Düşten Farksız 45.Bölüm

 45.BÖLÜM



“Neden gelmiyor? İçeride bir şey mi oldu acaba? Yoksa-…” Devam ettirmekte hiçbir kaynak sorunu yaşamayacağım sorularım babamın beni sırtım göğsüne değecek şekilde kendisine çekmesiyle durmuştu. Afallayarak ona doğru başımı kaldırıp alttan yüzüne baktığımda alnıma burnunu bastırdı.

“Ne olabilir içeride Ahu? İki metrelik adamı kaçırıp bir kenarda dövüyor olabilirler mi sence?”

Sıkıntıyla nefes verdim. “Ama gelmiyor.”

“Biraz sabırlı ol, mümkünse benim yanımda şu herif için bu kadar heyecanlanma bi’ de.”

Gözlerini devirir gibi oluşuna istemsizce güldüm. “Ben taksiyle gelseydim o zaman.”

Babamın Pars’ı birkaç günlüğüne şehir dışına yollamak için yaptığı plan yüzünden günlerdir göremiyor olduğum sevgilimin uçağı az önce inmişti. Havaalanından alınmaya ihtiyacı yoktu, yani benim dışımda -Pars da dahil- herkesin savunduğu buydu ama yeterince özlemiştim. Ne kadar erken görürsem o kadar iyiydi.

“Bu saatte ne taksisi?”

“Baba saat sekiz.”

“Geç olmuş bayağı, uykum geldi. Dönelim, Pars kendi gelir.”

Boynumun altından dolayarak beni sardığı koluna avucumu yasladım. “Abimle ya da Özgür’le gelmeme de izin vermedin.”

“Vermem tabii,” dedi kendinden emin bir tavırla. “İki sözünle kandırıyorsun onları, risk alamazdım.”

“Seni kandıramıyorum yani, eminsin bundan?”

Bir an duraksadı. Sanırım bugüne kadar yaşadığımız tüm anlar gözünün önünden sırasıyla geçiyordu.

Emin olmadığını, gelemeyen cevap sayesinde anlamıştım. Üstüne daha fazla gitmek için dudaklarımı aralamışken bakışlarım ileriye doğru bir noktada sabitlendi.

Etraftaki diğer insanların ortalamasının hayli üstündeki boyu ve cüssesiyle direkt göze çarpan kişiyi odağıma aldığım anda yerimde zıplayacak gibi oldum. “Geldi!” dediğimde babamı da bakması gereken yere baktırmayı başarmıştım.

Boynumdaki kolunun gevşekliğinden yararlanarak öne doğru adımladığımda koşturmak için hiçbir engele sahip değildim. Henüz bizi fark etmemiş olan Pars’ın olduğu tarafa doğru hızlı yürümek ve koşmak arasında kalan bir hızda ilerlediğimde saniyeler içinde yanındaydım.

Kollarımı yukarı doğru kaldırıp sarabildiğim kadar sıkı şekilde omuzlarından boynuna dolandığımda birkaç gündür değil de birkaç aydır uzağımdaymış gibi kokusunu derince soluyordum.

Hareketlerimi sesli olarak da açıklamama gerek olmadığını belli ederek konuştu. “Ben de çok özledim minik tanrıça.”

Sırtımın bitiminden beni sıkıca sarıp hafifçe havaya kalkmama sebep olurken ayaklarım yerden kesildiği anda benimle birlikte yürümeye başladı. Şaşırmak ya da itiraz etmek yerine gayet konforlu olan yolculuğuma uyum sağlamıştım.

Babamın yanına varmamıza çok kalmadığı için son şansımı ise boynuna sert bir öpücük bırakarak değerlendirmiştim.

“İyi akşamlar, abi.” dediği sırada yürümeyi de kesmişti.

“İyi akşamlar koçum,” dediğini duydum babamın. Aynı anda da beni Pars’ın üstünden alıp, küçük bir oyuncakmışım gibi yanına sabitledi. “Valizin yok diye kızımı valiz gibi tutup taşıyasın mı geldi?”

“Yorulsa mıydım baba?” dedim başımı omuzuma doğru eğip. “Oradan buraya kadar yürüse miydim?”

Oradan buraya dediğim mesafe sanıyorum ki en fazla on beş adımdı ama konumuz bu değildi.

“Ahu...” dedi babam. “Seni yürütür, bunu da at gibi koştururum eve kadar. Beni denemeyin.”

Gözlerimi kırptım birkaç kez. Pars’a baktığımda onun sohbetten kopuk şekilde yandan yandan beni süzdüğünü görmüştüm. Aşıktı herhalde…

“Sen sevgilimi Ankara’ya yollarken ben bir şey dedim mi?”

Kaşları havalandı. “Bir şey demedin mi?”

“Demedim,” dedim sesim gitgide kısılırken. “Küstüm sana, biraz konuşmadım seninle işte. Demedim yani bir şey.”

Açıklamamın anlamsızlığı ikisini aynı anda güldürdüğünde aniden takım oluşturmalarına şaşkınca baktım. “Gülmesenize.”

“Gülmüyorum ben,” dedi Pars direkt.

“Hanımköylülük bir insan olsa o sen olurdun Pars,” dediğinde babama baktım anlamsızca. “Ne köyü?”

Bakıştılar. İkinci saniyede yanaklarını şişirerek gülmemek için zor durduklarını belli ettiklerinde sinirlenerek arkamı döndüm. Arabanın olduğu tarafa doğru giderken kendi kendime söyleniyordum.

Daha iki adım bile atamadan iki yanımda belirdiklerinde kollarımı göğsümde çaprazladım.

“Tatlı tatlı sordun diye gülecek gibi olduk güzelim.”

Pars’a baktım göz ucuyla. “Güleceğine cevap versene,” dedim. “Hanımköyü neresi?”

Yanağının içini ısırdığını gördüğümde dirseğimi koluna vurdum. “Hâlâ gülüyorsun.”

“Abi,” dedi yardım ister gibi babama dönüp. Yürümeye devam ediyorduk ama fazlasıyla yavaştık. Daha doğrusu ben yavaştım ve onlar da bana uyuyorlardı.

“Hanım ne demek biliyorsun değil mi? Yani birine seslenirken olduğu gibi değil de, eşlere söylenirkenki gibi.”

Başımı salladım. “Evet, karım demek gibi sanırım.”

“İşte hanımköylü de karısının sözünden çıkmayanlara, ne derse onu yapan ve biraz da karısından çekinenlere deniyor.”

Kalıbın anlamını zihnimde yerli yerine oturttuktan sonra konuştum. “Ben Pars’ın karısı mıyım ki?”

Sorumu sormayı bitirdiğim sırada artık arabayı görebilir hale gelmiştik. Son kalan adımları da atıp arabaya binmek için hareketlenmişken iki yanımdaki gölgelerin adımlamayı bıraktığını fark ettiğimde kaşlarım sorguyla çatılmış halde arkama döndüm.

Aralarında benim az önce ayrıldığım, sadece benim sığacağım kadar boşluk varken aynı hizada duraklamışlardı.

Sorum aslında öylesineydi ancak sanıyorum ki ikisini de ‘cevabın evet olduğu’ senaryoyu hayal etmeye itmiştim. Gördüğüm kadarıyla da bu hayalin izleri ikisinin yüzünde biraz farklı yansıma bulmuştu.

Pars’ın gevşeyen yüz hatlarına tezat şekilde yüzü buruş buruş olan Timur Akdoğan kesinlikle hayal ettiği andan memnun görünmüyordu.

 

~

 

“Kaçıncı şekerini yiyorsun Ahu?”

İkiye bölünmesi için dişimle baskı yaptığım şekerin parçalanma sesiyle birlikte bakışlarımı Pars’a doğru çevirdim.

“Üç,” dedim elimde de üç işareti yaparak.

“On üç mü yoksa yirmi üç mü?”

Göz devirerek kucağımdaki şeker torbasını kenara ittim. “Yüz üç.”

Evde sürekli yediğim kahveli şekerlerimden onlarda da bulur bulmaz poşete daldığım için kendisini ihmal ettiğimden küsmüştü sanırım.

Elindeki soğuk suyla dolu bardağı bırakmadan koltukta yanıma yerleştiğinde bardağın dökülme riskini hiç hesaba katmadan kendimi ona doğru atarak gövdesine yapıştım.

Görmezden geldiğim risk gerçeğe dönüşmüş ve bir bardak buz gibi suyun Pars’ın tişörtüne dökülmesine sebep olmuştum.

“Aa,” dedim şaşkınlık dolu bir sesle. Bu sırada o da hafifçe irkilmiş ve boş kalan bardağı bırakmak için öne doğru uzanıp sehpaya ulaşmıştı. “Üstün ıslandı Pars.”

“Güzel bir sebeple ıslandı en azından.”

Bahsettiği sebebin ona sarılışım olmasıyla erirken gülümseyip yeniden ona sarılacaktım ki buna engel oldu. Ensesinden kavradığı tişörtünü tek bir hamlede üstünden çıkarttığı anlarda ben tişörtün varış noktasıyla değil, şişip sertleşen kol kaslarıyla ilgilenmekteydim.

Öncelikleri doğru belirlemek bu yüzden önemliydi.

Soyunmuş olmasına dair tek kelime etmeden tişörtü çıkarttığında çıplak kalan göğsüne yan bir şekilde yaslandım. Bacaklarımı kendime doğru çekip yanağımı ona yapıştırırken olabildiğince küçülmüştüm.

Sırtıma sardığı koluyla beni kaçacakmışım gibi sıkı tutarken bundan şikâyetçi değildim.

“Bir daha gitme,” diye mırıldandım.

“Gitmeyeceğim,” demekte bir an bile gecikmedi. Eklediği kısım ise biraz trajikti. “Ama bu konuyu bir de babanla mı konuşsan Afrodit?”

Gülüşüm sesli bir hal alırken kendimi durdurmak için yüzümü çevirip göğsüne bastırdım. Buraya kadar gelmişken öylece geri çekilmenin ayıp olacağını düşünerek son anda kalbinin üstüne de küçük bir öpücük bırakmıştım.

“Konuştum aslında,” dedim uzunca bir nefes verirken. “Gerçi dün akşamdan sonra biraz aklı karıştı gibi.”

Havaalanında yaşanan ‘hanımköylü’ krizinin ardından babam öyle bir hale gelmişti ki ona Pars’la biraz vakit geçirmek istiyorum teklifi bile yapamamıştım. Pars’ı evine bıraktığımız andan sonra evimize dönmüştük. Uyuyana kadar da babam ara ara bana ters bakışlar atıp kısık sesle söylenip durmuştu.

Sabah kahvaltıdan önce evden çıkmış olması ve evde sadece abimin bulunması ise yaşadığımız bu anın temel taşıydı. Özgün Kılıç, tatlı bir sesle başımı omuzuma doğru eğerek istediğim herhangi bir şeye hayır diyebilmeyi henüz çözememişti.

Beni elleriyle sevgilimin evine bırakmak da buna dahildi.

İlk iki engel olan babam ve abim bu şekilde yolumdan çıkınca geriye kalan son engeli de en büyük kozumla yok etmiştim.

Mayıs’ın bir -dişi olmayan- arkadaşı tarafından ders çıkışında kahve daveti aldığını öğrenmesine sebep olduğum Özgür Akdoğan yıkması en kolay engel olmuştu. Sadece bir ara Mayıs’a onu yaktığım için özür olarak hediye almam gerekiyordu. Çünkü ortada bir kahve daveti yoktu.

“Senin de mi aklın karıştı?” diye sordum ‘dün akşam’ dediğim anda sessizleşen Pars’a doğru başımı kaldırarak. Yeniden konuştuğumda yüzünü eğmiş, yüzlerimizin birbirine yaklaşmasına neden olmuştu.

“Hayır,” dedi gayet rahat bir tavırla. “Aklıma bir şey geldi sadece.”

“Ne geldi?” diye sordum hemen merakla. “Ben de duyayım.”

Yüzümde gelişigüzel noktalara dudaklarını kısa kısa bastırıp geri çekilerek bir anlığına algımı yitirmemi sağladı. Dudaklarıma doğru varacağı anda bir anda toparlanarak avuç içimi ağzına örttüm. “Ya söylesene!”

“Söylemeyeceğim,” dedi elim yüzünden boğuk çıkan bir sesle.

Kaşları çatmış, ters ters gözlerine bakarken kılı kıpırdamıyordu. Hiç mi korkunç değildim?

Çok fazla direnmeden pes ettiğimde elimi ağzından çekip kendi kucağıma doğru indirdim. Göğsünden kalkmak için yerimde debelendiğimde ikinci kolunu kullanmaya gerek bile duymadan beni tek koluyla zapt etmiş, olduğum yerde sabitlemişti.

“Sonra söyleyeceğim,” dedi çocuk oyalar gibi. “Şimdi değil.”

“Yalancı birisin.”

İnkâr etmedi. Oflayarak yerimde kıpırdandığımda başımın tepesine çenesini yaslayıp bekledi. “Acıktın mı?”

“Hayır, acıkmadım. Kahvaltı yapmıştım evde dedim ya.”

“Güzelim sen buraya geleli kaç saat oldu? Midende mi duruyor halen o kahvaltı?”

Duvar saatine doğru bakıp saati doğrularken gözlerim irileşmişti. Ben en fazla iki saattir burada olduğumu düşünüyorken aslında dört saati devirdiğimizi yeni fark ediyordum.

Yanından hiç gidesim olmadığı için mi zaman böyle hızlı geçiyordu?

“Dört saat olmuş,” dedim şaşkınca. “Ama acıkmadım ki.”

İşaret parmağımla bana sarılı olmayan kolu üzerinde sonu belirsiz yolları andıran çizgiler çiziyorken birden mayışmıştım.

“Acıkmaman üç değil yirmi üç şeker yediğinin kanıtı olabilir aslında.”

Bıkkınlıkla oflayıp kendimi geriye ittim. Bu kez beni tamamen sıkmamış, çok uzağına gitmeme izin vermese de göğsünden kalkmama engel olmamıştı.

Koltuğun diğer tarafına attığım şeker poşetinden bir paket çıkarttım. Paketi açmamı izlerken beklentisi şekeri ağzıma atmamdı ancak beklemediğini yaparak şekeri onun dudaklarına bastırmıştım. Refleksle araladığı dudaklarından içeri düşen şeker artık dilinin üstündeydi.

“Ne oluyor?” diye sordu şekeri ağzının içinde oynatırken. “Bu şekerin konuşmama engel ol-…”

Cümlesinin sonunun gelmesini beklemeden avuçlarımı omuzlarına bastırır bastırmaz dudaklarımı dudaklarının üstüne kapattım.

Alt dudağını ağzımın içine çekerek emdiğimde dudaklarında yapmam gereken için yetecek kadar bir açıklık oluşmuştu. Belimi parçalayacak gibi sıkan kolunu, kucağına düşmem için bedenimi çekiştiren baskısını umursamadan planıma sadık kalarak dilimi ağzının içine ittim.

Başı geriye doğru düşecek gibi olduğunda omuzundaki ellerimden birini ensesine çıkartıp başını oynatmasına engel oldum.

Dilim diline çarptığında ona bu savaşı sürdürme fırsatı vermeden yanağına doğru kaymış olan şeker parçasını kendi ağzıma doğru çektim. Kahveli yoğun tat ağzıma az önce olduğundan çok daha yoğun ve sıcak dolduğunda bu kez başını geriye atıp inlemek üzere olan bendim.

Sesli ve kısa bir öpücük ile son verdiğim öpüşme nefeslerimizi düzeninden koparacak kadar yoğun olduğundan birkaç saniye ikimiz de konuşmadık. Alnımı alnına doğru bastırdım.

Şekeri ön dişlerimle dengeleyip ağzımı açtığımda bakışları kısa bir an oraya kaymış, ardından mavileri mavilerimi bulmuştu.

“Şekerlerimi böyle yememe de karşı çıkacak mısın?” diye sordum sesimin kesik çıkmayacağından emin olduğum ilk anda.

“Karşı çıkanı siksinler Ahu,” diye homurdandıktan sonra belimden beni kendisine doğru bastırıp tekrar dudaklarımızı birleştirdi.

Sanırım artık dilediğimce şeker yiyebilecektim.

Pars, dışarıdan gelen bir müdahale olmadıkça dudaklarını benden ayıracak ya da beni kendinden uzaklaştıracak değildi. Üstelik benim de ondan pek farkım yoktu.

Boynuma kaymaya başlayan öpücüklerinin yakıcılığı her baskının ardından daha da artıyorken bahsettiğim müdahale eve dolan zil sesiyle gerçekleşmişti.

Zil çalmamış da olduğumuz yere bir dolu insan baskın yapmış gibi birden paniklediğimde Pars’ın üstünde sudan çıkarılmış bir balık gibi hareketlenmiştim. Pars boğuk bir ses çıkartarak beni yerimde sabitledikten sonra mutsuz ve huysuz bir suratla yüzüme baktı.

“Açmayalım dersen, açmam.”

Konuşurken olabildiğince ciddi durması beni güldürürken yanağını avucumun içine alıp yavaşça okşadım. “Pek mantıklı değil gibi.”

“Umurumda mı?”

“Değil mi?” diyerek sorusuna soruyla karşılık verdiğimde kaşlarını çattı. “Öpmemi istemiyorsun, anladım.”

Başımı geriye düşürüp boynumu acıtacak kadar sert bir hareketle kıkırdamaya başladım. Ardından tekrar doğrulduğumda onu pürdikkat beni izlerken bulmuştum.

“Kıçından anlıyorsun.”

Gözleri irileşti. Ardından koca bir kahkaha attı. “Ne?” dedi şaşkınca. “Ne yapıyorum, ne?”

Gözlerimi kırpıştırdım. Yanlış mı söylemiştim?

Duraksadığımı görünce uzanıp çenemi öptü. “Doğru söyledin güzelim, sadece beklemiyordum.”

Yeterli ölçüde cesaret kazandığım için tekrarladım. “Kıçından anlıyorsun, demiştim.”

Kalçamda avuç içini acıtmayacak bir baskıyla hissettim, tokat atar gibi vurmuştu. “Yerim kızım seni, tek lokmada yutarım küçük de bir şeysin zaten.”

Kaşlarımı çatıp ‘küçük olmadığımı, kendisinin masal diyarından çıkma bir dev olduğunu’ anlatmak üzereyken zil bir kez daha çaldı.

Açmamız gereken bir kapı olduğu gerçeği yeniden gün yüzüne çıktığında toparlandım. “Kapıya bakalım.”

“Bakalım,” derken hevesi sıfırın kıyısındaydı.

Çoğul konuşsam da o ayağa kalkınca ben peşinden çıkmadım. Onun eviydi, kim geldiyse kendi bakabilirdi.

Koltukta yerime yayılacakken kapının açılma sesinin ardından yükselen haykırışla birlikte sıçramıştım.

“Lan!” diye bağıran ses yabancı değildi. “Niye çıplaksın lan sen? Despina!”

Salon kapısından kendisi görünmeden önce sesi bana ulaşan Özgür’le birkaç saniye içinde göz göze gelince elimi kaldırıp salladım. “Hoş geldin.”

Tansiyonu çıkmış, şekeri düşmüş ve kalp ritmi bozulmuş şekilde bir görüntü çizerek beni baştan ayağa süzdü. Pars’taki çıplaklığın yüzde birini bende görse kendini camdan atacakmış gibi görünüyordu.

Ona kapıyı geç açış sebebimizin ana hatlarından dahi bahsetmememiz daha doğru olacaktı.

“Hoş buldum, çığırtkan.” derken adımlayıp bana yaklaştı ve koltukta bana en yakın olan yere oturdu. Yanaklarımı sevdi biraz. “Bu yarı çıplak dağ kaçkını sana ne yaptı abim?”

Öne doğru büzülen dudaklarımın sebebi Özgür’ün yanaklarıma yaptığı baskıydı. Baskıdan kurtulma biletim ise salona sonunda girmeyi başaran Eraslan kardeşler olmuştu.

“Aşkım ne yapıyorsun?” diyen Mayıs bir bana bir sevgilisine baktı. Bakmakla anlam verebilmiş gibi görünmüyordu ama sevgilisini tanıdığından olsa gerek çok da sorgulamadan çaprazımızdaki koltuğa geçip oturdu.

“Bastırma o kadar, kızaracak yanakları.”

Özgür, Pars aksini söylemiş gibi beni daha da sıktığında gözlerimi yardım diler gibi iki kardeşe çevirdim.

Pars söylene söylene bize yaklaştı. Özgür’ün kafasına tokattan hallice bir darbe patlattıktan sonra da beni çantasıymışım gibi koltuktan kaldırıp Mayıs’ın yanına götürdü. “Siz burada oturun.”

Oturduğumuz koltuk iki kişiden fazlasını alamadığından Özgür’ün yanına gittiğinde artık yan yanalardı.

Suratsız bir biçimde yan yana oturuyor olmalarına kıkırdadığımda sesim yankılandı. Mayıs da gülüyordu.

“Çok yakışıyorsunuz,” dedim Mayıs’ın omuzuna başımı yaslayıp yayılırken.

“Mayıs’la ben mi?” diye soran Özgür’e sırıttım. “Hayır, Pars’la sen.”

Mayıs daha yüksek sesle gülmeye başlamıştı ama karşıdaki ikilinin ona uyum sağladığını söylemem mümkün değildi.

“Sıkıldın mı bu adamdan? O yüzden bana satmaya mı çalışıyorsun?”

Özgür’ün sorusuyla birlikte Pars da ‘cevap ver, acil’ der gibi bana bakmaya başlamıştı. Gözlerimi iri iri açtım.

“Sıkılmadım,” dedim hızla. “Neden sıkılacakmışım?”

“Özellikle üstüne geliyorlar Despoşum, inanma.”

Omuzunda yatıyor olduğum için kolayca yanağını başıma yaslamış olan Mayıs’ın sesini duyduğumda rahat bir nefes aldım. Ardından ters ters Pars ve Özgür’e bakmıştım.

“Ee,” dedim Özgür’e. “Sen Mayıs’ın okuluna gittin herhalde…”

Başını salladı. “Gittim,” dedi hemen. “Bahsettiğin pezevengi bulamadım ama, Mayıs söylemedi adını.”

“Ne pezevengi?” diye gergince soran Pars’tı. “Ya Özgür!” diyerek abisini gösteren ve sevgilisinin susmasını isteyen ise Mayıs…

“Ne Özgür’ü? Herifin teki seni kahve içmeye davet etsin, ben de put gibi durayım mı? İstersen kahvenizi de yapayım ulan.”

“Kahve yapmayı bilmiyorsun hep kötü oluyor, bence yapma.” dedim konuya ortadan dalarak.

Üçünün de bakışları beni bulmuştu. Sırıttım. “Neyse, planım sorunsuz işlediğine göre daha fazla yorulmayın. Kahve daveti falan yoktu, ben uydurdum.”

“Ne?” diyerek suratıma bakan Özgür’e gülümsedim şirin şirin. “Buraya gelmek istiyordum ve sen bugün evde olacaktın…”

Pars’ın keyfinin yerine geldiğini, geriye doğru yaslanıp kollarını göğsünde çaprazladığını göz ucuyla görmüştüm. Dikkatimi kaslarıyla dağıtmaması için mavilerimi ondan hemen kaçırdım.

“Bana yalan mı söyledin?” derken onu sırtından vurmuşum gibi dramatikleşen Özgür’e suçunu kabul eden bakışlar attım. “Birazcık,” dedim sessizce. “Ama kötü mü yaptım? Sevgilini ziyarete gittin işte.”

“Fakülte binasında deli gibi gezinip durdu, potansiyel kahve teklifçilerini sıraya dizecek gibiydi. Binadan zor çıkarttım.” diyerek kendi sorunlarını anlatan Mayıs’a içim acıyarak baktım. “Özür dilerim Mayıs böceği.”

“Kafayı yiyeceğim benden değil Mayıs’tan özür diliyor, ben kandırıldım ya ben!”

Özgür konuşmuyormuş gibi Mayıs’la birbirimize bakmaya devam ettik.

“Önemli değil Despoşum, ben kötü bir görümce değilim.”

“Örümcek mi değilsin?” diye sordum anlamsızca. Daha sorum tam bitmeden hepsi gülmeye başladığında yerime sindim. Tam duyamamıştım, keşke sormasaydım.

Gülmelerinin bitmesini beklerken küsmüş bir çocuk gibi yüzümü düşürmüş ve kollarımı kendime sarmıştım. Bir kere de anlamadığım şeye gülmeseler ve açıklasalar olmuyordu.

“Kocanın kız kardeşine görümce deniyor, o yüzden söyledim.”

Dün akşamdan beri özenle Pars’ı kocam yapmaya mı çalışıyorlardı yoksa bana mı öyle geliyordu?

“Pars benim kocam mı?” diye sordum babama yaptığım gibi.

Bu kez şoklanan Timur değil Özgür Akdoğan’dı. Sorum her seferinde bir Akdoğan’ın nefesini kesiyordu.

“Hayır,” diye bağırdı direkt. “Değil tabii ki abisinin ‘yaşlanana kadar evde kalacak olan’ kız kardeşi, ne kocası?”

Özgür’ün anlattığını anlamamıştım ama Pars ona doğru dönüp baktığında Özgür’ün yüzü allak bullak olmuştu. Bir şeylerin farkındalığını yaşıyordu. Ancak ben o şeylerin farkına varamıyordum.

“Sen önce yanlış alarmla okul basmamayı öğren Akdoğan, sonra diğer ilişkilere burnunu sokarsın.”

Pars’ın benim yalanımı yeniden alevlendirecek cümlesinin ardından ona ayıplayarak baksam da tavrım uzun süremedi çünkü bu sırada Özgür yerinde dikleşmiş ve dudaklarını aralamıştı.

“Despina mezun olana kadar en az on kez okulunu basmazsan, ben de adam değilim lan.”

Pars bir an durdu. Aynı duraksamayı ben de yaşadım. Bu yıl ertelenmiş olsa da önümüzdeki sene bir şekilde üniversiteye başlamış olacaktım. Yeterince geç kalmıştım.

“Aşkım bu tarz bir durumda sen abimden önce okula koşarsın gibi… Yanlış savunma yapıyorsun yine.”

Özgür, Mayıs konuştuğunda elini göğsüne bastırdı. Kendini koltukta geriye doğru atarken homurdanıyordu. “Online eğitim geri gelsin, acil.”

Bir türlü dile getiremediğim, Nilperi Hanım’dan -psikoloğuydu- mümkün olduğunca erken bir zamanda etrafımdakilerle paylaşmam gerektiğini öğrendiğim ikilemimi ilk kez sesli olarak dudaklarımdan döktüm.

“Belki okulum her an gelip basabileceğiniz kadar yakında olmaz,” dedim kısığa yakın bir sesle.

Salonda yaratmış olduğum sessizlik beni konuşmuş olmama pişman ederken fazlasıyla gerilmiştim. Önce babama mı söylemeliydim? O da mı böyle tepki verirdi?

Aklım bana bolca seçenek ve her seçeneğin bağlandığı karanlık bir tünel üretiyorken bakışlarımı hepsinden kaçırdım.

“Şehir dışından mı bahsediyorsun?” diye soran Özgür’dü. “Pars döner dönmez Ankara’yı mı övdü sana abim?”

Başımı salladım yavaşça. Olumsuz bir baş sallayıştı bu.

“Yurt dışı mı?” dedi Mayıs sessizce. “Gitmeyi mi düşünüyorsun?”

Bir şey söyleyemedim. Diken üstündeydim. Genellikle her söylediğini yaptığım ve yaptığıma da pişman olmadığım Nilperi Hanım’dan ilk kez yanlış bir yönlendirme almış gibi hissediyordum. Ya da belki de en doğru olan bu anı erkenden yaşamamdı, bilmiyordum.

Sessizliğimin olumlu olarak anlaşılacağı belliydi. Cevap hayır da değildi. Ama anahtar sözcük ‘düşünmek’ti. Düşünüyordum. Karar vermiş değildim. Seçeneklerden birine çok yakın, diğerine çok uzak konumda da değildim. Sadece düşünüyordum.

“Düşün tabii,” dediğini duydum birden Pars’ın. Sesini nasıl duymayı beklediğimi bilmiyordum ama duyar duymaz ne şekilde duymayı beklemediğimden emin olmuştum. Sesi buz gibiydi.

“Pars,” diyecek oldum. Ancak koltuktan kalkması ve direkt kapıya yönelmesiyle birlikte devamında söyleyeceklerim boğazıma dizilmişti.

Salondan çıkışını yavaşça kırptığım gözlerimle izlerken beni yanlış anladığını söyleyebilmek için ayaklandım. Salondan çıkıp gittiği yere, odasına doğru adımlayacakken kendi odasına değil Mayıs’ın odasına girdiğini fark etmiştim.

Başımı omuzuma doğru eğdim. Dudaklarımda biraz kırgın bir gülümseme doğdu, o gülümseme büyümeye yüz tuttu.

Aynı odada bulunamadığım kediyi ben geldiğimde Mayıs’ın odasına bırakmıştı. Şimdi de kendi odasına değil oraya girmiş, arkasından gelme ihtimalimi yok etmeye çabalamıştı.

“Olsun,” diyebildim elim refleksle kalkıp yanağımı tırnaklarımla çizmeme sebep olurken. “Sorun yok.”

Salona dönmeden önce olduğum yerde biraz bekledim. Holün ortasında öylece dururken göğsüm sıkışmış haldeydim.

Omuzuma dokunan bir elin varlığıyla irkilerek arkama döndüğümde beni Mayıs karşıladı. “Birkaç dakikadır burada olunca… Gelmek istedim.”

Benim için en fazla birkaç saniye geçmişti ancak gerçek dünyada bu saniyelerin yansıması dakikalara yuvarlanmış olmalıydı.

“Mayıs,” dedim sesim kısacık kelimede bile delice titrerken. Anlaşılmadığımda, asıl söylemek istediklerim duyulmadığında zihnimdeki tüm raflar yıkılıyor ve orada saklı kalan her şey yerlere saçılıyordu.

Bir hışımla salondan çıkıp -gelemeyeceğim- odaya kendisini atan Pars’ın beni böyle sarsmasının nedeni de buydu. Beni anlamak için bir an bile çabalamadan kaçmıştı.

“Kötü bir şey söylemedim,” dedim kendimi son bir güçle savunup. Mayıs yüzüme üzgünce bakıp kollarını kocaman açarak sırtıma doladı. Ona sarılmayı bekliyormuşum gibi titredim.

“Söylemedin tabii ki, canım benim. Bir şey olmadı zaten, abim bi’ kendine gelsin çıkar şimdi odadan. Düzgünce konuşursunuz.”

“Bir şey olmadı,” dedim onu sessizce tekrarlayarak. Kendime bunu net bir şekilde söylemem, bunu kabullenmem gerekiyordu. Aksi halde iplerim kopacaktı.

Hayatıma aniden doluşan insanların tıpkı var oluşları gibi gidişlerinin de ani olabileceğini düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Daha önce terk edilmiş değildim ancak öğrendiğim kadarıyla yoğun bir terk edilme korkusu yaşamak için bunu daha önce deneyimlemiş olmaya gerek yoktu.

“Hava alalım mı biraz? İyi gelir mi sana?”

Cevap vermedim. Bu sırada omuzumda bir yüz hissetmeye başladım. Mayıs’ın yüzü değildi, Özgür gelmişti.

“Buradayım abim,” dedi sadece. O an duymaya ihtiyacım olanı nasıl bilebildi, bir fikrim yoktu.

“Biz biraz aşağıda yürüyelim, Özgür. Sokağın sonundaki parkta oluruz.”

Mayıs benim az önce cevap vermediğim sorusuna kendi cevap vermişti. İtiraz etmedim. Buradan çıkmak çok kötü bir fikre benzemiyordu.

Mayıs beni elimden tutarak kapıya doğru götürmeden önce Özgür’e bir bakış attı. O bakışı sorgulamadım ancak biz ayakkabılarımızı giyip kapıdan çıkıyorken Özgür’ün salona değil Mayıs’ın odasına doğru gittiğini görmüştüm.

Evin kapısı ardımızdan kapandı. Asansörü bekledik, aşağıya indik ve en sonunda binadan çıkabildik.

Bu çıkışın Mayıs’ın planladığı gibi kısa bir yürüyüş ve parkta oturmak ile sonuçlanmaması, günün tek kötü anının az önce yaşadığım an olmadığının kanıtıydı.

Uzun zamandır yaşamadığım, sonunun geldiğini sandığım kötülüklerden en fazla bu kadar kaçabilmiştim.

Kıyamet yine beni bulmuştu.

 

~

 

Özgür henüz evin dış kapısı kapanmadan adımlamaya başladığı odanın kapısını açmak için önce dış kapının kapanma sesini duymayı beklemişti. O sesin hemen ardından da Mayıs’ın odasına açılan kapıyı aralaması için bir engeli kalmamıştı.

Kapıyı açtığı ilk anda bacaklarına çarparak odadan dışarı koşturan, kendisiyle arası pek iyi olmasa da Despina kadar gergin bir iletişime sahip olmadığı kediydi. Özgür onun rahatça odadan kaçmasına izin verdikten sonra kapıyı kapatmaya gerek duymadan içeri adımladı.

“Ne bok yiyorsun burada?” diye sorarken -beklenenin aksine- sesi gergin ya da iğneleyici değildi. Aksine, belki de bir elin parmağını geçmez sayıda yaşanabilen anlardan biri yaşanıyordu. Özgür’ün sesinde Pars’a karşı bir anlayış filizleniyordu.

Çoğu zaman gerilim hattına benzer bir telde gezinen ilişkileri aslında bir yandan da kopamayacak kadar kuvvetli bir dostluk bağıyla bağlıydı. Hayatlarının en trajik yıllarının birbirleriyle yollarının kesiştiği zamanlara denk gelmesi bu bağın temeliydi.

Pars on beşinci doğum gününde evini arkasında bırakıp, hiç bitmeyecek bir pişmanlığı kucaklamak üzere kaçarken rastlamıştı Özgür’e ilk kez. Rastladığı o genç çocuğun da kısacık bir zaman önce babasını kaybettiğini öğrendiğinde ise Pars ve Özgür arasındaki ilk sağlam köprü kurulmuştu.

Köprünün mimarı da mühendisi de ustası da aynı kişiydi, tek bir kişiydi. Tüm bu görevleri Timur Akdoğan sırtlanmıştı.

Dışarıdan bakan kimse bu ikiliyi arkadaş varsayamıyor, birbirlerini ezelden beri yenemediklerinden dolayı düşman kesildiklerini ve ikisinin de Timur’a saygısından harekete geçemediğini düşünüyorlardı.

Koca bir yanılgıydı.

Mayıs’ın odasındaki pencere evin diğer pencerelere oranla büyüktü. İri bir pufu o pencerenin önüne bırakması ve sık sık bu alanda vakit geçirmesi de bu yüzdendi.

Özgür odaya girdiğinde Pars’ın o pufta oturduğunu ve bunu yaparken küçük bir bahçe cücesinden hallice yer kaplayan sevgilisinden hayli farklı göründüğünü görmüş olsa da yorum yapmamıştı.

Mayıs’ın yatağının ucuna doğru yavaşça oturup yüzü cama, yani Pars’a dönük kalacak şekilde konumlandırdı kendisini. Az önce sorduğu farazi soruya herhangi bir yanıt alamamıştı.

“Kedi dışarı çıktı,” dedi Pars bir dakikadan kısa bir süre sonra. “Ahu korkuyor.”

Boş boş cama diktiği bakışları da yaşadığı farkındalık ve bu farkındalığın alarma dönmesiyle birlikte Özgür’e doğru çevrilmişti.

Özgür omuzlarını kıpırdattı gergince. Karşısındaki adamı tanımamak, tek hareketiyle kız kardeşini getirdiği halin acısını ondan çıkartmak isterdi ancak şartlar uygun değildi. Başka bir senaryoda ağzını burnunu dağıtması hatta tutup camdan sallandırması olası olan karaktere dokunmuyor, aksine onunla konuşmaya çalışıyordu.

Pars’ın karın ağrısını, onu düşünmeden hareket etmeye iteni biliyordu.

“Kediyi görse de korkmaz bence, ona daha farklı bir yük yükledin az önce.”

Pars dişlerini birbirine bastırarak çenesini kilitlerken Özgür onun tam olarak istediği kıvama geldiğini görmüş ve konuşmaya devam etmişti. “Arkandan geldi, kendi odan yerine buraya geldin ve benim küçük kız kardeşim bunun ‘gelmeni istemiyorum’ demek olduğunu fark edebilecek kadar zeki Pars.”

“Kendime gelmem lazımdı,” dedi Pars kaşları çatılırken. Aniden parlamak, endişeme bulanan öfkeyi ona kusmak gibi bir hata yapamazdım.”

“Bu hatayı yapmak yerine başka bir hata yapmayı yeğledin yani. Despina’yı onu yanında istemediğine inandırdın.”

Pars yerinden kalkacak gibi oldu, ancak kalkmadı. Olduğu yerde hafifçe öne geldi, bakışları Özgür’ün yüzündeydi. “Her günümün yirmi dört saatini yanında geçirsem, yetmeyecek gibi geliyor. Ne sikim saçmalıyorsun? Onu yanımda istememem mümkün mü amına koyayım?”

Özgür şaşırmadı, kızmadı; olumlu ya da olumsuz bir tepki vermedi. Bahsedilen tanımlara Pars’tan çok daha uzun süredir ezberi tamdı. Göğsünde Mayıs için, mümkünmüş gibi her geçen gün daha da büyüyen hisler barındırıyordu. Anlatılanlar o hislere benzerdi.

Her ne kadar kendi duyduğu aşkın bir eşinin karşısındaki adam tarafından kız kardeşine besleniyor olması sinir bozucu olsa da kendisini ‘sen de onun kardeşine aşıksın’ diyerek telkin ediyordu.

İlginç bir denklemdi.

“Bana ne anlatıyorsun lan?” dedi Özgür. “Git sevgiline anlat bunları, mal mal hareketler yapma bir daha. Tanımasam seni ağzına sıçardım, kızı ne hale getirdiğinden haberin var mı?”

Pars bir elini yüzüne çıkartıp burun kemerini sıktı sertçe. Despina’nın salonda kurduğu kısa cümleden yapabildiği tek çıkarım onun gideceği ihtimali olmuştu. Aklı bunu algılar algılamaz tüm bedenine alarm verdirmiş ve Pars’ı birkaç saniye içerisinde zıvanadan çıkartmıştı.

O çıldırmışlığın etkisini bir anda Despina’ya göstermemek için aklına gelen ilk yol da ‘kaçmak’ olmuştu. Gideceğini düşünerek delirdiği hesaba katıldığında çelişkili bir yol seçmişti kaçarak, fakat iş işten geçmişti.

“Ağladı mı?” diye sordu Pars sıkıntıyla. Bir şeylerden iğreniyor gibi yüzü buruşmuştu. Bu iğrentinin kaynağı bizzat kendi davranışlarıydı. “Ağlattım mı onu?”

Özgür yalan söylemedi. “Ağlamadı,” dedi sakince. “Ama ağlamasını tercih ederdin.”

Pars kafasını yanındaki cama vurarak patlatmak ile kendini camdan sallandırmak arasında ikilemdeyken Özgür kollarını göğsünde kavuşturmuş onu izliyordu.

Pars birden yerinden kalktı. Özgür bakışlarını dikkatle onun üzerinde gezdirdi fakat hareketlenmedi. “Nereye?” dedi sadece.

“İçeri, aptal gibi kaçtığım için kendimi affettireceğim. Sonra da benden gidemeyeceğini anlatacağım.”

Özgür gülecek gibi oldu. “Nah anlatırsın,” dedi biraz sonra kuracağı cümlenin anlık olarak Pars’a yaşatacağı şoku düşünüp keyiflenirken. “Gitti ki çoktan.”

Pars ayağa kalkmıştı ancak duyduğuyla birlikte yeniden düşecek gibi sarsılmış bir ifadeyle Özgür’e baktı. “Nereye gitti?”

Özgür omuz silkti. “Uzaklara…” dedi alayla. “Beni görmek istemeyeni ben hiç görmek istemem dedi, babasına dövdürecekmiş bu arada seni. Timur Akdoğan’ı görürsen yolunu değiştir.”

Özgür aklına esen her şeyi birbirine ekleyip söylerken Pars afallamış bir halde birkaç saniye onu izledi. O saniyelerin sonunda kendisini bomboş zırvalıklarla oyaladığını anlar anlamaz ise bedenini oturuyor olan Özgür’e doğru atik bir hamleyle yöneltmişti.

Özgür üstüne doğru gelen yüklü tehlikeyi fark eder etmez ellerini teslim oluyormuş gibi kaldırdı. “Mayıs’la aşağıya indiler, hava alacaklar.”

Normalde çekineceği bir adam değildi ancak şu an öylesine aklı doluydu ki Pars’ın sağı solu belli olmazdı; Özgür, Pars’la o öfkeliyken dövüşmemesi gerektiğini acı yollarla deneyimlemişti. Tekrara gerek yoktu.

“İniyorum ben de,” dedi Pars aldığı bilgiden sonra hiç beklemeden. Odadan çıkmak için hareketlenmişken Özgür seslendi. “Giyin üstünü manyak herif, yarı çıplaksın.”

Pars’ın tişörtünü üstüne geçirmesi ve Özgür’ü de peşine takarak evden çıkması birkaç dakika bile almamıştı. Binadan çıktıklarında Pars, Özgür’e döndü. “Neredeler, hani?”

“Götümde GPS mi var benim birader? Yürüyeceklerdi biraz, yürümüyorlarsa da sokağın sonundaki parktalardır. Öyle dedi Mayıs.”

Pars sabır dilenerek Özgür’ü geride bırakmış, ağaçlık ancak pek uzun olmayan sokağın diğer ucuna doğru ilerlemeye başlamıştı.

“Ben de diğer tarafa bakayım, o iki deliye telefonlarını vermeyi akıl etseydim bari.” derken Özgür yarı Pars’a yarı kendine homurdanıyordu.

Sokağın ortasına doğru kalan binadan yola çıkıp iki ayrı uca yürüyen ikili, başlangıç noktalarına döndüklerinde bakışlarında aynı soru işaretleri vardı.

“Yoklar,” dedi Pars sakin çıkması için hiçbir çaba harcamadığı sesiyle.

Özgür çatılan kaşları eşliğinde bir elini saçlarına atıp karıştırdı. “Diğer tarafta da değiller, parka bakal-…”

“Baktım,” dedi Pars. “Orada da değiller. Şaka yapıyorsan eğer…”

Özgür gözlerini birkaç saniyeliğine yumdu. “Yapmıyorum,” dedi. “Ama umarım onlar bizi şakalıyorlardır. Telefonsuz, haber bile vermeden ne kadar uzaklaşmış olabilirler?”

Pars başını geriye doğru atıp gökyüzüne doğru dik bakışlar attı. Öfkesini kontrol edemeyecek kadar iradesiz bir adam oluşuna, bunun yarattığı sonuçlara, kızların başını alıp çıkmasına ses etmeyen Özgür’e, inin cinin top oynadığı etrafa bolca sövdü.

“Alt sokaklar bende, yukarı çık sen.” dedi Özgür daha fazla oyalanmanın anlamı olmadığını düşünüp. “Yürürken farkında olmadan uzaklaşmışlardır, dalgındı Despina. Mayıs da uyum sağlamıştır.”

En iyi senaryoyu, düşününce aklını yerinden oynatmayanı gerçek kabul edip konuşurken aslında başka senaryoların pençesindeydi. Ve o senaryolar herhangi bir açıdan bu senaryoya benzemiyorlardı.

Pars, Özgür’ün fikrini onaylamak için dudaklarını aralayacakken onu durduran cebinde titremeye başlayan telefonu oldu.  

Özgür derin bir nefes almaya çalıştı. Mayıs birinin telefonundan abisini aramış olabilir miydi? Kendi numarasını ezberlememişse, ayıptı. Özgür o an tek sorunun bu olması için ellerini semaya kaldırıp dua etmeye başlayacak kadar beklenti doluydu.

Pars telefonunu çıkarttı. Ekranı düz bir şekilde tuttuğunda yanına doğru gelen Özgür de ekrana bakabiliyordu artık.

Gelen aramanın kayıtlı olmayan bir numaraya ait olması bir an için Özgür’ü kendi tahmininin doğru çıkacağına dair umutla besledi, oysa o umut zehirliydi.

“Açsana lan şunu,” dedi Özgür sabırsızca. Hatta elini uzatıp aramayı açtı, bir sonraki hamlesi de hoparlörü aktif hale getirip karşı taraftan gelecek olan sesi kendisine de duyurabilmeyi amaçlamak oldu.

Arama yanıtlandı. Pars’ın gelen aramanın kaynağına dair bir tahmini yoktu, Özgür ise sevgilisinin soluksuz konuşmaya programlı tiz sesini duymak için dileniyordu.

Telefondan yükselen ses ne tizdi ne de Mayıs’a aitti.

“Son şansın olduğunu söylemiştim,” dedi aramayı yapan taraf. Tok, ölçülü bir yükseklikte ve kendinden emindi. “Büyüdüğünü sanıyorsun ama babanı hafife almamayı öğrenecek kadar bile büyüyemedin, oğlum.”

Sesin sahibi İshak Eraslan’dı.

Pars bu sesi ölse unutamazdı, her duyduğunda mide bulantısıyla ve öfke nöbetleriyle baş etmek zorundaydı. Özgür ise bu sese haddinden fazla maruz kaldığında çıldıracak gibi oluyor, yok yere Mayıs’tan uzak kalışını anımsıyor ve çoğu zaman da gözlerinin önünde panikle titreyen bir Mayıs beliriyordu.

“Seni hafife almamamı istiyorsan karşıma çıksana orospu çocuğu,” dedi Pars delirmenin kıyısında olduğu açıkça belli bir sakinlikle. “Arkamdan dolanmak yerine tek bir kez adam olup karşıma çıksana benim.”

Hattın diğer tarafından bir gülüş yükseldi. Tamamen keyifli sayılamazdı, söylenen lafın biraz altında kalmış olmak tadını kaçırmıştı ancak tadını anında yerine getirecek kozu gözünün önündeyken öyle uzun uzun da dertlenemezdi.

“Bakarız,” dedi oyuncu bir tavırla. “Önce senin yüzünden kaybettiğim yılların telafisi için kızımla biraz vakit geçireceğim, aklını öyle bulandırmışsın ki… Küçük kızım benden çok korkuyor.”

Özgür iki eliyle saçlarını çekiştirdi. Kökünden kopartacak gibi kuvvetliydi tutuşu. Son cümle aklında birkaç kez yankılandı. Mayıs gözünün önüne geldi. Gözlerini kapattı ancak bu o silueti daha da belirginleştirmekten başka bir şeye yaramadı.

Pars, oldukça garipsese dahi, İshak’ın Mayıs’a zarar vermeyeceğini biliyordu. O manyağın, kızına karşı ciddi anlamda bir takıntısı vardı ve bu takıntı Mayıs’ı onun yanındayken güvende tutuyordu. Tek sorun Mayıs’ın korkuyor oluşuydu.

Kendini sakinleştirmeye çalıştı. Her fevri hareketi ona bin ayrı sonuç doğuracaktı, biliyordu.

“Yalnız değildi,” dedi kelimeleri düzgün çıkartmaya çalışarak. Mayıs’ı alırlarken Despina’nın direndiğinden emindi. Göğsü ona bir zarar gelmiş olması ihtimaliyle sıkışıyordu. Bayılmış olabilirdi, yaralanmış olabilirdi, bir kenarda korkudan kilitlenmiş bile olabilirdi.

“Ah, evet yalnız değildi.” İshak sanki bu ayrıntıyı yeni hatırlamış gibi birden konuştuğunda sesindeki oyunbaz tını Özgür’ün gözlerini aralamasına Pars’ın ise duraksamasına neden oldu.

“Boyundan büyük sesi ve kendini aşan bir hırçınlığı olan küçük arkadaşı da yanındaydı.”

“Nereye bıraktınız onu?” dedi Özgür boğazına tırmanan öfkeyi bastırmaya çalışmadan. “Kardeşimin kılına zarar verdiysen, yemin olsun elimde can verirsin sikik herif.”

Pars da Özgür de Despina’nın etraftaki sokaklardan birinde -en iyi ihtimalle yarı baygın- beklediğinden o denli eminlerdi ki… Fakat İshak’ın cevabıyla birlikte yıkılacak olan tek şey kendilerinden emin tavırları olmayacaktı.

“Misafirperver bir adamım, öyle sokak ortasında kızı bırakacak değildim. Hem kızımı arkadaşsız da bırakamazdım.”

Pars elindeki telefonu iki yanından öne doğru çatlatacak şekilde sıkarken sırtından aşağıya inen ağrıyı hissetti.

Mayıs güvende, diye fısıldadı içindeki seslerden biri. Sen onu kurtarana kadar sadece çok korkacak. O sese eşlik eden, daha doğrusu o sesi bastırarak haykıran ise çok daha sarsıcıydı.

Ahu o adamın yanında, dedi diğer ses. İshak, kanından olmana rağmen sana acımadı; Ahu’ya da acımaz. Kim olduğunu anladığında; aynı anda seni, Özgür’ü ve Timur’u devirebilecek kozu yanında tuttuğunu anladığında durmayacak.

Telefonu kaldırımın üzerine doğru tüm kuvvetiyle fırlatışı, etrafa saçılan telefon parçaları… Hiçbiri ne kendisini ne de Özgür’ü en ufak bir tepki vermeye dahi itemedi.

“İyi değildi,” diye fısıldadı sadece Özgür. “İyi değildi, onu sakinleştirmeden yolladım. Seni ikna edecektim, yanına gidecektin.” Peş peşe sıraladıkları önce kendi zihnine sonra Pars’a vardı.

Pars güldü birden. Üst üste, delirmiş gibi gülmeye başladı. Yaşananların gerçekliğini reddediyor, uyanmak üzere olduğu bir kâbusun içinde olduğunu varsayıyordu.

Aksi halde; saçma sapan bir sebeple kaçıp gittiği, yanına gelmesine izin vermediği ve delice kırdığı kadının sınırı olmayan bir tehlikenin kucağına düşmesini kendisine açıklayamazdı.

Açıklayamaz, bu pişmanlıkla tek bir nefes daha alamazdı.

Ahu’sunu kırıp dökmüş, geride bırakmıştı. Bıraktığı anda da ceylan artık aslanın pençelerinin arasındaydı.

İshak Eraslan, adil dövüşmeyi bilen bir adam değildi ve bu tarz adamlar ellerine koz geçtiğinde yıkım yaratmakta tereddüt etmezlerdi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm