Gözyaşı Kadehleri 10.Bölüm

 10.BÖLÜM



Kalabalıklarla aram hiçbir zaman tam anlamıyla dengede olamıyordu.

Yalnızlığıma gömülüp, tek bir insanın yüzünü dahi görmek istemediğim anlarda kalabalıklardan benden çok nefret eden kimse bulunamazdı. Oysa bazı zamanlarda yalnızlığımdan kaçmak için çaresizce kalabalıklara sığınmak isteyen de yine ben olurdum.

Bugün o dengesiz tahtanın hangi tarafına ağırlık bıraktığımı ise çok iyi biliyordum. Kalabalıktan kaçıp kendimle baş başa kalmak istediğim bir gündeydim.

İsteklerimin ve ihtiyaçlarımın kontrolünü eskisi kadar kendi başıma sağlayamıyordum. Bunun en büyük sebebi tarafından elimden sıkıca tutulmuş şekilde yönlendiriliyor olduğum masa bugün asla bulunmak istemediğim ve kesinlikle ihtiyaç duymadığım bir kalabalığı ağırlıyordu.

“İyi akşamlar,” diyerek masanın tamamen yanına yaklaştığımızda konuştuğu için tüm bakışları aniden üzerimizde toplayan Cevahir’in yanında oyuncak bir bebek gibi hissediyordum.

“İyi akşamlar, hoş geldiniz çocuklar.”

Fahri Avcıoğlu onu ilk ve son gördüğüm akşamdan hiçbir farkı bulunmaksızın şık bir biçimde masadaki yerinden konuşmuştu. Masanın başında oturuyordu, sağında ve solunda dizili duran sandalyelerde de ailesinin fertleri diziliydi.

Fahri Bey’in sağında sırasıyla Cavit Bey, Doğan ve Beril oturuyorken onların karşılarında da Ecevit Bey ve Zerrin Hanım vardı. Levent’in nerede olduğunu zerre merak etmiyordum ancak gelmeme nedenini düşünmekten kendimi alıkoyamamıştım.

Cevahir, Beril’in yanındaki sandalyeyi benim için geriye çektiğinde elbisemin eteğine dikkat ederek yerime yerleştim. Tam yanımdaki boş sandalyeye de kendisi oturmuştu.

“Trafik yoğun muydu, geciktiniz bayağı?”

Sorunun Zerrin Hanım’dan gelmesini ve kesinlikle art niyet içerdiğini haykırıyor olmasını şaşırtıcı bulmamıştım. “Hastanede işim uzadı, Zerrin Hanım. En iyi siz anlarsınız, meslektaşız sonuçta.” Son anda girmem gereken operasyon Cevahir’in hazır olmamı söylediği saati bir saatten fazla ileri atmama sebep olmuştu.

Bugünden tam bir hafta önce, geçen Perşembe üzerimde o beyaz saten kumaş varken Cevahir’in beni eve bırakmadan önce kurduğu son cümlesi saatli bir bombaydı.

‘3 Nisan’a bir plan yapmamaya çalış, kimse gelinsiz bir düğünden keyif almayacaktır’ diyerek sanki sarkastik olduğunda her şey daha az sorun teşkil ediyormuş gibi konuştuğunda donmuştum.

Her şeyin hızlı gelişiyor olması, tarihin hiç de uzak olmadığını söyleyip durması elbette büyük ipuçlarıydı ancak yine de kendimi on gün içinde onunla evli halde bulacak olmamı sindirebilmek güçtü. Şimdi ise o on günden geriye çok daha az gün kalmıştı.

Perşembe akşamı sonlanıyordu ve ben Pazar günü gerçekleşecek olan bir düğünün alelade davetlisi değil, geliniydim.

“Ah öyle mi? Ben bu yemek için pek istekli olmadığından geciktiniz diye düşünmüştüm.”

Pes etmemesine, yeterince tatmin edici bir cevap vermiş olmama rağmen geri çekilmemesine dudaklarımı kıvırdım. Ancak başka bir şey söylemedim. Onun aklınca oynadığı ‘kışkırtma’ oyununa karşılık vermeyecektim. Karşısında yeni yetme bir çocuk yoktu.

Benim sessizliğim ona istediğini vermedi, fakat ben istediğimi kazanabildim.

Fahri Bey kısa ancak uyarı dolu olduğunu hissettiren bir biçimde öksürdü. Zerrin Hanım’ın susması için yeterliydi. Göz ucuyla Cevahir’e baktığımda aylardır beklediği bir tiyatro oyununu en önden izliyormuş gibi keyifli göründüğünü fark etmiştim.

“Geç kalan tek çift Cevahir ve Seray değil anlaşılan, Levent’e de aynı soruları telefonla iletecek misin anne?”

Yanımdan yükselen ses Beril’e aitti. Annesine doğru bakıyordu. Bu sayede Levent Avcıoğlu’nun da bize eşlik edeceğini öğrenmiş olduğum için pek mutlu olamamıştım. Tanışma akşamından sonra ona ve çaprazımda oturuyor olan annesine karşı hoşnutlukla dolu hisler beslemekte zorlanıyordum.

“Yoldalarmış,” diyen Ecevit Bey oldu. Beril cevabı annesinden değil babasından alınca ona doğru baktı. “Aa,” dedi birden. “Patronu izin vermemiş de işten vaktinde çıkamamış mı yoksa sevgilisi?”

“Beril.” derken Doğan karısına doğru eğilmiş ve sessiz olmaya çalışarak adını mırıldanmıştı. Beril ona doğru bakmadı. Babasına doğru bakmaya devam etti. Aralarındaki bakışmanın uzaması masada üşümüş gibi ürpermeme neden olmuştu. Beril’in bakışları belli etmemeye çalışıyor görünse de yorgundu. Tanıştığımız gün onda algıladığım ‘ben bu aileye ait değilim’ enerjisi yerli yerindeydi ve sanırım onu yoran da buydu.

Ortamın dengesini sağlamak için otoritesini kullanan Fahri Bey sayesinde konu Beril ve Ecevit Bey’den uzaklaştı.

“Hazırlıklar tamam mı Cevahir? Yapabileceğim bir şey olursa haberim olsun demiştim ama kapım da telefonum da çalmadı, her şey yolunda varsayıyorum.”

“Her şey yolunda, dede.”

Bu akşamki yemeğin düğün öncesi küçük bir görüşme olduğunun farkındaydım. Kimse Cevahir’e ‘ne yapıyorsun’ diyebilecek kadar ileri gitmiyordu ancak hızla devam eden sürecin sorgulamalarına neden olduğunu biliyordum.

Gökten düşer gibi önlerine çıkardığı kadınla, bu kadar kısa süre içerisinde evleniyordu. Elbette sorgulamalara maruz kalacaktı.

“Güzel o halde,” diyerek memnuniyetle başını salladı Fahri Bey. Kenarlarında belirgin kırışıklıklar olan gözleri bana doğru odaklandı. “Sen nasılsın Seray? Heyecanlısındır mutlaka.”

Alaylı bir biçimde ‘çok heyecanlıyım, bayılıyorum heyecandan’ dememek için kendime içimden koca bir tokat attım. Dudaklarımı daha sakin bir şeyler söylemek için aralamadan önce bakışlarımı kaçamak bir biçimde Cevahir’e doğru çevirmiştim.

“İyiyim, gayet iyiyim. Cevahir’in hiçbir pürüz çıkmasına izin vermeyeceğini biliyorum, heyecanım daha kabul edilebilir bir seviyede bu yüzden.”

Masanın üstünde duran elim onun büyük eli tarafından ablukaya alındı. Parmaklarıyla elimin üzerini nazikçe okşadığında gülümsedim. İyi bir oyuncunun yanında ister istemez çok daha iyi bir oyuncuya dönüşüyordum. Üzüm üzüme bakarken kararmakta fazla hızlı davranmıştı.

“Vermez tabii,” dedi Beril. “Eli ayağı tutuşmuş hızlı hızlı karısı olabil diye çırpınıyor.”

Gülerek bize doğru baktığında gözlerinde gerçekten mutluluk parıltıları gördüğüm için kendimi biraz kötü hissetmiştim. Beril’in kuzeni adına mutlu oluşunu görmek güzeldi ancak bunun bir oyun oluşunu bilmeden yaşadığı mutluluğu göz göre göre kabullenmek onu kandırmaktan fazlası değildi aslında.

Düğünün detaylarıyla ilgili Fahri Bey’in ve Beril’in sorularına yanıt verdiğimiz -daha çok Cevahir yanıtlamıştı- sürenin sonu masaya doğru yaklaşan ikiliyle birlikte son buldu.

Levent’in beline doğru sarılarak tuttuğu kişinin sevgilisi olduğunu Beril’in az önceki konuşmalarından dolayı biliyordum artık.

Doğal olamayacak kadar parlak ve çiğ bir sarıyla renklenen saçlarıyla, saçlarına eşlik ederek daha da canlı görünen mavi gözleriyle yirmilerinin ortalarında olduğunu tahmin ettiğim bir kadındı. Yüzünde büyük bir gülümseme vardı ancak bunu çok isteyerek değil de biraz kendini zorlayarak dudaklarına kondurduğu yeterince belli oluyordu.

“Trafik çok kötüydü, kusura bakmayın lütfen. İyi akşamlar.” Geç kalışlarının açıklamasını yapan Levent farkında olmadan annesinin bize saldırısını kendi kendine üstlenince gülmek istesem de bunu yapmadım.

“İyi akşamlar. Oturun, önemi yok.”

Fahri Bey eliyle Zerrin Hanım’ın yanında kalan boş sandalyeleri gösterdiğinde yerlerine geçtiler. Karşımda Levent’in bulunmasına sevinememiştim. Cevahir gibi karşım boşken oturuyor olmak isterdim kesinlikle.

“Nasılsınız?” diyerek direkt olarak bedenini sağına, masada yaşça daha büyüklerin oturduğu tarafa doğru çeviren sarışının girişkenliğine kaşlarım belli belirsiz havalandı.

“Teşekkürler Fulya, iyiyiz. Sen nasılsın?”

Fulya?

Aklım ismi duyduğum anda bu öğlen yaşanan bir ana doğru hızlı bir geçiş yaptı.

Şu anda bulunduğumuz yemeğin gerçekleşeceğini haber vermek üzere ben henüz öğle aram için odamdan çıkamadan önce kapıma kadar gelen Teoman ve Cevahir’in dikkatini kapıdan çıktığım ilk anda çekememiştim.

Teoman beni görene dek tek duyabildiğim Cevahir’in ‘ikinci bir Fulya vakası yaşanmasın diye dikkat ediyorum’ deyişi olmuştu. O an umurumda olmayan isim şimdi anlam kazanmışken aklımda uçuşan olasılıkları dışarıdan olabildiğince gizledim.

Fulya’nın verdiği klasik cevabı dinlemek yerine kendi düşüncelerime dalmıştım. Hemen sonra bakışları bana çevrildiğinde bir an için afallamış olmam da bundan kaynaklıydı. “Biz tanışamadık,” dedi buna çok dertleniyormuş gibi.

Elini uzattığında düşündüklerimi bir kenara bırakarak sakince elini tutup kısaca sıktım. “Seray,” dedim sakince. “Memnun oldum.”

“Ben de öyle,” derken bakışları derinleşmiş ve gözlerime dikkatle bakmaya başlamıştı. Onun aksine ben gözlerimden her hissettiğimi dışarıya taşıran biri değildim. Gereken veriye ulaşamadığında pes ederek arkasına doğru yaslandı.

Elini sıkmak için uzatacağım elimi Cevahir’den az önce çekmiştim. Masaya geri bıraktığımda bu kez elimi boş bir kısma değil elinin tam üzerine, her yerini kaplayamasam da ortasına denk gelecek şekilde bıraktım.

Başparmağına tutunduğumda temasımı bekliyor olduğunu sanmıyordum ama ne kasıldı ne de afalladı. En azından bunları yaşadıysa da dışarıya hiçbir şey yansımadı.

Yemek seçimleri yapılırken ve devamında da yemekler servis edilene dek bire bir kimseyle diyalog kurmam gerekmedi. Bunun rahatlığıyla tabağımdaki yiyecekleri sağa sola itmekle uğraşıyor ve olabildiğince az dikkat çekmeyi umuyordum.

Haşlanmış bir sebzeyi yedi ya da sekizinci parçasına bölerek uyguladığım işkence henüz bitmemişken birden üzerime yönelen cümleyle başımı kaldırmam ve konuşan kişiye bakmam gerekti.

“Pek bir şey yemedin, gelinlik için mi dikkat ediyorsun?” Beril bana doğru eğilerek konuşmuştu. Bakışlarım onu bulduğunda devam etti. “Hallettiniz değil mi gelinliği?”

Sorduğu soruya yanıt bekleyen tek ismin Beril olmadığını, masadaki bakışların birçoğunu üzerimde hissedince anlamıştım. Kimseye dönmedim, Beril’e bakarak konuştum. “Hallettik,” dedim önce kısaca. “Dikkat ettiğimden değil, aç değilim pek ondan yemiyorum.”

“Cevahir bize hiçbir şeyin ayrıntısını söylemiyor ama ihtiyacın varsa buradayım. Gelinlik konusunda geç kaldım tabii ama başka şeyler olursa…”

Gülümsedim. Omuzlarımı gevşeterek Beril’e baktım. “Gelinliği seçme işini kuzenin bizzat halletti aslında, bana sadece giydikten sonra beğenmek kaldı.”

Beril şaşkınca bir bana, bir de arkamda duran yüze baktı. “Gelinlik seçti, benim kuzenim, Cevahir yani…”

Başımı salladım. Sırtımı geriye doğru hafifçe yasladığımda Cevahir’in omuzuna doğru yaslanmıştım. “Katalogların arasında kaybolurken izlemeliydin bir de.”

Beril küçük bir kahkaha attı. “Çok tatlısınız, Cevahir’in feleğini şaşırtacak bir kadına ihtiyacı vardı zaten. Birbirinize denk gelmiş olmanız çok hoş.”

“Feleğimin şaşmasıyla neden bu kadar alakalısın, Beril?” Cevahir omuzumun üzerinden başını ileri doğru getirip kuzenine bakmıştı konuşurken.

“Ben Doğan’a aşık olduğum için sızlanırken bana aklımı kaçırmışım gibi davranıyordun, aşkın nasıl akıl kaçırıcı olduğunu deneyimlemene seviniyorum sadece Cevahircim.”

“Sızlanıyordum derken?” Doğan da Cevahir’in bana yaptığı gibi karısının omuzundan bize doğru baktı.

Beril gözlerini irileştirerek dudaklarını birbirine bastırdı. “Evde anlatırım, sen yemeğini yesene canım.”

Kırdığı potun içeriğini bilmesem de yüz ifadesine hafifçe güldüm. Birbirleriyle denk gelmelerine asıl onlar sevinmelilerdi, karı koca olduklarını bilmesem dahi aralarındaki uyumu ve çekimi görebilmem mümkün olurdu.

“Düğünden önce gelini gelinliğiyle görmek uğursuzluktur derler aslında.”

Fulya’nın araya giren tepkisiyle yerimde yavaşça kendimi düzelttim. Ona doğru bakınca bakışlarının zaten bende olduğunu görmüştüm.

“Batıl bir inanç sadece, benim için onun seçtiği gelinliği giyecek olmak yeterince uğurlu hissettiriyor.”

Anladım der gibi dudaklarını büktü. Tabağına doğru döndüğü ikinci saniyenin sonunda yavaşça yeniden bana baktı. Son anda söyleyecek bir şey bulmuş gibiydi, ancak o söyleyeceği şeyin çoktandır aklında olduğuna kalıbımı basabilirdim.

“Ailen de böyle mi düşünüyor? Genelde gelinin annesi daha dikkatlidir böyle detaylar hakkında.”

Cevahir’in ne zaman sırtıma yaklaştırdığını bilmediğim avucu sıcaklığını elbisemin üzerinden tenimde hissettirirken sarsılmış görünmemeye çalıştım.

Konu ne zaman aile, anne ya da daha da beteri olan ‘baba’ olsa bütün kaslarım tek tek patlayacakmış gibi kasılıyordu. Refleksle yaptığım ve kolayca gözlenebilir olan hiçbir hareketi dışarıya göstermediğimden emin olarak sakince başımı salladım.

“Annem kararlarıma saygı duyar,” dedim duraksamadan. Annem kararlarımdan haberdar olmaz demeliydim aslında.

“Ne güzel, herkese böyle bir anne lazım. Değil mi anne?”

Beril boşluğu annesine iğneleme yapmak için kullandığında farkında olmasa da benim üstümden büyük bir yük çekmişti. Zerrin Hanım’ın uyarır bakışlarla kızına dönüşü odağı ikiliye çevirdiği için yerimde biraz daha rahat etmeye çalıştım.

Omurgamda, sırtımda dizili kemiklerin izlediği yolda yavaşça aşağı yukarı ilerleyen Cevahir’in parmaklarının neyi amaçladığını bilmiyordum ancak göğsümün sakin nefeslerle şişip sönmesini sağlayan oydu, bunu inkâr etmeyecektim.

Biraz önceye göre düştüğünü tahmin ettiğim bakışlarımla Cevahir’e doğru döndüm. Bakışlarımın ona ‘gitmek istiyorum’ diye yalvardığından emindim.

“Bir saat daha,” dedi dudaklarını kıpırdatarak. Konuşmama gerek kalmadan beni anlamasından memnundum ama cevaptan memnun kalamamıştım.

Bir saat daha bu masada, bu insanlarla ve her an üzerime fırlatılacak olan keskin sorularla bir yerimin kanaması riskiyle oturmak istemiyordum.

 

~

 

Araba hareket etmeye başladığı anda koca bir bıkkınlık taşıyan iç çekişimle birlikte olduğum yere gömüldüm.

“Bir saat demiştin,” diye söylendim ağrımaya başlayan başıma elimi atıp şakağıma bastırırken.

“Ve bir saat sonra kalktık, Seray.”

Gözlerimi kapattım. Nasıl bir saat geçmiş olabilirdi? Ben en azından beş altı saat kadar orada oturduğumu düşünüyordum. Aksi halde bedenimdeki ve zihnimdeki bu yorgunlukların başka bir açıklaması yoktu.

“Öyle hissettirmedi.”

“Söylenen her şeye, düşünmeye bile gerek duymadan sakince karşılık verirken zorlanıyormuş gibi görünmüyordun.”

Gözlerimi açıp ona doğru baktım. Yola odaklanmıştı ancak ona döndüğümde saniyelik olarak kahveleri bana çevrildi. “Yengen ve müstakbel gelini fazla meraklı, sorularını cevapladım sadece.”

Diliyle hafifçe alt dudağını ıslattı. Sanki bir şeyler söyleyecekmiş gibi hazırlık yapmıştı ancak sessiz kaldı. Yüzüme doğru düşen saç tutamını kulağıma sıkıştırırken restorana girdiğimizden beri aklımda olan soruyu sordum.

“Annen yoktu,” dedim sesim biraz kısılırken. “Normalde de böyle yemeklerde olmaz mıydı, yoksa başka bir sorun mu var?”

Nilgün Hanım’ın dışarıda yemek yemesine engel bir halde olduğunu düşünmüyordum aslında. Özellikle Cevahir varken o masada oturmayı seveceğinden emindim hatta. Karşılaştığımız andaki hali bana bunu açıkça belli etmişti.

“Bir sorun yok,” derken sesi netti. Bu netlik daha fazla irdelememe engel olacak kadar sert ve sınırları olan bir netlikti.

“Anladım,” dedim sadece. “Düğünde görüşürüz o zaman.”

Bakışlarım bir an için direksiyonu tutan ellerine kaydı. Parmak boğumlarını beyazlatacak sertlikte kavradığı direksiyonu bu kadar sıkıyor olması normal değildi. Yeniden yüzüne bakmaya başladım. “Cevahir?”

“Evet?”

“Bana karşı açık olmazsan yarın ya da belki ertesi gün bir noktada seni açık edeceğim, bunu isteyip istememem bir yana, farkında bile olmadan yapacağım. Bana cevap vermekten kaçıp durma.”

“Merak ettiklerini öğrenmek için böyle basit bahanelere sığınma. Beni açık etmenin senin umurunda olmadığını ikimiz de biliyoruz.”

Asla bakışları bana çevrilmeden, dümdüz bir biçimde yola bakarak konuşuyordu. Düz bir sesle, öylesine bir çıkarım yapıyormuş gibi…

“Öyle mi?” dedim sinirim bozulmuş bir biçimde. Damarına bastığım, cevap vermek istemediği an gelir gelmez dili sivrilmişti. “Bundan sonra ağzıma geleni söylerim o halde, madem böyle bir isteğin yok benden.”

“Seray-…” diye başladığında devam etmesine izin vermedim. “Sen bana ait hiçbir sınırı tanımayacaksın ama ben sana içinde bulunduğum durumla ilgili tek bir soru bile soramayacağım yani, bu mu?”

“Bu, evet; çok iyi kavramışsın.”

Güldüm. Gerçekten, sesli bir biçimde, uzunca güldüm.

“Çok şımartmışlar seni,” dedim gülüşüm sonlansa da dudaklarım kıvrılmış halde durmaya devam ederken. “Her istediğini tutuşturmuşlar eline ve bolca şımartmışlar seni. Bencilin tekisin, Avcıoğlu.”

Yüzümü sağımdaki cama doğru çevirdim. Koltukta toparlanıp kollarımı göğsümde birleştirirken başımda yoğun bir ağrı ve ısırıp durduğum yanak içlerimde ince bir sızı vardı.

Dakikalarca sessiz devam eden yolculuğun artık sonlanmasına, arabanın evime yaklaşmasına az kala Cevahir’i duydum. “Cumartesi akşamı nakliyeciler gelecek, evinden taşınmasını istediğin her ne varsa ona göre açığa çıkartırsın.”

Dişlerimi sıktım sertçe. Onunla evlenmenin en kötü yanı soyadını paylaşmak olmayabilirdi. Asıl kısım aynı evi paylaşmak olacaktı.

Nereye, nasıl bir eve gideceğimi asla bilmiyor olmama rağmen hiçbir şey sormadım. Sadece kısık ama derin bir nefes aldım. “Eşyalarımı boşaltmayacağım, kira vermeye devam edeceğim.”

Evimi bir yıllığına da olsa elimden tamamen kaçırmak istemiyordum. Üstelik benim için bir sığınak olarak kalmak zorundaydı orası.

“En ufak sorunda kalkıp oraya gitmek için mi?”

Onaylamadım. Onaya gerek yoktu.

“Evi boşaltacaksın, tartışmayalım bu konuyu boşu boşuna Seray.”

Araba yavaşladı ve ardından tamamen durdu. Evimin karşısındaki kaldırımda, boş bir park alanında durduğumuzda arabanın içindeki tepe lambası aydınlanmıştı. Boynumu acıtacak bir hızda ona doğru döndüm. “Sana ne bundan?”

“Yarın sabah evi satın alıp yeni ev sahibin olmamı mı istiyorsun?” diye sorarken sakindi. Sakin ve fazlasıyla ciddi görünüyordu. Bu hali beni delirtecekti.

Yapamayacağını söyleyerek kendimi yormadım. Ederinin gerekirse katbekat fazlasını verip bir şekilde o evi satın alacağını biliyordum. Evin parası onun için yok hükmündeydi.

“Sadece insan olmanı diliyorum,” dedim kısık bir sesle. “Karşında bir insan olduğunu hatırlamanı ve ona göre davranıp konuşmanı diliyorum.”

Kemerimi açıp kucağımdaki çantamı kavradım. Kapıya uzanıp açarken son bir kez gözlerimizi çarpıştırmıştım. “Genelde böyle gerçekleşmeyecek dileklerle vakit kaybetmem ama bana başka yol bırakmıyorsun.”

Arabadan inip kapıyı geriye doğru ittim ve kapattım. Arkama bakmadan eve doğru ilerlerken aslında söyleyecek onlarca sözüm ve görmesini istediğim çok daha yargılayıcı ifadelerim vardı. Hepsini içime atarak binaya girdim.

Bir gün içime atıp durduklarım daha fazla yer bulamayacak ve diğer her şeyi de hareketlendirip dışarıya dökülecekti. O zaman gelene dek biriktirmeye devam edebilirdim. Bunu ilk kez yapmıyordum.

 

~

 

Upuzun bir boy aynasının önünde; kendimi asla ait hissedemediğim bir gün, yer ve hazırlığın tam ortasındaydım.

Bulunduğum odanın daha önce bir geline ev sahipliği yaparken bu denli boş kalmışlığı bence olmamıştı. Tek bir dakika bile uyumadan, günün ilk ışıklarına dek açık tuttuğum gözlerimle öylece yatağımda uzanırken evimde geçirdiğim son gecenin gerçekliğini sorgulamıştım saatlerce.

Az önce saçımı ve makyajımı tamamlayan birkaç kişilik ekip yanımdan ayrıldığında odada tamamen kendimle baş başa kalmıştım. Kaç dakika sonra buradan çıkmam gerekeceğine bakmak yerine kendime bu süre sınırsızmış gibi bir izlenim yaratarak aynanın önüne geçmiş ve öylece yansımamı izlemeye başlamıştım.

“Ne yapıyorum ben?” diye fısıldadım aynada gördüğüm gözlerime dikkatle bakarken. Yanıt ne benden ne de aynadaki yansımamdan gelemeyecek kadar karmaşıktı.

Üstümdeki gelinliği mağazadayken beğenmiş olmam, Cevahir’in yüzükle ilgili önermesini doğrulamıyordu. Yüzüğü beğenmem onu takarken daha az düşünmeme yol açabilmişti, evet. Ancak aynı şey gelinlik için geçerli değildi.

Gelinliğin bana tek hissettirdiği şey şu an için ‘telaş’tan ibaretti. Olacakların, yakın geleceğin telaşı…

Odanın tahta, eskitme kapısında iki güçlü vuruş yankılandığında yüzümü kapıya doğru çevirmek yerine sessizce bekledim.

Kapı küçük bir sesle yavaşça açıldı. Aynanın duruş açısı bana kapıyı görme fırsatı veriyordu. Kapıda yarattığı aralıktan içeriye başını uzatan Teoman olunca gelinliğin etek kısmını hafifçe kavrayarak yerimde yarım tur döndüm. Böylece tamamen ona dönük hale gelmiştim.

“Müsait misin?”

Teoman’da sabahtan beri fark ettiğim bir değişiklik vardı. Bugün bana durmadan ‘yenge’ demiyor, asla ağzına bu beş harfli işkence sözcüğünü almıyordu. Sanırım yeterince diken üstünde ve bıkmış görünüyordum, bana acıdığını varsayacaktım.

“Gel,” dedim başımla içeriyi işaret ederken. “Geleyim,” diyerek içeri adımladı. Ancak kapıyı kapatmadan önce elini kapının dışında bir yere doğru uzatmıştı. “Bir misafir daha getirdim ama, tek gelmedim.”

Kaşlarım havalandı. “Kim?”

Sorumun cevabını sesli olarak değil, Teoman’ın eline tutunan bedeni gördüğümde almıştım. Dudaklarım hiç zorlama olmayan bir kıvrımla hareketlendi.

“Nilgün Hanım?” diye mırıldandım.

Yemekten döndüğümüz akşam Cevahir’in arabadaki tavrı bana annesinin tıpkı yemekte olmayışı gibi düğünde de bulunmayacağını düşündürtmüştü. Sorduğumda kasılması, konuyu beni gererek değiştirmesi buna işaret ediyordu. Sanırım yanılmıştım.

“Hoş geldiniz,” derken ona doğru adımladım. Teoman’ın elini bırakmadan bakışlarını etrafta gezdirdi bir süre. Odanın her yanını inceledikten sonra gözleri en son beni buldu.

Aramızda bir iki adım kala durmuştum. Nasıl bir karşılama yapmam gerektiği konusunda kararsızdım.

Nilgün Hanım birden Teoman’a döndü. “Sen git,” dedi eliyle de aynı şeyi işaret ederek.

“Gideyim mi? Ama Nilgün Sultanım seni bırakamam ben.”

Nilgün Hanım yüzünü buruşturdu. “Gitsene, o burada bak.”

Beni gösterdi Teoman’a. Yalnız olmayacağını anlatmaya çalışıyordu.

Teoman bana baktı. Ne yapacağı konusunda kararsız gibiydi. “Çık Teo, ararım bir şey olursa.” Daha fazla oyalanmamak için fikir belirttiğimde Teoman başka bir şey söylemedi. Nilgün Hanım’ın omuzuna kendi omuzuyla hafifçe dokunup bana ufak bir baş hareketi yaptıktan sonra odadan çıktı ve kapıyı kapattı.

“Oturalım isterseniz,” dedim odadaki geniş koltuğu göstererek. “Yorulmayın.”

Başını salladı. Gösterdiğim yere doğru ilerleyip oturdu. Yanında kalan boşluğa eliyle dokunup yavaşça vurduğunda beni de çağırdığını anlayabilmiştim.

Gelinlikle oturmak çok konforlu sayılmazdı ancak onu kırmadım. Yanına yerleşip oturdum. İlk tanışmamız onun geçirdiği küçük bir krizle sonuçlandığından şu an her hareketimde daha temkinliydim. Bakışlarından anladığım kadarıyla o anki ruh halinde değildi, çok daha algısı açık görünüyordu.

Üzerinde koyu yeşil, dümdüz midi bir elbise vardı. Düğün için biçilmiş kaftan sayılmazdı ancak böyle rahat ediyor olduğunu varsayarak hiç dile getirmedim.

“Çok yakışmış,” dedi bakışları bedenimde gezinip yeniden yüzümü bulduğunda. Nazikçe gülümsedim. “Teşekkür ederim, çok incesiniz.”

Bacaklarıma doğru bıraktığım ellerimden ona yakın olanı birden kavradığında irkilsem de yansıtmamaya çalıştım.

“Senden bir şey isteyeceğim,” dediğinde merakla yüzüne baktım. “Dinliyorum sizi.”

“Oğlumu o evdekilerden uzak tut; dönmek istediği işi için, o evdekilerin gözü olan hiçbir şey için kendini tehlikeye atmasın. Oğlumu korur musun Seray?

Üzerimde özenle ölçü alınıp ayarlamaları yapılmış olan bir gelinlik varken sanki birkaç beden küçük bir elbisenin içindeymiş gibi olduğum yerde sıkışmış hissetmeye başladım. Gözlerinden yalvarışlar dökülürken bana öyle bir beklentiyle bakıyordu ki zihnimde ve içimde birden çok şey parçalara ayrılmıştı.

Mantıklı olmaya direnen tarafım karşımdaki kadının değişken, normal dışı düşüncelerinin olduğunu ve söylediklerine direkt olarak doğrularmış gibi bakmamam gerektiğini iddia ediyordu. Ona karşı çıkan, tam tersini söylenen iç sesim ise dayanağını Nilgün Hanım’ın o günkü haline hiç benzemeyen bir biçimde karşımda duruşundan alıyordu.

Ne diyeceğimi ve aslında yapacağımı da şaşırmış halde karşısında duraksadığımda elimi diğer eliyle tamamen kapatıp iki eliyle birden sıkıca tuttu. “Lütfen,” dedi ben konuşmayınca gözlerindeki yalvarışı diline de taşıyıp. “Ben… Ben her zaman onunla olamıyorum, gördün… Halimi gördün değil mi?”

Sesindeki titreyişi duyduğumda o titreyişin yankısını göğsümde hissettim. “Nilgün Hanım-…” dediğimde beni durdurdu.

“Bırak hanımı, beyi. Birazdan ‘evet’ diyeceğin adamın annesiyim ben, senden yalvararak bir şey istiyorum Seray. Hastayım ben, oğlunun düğününe bile katılması göze alınamayacak kadar dengesiz bir kadınım. Bana söz ver, lütfen.”

Başımı iki yana salladım. “Nasıl katılmayacaksınız? Cevahir’in haberi-…”

“Cevahir’in haberi var Seray,” dedi duraksamadan. Kolayca söylemişti ama bakışları dolu dolu olmuşken bu kolaylığın içinde de yaşandığını söyleyebilmem çok zordu. “Ben, belki bu sözü verdiğini bile hatırlamayacağım birkaç saat sonra ama şimdi iyiyken senden bunu duymak istiyorum. Oğlum sana güvendiyse, ben de güvenebilirim.”

Oğlunuz bana güvenmiyor. Oğlunuz bana âşık değil, bu evlilik gerçek değil.

Gözlerinin içine bakıyorken ona gerçekleri haykırmak, bana böyle içli içli bakıp oğlunun yanında olacağıma dair sözler vermemi istemesine engel olmak istiyordum. Beni nasıl bir köşeye sıkıştırdığının farkında değildi.

Oğluna âşık olduğunu düşündüğü kadından onu korumasını istiyordu. Kendi penceresinden bakıldığında çokça haklıydı.

“Cevahir’i kimden korumak istiyorsunuz? Ne olmasından korkuyorsunuz?” diyebildim. “Benden neden böyle bir şey istiyorsunuz, ne biliyorsunuz Nilgün Hanım?”

Peş peşe sorular sormuş, en azından birine doğru düzgün cevap alabilmek için sabırsızca beklemeye başlamıştım. Elimdeki tutuşu sıkılaştığında hiç afallamadan ben de elini aynı şekilde kavradım. Dudaklarının aralanmasını beklerken bu gerçekleşemeden önce odanın kapısı tek bir vuruşla sertçe tıklandı. Ardından hiçbir bekleme süresi olmadan geriye doğru genişçe açıldı.

İkimiz aynı anda kapıya doğru döndüğümüzde bizi burnundan soluyor görünen, üzerinde takım elbise görmeye alışkın olsam da bunun diğerlerinden farklı olduğunu haykıran bir damatlıkla duran Cevahir Avcıoğlu karşıladı.

“Anne!” derken sesi yüksek değildi ancak uyarı dolu ve gergindi.

“Söyle Cevahir,” diyerek sakince onu yanıtlayan Nilgün Hanım’ın kendinden emin hali Cevahir’i duraklattı. Kapattığı kapıdan bize doğru adım atamadan, olduğu yerde bekledi. Sonra birkaç saniye bile geçmeden apar topar yanımıza adımladı.

“Ne işin var burada senin?” diye sordu sitemle. “Kimle geldin?”

Nilgün Hanım irkilir gibi oldu. “Oğlumun düğününde mi ne işim var?”

Cevahir’in ne cevap vereceğini görmek için ona doğru baktım. Dudaklarını birbirine bastırmış, ayakta durduğu yere çakılmış gibi görünüyordu.

“Gideceğim şimdi,” dedi Nilgün Hanım. “Gelinimle konuştum, Teoman beni götürür eve. Onunla geldim, başkasıyla gelmedim.”

Tuttuğu elimi hafifçe sıktı. Ardından ayaklandı. Onunla birlikte ben de ayağa kalktım. Beklemediğim anda kollarını bedenime doğru sıkıca sardı. Boylarımız öyle çok farklı sayılmazdı. Çenemi omuzuna doğru yasladığımda kolları gerçekten sıkı sıkıya bana sarılı duruyordu.

“Çok mutlu olun ikiniz de.” diye mırıldandı geri çekilmeden hemen önce. Benden ayrıldığında Cevahir’e baktı. “Sen de sarılacak mısın?”

Cevahir birkaç saniyeliğine gözlerini kapattı. Geri açtığında artık çenesi kaskatıydı. Annesini kollarının arasına çektiğinde kalktığım yere yavaşça geri oturdum.

Saçlarından peş peşe öptü, kollarında kaybolacak kadar ince olan bedenini sarabildiği kadar sıkı sardığını buradan beri görebiliyordum.

“Cevahir,” diye mırıldandım. Nilgün Hanım’ın sırtı bana dönüktü, yüzü oğlunun göğsüne gömülüyken beni duyduğundan bile şüpheliydim. Cevahir’in bakışları yüzüme çevrildi.

“Eve gitmesin,” dedim fısıltıyla. Oğlunun düğününde neden eve gidiyordu? Onu tetikleyecek bir şey yokken neden kriz geçireceğinden şüpheleniyorlardı?

Olumsuz bir şey söyleyecek gibi baktığında başımı hızla iki yana sallayıp ayaklandım. “Teo yanından ayrılmaz, en azından sadece nikâh töreni bitene kadar. Lütfen…”

Bakışları bir süre yüzümde gezindi. Ardından yavaşça göğsündeki yüze döndü. “Anne?” diye seslendi.

“Hım?” gibi bir ses çıkartmıştı Nilgün Hanım. Yerinin rahat olduğunu belli ediyordu sesi bolca. Haline gülümsedim, buruk bir gülümsemeden ibaret olsa da dudaklarım kendiliğinden kıvrılmıştı.

“Nikâh bittikten sonra eve dönsen, Teoman o zaman götürse seni eve; olur değil mi?”

Nilgün Hanım heyecanla geriye doğru çekti kendini. Doğru duyup duymadığını anlamak istercesine dikkatle Cevahir’in yüzüne baktı. “Kalacak mıyım?”

“İyi hissedeceksen-…”

“Hissedeceğim, hissedeceğim tabii!”

Küçük bir çocuk gibi heyecanla gülmeye başlaması istemsizce beni de gülümsetmişti. Koltuğa yeniden yerleştim. “Teo’yu arar mısın? Gelsin odaya.”

Cevahir’in bana bakarak söylediğini onayladım. Kenarda duran telefonuma uzanıp Teoman’ı aradığımda birkaç dakika içinde odada belirmişti.

Cevahir bizim duyamadığımız bir köşede Teoman’a uzunca bir süre bir şeyler söylemişti. Bunların annesiyle ilgili tembihler olduğunu düşünüyordum. Sona erdiğinde Nilgün Hanım koluna girdiği Teoman eşliğinde gelin odasından ayrılmış, ancak oğlunu yanımda bırakmıştı.

“Ne söyledi annem sana? Ne zamandır yanında?”

Omuz silktim. “Çok olmadı,” dedim beklemeden. Ona şu an Nilgün Hanım’ın söylediklerini açıkça anlatma konusunda kararsızdım. Bunu kendi kendime biraz düşünmem gerekiyordu. “Bir şey söylemedi, oğluma iyi bak diyordu en son.”

Yarı yalan yarı doğru bir açıklama yapmıştım. Cevahir sorgulamadı. Annesinin zaten az çok böyle bir şey söyleyeceğini düşünüyor gibi görünüyordu.

“On dakikaya aşağı inmiş oluruz,” dediğinde derin bir nefes aldım.

“O masada hayır deyip seni ortada bırakıp gitsem, itibarını ne ölçüde sarsarım?”

Kollarını göğsünde birleştirdi. “İçimden bir ses bunu bana yapacak olsan da anneme yapamayacağını söylüyor, nikâh törenimizi izliyor olacak biliyorsun.”

Dişlerimi sıktım. Oturduğum yerden ters ters ona baktım. “Yeni kozun bu mu?”

Her zamanki gibi öfkemi umursamadan öylece baktı. “Annenin yukarı çıkmasını istemediğinden hâlâ emin misin?”

Konuyu aniden değiştiren ve kesinlikle fazlasıyla rahatsız edici olan sorusunu duymazlıktan gelsem, hangi dakikada burayı terk ederdi? Bunu test edebilmek için hiçbir şey duymamışım gibi sessizce bekledim.

“Bu bir çeşit ‘eminim’ deme şekli mi?”

“Aşağı inmem gerekene kadar beni yalnız bırak, çık odadan Cevahir.” Keskin bir sesle, itiraz etmesi halinde nasıl delireceğimi fazlasıyla belli eden bir tavırla konuştuğumda gözleri belli belirsiz kısıldı. Bakışları direkt olarak yüzümdeydi.

“Tanıştım,” dedi birden. Gelinliğin kumaşını avucumla sıkı sıkıya tutmuş, biri elimden alıp götürecekmiş gibi kumaşı kavramıştım.

“Ne hadle?” diye sordum sesimin titrememesini umarak. “Bana sormadan, haberim dahi olmadan ne hadle yaptın bunu?”

Koltuktan kalkıp birkaç adım ilerimde olan bedenine doğru yaklaştım. Ayağımdaki beyaz ve hayli yüksek topuklular sayesinde normalde olduğundan daha az bir boy farkına sahiptik. Yine de boynumu biraz geriye atmadan direkt olarak yüzüne bakamamıştım.

“Bu sorularını yarım saat sonra tekrarla, doktor.” Duraksamadan karşılık vermesi, dibine girmiş olmamı asla umursamaması damarlarımdaki kanın dağılacak gibi çağlamasına yol açtı. “Başında sikik bir ‘müstakbel’ yaftası olmadan gözlerinin içine baka baka ‘kocan’ olma haddiyle yanıtını vermek istiyorum sana.”

“Çık odadan.” dedim bastıra bastıra. “Değil on dakika birkaç saniye daha bile görmek istemiyorum seni.”

Kıpırdamadı.

Öfkeyle kalkan sağ avucum sertçe göğsüne kapandı ve onu geriye itmek için benim bünyemden kopabilecek en delice kuvveti kullandım. “Def ol!”

Elimi acıtmaktan başka bir şeye yaramayan hamlem bileğimden kaçamayacağım kadar sıkı ancak canımı yakmayacak kadar da gevşek bir şekilde yakalanmamla son buldu. Göğsüne onu itmek için yasladığım elimin bileğini kavramış, parmaklarını tenime sarmıştı.

“Sakinleş,” dediğinde tam aksini duymuşum gibi sinirle küçük bir kahkaha attım. “Sakinleşeyim mi? Tamam, öyle istiyorsan hemen sakinleşeyim tabii.”

“Benden duyduğun her kelimeye ağır tepkiler vermek için kendini zorluyorsun, sorun söylediklerim değil benim; öyle değil mi?”

Başımı onaylar anlamda sallamak için bir an bile oyalanmadım. “Evet,” dedim hızla. “Sorun sensin, sorun zaten yeterince boktan değilmiş gibi gelip başıma yıkıyor olduğun hayatım!”

“Benimle evlenecek olmak hangi açıdan çok kötü, Seray?” derken sesi ne kısık ne de yüksekti. Ben karşısında deliriyorken onun bu tekdüzeliği beni öldürecekti.

“Dalga mı geçiyorsun benimle?”

“Soru soruyorum, en ufak alay içermeyen bir soru soruyorum sana.”

Göğsünde durmaya devam eden avucumun farkına vararak elimi kıpırdattım. Bileğimdeki tutuşunu gevşetmedi, elim göğsünden ayrılamadı.

“Her açıdan,” dedim cevabımı hiç hafifletmeden. “Akla gelebilecek her açıdan çok kötü, Avcıoğlu.”

Dudakları aralandı. Verdiğim cevaba tepkisinin ne olacağını bekliyorken merakımı gidermeme engel olan odanın kapısındaki ölçülü iki vuruştu.

“Gir.” diye seslendi. Elimi çekmek için yine çabaladım, bileğimi o kadar garip bir şekilde tutuyordu ki asla kendimi kurtaramıyor ancak büyük bir acıyla da kıvranmıyordum.

Kapı açıldı. İçeriye bugün bolca gördüğüm ikili girdiğinde göğsümü yavaşça şişirdim. Aldığım derin nefesin beni durultmasını ve sinir krizi geçiriyor olduğum anın birkaç saniye öncede oluşunu bu insanlara göstermemeyi umdum.

“Odanızda göremeyince burada olduğunuzu tahmin ettik Cevahir Bey,” diye konuşan adamdan hemen sonra yanındaki gülümseyip duran kadın söze girdi. Bu ikilinin düğünün organizasyonuyla ilgilenen kişiler olduğunu sabah tanıştığımızda öğrenmiştim. O andan beri bana bilmeyi umursamadığım çok fazla detaydan bahseden kadına bakmak dahi beni yoruyordu. “Tören için hazırız, misafirleriniz sizi bekliyor.”

“Geliyoruz, dışarıda bekleyebilirsiniz.”

İkisi de aynı anda gülümseyerek onaylayıp odadan ayrılırken kapı kapandı.

Cevahir kapıda duran bakışlarını bana çevirdiğinde ben çoktan gözlerimi yüzüne dikmiş halde olduğumdan daha açık bir renge bürünen kahve irisleri benim kopkoyu irislerimle çarpıştı.

“Bugüne kadar olanlar ve bugünden sonra olacaklar için üzgünüm.”

Ürperdim. Ona belli etmekten çekinmedim bunu.

“Ne olacak bundan sonra?” diye sordum beklemeden.

“Bilmiyorum,” dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. “Beş yıl sonraki iş planlarını bugünden hazırladığından eminim. Bir yıl boyunca olacakları mı öngöremiyorsun Avcıoğlu?” Alaycı, biraz da sinirliydi sesim. Aptal yerine koymasına gerek yoktu beni.

“Sanırım öyle.”

“Yalan söyleme konusunda başarısızsın, CV’ne negatif yön olarak eklet.”

“Düğün günümde beni kırman pek hoş değil.”

Göz devirdim. Göğsüne parmaklarımı sertçe bastırdım. Tırnaklarım uzun ya da sivri sayılmazdı ancak yine de canını acıtmayı hedeflemiştim. “Düğünü iptal edip bunun sıradan bir gün olmasını sağlayabilirsin o halde.”

Kaşlarını hafifçe havalandırdı. “Yapamayacaklarım bu denli sınırlıyken, o sınırı aşan ufak tefek isteklerin beni delirtiyor Seray.”

“Önümüzdeki bir yılı fazlasıyla delirerek geçireceksin o halde.”

“Öyle görünüyor.”

Başka bir şey söylememe izin vermeden beni sırtıma yasladığı avucuyla birlikte kapıya yönelttiğinde çıkmadan önce bakışlarım son bir kez büyük aynaya takılmış ve kendime son bir kez bakabilmiştim. Özenle yapılmış saçım, makyajım ve asaletini metrelerce uzaktan gösteren gelinlikle birlikte dışarıdan çizdiğim rüya görüntünün altında yatan gerçekliği bilen pek kimse yoktu.

İstanbul’un en gözde sarayında, az sonra onlarca bakışın şahitliğinde vereceğim kısa bir cevap beni bambaşka bir dünyaya götürecekti.

Uzun merdivenleri Cevahir’in kolunda iniyorken attığım adımlar sonucu düşmeyeceğimden emindim. Yanımda koca bir dayanak vardı ve ben o dayanaksız olsam dahi topukluların tepesinde olmaya alışkındım. Yine de bedenim titriyor ve her an düşebilirmişim gibi ikazların beynimde yanıp sönmesine yol açıyordu.

Havanın Nisan ayının ilk günlerinde olmamıza rağmen günlük güneşlik olmayışı ve beklenen yağmur riski törenin denize bakan dış kısımda değil içerideki yüksek tavanlı devasa salonda yapılmasını gerektirmişti. Merdivenlerin bitiminde, küçük bir adım attığımız anda salondaki kalabalık tarafından görünür olacaktık.

İçeriye girdiğimizde bakışlarımı ilerlediğimiz beyaz, irili ufaklı çiçekler ve aralarına karışan lavanta tutamları ile süslü masadan başka bir yere çevirmedim.

Kalabalıktan tek bir kişiyi dahi görmeden, bunun yorgunluğumdan değil heyecanımdanmış gibi yansıyabilmesi için gülümsüyor halde Cevahir’in benim için yavaşlattığı adımlarına uydum.

Sonrası zihnimde pusluydu.

Oturduğum yerden az önce yaptığım gibi kalabalığı hiç görmemem mümkün değildi. Karşıya doğru bakmak, istemesem de birilerine bakışlarımı çevirmek zorundaydım.

İçerisi tahmin edebileceğimden çok çok daha fazla insanı ağırlıyordu. Bu koca kalabalığın hiçbir zerresi benim hayatımdan büyük bir parça taşımıyordu. Tamamen benim davetimle burada olan annem bile sanki benim için değil, bir başkası için buradaydı. Kendimi bu ana, bu yere ve bu bakışlara ait hissetmiyordum.

Ben oturduktan sonra yanımdaki sandalyeye de Cevahir yerleşti. Masanın bir ucunda üstündeki kırmızı cübbeyle nikah memuru vardı, onu fazla inceleme gereği duymamıştım.

Diğer tarafta ise yan yana oturuyor olan ikilinin birbirine benzerliği beni güldürecek gibi oldu. Cevahir’in şahidinin Teoman olabileceğini düşünmüştüm ancak sandalyede oturan isim Beril’di. Üstündeki gece mavisi elbiseyle oldukça şık bir biçimde görüntü çizmesine rağmen gözlerindeki heyecanlı parıltıları görüyordum, çok keyifliydi.

Beril’in yanında ise benim şahidim vardı.

Geçen hafta bu teklifle yanına gittiğimde kilitlenip kalan ve bir on dakika kadar yerinden hiç kıpırdamayan Ceylin, Beril’e benzer bir heyecana sahipti ancak ona oranla çok daha yüzüne yansımış bir görüntüdeydi.

Oturduğu yerde olacak kişinin Oğuz olması belki benim için daha iyi hissettirecek olandı. Ancak değil burada birlikte olmak, artık aynı ülkede dahi değildik. Ben de sürekli Cevahir’le ilişkim olduğunu sakladığım için küskünlüğünü dile getirip duran Ceylin’in eline kocaman bir özür hediyesi bırakmıştım. En azından uzun bir süre beni bu konuda yormayacaktı.

Nikâh memuru herkes yerleştikten sonra küçük bir girizgâhın ardından sorusunu sorup benden cevap bekler biçimde bakışlarını üzerime çevirdi.

Saatlerce, günlerce susabilir; vereceğim cevabın ağırlığıyla çöküp bir köşede kalabilirdim. Benden sonra aynı soru yanımdaki adama yöneltilecek ve ondan geleceği kesin olan olumlu cevapla birlikte her şey dönülemeyecek kadar kesin hale gelecekti.

Salonun benim sessizliğimin süresini fazlasıyla ilginç bulacağını biliyordum. Dudaklarımı birkaç saniye daha aralamazsam her an fısıldaşmalar başlayabilirdi.

Bakışlarımı salonun sağında, yanında Teoman ile birlikte oturuyor olan Nilgün Hanım’a doğru çevirmeyi tercih ettim. Ne anneme ne de asıl seyircilerimiz olan diğer Avcıoğlulardan birine bakmadım.

Odada benden yalvarırcasına istedikleri, içli içli gözlerime bakışı aklıma geldiğinde aniden dudaklarım aralandı. “Evet,” dedim güçlü tutmaya çalıştığım sesimle.

Salondan büyük bir alkış koptu. Nikâh memuru önce gülümseyerek bana baktı, ardından bana yöneltilen sorunun hedefi bu kez Cevahir’di.

“Evet.” Sesi benden çok daha yüksek ve çok daha kendinden emindi. Tıpkı her şeyi başlatan olduğu gibi, bu cevapla ilk perdeyi sonlandıran da o oldu.

Seyirciler karşımızda, başrolü paylaştığım oyuncu da hemen yanımdaydı. Bir sonraki sahne başladığında artık hiçbir şey değişmediyse de bir şey kesinlikle değişmişti.

Burnunu havaya dikip yöneticinin karşısına dikilen asi doktor olmaktan uzakta, Cevahir Avcıoğlu’nun karısı olarak sahnede olacaktım.

Geri dönebilene dek Seray Şimşek’ten bambaşka birine dönüşecektim.

Artık bir Avcıoğlu’ydum.

Seray Avcıoğlu…

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm