdan aşağıya, göğsüme doğru inip elbisemin yakası V kesime sahip olduğu için uzun bir yol izliyordu.

Suyu kapatıp iki elimle alnımdan geriye doğru saçlarımı çekiştirirken eğik tuttuğum bedenimi de doğrulttum. Yeniden aynaya baktığımda değişen tek şey her yerimi ıslatmış olmamdı.

Dudağımın kenarını ısırarak kapıya baktım. Cevahir’in oradan gitmediğini dakikalardır kontrol etmemiştim aslında ama gitseydi hissedeceğimi biliyordum, gitmediğinden bu yüzden emindim.

Uyandığımdan beri bu haldeydim ve karşısındaydım. Bakışlarında en ufak bir değişim bile hissetmemiştim. En süslü halimle karşısındayken de, bir harabeyken de aynı bakıyordu. Hatta belki de ikinci haldeyken bakışları daha da şefkatle doluyordu.

“Yüzüne sürdüğün şeyleri getirmedik diye mi bakıyorsun?” dedi beni incelerken. “İsteteyim mi?”

Yüzüme sürdüğüm şeyler, sanıyorum ki bakım ürünlerimdi. Kimden nasıl isteteceğini düşünmedim, olumlu yanıt versem bir iki saate eşyalarımın elimde olacağını tahmin ediyordum. Başımı iki yana salladım bu yüzden. “Gerek yok, yıkanacağım zaten.”

“Tamam,” dedi sadece.

Tam anlayamadığını düşünüp tekrarladım. “Burada yıkanacağım, şimdi.” dedim.

Cümlemle birlikte aklında bir şeyler yerine oturmuş gibi kaşlarını kaldırdı. “Anladım,” dedi.

Dışarıya doğru değil içeriye doğru adımladığında tam olarak neyi anladığını çözebilmek için hayretle yüzüne baktım. “Ne anladın?”

“Birlikte yıkanmamızı teklif ediyorsun, olumlu yanıt veriyorum. Olur yavrum.”

Banyoya bakındım. En uzak köşede cam bir duşa kabin vardı. Fazlaca genişti, oraya ikimizin girebilmesi mümkündü. Ancak yanında konumlanmış oval kenarlara sahip küvet için aynı şeyi söyleyemezdim.

“Küvette dinleneceğim biraz ben,” dedim omuz silkip. “Sen yıkanacaksan diğer tarafta yıkan.”

“Daha iyileşmedin,” dedi direkt. “Ben başında beklerim.”

Ağır bir hastalıktan zorlukla kopmaya çalışıyormuşum gibi kendini refakatçim ilan etmesine gözlerimi kısarak baktım.

“Başımda mı beklersin yoksa üstüme mi atlamayı planlıyorsun?”

“Bu kadar iradesiz, kontrolsüz bir adam mıyım gözünde?” dedi onu bu şekilde itham etmeme alınmış gibi. “Aksini kanıtlayabilirim.”

Nasıl kanıtlayacağını sormak için dudaklarımı aralayacakken bana doğru bir adım daha attı. Aramızda az bir mesafe kala durduğunda başımı geriye atıp ona dikkatle baktım. Elbisemin sırtımın tam ortasına denk gelen gizli fermuarını çabasızca bulup parmaklarıyla çekiştirdiğinde direnmedim.

Bu ‘seni ellerimle soysam da kendimi kontrol edebilirim’ içerikli bir güç gösterisi miydi? Üzerimde gücünü denememesi gerektiğini bir türlü aklına kazıyamamıştı.

Göğsümü derin bir nefesle şişirirken sessizdim. Cevahir’in elbisemi tenimden ayırıp yere düşürmesini öylece bekledim.

Parmakları sırtımda geziniyorken bakışları yüzümdeydi. Gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. Ona bir an için duvarlarım sertçe yıkılarak çırılçıplak hale gelen hislerimin tümünü gözlerimden taşırdığımda gözlerini birkaç saniye için kapattı. O gözlerini geri açana dek ben çoktan duvarlarımı yeniden örüp bakışlarımdaki yoğunluğu saklamıştım ama sanırım az önceki saniyelik teşhirimin etkisi geçmemişti.

Elbisemi çıkartıp atmasını, beni tutup göğsüne çekmesini ya da belki birden afallayıp geri çekilmesini bile bekleyen farklı farklı seslerim vardı. İçimde yankılanıp ona dair tahminlerde bulunan seslerden hiçbiri bir sonraki hamlesini doğru bilememişti.

Dizleri zemine değecek şekilde yavaşça yere doğru çökmesini aklımda yerleştirebileceğim bir alan yoktu. Ben şaşkınlıkla başımı eğip ona bakana kadar yüzünü tam karşısına denk gelen karnıma yaslayıp put gibi durdu.

Afallamıştım. Elim refleksle havalanıp saçlarına yaslandı. “Cevahir?” diyebildim sesim şaşkınlığımı ele verirken.

Kendi derdime düştüğüm için, onun ben ateşim yüksek bir şekilde bilinçsizce kâbuslarla kıvranırken yanımda neler yaşamış olabileceğini pek düşünmemiştim. Sanırım bu düşünmem için bir işaretti.

Yüzünü karnıma yaslı tutmayı sürdürdüğü için ona bakmaya çalışsam da ifadesini göremiyordum. Sessizce bekledim. Saçlarını onu uyandırmam gerektiğinde yaptığım gibi çekercesine okşamaya başladığımda sesli bir nefes aldı.

“İyisin,” gibi bir şeyler homurdandı ağzı karnıma yaslıyken. Homurdandı diyordum çünkü ağzı kapalı olduğu için sesi bana bu şekilde varabiliyordu.

İyi olup olmamamın kendim dışında biri için ilk kez böyle sarsıntı yaratıyor olması bir yana, birinin cevabı gerçekten merak ederek nasıl olduğumu sorduğunu bile bir elin parmağını geçmeyecek şekilde zar zor sayıp sıralayabilirdim.

Bu farkındalıkla birlikte kendimi aniden kastığım için tepkimi bana yaslı yüzüyle hissetmemesi imkânsızdı.

Ona bolca zaman tanıdım. Zira benim de bir şey söylemeye ya da yapmaya o an için gücüm kalmamıştı.

Cevahir doğrulmaya karar verene kadar parmaklarımı saçlarından ayırmadım. Onu çekilmeye zorlamadım, kıpırdamadım.

Bir süre sonra yüzünü karnıma sürterek geri çektiğinde bakışlarım aşağıda olduğu için o yüzünü kaldırır kaldırmaz göz göze gelmiş olduk. Dilimden onu sorgulayacak bir şeyler dökülmedi. Neden bana yaslı dakikalar geçirdiğini sormadım. Kısa bir süre önce boynuna gömülüp gerçekliğini elimde tutmaya çalışan bendim çünkü. Az önce ben varlığını ispatlamaya çalışıyordum, şimdi onu sorgulayacak konumda değildim.

Ayağa kalktığında fermuara yeniden uzanacağını düşündüm ama eli sırtıma gitmedi bile. Dudaklarım belli belirsiz bükülmüş halde durdum. “Geliyorum birazdan,” dedikten sonra banyodan çıkıp gittiğinde dudaklarımdaki aşağıya meyilli kıvrım daha belirgin bir hal almıştı.

Arkasından gidesim vardı; artık böyle şeyleri kendime itiraf edebilecek kadar şeffaftım ama gidebilecek kadar değildim.

Elbiseyi üzerimden atmam ve iç çamaşırlarımdan da kurtulmam kısa sürdü. Paldır küldür soyunmuş ve küvete doğru ilerlemiştim hemen.

Normalin üstünde bir sıcaklıkta suya girmeye ve kaslarımı gevşetmeye ihtiyacım vardı ama ateşim yeni dinmişken Cevahir’i bir daha sınamaya niyetim yoktu. Ilık akmasına dikkat ettiğim su küvete dolmaya başlarken ben de oyalanmadan kendimi suyun içine bırakmıştım.

Dizlerimi kendime doğru çekip yüzümü de bacaklarıma doğru kapattım.

Bu nasıl bir gündü? Bitmesine az kalmıştı ama sanki bitip gidecek bir gün değildi, hayatımın kalanında bir şekilde hep benimle yola devam edecek bir gün gibi hissettiriyordu.

Birazdan gelirim diyerek yanımdan giden Cevahir’in ne kadarlık bir zaman diliminden bahsettiğini bilmiyordum fakat onun adım seslerini duyduğumda küvet çoktan dolmuş, suyu kapatalı biraz zaman geçmişti.

Başımı dizlerimden kaldırmadan adım seslerinin yaklaşışını dinledim. Ona bakmamaya gayret ediyorken birden kulağıma dolan şıngırtı ile birlikte kafam karışmıştı. Tanıdık bir sesti çünkü.

Yüzümü dizimden kaldırmadım ama hafifçe çevirip yanağım tenime yaslı kalacak şekilde sesin geldiği yöne doğru baktım.

Sesi tanıdık bulmam boşuna değildi.

Cevahir’in elinde iki kadeh dolusu kırmızı şarap vardı. Sesi de o iki kadehi birbirine değdirerek çıkartmıştı.

Hevesle gözlerimin açıldığından emindim. Bu eve ne amaçla şarap koydurmuştu bilmiyordum ama bu kadar yoğun bir iç savaş verdikten sonra beni usulca gevşetecek olan en kesin yol buydu.

“Niye öyle bakıyorsun?” dedi sabit bir sesle. Neden baktığımı çok iyi biliyordu, kendimi yorup açıklama yapmaya girişmedim.

“İkisi de benim,” dedi buna üzülmüş gibi. Ardından cidden iki kadehten de birer yudum aldı. Kaşlarımı çattım. “Neyin intikamı bu?”

“Beni yanına almıyorsun,” dedi küveti başıyla işaret edip. “Derbeder bir haldeyim, şarap stokları bana kadar yani.”

“Yine ne çeşit bir şantaj peşindesin?” dedim iç çekerek. “Küvette yanıma gelebilmek için beni şarapla mı kandıracaksın?”

Sessiz kaldı ama hareketsiz değildi. Buraya doğru yürüdü. Elindeki kadehleri küvetin gerisinde duran, alt rafında birkaç şampuan ve köpük dizili olan tekerlekli küçük masaya bıraktı.

“Kanacak mısın?” diye sordu tepeme geldiğinde sessizliğini bozarak.

“Hangi raddede olduğumuza göre değişir aslında,” dedim omuzlarımı kıpırdatıp. Cümlem bitene dek yüzünde rahatsız bir ifade peydahlanmıştı.

“Unut,” dedi öfkeyle. Öfkesinin benden çok kendisine olduğu gayet açıktı, çok(!) üzülmüştüm gerçekten. “Dilimi sikeyim, kırk yılda bir telaşlandığı için ne yapacağını bilemeyen aklımı da sikeyim ama unut yavrum şunu.”

“Bakarız,” dedim alaydan pek uzak olmayan sesimle. “Gelişmelerden haberdar edeceğim seni.”

Küvete oldukça yakın bir konumda ayakta durduğu için ona bakabilmem ancak boynumu sınırları zorlayarak geriye büktüğümde mümkündü. Bir süredir bunu yaptığım için gerilen boynum acımaya başladığında başımı düz bir konuma getirip önüme döndüm. Bakışlarımı yüzünden çektiğimde konuşma tuşu tetiklenmiş gibi dudakları aralandı.

“Geleyim mi?” diye sorduğunda, soruş şekli yüzünden yanağımın içini ısırdım hafifçe.

Sessiz kalırsam bundan kendisine pay biçip olumlu yanıt vermişim gibi davranır ve küvette benden artakalan boşluğa yerleşir sanmıştım fakat sessizliğim sürdükçe onun da bekleyişi devam etti.

Sınırlarımı -gerçekten çizili tuttuğum zamanlarda da, silikleşmeye başladığı halde inatla kaybolmadıklarını iddia ettiğimde de- aşmaktan gözü korkan bir adam değildi. Ama bu kez daha pasifti. Bu sanırım bugüne dek hatalı olduğunu böylesi kabullendiği bir olayın hiç yaşanmayışından kaynaklanıyordu.

İşleri daha da batırmaktan çekinen ve bir adım geride bekleyen bir Cevahir Avcıoğlu ile karşı karşıya kalmak bana da sürpriz olmuştu.

“Buraya sığabileceksen…” dedim sona doğru kısılan sesimle. Örtülü bir onaydı ama onun bekleyişine son verebilecek kadar da kesindi.

Saniyeler içinde üstündeki ve altındaki birer parça kaybolmuş, altında kalan boxer ile küvete yerleşmişti. Yerleşebilmesi için benim öne doğru kayıp dizlerimi bükmem ve içeride biriken suyun bir kısmını taşırması gerekmişti fakat sonuç olumluydu: Sığmıştık. Daha doğrusu sığışmış ve sıkışmıştık.

Arkam ona dönük kaldığı için ona bakabilme imkanım yoktu. Karnımın biraz üstüne sardığı koluyla birlikte beni usulca göğsüne doğru çektiğinde onu görmememe rağmen, açıkça görebiliyor kadar çok hissetmeye başlamıştım.

Sırtım sıcaklık sığan göğsüne yaslandığında hafifçe büküp öne uzattığı bacaklarının arasında çepeçevre sarılıydım.

Gıkımı bile çıkartmadan sırtıma çarpan kalp atışlarını içimden öylece saymaya çalıştım, karnıma sarılı bıraktığı koluna bakışlarımı indirip beni tutarken kastığı bedenini izledim.

Savunmasız hissetmem gerekirdi. Hem somut hem de soyut olarak yanında çırılçıplakken, delicesine savunmasız hissetmem gerekirdi. Kendimi böyle şartlamıştım. Ama olmuyordu. Dünya başıma yıkılsa, ki yıkılmışlığı da çoktu, tırnağımın bile kırılmayacağını hissediyordum. Çok yeniydi, fazla tazeydi; bu hisse alışabilmem uzun sürmeliydi ancak uzun falan sürmemişti. Birkaç ay yetmişti.

Başımın arkasına yüzünü yasladığını duyumsadığımda omuzlarım gevşeyerek aşağı meyletti. Dudakları saçlarımın arasında kaybolan baskılara rastgele bir ritim ile devam ederken gözlerimi kıstığımın, neredeyse kapanacaklarının farkında değildim.

Yanı başımızda duran kadehler çoktan aklımdan çıkmış, beni avutacağını ve gevşeteceğini düşünerek az önce heveslendiğim şarap içme fikri hiç var olmamış gibi kaybolmuştu.

Kollarında olmanın, kokusuna ve sıcaklığına böyle yakın durmanın birkaç kadeh şaraptan katbekat sarhoş edebileceğini bu gecenin ikinci itirafı olarak kendime fısıldadım.

Sanıyorum ki bu yeni itirafım ilk itirafla fazlaca bağlantılıydı. Zira ona gerçekten aşıksam beni sarhoş edecek olan da şarap değil aşkım olmalıydı.

Gözlerim ve bilincim de yarım açık olduğundan ilerleyen bir saati hayal meyal hatırlıyordum. Cevahir bir süre beni olduğum yerden kıpırdamama ve dengede durmak için çaba harcamama gerek olmadan tutup sarmıştı. Devamında beni kısa ve sonuçsuz direnişim eşliğinde duşa sokmuş ve soğuğa yakın bir suyla tabiri caizse kıçımı dondurmuştu.

Ağzımı soğuğa söylenmek için açınca suyun derecesini ateşimin henüz tam dinmemesine bağlamıştı ancak bana kalırsa kendi çapında genel bir intikam arayışındaydı ve üzerimde buzlu su işkencesi uygulamayı seçmişti.

Şimdi ise geniş bir havluya dolanmış halde yatağın ucunda sessizce oturmaktaydım.

Cevahir önümde ayakta duruyor, yüzüm karnının hizasındayken saçlarımın birbirine karışan tutamlarıyla savaş veriyordu.

“Tarak kullanabilirsin,” dedim bu iş uzadıkça yatağa asla devrilemeyeceğimi kabullendiğimde. Parmaklarıyla saçımı baştan sonra açabilmesi zordu.

“Canın yanar,” dedi parmaklarının hareketi devam ediyorken. En sıkıntılı kısımlarla dakikalar boyu uğraştı, saç derimde herhangi bir sızı hissetmeme izin vermedi. Tarağa uzandığında işin çoğunu parmakları hallettiği için saçımı taraması kısacık sürmüştü.

Kendimi dik tutmaktan yorularak karnına kafa atar gibi başımı öne ittim. Yüzüm karnındaki sert yüzeye çarpınca tadımın kaçtığını söylesem yalan olurdu çünkü beni koca bir havluya dolasa da kendisi belinde zor tutunan bir havlu ileydi ve dolayısıyla kafamı vurduğum yer çıplak teniydi.

Sabrını sınamak için yüzümü karnına çarparken dudaklarımı büzüp denk gelen bir noktayı da nemlendirmiştim. Dudaklarımın ıslak baskısını hissettiği anda karnı yeterince sert değilmiş gibi kaskatı kesilmişti ve içimde buna pis pis sırıtan en az üç farklı sapık ile yaşıyordum.

“Seray,” dedi uyarır gibi. Bu uyarıyı tanıyordum, bir kere daha öpersem beni yatağa devirmesi ve tepeme çökmesi kaçınılmaz olacaktı. “Hım?” dedim sadece olduğum yerde. İyice kaşınıp bir kez daha öpmedim, hatta usluluğun sınırlarını zorladım ve başımı sakince karnından çektim.

“Saçın ıslak mı kalsın?” diye sordu benim geri çekilmeme uyum sağlayıp konuyu direkt değiştirirken. Başımı salladım. Kalabilirdi. Hava zaten sıcaktı, yarın sabah saçımın şekilli olmasına da ihtiyacım yoktu.

Sabah evden erkenden çıktığımız için yanıma rastgele aldığım eşyalarla dolu küçük çantaya doğru ilerledi. Aldığı gecelikle birlikte yanıma geri geldi ve havlumun ucunu çekiştirdi.

“Tercihen önce külot giyiyorum,” dedim kaşım havalanırken. “Sadece gecelikle mi yatayım?”

“Evdeyken yatıyorsun,” dedi çok mühim bir bilgiymişçesine. Gözlerimi devirir gibi oldum. Evet, yatıyordum. Bacaklarımı kapatamayacağım kadar kasılmama ve kasıklarıma herhangi bir şey değmesini istemeyeceğim kadar sızlamama neden olduğunda üstüme ince bir gecelik geçiriyor ve öyle uyuyordum.

“Bunu mu takip ediyorsun sen sapık herif?” diyerek yargılar bakışlar attığımda göz kırptı. “Üstüme bacağını atıp yayılıyorsun, gözümün önündeki manzarayı görmezden gelecek değilim. Enayi miyim ben?”

İç çektim. “Hemen cevap vermem gerekiyor mu? Biraz düşüneceğim.”

Bu kez göz devirecek kadar siniri bozulan oydu. Yarım ağız sırıttım. Yatağa bıraktığı geceliği tepemden geçirdiğim sırada sessizce çantaya geri gitmiş ve eline gelen bir külotu da bana ulaştırmıştı.

Giyinmeyi başardığımda hiç zaman kaybetmeden kendimi yatağa bırakmıştım. Burası benim bu eve gelir gelmez kapandığım ve yatağında kıvrandığım oda değildi. Asıl kalacağımız odanın burası olduğu büyüklüğünden belliydi zaten.

Yataktaki temiz çarşaf kokusu burnuma dolarken yastığa düzgünce uzanmak yerine yüzüstü şekilde yattım. Başımı yan çevirip yanağımı yastığa yapıştırmıştım ve bakış açımda yatağın Cevahir’in yatacağı boş kısmı vardı.

Göğsüm yatakla kendi bedenim arasında ezilirken düz dönmek için acele etmedim. Öylece kaldım. Arka planda Cevahir’in ne yaptığını görmüyordum ama giyiniyor olma ihtimali yüksekti. Birkaç dakika sonra yataktaki hissedilir sarsıntı ise işinin bittiğini gösteriyordu.

Yüzü bana dönük kalacak şekilde yan uzandı. Bakışlarımı çekinmeden yüzüne dikmiştim, aradığım bir şey varmış gibi ifadesini süzüyordum.

Sırtım yukarıda kaldığı için bana doğru elini uzattığında avucu sırtıma değmişti. Parmaklarıyla omurgamda farklı farklı yollar çizmeye başladığında aldığım derin nefeslerle bedenim yatakta hareketlendi.

Dokunuşu bazen heyecanla kavrulmama bazen de böyle pilim tükenmiş gibi tüm alıcılarımın kapanmasına neden oluyordu. Bu ince ayarı nasıl yaptığından bihaberdim.

Bir ara eli bel hizama indi. Belimin ortasında oyalanan parmaklarının ezbere bildiği noktada duraklamasına sesimi çıkartmadım. Kumaşla örtülü olsalar da belimdeki gamzelerin yerini benden çok daha iyi biliyordu.

“Çok mu uykun var?” diye sordu kısık bir sesle. Bakışlarımdan nasıl bir mayışıklık sızdıysa artık onu bu soruya itmiş olmalıydım. Dudağımı büktüm bilmiyorum dercesine.

Cevap için ısrar etmedi. Bedenini bana biraz daha yaklaştırdı. Bana doğru kaydığında aslında yeterince varlığını hissedebiliyordum, öyle olmalıydım yani. Fakat eğer uykuya geçeceksem böyle kalmamın yeni bir kâbusa dalmamak için yeterli olmadığını düşünmüştüm.

Yüzüstü uzanmaya bir son vererek olduğum yerde döndüm. Onun bana dönük oluşu gibi ben de yan uzanmıştım şimdi.

“Elini uzat,” diye mırıldandığımda sorgulamadan sağ elini bana doğru kaldırdı. Başımı salladım olabildiğince olumsuz şekilde. “Sol elin,” dedim itiraz ederek.

Kaşları anlamaya çalışır gibi biraz çatılsa da sol elini uzattı bu kez. Elini yatakta aramızda kalan küçük boşluğa yaslı hale getirdim. Ardından onun sol eline kendi sol elimi kapattım. Parmağımdaki yüzük onun yüzüğüne çarpınca belli belirsiz bir ses çıktı, bu sesi aklıma kazıdım.

“Elin böyle kalsın,” dedim gece boyunca elini çekmemesi adına. “Çekme tamam mı?”

“Sarılsaydım..?” dedi afallamış bir sesle. Onu neden put gibi elini elimin altına koyup kıpırdamamaya zorladığımı anlamış gibi değildi. Ya da belki de anladığı şeyin gerçek olduğunu düşünemeyecek kadar inançsızdı.

“Hayır,” dedim inatla. Elimi elinin üstüne daha sert bastırdım. Üçüncü saniyede artık bunu garipsemeyi bıraktı ve parmaklarıyla parmaklarımı kavradı. Aldığı sesli nefes kulağıma dolarken sessizce bekledim.

“Uyu, hadi.” dedi çocuk eğler gibi. Uyuduğumda elini çekip beni göğsüne yapıştırma ihtimalini sıfır görmediğim için dayanamayıp yine dudaklarımı araladım. “Elin böyle duracak ama…”

“Böyle duracak yavrum,” dedi rahatça. “Sen gözlerini tekrar açana kadar elimi kıpırdatmayacağım. Konu her ne ise… İçine dert olan ne ise, söyle olmasın.”

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Oda loş bir haldeydi, yatağa gelmeden önce odanın bir ucundaki köşe lambası dışında tüm ışıkları söndürmüştü. O sarı cılız ışıkla ifadesini seçebildiğim kadar net seçmeye çabaladım.

“İyi geceler o zaman,” dedim fısıltıya kaçan bir sesle.

“İyi geceler karım,” dedi beklemeden.

Dudaklarımı kapatamadım tabii. “Tatlı rüyalar bi’ de,” dedim ekleyip.

“Tatlı rüyalar,” demekle yetindiğinde gözlerimi kırpıştırdım. Kelime tasarrufu buraya da mı uygulanıyordu artık?

Burnundan kısa bir nefes verip güldü. “Uykuya dalmadan önce benden son duyacağın sözcüğün ‘karım’ olmasını mı istiyorsun?”

“Yo,” dedim direkt. “Sana öyle geliyor, öyle olmasını düşlüyorsun diye.”

“Tamam karım,” dedi yarı eğlenir bir sesle. Dilime kilit vurulmuş gibi sustum. Onun da tekrar konuşmaması için içimden bir yalvarışta bulundum hatta. Çünkü haklıydı.

Yüzüğümü yüzüğüne yaslamam da, sesinden son duyduğum sözcüğün ona ait bir parçasıymışım gibi seslendirdiği bu hitap olmasını dilemem de saklanamayacak kadar ortadaydı.

Gözlerimi tamamen kapadığımda zihnimde olumsuz bir yığın konu tekrarlamak yerine onun sesi ve seslenişi yankılanacak şekilde kendimi şartladım.

Değil kâbusumun gerçeğe dönmesine, aynı kâbusu ikinci kez görmeye bile dayanabileceğimi sanmıyordum. Kotam dolmuştu, kalbimde aynı ağrıyı hissedersem o hissin altından sağ çıkamazdım.

 


~

 

 

Adımın seslenilmesiyle eşzamanlı olarak sol el bileğimde peş peşe dokunuşlar hissediyordum. Bu iki sebep uykudan uyanmama yettiğinde önce zihnim puslu da olsa açılmış ve devamında da gözlerim kısıkça aralanmıştı.

“Günaydın,” dedim uyku sarhoşluğu ile yorgunluktan ölüyormuşum gibi bir ses çıkartarak. Sol elim uyumadan önce bıraktığım şekilde ikimizin arasındaydı, elimi üstüne kapadığım eli de hiç kıpırdamamıştı. Başparmağı ile nabzımı usul usul okşuyordu, bileğimde hissettiğim dokunuşların nedeni oydu.

“Günaydın,” derken sesi yeterince uykulu değildi. Bunu algılamamla gözlerimdeki kısıklığın kaybolması arasında pek bir zaman farkı yoktu. Onun yeni uyanmadığını anlamama yeten ipucu ile birlikte gözlerimi bir iki kez kırpıştırıp net bir şekilde yüzüne bakmaya çalıştım.

“Neden uyandın?” dedim direkt. O benden önce uyandıysa gerçekleşmesi mümkün olan iki ihtimal vardı. Ya ben kendimi aşıp çok uzun süre uyumuştum ya da erkenden uyanmasına sebep olacak bir kıyamet alameti ile güne başlamıştık.

Saatin öğleni çoktan geçmiş olmasını ve ilk seçeneğin doğruluğunu diliyordum.

“Daha iyi hissediyor musun?” diye sordu önce. Elinin tersi ile boynuma, yanaklarıma dokundu. Kaşlarımı çattım. “Ne haber vereceksin de önce benim vitallerimi değerlendiriyorsun?”

“Doktor doktor konuşma, anlamıyorum.”

Gözlerimi zar zor devirdim. Anladığından emindim, oyalamaya çalışıyordu beni.

Elinin üstünde duran elimden güç alarak bedenimi uzandığım şekilde, yan bir halde doğrulttum. Ardından tamamen oturur hale geçtim.

“Sen aklına eseni söyleyen dümdüz bir adamdın. Dün gelen bu güncellemeni acilen sil. Lafı dolandırmayı bırak artık.”

Benim gibi o da yatakta oturur pozisyona geçtiğinde bunca harekete rağmen ikimiz de ellerimizi ortamızda tutmaktan vazgeçmemiştik. Benim zaten sol elim onun tarafındaydı ama kendisi iki büklüm olmasına rağmen kolunu oynatmamıştı.

“Telefonun çaldı,” dedi kısaca. Devam et der gibi başımı oynattım. Ona doğru dönüktüm, o da bana bakıyordu. “Sen uyanma diye ben aldım, açmayacaktım ama birkaç kez aranınca bir şey olmuştur diye… Açtım.”

Kafam karışmış bir halde yüzüne bakakaldım. Beni bıktıracak şekilde peş peşe arayabilecek isimler belliydi. Listenin başını kendisi çekiyordu, kalan isimler arasında da telefonu açtı diye bağırıp çağıracağım kimse yoktu.

“Kimmiş? Levent mi?” dedim yine de en yüksek ihtimali sesli dile getirip. “Beste hakkında çene çalmaya aramıştır, engelleseydin.”

Başını çok hafif iki yana salladı olumsuz anlamda. “Cinnet geçireyim istiyorsan çok doğru yoldasın,” dedim uzun bir nefes üfleyerek.

“Annen aradı,” dedi ben susar susmaz.

Telefon sapığın varmış o aradı üst üste deseydi daha az donakalacağımdan emindim. Ya da herhangi başka bir isim… Üst üste sabahın erken saatlerinde aradığına bu denli kasılıp kalacağım başka kimse yoktu sanırım.

Aklıma üşüşen ilk gerekçe omuzlarımın gerilmesine, tüm bedenimin titremesine neden oldu. “Bir şey mi olmuş?” dedim kısık, garip bir sesle. “Kötü bir şey mi olmuş ona?”

Başını bu kez hızlıca iki yana salladı. Yüzümde nasıl bir ifade oluştuğunu bilmiyordum ama allak bullak göründüğümden emindim. “Hayır,” dedi aceleyle. “Hayır öyle değil.”

“Neden aramış?”

Söyleyesi yokmuş gibi bakıyordu. Tereddüdüne dudaklarımı hafifçe büküp karşılık verdim. “Ondan gelecek her şeye aşinayım, korkmana gerek yok.”

“Tuğçe hastaymış,” dedi onu cesaretlendirdiğimde konuşmaya başlayıp. “Doktora gitmişler yaz gribiymiş ama geçmediği için telaşlanmışlar, bu konuda tanıdığın güvenilir bir doktor varsa diye…”

Kıkırdadım bir an kendimi tutamayıp. “Telaşlanmıştır tabii,” dedim ağzımın içinde geveleyerek. “Bir anne, evladı için telaşlanmayacak da kimin için telaşlanacak?”

“Yapma,” demişti ama sesi çıkmadı aslında. Dudaklarını oynatmıştı sadece. Ben yüzüne bakmayı bırakmadığım için kolaylıkla onu duyabilmiştim. Yapma demekle ‘bunu kendine yapma’ demeyi kastediyordu, anlıyordum.

Uzatmadım pek. “Yüzümü yıkayayım kalkıp,” dedim omuz silkip. “Eve kaçta döneceğiz? Buradan sıkıldım, dünü hatırlatıyor.”

“Ne zaman istersen,” dedi nabzımı parmaklarıyla okşarken. “İyi hissetmiyorsan hemen şimdi döneriz.”

Dudaklarım bir an için yoğun bir merakla aralandı. “Biz buraya gerçekten niçin geldik? Dürüst ol, yalan kotanı dün doldurdun.”

“Sürekli olduğumuz yerlerden uzakta yeni bir yerdeyken ve ikimiz baş başayken de fotoğraflanacak kadar yoğun takip ediliyor muyuz öğrenmek istedim.”

“Harika,” dedim yalancı ve abartılı bir sevinçle. “Boğuluyor olduğum için planladığını düşündüğüm kaçamak da beni boğmanın farklı bir versiyonuydu yani, bayıldım kocacım.”

Elimi sertçe elinden çekip olduğum yerden fırlamak ve yanından uzaklaşmak için hareketlendiğim anda boştaki eliyle çenemden yanaklarıma kayan bir tutuşla yüzüme yapışmış, beni kendisine doğru çekerek dudaklarımdan yudum alır gibi sesli bir şekilde öpmüştü.

Alaycı ve iğneleyici olduğumu anlamamış olabilir miydi? Bu kadar ağır bir beyin sarsıntısı geçirse bilirdim bence, geçirmemişti.

“Alay da etsen, varlığıma da sövsen dilinden kocan olduğumu döktüğünde seni öperek yok edesim geliyor,” diyerek kendini açıkladığında ona küçümseyici bir bakış atmak üzereydim ki vurucu bir eklentiyle açıklamasını dengemi bozacak bir yere savurdu. “…ilk günden beri.”

Gözlerimi usulca kırpıştırdım. Birkaç saniye sonra ise hiçbir şey olmamış gibi ondan kaçıp banyonun yolunu tutmuştum.

O günün ilerleyen saatlerinde Cevahir ile gidişte olduğundan daha az korkunç bir yolculuk daha yaşamış; yolda içimden kendime kızıp bağıra bağıra da olsa anneme bildiğim en donanımlı pediatristlerden birkaçının adını mesaj atmış ve ondan ‘teşekkürler’ yanıtı alıp tek kelime daha görmeyince rica etmeye bile gerek duymamıştım.

Yine mükemmel(!) başlayan bir Pazar sabahıydı kısacası.

Sabah nasıl başlarsa gün öyle devam eder mantığıyla eve gelince çöktüğüm salondan pek bir yere kıpırdamadan televizyondan anlamsız programlar izlemeye başlamıştım. Cevahir çoğu zaman dibimdeydi ama ara ara kalkıp uzaklaşıyordu. Döndüğünde beni aynı halde bulunca ses çıkartmadan yanıma geri yerleşiyordu.

Derin derin çalmaya başlayan telefonumu duyduğumda bugünkü telesekreterim olmayı görev edinmiş Cevahir’e doğru bakındım. “Bunu da açabilirsin,” dedim yerimden sallanmadan. Ciddiydim bu arada. Telefonla konuşasım yoktu çünkü.

Cevahir kısa bir süre beni süzüp suratımdan yeterince bilgi edinmiş olacak ki telefonuma uzandı. Ekrana dokunmadan önce görmem için telefonu bana doğru çevirdi.

Sabahki tahmin hakkımı şimdi kullansam haklı çıkabilirdim. Levent arıyordu.

Cevahir telefonu açtıktan sonra kulağına yaslamak yerine sesi hoparlöre aldı. “Gelin.” diyerek karşılamıştı Levent açılan telefonu.

“Damat var, gelin bitti.” dedi Cevahir tadı kaçık bir halde.

“Oo…” diyerek gereksiz bir şekilde tezahürata benzer yükselen Levent’i yorgunca dinliyordum. “Seray’ın telefonlarına çıkacağına kendi telefonunu açsana güzel kardeşim, hasta mısın? Önce seni aramıştım.”

“Ne oldu?”

“Seni özledim,” dedi Levent iç çeker gibi.

Dudaklarımdan fırlayan kahkaha kontrolsüzdü.

“Lan!” dedi Levent sesim ona varır varmaz. Cevahir de bana dönmüş, bakışları dudaklarımda takılı kalmış haldeydi. “Hoparlöre mi aldın anasını satayım ya?”

“Senin gevşek ağzını dikemediğimi unutmuşum,” dedi Cevahir ama bakışları benden ayrılmamıştı henüz.

Ezeli düşmanlar olduklarını sanarak tanışmış olduğum bu ikilinin dünyanın en anlamsız diyaloglarını yaşayabilecek kadar yakın olmasına artık alışmaya başlamıştım ama yine de bu doz bir an için fazla gelmişti.

Kahkaham önce sessiz gülüşlere ve en sonunda da belirsiz bir gülümsemeye dönüştü. Yarı uzanır halde yayıldığım yerde kaslarım tamamen gevşeyene kadar gülmüştüm.

“Gülmeye yer arıyormuşsun sen de,” diye söylendi Levent uzaktan. “Kocana birileri cilvelenince genelde güler misin?”

Omurgamdan yukarı tırmanan ince sızı beni kısa bir süre önceki tatsız tesadüfe sürüklemeye çalışıyordu. “Mekân önemli,” dedim Cevahir’e yan bir bakış atarken. “Kocam genelde kendisine ait restoranlarda ilgi görüyor çünkü.”

Cevahir’in hareketlenen âdemelmasını gözden kaçırmamıştım. İçten içe keyfim yerine gelir gibi olsa da bunu dışarıya pek yansıtmadım.

“Ben yokmuşum gibi devam edebilirsin,” dedi Levent hevesle. “Cevahir’e biraz daha laf atabilir misin? Bir tek Nilgün sultanım ve sen yapabiliyorsunuz bunu, saf yeteneksiniz.”

“Levent on saniye içinde derdini anlatmazsan telefonu gelip sana ilave edeceğim, bizi her saniye duyabileceksin.”

Cevahir gerilimini Levent üzerinden dindirmeye çalışırken ben oldukça rahattım.

“Derdim yok ki,” dedi Levent sırıtır bir sesle. “Pazar gününe özel sizi rahatsız edeyim istedim. Yeterince rahatsızlık verdiysem kapatıyorum, kaoslu kalın.” dedikten sonra gerçekten telefonu kapattı.

Aramanın sonlandığını bildiren ses kesildikten sonra salonda kısa bir sessizlik olmuştu. O sessizliği ben böldüm. “Genetiğinizde aydınlatılması gereken bazı karanlık noktalar var.”

“Üzerimde istediğin deneyleri yapabilirsin, tam kapsamlı iznin var.”

Sırıttım. “İzin vermene ihtiyaç duyuyormuşum gibi mi geldi?”

Cevahir telefonumu sehpaya geri bırakırken beni yan bakışlarla süzmekten geri kalmamıştı. Bakışlarımı hiç kaçırmadım, bakışmayı sürdüreceğimizi düşünüyorken telefonumun sesi yeniden salonu doldurunca Cevahir saklamaktan çekinmediği öfkesiyle telefona geri uzandı.

“Normal değil bu adam,” diye söylenirken Levent’in geri arıyor olmasına tepkiliydi. Ben de aynı fikirdeydim, telefonumu yine Levent Avcıoğlu’nun meşgul ettiğinden neredeyse emindim.

Cevahir telefonu açmak yerine bana uzatınca bu emin tavrım hemen değişmişti. Ekranda gördüğüm yazıyla birlikte hızla aramayı yanıtladım. “Efendim?”

“Seray hocam nöbetçi doktorumuz başka bir operasyonda olduğu için eğer gelebilecek durumdaysanız hastaneye bekleniyorsunuz. Acil bir sezaryen var, aksi halde başka bir hastaneye nakil geçeceğim hastayı.”

Telefonu kulağımdan çekmeden ayaklandım. “Yola çıkıyorum, ters giden bir şey var mı? İlk muayeneyi kim yaptı?”

Üstümü değiştirmeye gerek duymamıştım. Bir yandan telefondan gelen bilgileri dinleyip karşı tarafı yönlendirirken bir yandan da Cevahir’i tek başıma gitmem için ikna edemeyeceğimi bildiğimden elinden tutarak kaldırmıştım.

Cevahir’in mümkün olduğunca kısalttığı yolun sonunda hastaneye gecikmeden varmıştık.

Eve erkenden dönmüş olmamız, diğer evde uzun vakit geçirmemiş olmamız biraz önce dünyaya sesini duyuran küçücük bir canın yolculuğuna eşlik etmeme vesile olmuştu.

Ameliyathaneden çıktığımda yüzüm gülüyordu. Nöbetçi uzmanın operasyonu benden önce bitmişti, haberim vardı ancak annenin ilk kontrolünü ona bırakmak yerine kendim üstlenecektim. Daha önemli ve güzel herhangi bir işim yoktu bugün için.

Hasta servise geçene dek biraz zamanım olduğunu bildiğimden üstümü değiştirip odama uğramış ve önlüğümü giyip geri çıkmıştım. Cebime attığım telefonu asansörün önündeyken geri çıkarttım. Cevahir’i arayıp telefonu kulağıma yasladım.

“Çıktın mı?” diye açtı telefonu. Hayır, çıkmadım acilen sezaryene yardım etmen gerekiyor yanıma gel gibi bir cevap bekliyor muydu bilmiyordum, tabii ki çıkmıştım. “Az önce çıktım, sen neredesin? Arabada değilsin, değil mi?”

Bir süre daha burada olacaktım, arabada beklemeye niyetliyse dayanması pek mümkün değildi.

“Arabada değilim. Ani Pazar baskını ile çalışanlarımı ziyaret ediyorum. Bayağı korkunç bir tipim var ama sanırım… Yüzlerinde renk atıyor beni görünce.”

Kendimi tutamayarak güldüm. “İnsanları rahat bırak, kimse Pazar Pazar burada olmanın meraklısı değil Cevahir.”

“Bir şey yapmıyorum ki,” dedi hayret dolu bir sesle. “Uyarmadım bile kimseyi.”

Varlığı yeterince uyarıcıydı, fazlasına lüzum yoktu zaten.

“Ya odana çık ya da otur çayını kahveni iç bir köşede. İşim çok uzun sürmez. Acil çağrıldığımda peşimden istisnasız hep sen de geliyorsun diye beni o kadar az arıyorlar ki artık… Volkan şehir dışında olmasaydı ilk onu ararlardı yine kesin.”

“İş yükünü azaltıyorum, teşekkür etmek yerine söyleniyorsun.”

“Teşekkür ederim kocacım,” dedim abartıyla iç çekip.

“Özellikle mi yapıyorsun?” diye sorduğunda bindiğim asansörde anlamsızca aynadaki yansımamı süzdüm. “Neyi?”

“Hastanede dört dönüp seni bulmamı ve bir köşeye sıkıştırıp öpmemi istediğin için mi telefonda kocacım diye mırlıyorsun?”

Henüz üzerinden yirmi dört saat bile geçmediği için neyi kastettiğini kavramam zor olmamıştı. Alay da etsen, varlığıma da sövsen dilinden kocan olduğumu döktüğünde seni öperek yok edesim geliyor demişti ve belli ki bu konuda şakası yoktu.

“Sen kafayı yemişsin canım ya,” dedim acıklı bir sesle.

“Yedirttin,” dedi hiç itiraz etmeden.

“Çok iyi yapmışım o zaman, daha beterlerini de hak ediyorsun ama vaktim yok Avcıoğlu. Kapat telefonu, peşime de düşme. Çalışıyorum. Yoğunum.”

“Beni hissetmen için peşine düşmeme gerek yok zaten,” dedi rahatça. “Aklının bir köşesindeyim, nerede olursan ol… Kandırma kendini.”

Dudaklarımda anlık ve küçük bir gülümseme peydahlandı. Kendimi kandırmayı dün itibarıyla bırakmıştım aslında ama o henüz bundan haberdar değildi. Açılan kapıdan geçip servis katının geniş koridoruna adımladım.

“Aynen, balıklar uçuyor ve çiçekler de şarkılar söylüyor hatta. Kapattım hadi, işim bitince ararım.”

“Yüzüme çoktan kapatmış olabilirdin ama dinlemeye devam ediyorsun, gelişme yok diyemezs-…” Cümlesinin sonu gelmeden telefonu kulağımdan çekip aramayı sonlandırdığımda kendi kendime sırıtmıştım biraz. Etraftan garip bakışlar almayacağım yalnızlıkta bir kısımda durduğum için rahattım. Yoksa kadın doğum servisinden psikiyatri servisine naklim gerçekleştirilebilirdi, kendimi açıklamaya da fırsatım olmazdı. Zira hissettiklerim ve tepkilerim benim açımdan da fazlasıyla delilik seviyesindeydi.

İşlerim tamamen bittiğinde Cevahir’i nerede bulacağımı bilmediğim için telefonuma sarıldım tekrar. Telefon neredeyse hiç çalmadan açıldığında saçmalamak için dudaklarımı aralayacaktım ki Cevahir benden çok daha fazla aceleci olunca susmak zorunda kalmıştım.

“Girişteyim, inebildiğin kadar hızlı in. Gitmemiz lazım.”

Kaşlarım çatık halde asansörde zemin kata ait tuşa dokundum.

“Ne oluyor? Niye acele ediyoruz?”

“Annem-…” dediği anda bir sonraki kelimeyi duyamadan kulaklarım uğuldamıştı. “Bir şey mi oldu?” dedim dizlerim bir anlığına boşalırken. Sesim kontrolsüzce yükselip tizleşmişti.

“Bilmiyorum,” dedi garip bir sesle. “Doğru düzgün bir şey anlatmadı!” derken öfkeliydi. Bu tarz bir öfke patlamasını her ne olursa olsun annesine karşı yaşamayacağını bildiğim için sormakta gecikmedim. “Kim anlatmadı?”

“Atalay.” dedi tatsız bir sesle.

“Atalay hoca seninle mi konuştu?” dedim durum daha da garipleşirken.

Asansör durduğu anda çıkışa yöneldim. Arabayı çalışır vaziyette girişte bekleten Cevahir’le artık telefon olmadan konuşabileceğim için aramayı sonlandırıp ön koltuğa hızlıca yerleştim.

“Ne oluyor ya?” dedim kapım kapanır kapanmaz. Araba direkt hareket etmeye başlamıştı. Aracın ekranındaki yol tarifine bakındım. Varış süresi yirmi yedi dakika görünen bir yolculuğa başlamıştık.

“Evde dedemin yanında olduğunu sandığım annem sevgili(!) başhekimimizin evindeymiş aslında ve ben bunu o adamın beni aramasıyla öğreniyorum Seray. Bu oluyor yavrum; nasıl, beğendin mi?”

Dudağımın kenarını ısırdım. “Atalay hoca seni arayıp neden böyle bir bilgi verdi ki?” dedim şaşkınca. Cevahir’in öfkeden delirirken neye benzediğini merak mı etmişti acaba? Ben anlatırdım rica etse… Böyle bir aksiyona gerek yoktu hiç.

“Çünkü zorunda kaldı!” diye patladı birden. “Babam aramış, her ne söylediyse de annem kilitlenmiş kalmış öylece.”

Öfke oranını Cavit’e alışkanlıkla babam demesinden hesaplayabilirdim. Uzun süredir onu sadece adıyla anıyordu, hatta adını bile anmamaya çalışıyordu ama şu an gerginlikten delirmiş gibiydi.

“Yeni mi aradı Atalay hoca?” dedim sesimin olabildiğince sakin çıkmasına özen göstererek. “Keşke beni beklemeseydin, gitseydin hemen aradığında.”

“O iki şeytanın beni annemle oyalayıp seni yalnız yakalamaya çalışmadığını nereden bilebilirim?” dediğinde kollarımı kucağıma doğru bıraktım. Kendimi küçültebildiğim kadar küçültüp ona sığınma dürtüsüyle sınandım. Öfkesinden ve annesine olan merakından gözü dönse de onun aklındaki listede önceliğim değişmemişti.

Bir şey söyleyemedim. Ekrandaki tahmini süre yirmi yedi dakikaydı ancak bu süre Cevahir hızını arttırdıkça kısalmış ve neredeyse yarısı kadar sürmüştü. Arabanın durduğu yer farklı bir anın içinde olsam biraz duraksayıp nefeslenmeyi es geçmeyeceğim kadar hoştu.

Deniz ile arasında sadece bir yol geçecek kadar mesafe olan, birbirlerinden bir insan boyu duvarlarla ayrılan ve kendilerine ait bahçeleri olan benzer yapıdaki villalardan birinin önünde durmuştuk. Atalay hocanın böyle bir eve sahip olması beni şaşırtmamıştı.

Etraf boş ve ferahtı, eve dair hiçbir şey abartılı değildi ama yine de her detay özenli ve estetik duruyordu. Kendi karakterine benzer bir ev tercih etmişti kısacası.

Bahçeye açılacak olan kapının şifresine sahip değildik. Cevahir zili düşmanıymış gibi çalmaya başladığında tek gözüm kapalı, diğeri de kısık bir halde onu süzüyordum.

Kapı mekanik bir ses eşliğinde açıldığını belli ettiğinde ileriye doğru itmiş, ben geçtiğim anda da ağır kapıyı sertçe bırakarak arkamızdan kapanmasına neden olmuştu.

Evin giriş kapısına doğru adımlarken onun hızlı adımlarına yetişmek için ben de peşinden koşturuyor sayılırdım. Evden çıkarken aceleci olduğum için üstümde günlük askılı bir elbise vardı, giy çıkar yaptıkça kumaşı biraz buruşmuştu. Saçlarımın da düzgün olmadığından emindim ama biraz sonra bizi gördüğünde Atalay hocanın bu detayları fark edecek vakti olmayacak gibiydi. Cevahir ona bu fırsatı tanıyacak gibi görünmüyordu çünkü.

Kapı ben daha varamadan açılmıştı. Ben yetişememiştim ama Cevahir çoktan oradaydı.

Atalay hoca kapıyı açtığı gibi Cevahir içeri daldığı için kapı geriye doğru genişçe açıldığında ben kapı eşiğinde gergin bir şekilde bekliyordum.

“Nerede annem?” diye soludu Cevahir. Atalay hoca onun bu haline hiç şaşırmış durmuyordu. Tam karşısında nötr bir ifadeyle beklemekteydi. “Salonda, ileride solda.”

Cevahir’in bu sakin tavra karşı kendini durultacağını düşünen varsa, tahmin konusunda biraz daha gelişmeye ihtiyacı vardı. Zira durulmak bir yana, onun bu sakin tavrına daha da delirmişti.

“Kimsin sen?” dedi iğneler bir şekilde. “Kim olarak annemin dibindesin sürekli?”

Derin bir nefes alıp ikisinin arasından geçtiğimden emin olacağım bir güzergâhtan Atalay hocanın tarif ettiği salona doğru adımladım. Tam aralarından geçerken de dudaklarımı aralamış, salona girene dek susmamıştım.

“Ben Nilgün teyzeye bakayım, malum önceliğimiz onun iyiliği çünkü…”

Lafım gerekli yerlere varabilmişti, arkamdan gelen adım sesleri bunu gösteriyordu.

Gri ve soluk bir laciverte çalan bir renkle doldurulmuş salonda üstünkörü etrafa bakınmış, aradığımı bulduğum anda hızlıca oraya yönelmiştim.

Gri L koltuğun bir kenarında elleri kucağında, başı öne eğik bir şekilde oturan Nilgün teyzenin hemen yanına yerleştiğimde koltuktaki ağırlığımı fark ettiyse de başını kaldırmadı hiç.

“Nilgün teyze?” diye seslendim usulca. Ani bir sesleniş ile ürkütmek istemiyordum onu. “Biz geldik.” dedim dikkatini çekebilmek için. Bu sırada Cevahir de önümüzde belirmiş, annesinin bacaklarının önünde eğilmişti.

“Annem,” dedi çenesine yavaşça dokunup. “Buradayım güzelliğim, yanındayım.”

Uzun süredir Nilgün teyzeyi bizi duymayacak kadar dalgın görmüyordum. Onu iyi görmeye hızlıca alıştığımı ve bundan başka bir halini görmek istemediğimi şu an daha iyi anlıyordum.

Nilgün teyze Cevahir’in sesini duyduğunda başını kaldırır gibi oldu. Bizi duyuyor olması iyiye işaretti. Onunla tanıştığım ilk zamanlarda ne olursa olsun bilincinin kapılarını kimseye açmıyor, kendisini tamamen gerçeklikten soyutluyordu.

“Cevahir,” derken nefesini zor toplamıştı. Bir şeyden korkuyor olduğu o kadar belliydi ki… Gözbebeklerinin titreyişi korkusunu haykırıyor gibiydi. “Yine...” dedi ama devamını getiremeden sustu.

“Ne yine anne?” diye sordu Cevahir kontrol etmeye çalıştığını sezdiğim sesiyle. “Yine ne?”

“Ben yine tutsak olmak istemiyorum,” dedi Nilgün teyze bakışlarını oğlunun gözlerinden hiç çekmeden.

Kısık bir nefes alıp geriye doğru yaslandım. Hemen yanlarındaydım, geriye çekilsem de duymaktan kaçamazdım ama yine de bir an için olduğum yerde yok olup gitmek istemiştim. Nilgün teyzenin hiç olan yıllarını herhangi bir şekilde anmak benim için fazla ağırdı.

Cevahir sustu. Hiçbir şey söyleyemedi. Onun söyleyemedikleri benim omuzlarıma düşen ağır taşlara dönüştü, olduğum yere çakılı kalmış gibi hissettim.

“Seray?” diyerek sessizliği bölen, karşı koltuğa ne zaman oturduğunu bile görmediğim Atalay hocaydı. Ona doğru döndüğümde onu Cevahir’in yüzündeki harabeden farksız bir biçimde bulmuş ve pürüzlü bir sesle yanıt verebilmiştim. “Efendim hocam?”

Eliyle salonun çıkışını işaret etti. Bunun ‘onları yalnız bırakalım’ anlamlı mı yoksa ‘yalnız kalalım çünkü bir şeyler sormam gerekiyor’ anlamlı bir teklif mi olduğunu bilmiyordum ama iki açıdan da beni ayağa kaldırmak için yeterliydi.

Yerimden kalkmadan önce parmaklarım ben henüz bu hareketi zihnimde süzmeye dahi fırsat bulamadan Cevahir’in omuzuna doğru uzanmış ve oraya usulca sürtünmüştü.

Bu sıralar onun varlığı bana fazlasıyla yetip, yanan ruhuma serin nefesler üflüyordu. Aynısını ona hissettirebilmek istemiştim sadece.

Ayağa kalktığımda beni görebilmesi için başını kaldırması gerekmişti. Bakışlarımız kesiştiğinde dudağımın iç kısmını hafifçe ısırıp öylece durdum. Gözlerinde yanan bir alev zaten vardı, öfkeden bir yangındı hatta ama saniyelik de olsa o yangının kuvvetini yitirip ona nefeslenme fırsatı verdiğini görmüştüm. Bana baktığında, ona baktığımda göğsüme üflediği o serin nefesi kendisi de hissediyordu; biliyordum.

Salondan ağır adımlarla çıktığımda peşine takıldığım Atalay hocanın arkasından girdiğim yer mutfaktı.

Kapının hemen önünde adımlarımı durduğumda omuzunun üzerinden bana doğru baktı. Eliyle mutfağın kapıya yakın ucundaki masayı gösterdi. “Geç lütfen,” dedi birkaç sandalye ile çevrelenmiş masayı kastederek.

Kapıya dönük duran bir sandalyeyi çekip oturduğumda kendisi de karşımda kalan sandalyeye yerleşti. Ellerimi masanın üzerinde birbirine yaslayıp bakışlarımı biraz parmaklarımda oyaladım.

“Bir şeyler soracak gibi duruyorsun,” diyerek konuşmaya başladığında bakışlarımı aniden ellerimden çekmiş ve yüzüne çevirmiştim. Soracak çok şey bulabilirdim ama haddimi aşacak gibi hissettiğim için dudaklarımı sıkı sıkıya kapalı tutmayı tercih ediyordum aslında.

Ona ve Nilgün teyzeye dair çok fazla sorum vardı. Nilgün teyzenin zar zor ağzından kaçırdığı yapboz parçalarını bir türlü tam anlamıyla birleştirememiştim çünkü. Geçmişleri… Ayrılıkları… Bunca yıl sonra birbirlerini bulmuşken ortasında kaldıkları savaş… Her şey pusluydu.

“O kadar çok mu belli ediyorum?” dedim biraz da olsa çekinerek. Merakım kötü niyetli bir merak değildi ama Atalay hocanın beni ne ölçüde tanıyor olduğunu düşününce merakımı nasıl yorumlayacağı konusu da tartışmalı hale geliyordu.

“Sorun yok,” dedi sakin bir tavırla. Onu görmeye alışkın olduğum şekildeydi ifadesi. “Rahatsız hissetmen için söylemedim.”

“Sorarsam cevap verecek olduğunuz için mi söylediniz peki?” dedim kaşlarımı hafifçe havalandırıp şansımı denerken.

Yorgun, kısa bir gülümseme dudaklarında yer etti. “Otuz beş yıl kadar uzun bir geç kalmışlık yaşadın mı daha önce hiç?” diye sorduğunda yutkundum istemsizce. Yaşımdan büyük, ömrümden uzun bir geç kalmışlıktan bahsediyordu.

Başımı iki yana salladım usulca.

“Hocam…” dedim kısık bir sesle. “Ben sadece istemeden ayrıldığınızı biliyorum. İkinizin de…”

“Bunun karşılıklı olduğunu ben de yeni öğrendim,” dedi kendisine kızar gibi. “İstemeyen tarafın benden ibaret olduğunu sanan bir kör olduğumu çok yeni öğrendim.”

Gözlerim biraz kısılır gibi oldu. “Cevahir’in odasında karşılaştığınızda..?” dedim sorarcasına.

Gözlerini onaylar gibi kapatıp açtı. Ürperdiğimi hissettim.

“Birlikte büyüdük biz, “ dedi biraz sonra. “Gözlerimi açtığım günden beri Nil vardı, on sekiz yıl boyunca onunla var oldum.”

Buruk bir gülümsemeyle baktım. Sessizce onun anlatmaya devam etmesini bekledim.

“Çok güzeldi, daha yerine gelmemiş aklımı başımdan alacak kadar güzeldi. Hâlâ öyle, değişen hiçbir şey yok.” dediğinde hiçbir itirazım yoktu. Nilgün teyzenin duru bir güzelliği vardı, aynı fikirdeydim.

“Bunun farkında olan tek kişi ben değildim tabii,” dedi durgun bir sesle. “Ben onun her şeyine ezberdim, güzelliğine gelene kadar bin ayrı detayını sayıp o detaylar için bin kez ölürdüm. Ama işler öyle ilerlemedi.”

Bana anlatıyor gibi değil, kendisi yıllar önce her ne olduysa bununla yüzleşiyor gibiydi. Onu hiç bölmedim. Yerimde olabildiğince az hareket ettim hatta.

“Mahalledeki kaç asalağın peşinden gidip onları korkuttuğumu, kapısını aşındırıp babasının aklını çelmesinler diye kaç kez uğraştığımı hatırlayamıyorum bile. Kıskançlıktan değildi, yemin ederim kıskançlıktan ibaret değildi bu. O kadar fazla hayali vardı ki…”

Nefesimi tuttum. Nilgün teyzenin hayalden uzak, kâbusu beş geçe yaşamından önce sahip olduğu koruyucusunu dinlerken boğazım düğümlenmişti.

“Ama olmadı,” dedi omuzlarını ağırca silkip. “Karşıma geçip vazgeçtiğini söylediğinde o ana kadar çırpındığım her şey anlamını kaybetti.” Bakışlarını bir an benden kaçırdı. “Öyle sandım yani.” dedi bana bakmıyorken.

“Aşık olduğun insan karşına geçip biz bittik çünkü ben bir başkasıyla evleniyorum dediğinde en çok ayrılık acıtmalı belki ama ben Nil’in kendi kurduğu hayallerinden kaçmasına daha çok kızgındım. Kızgınlığım hiç dinmedi. Yıllarca hiç sönmedi.”

“Hiç mi haber alamadınız?” diye sordum. Masanın üstünde duran eli sıkı bir yumruk halini aldı. “Alsam…” dedi nefeslenip. “Alsam durur muydum? O arkasını dönüp başka bir adama gitti diye sırtlandığım aptal gururum izin verse ve ne halde olduğunu öğrensem… Durmazdım.”

“İsteyerek gitmemiş değil mi?” diye fısıldadım oldukça kısık bir şekilde. Cevap çoktan aklımda yer etmişti. Duymama gerek bile yoktu aslında.

Başını salladı. Ağırca, bu cevap onu öldürüyormuş gibi zorlukla başını salladı.

“Babası…” dedi iğrenir gibi. “Avcıoğlu ailesini duyduğu gibi kararını vermiş. Buna aracı olan her kimse, acı çekerek öldüğünden eminim Seray. Aynı anda o kadar çok kıyameti filizlendirmiş ki, aksi mümkün değil.”

“Sizden yardım isteyememiş,” dedim kendi kendime bunun nedenini arayarak. Nilgün teyze neden ona gerçeği söylemek yerine sanki cidden sırf Avcıoğlu ailesi ağır basıyor diye kendisinden ayrılmış gibi çekip gitmişti?

Gücünün yetmeyeceğini mi düşünmüştü?

“O p-…,” diye başlamışken bir anda dudaklarını birbirine bastırıp sustu. Atalay hocayı ne öğrenciliğimde ne de başhekim olarak Vita’ya geldiğinde sinirli görmüşlüğüm vardı. Şimdi ise onun keskin öfkesiyle karşı karşıyaydım.

“Cavit Avcıoğlu gözünü korkutmuş,” dedi donuk bakışlarla. “Nil’in babasının benden haberi vardı. Kapısına gelen saçma sapan tiplerin önü kesilsin diye, o zamanlar aptal gibi kızının rahatı için uğraştığını düşündüğümden doktor olacağımı bilse yeter sandım.”

Durdu. Histerik bir biçimde güldü. “Konu serveti dudak uçuklatan bir aile olunca benim doktorluğum devede kulak bile olamamış tabii. Benim araya girip direneceğimi, Nil’i kurtarmadan durmayacağımı bildiğinden Cavit’i uyarmış.”

Gözlerimi kırpıştırdım. Hikâyedeki korkunç insan sayısı arttıkça artıyordu.

“Siz onunla karşı karşıya geldiniz yani?”

“Keşke,” dedi pişmanlıkla. “Keşke karşısına çıktığı kişi ben olsaydım, gelip o tehditleri bana savursaydı. Ama o herifin hedefi Nil’i beni kullanarak korkutmak olmuş.”

Tüm taşlar yerlerine sert bir şekilde yerleşirken omuzlarım düştü. Nilgün teyzenin eli kolu zaten Zerrin onun canavarı olmadan çok önce, Cavit Avcıoğlu hayatına girer girmez bağlanmıştı. Sonra bu yetmemiş, her şey daha da kötüye gitmişti.

“Benim için hem benden hem de hayal ettiği o tatlı gelecekten bir kalemde vazgeçmiş, o hiç nefes alamamış ve ben de yıllarca bir kenarda ona kırgın halde yarım nefesler almışım. Ömrümüzün yarısı öylece bitip gitmiş.”

Duyduklarımın ağırlığıyla göğsümde ve zihnimde peş peşe anlık ağrılar hissettim. Kendimi kimin yerine koysam ona sızlamıştım. İkisine de, yaşayamadıkları her şeye de içim acımıştı.

Bakışlarımı dayanamayarak Atalay hocanın yüzünden çektim. Oturduğum sandalye kapıya dönük olduğu için görüş açıma önce kapı denk gelmişti. Kapının kenarında gördüğüm beden ile birlikte kalbim hızlandı.

Cevahir oradaydı.

Ne kadar süredir orada olduğundan da, Atalay hocanın anlattıklarının ne kadarını dinlediğinden de haberim yoktu. Fakat yüzüne baktığımda gördüğüm yıkım koca bir ipucuydu.

Her şeyi değilse de birçok şeyi duymuştu.

Onu en son bu ifadeyle görüşümün üstünden haftalar geçmişti. Levent’in dilinden ‘annem ve baban yasak bir ilişki yaşıyor’ gerçeği döküldüğünde bu haldeydi. Bu, babasının nasıl bir adam olduğuyla yüzleştikçe içinde büyüyen yıkımının dışarı yansımasıydı.

Gözlerindeki ifadeden bir sonraki adımını okuduğum anda ayağa fırladım. Kalkışımla birlikte sağa yönelişine bakılırsa doğru bir okuma yapmıştım.

Benim ani hareketimle birlikte Atalay hoca da afallayarak ayağa kalkmış ve kapıya doğru dönmüştü. Cevahir’in yanına hızla vardığımda ilk yaptığım onu elinden ya da kolundan tutup durdurmaya çalışmak olmadı, avuçlarımı hızlıca göğsüne doğru kapatıp kendimi önünde bir duvar gibi diktim.

“N’oluyor?” dedim sanki az önce dinlediklerimden haberim yokmuş gibi. “Nereye?”

“Seray,” dedi zar zor. Kendisini öyle çok kasıyordu ki şakağındaki, boynundaki damarların belirgin hale gelişini görmemem mümkün değildi.

Göz ucuyla Atalay hocaya doğru baktım. “Nilgün teyze yalnız kaldı içeride,” dedim yavaşça. Uzatmadı hiç. Cevahir’e doğru biraz bakındı ama sessizce salona doğru adımlayıp gözden kayboldu.

Koridorda, mutfak kapısının hemen önünde yalnız kaldığımızda avuçlarımı göğsüne daha sert bastırdım. “Senin hiçbir suçun yok,” diye soludum. “Kendine her ne için kızıyorsan, kızma.”

Annesine yıllarca ulaşamamış, onu tam anlamıyla çözümleyememiş oluşuna pişmandı; buna engel olması da mümkün değildi ama o pişmanlık kendisine olan öfkesine dönüşürse durduramazdım onu.

“Bunu sen mi söylüyorsun?” diye sordu başını biraz eğip alnını alnıma yaslarken. “Bu tavsiyeyi sen mi veriyorsun?”

Dudaklarımı yorgunca kıvırdım. Elimde olmayan her şey için kendimle savaşıp kendimi tüketirken ona tavsiyeler vermem ironikti, haklıydı.

“Dediğimi yap, yaptığımı yapma.” dedim hemen.

Başıyla başımı baskılayıp alnını beni iter gibi alnıma bastırdı. “Ben nasıl iğrenç bir adamın oğluyum böyle?” dedi hayret eder gibi. “Ben… Annemin beni sevebilmesi bile mucize Seray. Nefret ederdim, onun yerinde olsaydım kendimden nefret ederdim.”

Gülümsedim. Gülümsediğimde bakışlarını gamzelerime indireceğini biliyordum. Onun anlık bakış kaymasının bitmesini bekledim, bakışları yeniden gözlerime denk geldiğinde dudaklarımı araladım.

“Bu mucizeye sahip olduğun için çok şanslısın,” dedim sessizce. “Bu mucize için canını verebilecek bir tanıdığım var, şansına sanki yokmuş gibi davranırsan seninle şiddetli bir konuşma gerçekleştirmeyi planlıyor hatta.”

Eli sırtımı buldu. Sırtımın ortasını hantal bir biçimde okşamaya başladığında derin bir nefes aldım.

“O tanıdığına şöyle söyle,” dediğinde dikkat kesilerek bakışlarımı derinleştirdim ama kulağıma doğru eğildiği için yüzünü göremeyecek hale gelmiştim. “Bu mucizeyi siktir etsin ama bu saatten sonra dileyip de elde edemeyeceği başka mucizesi olmayacak.”

“Öyle miymiş?” dedim kuruyan dudaklarımı kıpırdatıp. “Kim olarak garanti ediyorsun bunu?”

Kulağımın hemen altına dudaklarını bastırıp bir anlığına nefesimi kestiğinde ne sorduğumu da unutup farklı bir evrende birkaç saniye misafir oluvermiştim.

“Kimmişim?” dedi soruma soruyla karşılık verip. Başını kaldırıp yeniden alnını alnıma bastırınca dudağımı ısırdım. “Koca tipi var sende,” dedim bilmiş bir tavırla.

Dudaklarımı sertçe yakalayıp emer gibi öptükten sonra nefesimi kendisine ekleyip beni nefessiz bırakmış halde geri çekildi.

“Kocam demedim,” dedim isyan ederek. “Sahiplenmedim bile, niye yapışıyorsun ağzıma?”

Bir kere daha öptü. Geri çekildiğinde sarhoş bakışlarla onu süzmekteydim.

“Canım çekti,” dedi öylece.

“Ama bak neredeyiz?” diyerek farkındalık kazanması için bakışlarımla etrafı işaret ettim.

Duraksadı. Etrafa bakar gibi oldu. Ardından nerede olduğumuzu, kimlerle olduğumuzu ve içeride bizi bekleyen ikilinin yalnız olduğunu peş peşe algılamış olacak ki kaşları derince çatıldı ve dudakları aralandı.

“Anne!” diye seslenerek salona fırladığında peşinden koşturdum.

O önde, ben arkada salona girdiğimizde Nilgün teyze şaşkınca girişe doğru bakakalmıştı. Bu kısımda bir sorun yoktu ama yanında oturan Atalay hocanın omuzunda yanağı yaslı bir şekilde masum masum yatması burnu dışında yerlerinden soluyan önümdeki deli için biraz sorun yaratabilirdi.

Cevahir’in ayağa fırlamaması için onu oturttuğum yerde tutmak adına Nilgün teyzeyi taklit ettim ve başımı omuzuna yasladım sıkı sıkıya.

Ben koridorda Cevahir’le boğuşuyorken Atalay hoca burada tam olarak nasıl bir yöntem kullanmıştı bilmiyordum ancak Nilgün teyzenin az önceki karşılaşmamıza oranla daha huzurlu durduğunu söylemem mümkündü.

Cevahir’in beni koltuğa devirip karşıya uçacağını ve onları iki yana ayıracağını düşünüyordum ama beni koca bir yanılgıya uğratarak hareketsiz kaldı. Yanağımı omuzundan çekmeden gözlerimi yüzüne doğru çevirmeye çalıştım. Yüzündeki ifadeyi görürsem ruh halini de çözümleyebilirim sanmıştım.

Sanmakla da kalmıştım. Zira yüzünde ne görürsem göreyim bundan sonraki cümleleri kuracak bir ruh halinde olduğunu tahmin edebilmem mümkün değildi.

“Planınız ne?” diye sordu önce. “Böyle arkamdan iş çevirebildiğinizi düşünmeye devam mı edeceksiniz?”

Gözlerimi iri iri açtım. Cevahir’in omuzundan kalkarken bana acıklı bir şekilde dönmüş olan Nilgün teyzeye baktım panikle. “Ben söylemedim!” dedim hızlı hızlı. “Ağzımı bile açmadım, gerçekten.”

Cevahir ölüm sessizliğinde bana döndü. “Sen de biliyordun yani,” dedi başını ağır ağır sallayarak.

“Neyi canım?” dedim salağa yatma rolü için çok geciktiğimi bile bile.

Nilgün teyzenin bir süredir neredeyse her gününü Atalay hoca ile geçirdiğini, hatta bazen burada konakladığını biliyordum. Cevahir’e söylememe konusunda tembihlenmiş ve herkesin ortak iyiliği adına sözümü tutup susmuştum.

Cevahir’i hafife almak ve annesinin de hafife almasına müsaade etmek de benim ayıbımdı. Kendisinden bir şey saklamak, gizli iş çevirmek imkânsızdı.

“Bana işlemiyor,” dediğini işittim Atalay hocanın. “O bakışlarla karını ve anneni panikletip ağızlarından laf alabilirsin belki ama açık sorular sormadığın sürece ben kendimi açıklamayacağım.”

Cevahir’in bende saplı kalan bakışlarını üstüne çektiği için Atalay hocaya bir ara teşekkür edebilirdim ya da belki kocamı cinnete sürüklediği için gerekli birimlere haber verip şikâyetçi olmam gerekirdi…

“Atalay,” dedi Nilgün teyze sessiz sessiz. Geri adım atması içindi bu, belliydi.

Atalay hoca adının usulca seslenilmesini yeterli bulmuş olacak ki yüzündeki ifade yumuşadı. Gerçi bu yumuşama anlık olarak Nil’inin sesini duyduğundan da olabilirdi çünkü Cevahir’e bakmaya devam edince kaşları yine normale dönmüştü.

“Hem suçlusun hem güçlüsün yani,” dedi Cevahir başını sallarken. “Çok iyi.”

“Aradığın suçlu ben değilim, bunu biliyorsun.” dedi Atalay hoca hiç duraksamadan. “Ben de neden arkandan iş çevirmemize bile bile göz yumduğunu biliyorum.”

Nilgün teyze ile aynı anda Atalay hocaya doğru baktık şaşkınca. Sırayla bizde bakışlarını dolaştırdı. “Yapmayın,” dedi sitemle. Nilgün teyzeye doğru uzunca baktı önce. “Sürekli geç gittiğin o evde bu adamın dip dibe olduğu insanlar yaşıyor. Senin hangi saatte evde olup olmadığını bilmediğini mi düşünüyorsun Nil?”

Bakışları bana döndüğünde tekrar konuşmuştu. “Sen de yanında olmadığı her an annesini takip ettirmediğini mi sandın? Attığı her adımdan haberi olduğundan eminim ben. Başından beri hem de.”

Cevahir’in itiraz etmesi için bekledim. Etmedi. Atalay hocanın söylediklerinde en ufak bir yanlış olsa onu bozma şansını kaçırmaz ve kesin konuşurdu, belli ki her şey doğruydu.

“Ama…” dedim yarı şaşkın bir sesle. “Durmazdı,” diye mırıldandım. “Bu kadar rahat olmazdı, müdahale ederdi.” Nilgün teyze de başını salladı hızlı hızlı bana katılıp.

“Etti zaten,” dedi Atalay hoca omuz silkerek. “Nil’in benden kaynaklanan en ufak bir hüznünde yaşanacaklara dair bolca açıklama yaptı bana.”

Nilgün teyzenin titrediğini gördüm. “Bir şey yapmaz,” dedi telaşla Atalay hocaya doğru dönüp. “Öyle değil, onun gibi değil. Ona benzemez-…”

Eğer kısa bir süre önce Atalay hocadan onların geçmişini dinlememiş olsaydım bu telaşının altında yatan nedeni asla anlayamazdım. Anladığıma memnun muydum yoksa pişman mıydım bilmiyordum şu anda.

Atalay hoca Nilgün teyzenin yanaklarını iki eliyle kavrayıp başını dik tutmasına yardımcı olurken bir filmin önemli bir sahnesi gelmiş gibi dikkatle onları izliyordum.

“Seni üzmeyeceğim, Nil.” dedi yemin eder gibi. “Bu yüzden beni ne ile tehdit ettiği de, nasıl korkutmaya çalıştığı da zerre umurumda değil. Benim sebep olduğum bir üzüntü seni sararsa, oğlundan önce ben kendimi yakarım zaten.”

Cevahir, “Yetişemeyeceğimden çok emin olma da sen,” diyerek homurdanırken onu yarı yolda ağzına elimi örterek susturmuştum.

Karşımda on sekiz yaşlarına dek hiç ayrılmayan, on sekizinde birbirinden kopan ve yıllar sonra kavuşan iki aşık vardı ve ben daha önce karşılıklı aşkı ellerimle tutabileceğim kadar yakınımda hissetmemiştim hiç.

Nilgün teyzenin gözlerinden peş peşe yuvarlanan ve yanaklarındaki parmakların üstünde kaybolan iki damla gözyaşını gördüğümde dudaklarım büküldü. Onun kadar mutluluğu hak eden kimseyle tanışmamıştım. Benim adalet terazimde mutluluğun en çok uğraması gereken isim oydu.

Elimin hâlâ Cevahir’in ağzında durduğunu avucumu ısırdığında fark edince elimi apar topar indirdim. Dudaklarımdan kısık bir şaşkınlık nidası çıkmıştı.

Cevahir kulağıma doğru eğildi. Nefesi tenimi okşarken fısıldadı. “Evde görüşeceğiz seninle de,” dedi arsız bir tehditle. “Kocadan sır saklamak neymiş göstereceğim.”

“Skor eşitlendiği için şükredeceğine…” dedim baygın bir şekilde. “Dün benden bir şeyler saklamak için ağzıma sıçtın ya hani?”

“Sen de bana gösterirsin o zaman,” dedi hiç yılmadan. “Ceza işine açığım, biliyorsun.”

Göz devirerek ondan uzaklaştım. Ardından kendimi sağlama almak için koltukta gıdım gıdım da olsa kenara kayıp kaçmaya başladım.

Kollarımı göğsümde kavuşturup olduğum yerde küskün bir hal aldığımda kaçışım karşı koltuktan da seyirci toplamıştı.

“Seray..?” dedi Nilgün teyze merakla. “N’oldu güzelim?”

“Şurası güvenli değildi,” dedim az önce Cevahir’in dibinde oturduğum noktayı başımla işaret edip. “Buraya geldim.”

“Ne dedin kıza?” diyerek kaşları çatık halde oğluna döndü. Cevahir bana dönüp alayla bakındı. “Söyleyeyim mi?”

Gözlerimi kıstım. “Çok gıcık bir adamsın, haberin var değil mi?”

“Son aylarda sık sık duyuyorum,” dedi başını olumlu anlamda sallarken.

Son aylarda sık sık duyuyordu çünkü hayatına bu zaman aralığında dahil olmuştum.

Gururla kabaracağım sırada dudaklarını yeniden araladı. “Ölene kadar da duymaya devam etmeyi planlıyorum, bu yolda aksilik çıkmasına izin vermem.”

Koltukta aramızda açtığım boşluktan bu kadar hızlı pişman olacağımı düşünmezdim ama olmuştum bile.

Öyle yemin eder gibi, bastıra bastıra ölene kadar deyip benim dengemi bozarsa nasıl kendimi ona yapışmaktan alıkoyacaktım?

İradem demirden değildi, kırılıyordu; ki öyle olsaydı da irademin her şekilde onun yangınında eriyip gideceğinden emindim artık.

Kaçışım yoktu. Başka yol yoktu.

Kader çizgim beni ona kavuşturmuştu, yazgım bana bunca yıl eziyet edip en sonunda sığınabileceğim bir limana sertçe fırlatmıştı.

Düşüşümün acısıyla güvenli bir yer olduğunu en başında fark edemediğim ve kaçmak istediğim limana şimdi dört elle sarılı hale gelmiştim. Ve asla bırakmayacaktım.

 

 

~~~

Yorumlar

  1. Bin serayın girdiği doğumu ex nişanlısının eşi yapıyor diye korktum. Kafamda fazla kuruyorum sanırım...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm