Gözyaşı Kadehleri 10.Bölüm
10.BÖLÜM
Kalabalıklarla
aram hiçbir zaman tam anlamıyla dengede olamıyordu.
Yalnızlığıma
gömülüp, tek bir insanın yüzünü dahi görmek istemediğim anlarda kalabalıklardan
benden çok nefret eden kimse bulunamazdı. Oysa bazı zamanlarda yalnızlığımdan
kaçmak için çaresizce kalabalıklara sığınmak isteyen de yine ben olurdum.
Bugün o dengesiz
tahtanın hangi tarafına ağırlık bıraktığımı ise çok iyi biliyordum.
Kalabalıktan kaçıp kendimle baş başa kalmak istediğim bir gündeydim.
İsteklerimin ve
ihtiyaçlarımın kontrolünü eskisi kadar kendi başıma sağlayamıyordum. Bunun en
büyük sebebi tarafından elimden sıkıca tutulmuş şekilde yönlendiriliyor olduğum
masa bugün asla bulunmak istemediğim ve kesinlikle ihtiyaç duymadığım bir
kalabalığı ağırlıyordu.
“İyi akşamlar,”
diyerek masanın tamamen yanına yaklaştığımızda konuştuğu için tüm bakışları
aniden üzerimizde toplayan Cevahir’in yanında oyuncak bir bebek gibi
hissediyordum.
“İyi akşamlar,
hoş geldiniz çocuklar.”
Fahri Avcıoğlu
onu ilk ve son gördüğüm akşamdan hiçbir farkı bulunmaksızın şık bir biçimde masadaki
yerinden konuşmuştu. Masanın başında oturuyordu, sağında ve solunda dizili
duran sandalyelerde de ailesinin fertleri diziliydi.
Fahri Bey’in
sağında sırasıyla Cavit Bey, Doğan ve Beril oturuyorken onların karşılarında da
Ecevit Bey ve Zerrin Hanım vardı. Levent’in nerede olduğunu zerre merak
etmiyordum ancak gelmeme nedenini düşünmekten kendimi alıkoyamamıştım.
Cevahir, Beril’in
yanındaki sandalyeyi benim için geriye çektiğinde elbisemin eteğine dikkat
ederek yerime yerleştim. Tam yanımdaki boş sandalyeye de kendisi oturmuştu.
“Trafik yoğun
muydu, geciktiniz bayağı?”
Sorunun Zerrin
Hanım’dan gelmesini ve kesinlikle art niyet içerdiğini haykırıyor olmasını
şaşırtıcı bulmamıştım. “Hastanede işim uzadı, Zerrin Hanım. En iyi siz
anlarsınız, meslektaşız sonuçta.” Son anda girmem gereken operasyon Cevahir’in
hazır olmamı söylediği saati bir saatten fazla ileri atmama sebep olmuştu.
Bugünden tam bir
hafta önce, geçen Perşembe üzerimde o beyaz saten kumaş varken Cevahir’in beni
eve bırakmadan önce kurduğu son cümlesi saatli bir bombaydı.
‘3 Nisan’a bir plan yapmamaya çalış, kimse
gelinsiz bir düğünden keyif almayacaktır’ diyerek sanki sarkastik olduğunda her şey daha az
sorun teşkil ediyormuş gibi konuştuğunda donmuştum.
Her şeyin hızlı
gelişiyor olması, tarihin hiç de uzak olmadığını söyleyip durması elbette büyük
ipuçlarıydı ancak yine de kendimi on gün içinde onunla evli halde bulacak
olmamı sindirebilmek güçtü. Şimdi ise o on günden geriye çok daha az gün
kalmıştı.
Perşembe akşamı
sonlanıyordu ve ben Pazar günü gerçekleşecek olan bir düğünün alelade davetlisi
değil, geliniydim.
“Ah öyle mi? Ben
bu yemek için pek istekli olmadığından geciktiniz diye düşünmüştüm.”
Pes etmemesine,
yeterince tatmin edici bir cevap vermiş olmama rağmen geri çekilmemesine dudaklarımı
kıvırdım. Ancak başka bir şey söylemedim. Onun aklınca oynadığı ‘kışkırtma’
oyununa karşılık vermeyecektim. Karşısında yeni yetme bir çocuk yoktu.
Benim sessizliğim
ona istediğini vermedi, fakat ben istediğimi kazanabildim.
Fahri Bey kısa
ancak uyarı dolu olduğunu hissettiren bir biçimde öksürdü. Zerrin Hanım’ın
susması için yeterliydi. Göz ucuyla Cevahir’e baktığımda aylardır beklediği bir
tiyatro oyununu en önden izliyormuş gibi keyifli göründüğünü fark etmiştim.
“Geç kalan tek
çift Cevahir ve Seray değil anlaşılan, Levent’e de aynı soruları telefonla
iletecek misin anne?”
Yanımdan yükselen
ses Beril’e aitti. Annesine doğru bakıyordu. Bu sayede Levent Avcıoğlu’nun da
bize eşlik edeceğini öğrenmiş olduğum için pek mutlu olamamıştım. Tanışma akşamından
sonra ona ve çaprazımda oturuyor olan annesine karşı hoşnutlukla dolu hisler
beslemekte zorlanıyordum.
“Yoldalarmış,”
diyen Ecevit Bey oldu. Beril cevabı annesinden değil babasından alınca ona
doğru baktı. “Aa,” dedi birden. “Patronu izin vermemiş de işten vaktinde
çıkamamış mı yoksa sevgilisi?”
“Beril.” derken
Doğan karısına doğru eğilmiş ve sessiz olmaya çalışarak adını mırıldanmıştı.
Beril ona doğru bakmadı. Babasına doğru bakmaya devam etti. Aralarındaki
bakışmanın uzaması masada üşümüş gibi ürpermeme neden olmuştu. Beril’in
bakışları belli etmemeye çalışıyor görünse de yorgundu. Tanıştığımız gün onda
algıladığım ‘ben bu aileye ait değilim’ enerjisi yerli yerindeydi ve sanırım
onu yoran da buydu.
Ortamın dengesini
sağlamak için otoritesini kullanan Fahri Bey sayesinde konu Beril ve Ecevit
Bey’den uzaklaştı.
“Hazırlıklar
tamam mı Cevahir? Yapabileceğim bir şey olursa haberim olsun demiştim ama kapım
da telefonum da çalmadı, her şey yolunda varsayıyorum.”
“Her şey yolunda,
dede.”
Bu akşamki yemeğin
düğün öncesi küçük bir görüşme olduğunun farkındaydım. Kimse Cevahir’e ‘ne
yapıyorsun’ diyebilecek kadar ileri gitmiyordu ancak hızla devam eden sürecin
sorgulamalarına neden olduğunu biliyordum.
Gökten düşer gibi
önlerine çıkardığı kadınla, bu kadar kısa süre içerisinde evleniyordu. Elbette
sorgulamalara maruz kalacaktı.
“Güzel o halde,”
diyerek memnuniyetle başını salladı Fahri Bey. Kenarlarında belirgin
kırışıklıklar olan gözleri bana doğru odaklandı. “Sen nasılsın Seray?
Heyecanlısındır mutlaka.”
Alaylı bir
biçimde ‘çok heyecanlıyım, bayılıyorum heyecandan’ dememek için kendime içimden
koca bir tokat attım. Dudaklarımı daha sakin bir şeyler söylemek için
aralamadan önce bakışlarımı kaçamak bir biçimde Cevahir’e doğru çevirmiştim.
“İyiyim, gayet iyiyim.
Cevahir’in hiçbir pürüz çıkmasına izin vermeyeceğini biliyorum, heyecanım daha
kabul edilebilir bir seviyede bu yüzden.”
Masanın üstünde
duran elim onun büyük eli tarafından ablukaya alındı. Parmaklarıyla elimin
üzerini nazikçe okşadığında gülümsedim. İyi bir oyuncunun yanında ister istemez
çok daha iyi bir oyuncuya dönüşüyordum. Üzüm üzüme bakarken kararmakta fazla
hızlı davranmıştı.
“Vermez tabii,”
dedi Beril. “Eli ayağı tutuşmuş hızlı hızlı karısı olabil diye çırpınıyor.”
Gülerek bize
doğru baktığında gözlerinde gerçekten mutluluk parıltıları gördüğüm için
kendimi biraz kötü hissetmiştim. Beril’in kuzeni adına mutlu oluşunu görmek
güzeldi ancak bunun bir oyun oluşunu bilmeden yaşadığı mutluluğu göz göre göre
kabullenmek onu kandırmaktan fazlası değildi aslında.
Düğünün
detaylarıyla ilgili Fahri Bey’in ve Beril’in sorularına yanıt verdiğimiz -daha
çok Cevahir yanıtlamıştı- sürenin sonu masaya doğru yaklaşan ikiliyle birlikte
son buldu.
Levent’in beline
doğru sarılarak tuttuğu kişinin sevgilisi olduğunu Beril’in az önceki
konuşmalarından dolayı biliyordum artık.
Doğal olamayacak
kadar parlak ve çiğ bir sarıyla renklenen saçlarıyla, saçlarına eşlik ederek
daha da canlı görünen mavi gözleriyle yirmilerinin ortalarında olduğunu tahmin
ettiğim bir kadındı. Yüzünde büyük bir gülümseme vardı ancak bunu çok isteyerek
değil de biraz kendini zorlayarak dudaklarına kondurduğu yeterince belli
oluyordu.
“Trafik çok
kötüydü, kusura bakmayın lütfen. İyi akşamlar.” Geç kalışlarının açıklamasını
yapan Levent farkında olmadan annesinin bize saldırısını kendi kendine
üstlenince gülmek istesem de bunu yapmadım.
“İyi akşamlar.
Oturun, önemi yok.”
Fahri Bey eliyle
Zerrin Hanım’ın yanında kalan boş sandalyeleri gösterdiğinde yerlerine
geçtiler. Karşımda Levent’in bulunmasına sevinememiştim. Cevahir gibi karşım
boşken oturuyor olmak isterdim kesinlikle.
“Nasılsınız?”
diyerek direkt olarak bedenini sağına, masada yaşça daha büyüklerin oturduğu
tarafa doğru çeviren sarışının girişkenliğine kaşlarım belli belirsiz
havalandı.
“Teşekkürler
Fulya, iyiyiz. Sen nasılsın?”
Fulya?
Aklım ismi
duyduğum anda bu öğlen yaşanan bir ana doğru hızlı bir geçiş yaptı.
Şu anda
bulunduğumuz yemeğin gerçekleşeceğini haber vermek üzere ben henüz öğle aram
için odamdan çıkamadan önce kapıma kadar gelen Teoman ve Cevahir’in dikkatini
kapıdan çıktığım ilk anda çekememiştim.
Teoman beni
görene dek tek duyabildiğim Cevahir’in ‘ikinci
bir Fulya vakası yaşanmasın diye dikkat ediyorum’ deyişi olmuştu. O an
umurumda olmayan isim şimdi anlam kazanmışken aklımda uçuşan olasılıkları
dışarıdan olabildiğince gizledim.
Fulya’nın verdiği
klasik cevabı dinlemek yerine kendi düşüncelerime dalmıştım. Hemen sonra
bakışları bana çevrildiğinde bir an için afallamış olmam da bundan kaynaklıydı.
“Biz tanışamadık,” dedi buna çok dertleniyormuş gibi.
Elini uzattığında
düşündüklerimi bir kenara bırakarak sakince elini tutup kısaca sıktım. “Seray,”
dedim sakince. “Memnun oldum.”
“Ben de öyle,”
derken bakışları derinleşmiş ve gözlerime dikkatle bakmaya başlamıştı. Onun
aksine ben gözlerimden her hissettiğimi dışarıya taşıran biri değildim. Gereken
veriye ulaşamadığında pes ederek arkasına doğru yaslandı.
Elini sıkmak için
uzatacağım elimi Cevahir’den az önce çekmiştim. Masaya geri bıraktığımda bu kez
elimi boş bir kısma değil elinin tam üzerine, her yerini kaplayamasam da
ortasına denk gelecek şekilde bıraktım.
Başparmağına
tutunduğumda temasımı bekliyor olduğunu sanmıyordum ama ne kasıldı ne de
afalladı. En azından bunları yaşadıysa da dışarıya hiçbir şey yansımadı.
Yemek seçimleri yapılırken
ve devamında da yemekler servis edilene dek bire bir kimseyle diyalog kurmam
gerekmedi. Bunun rahatlığıyla tabağımdaki yiyecekleri sağa sola itmekle
uğraşıyor ve olabildiğince az dikkat çekmeyi umuyordum.
Haşlanmış bir
sebzeyi yedi ya da sekizinci parçasına bölerek uyguladığım işkence henüz
bitmemişken birden üzerime yönelen cümleyle başımı kaldırmam ve konuşan kişiye
bakmam gerekti.
“Pek bir şey
yemedin, gelinlik için mi dikkat ediyorsun?” Beril bana doğru eğilerek
konuşmuştu. Bakışlarım onu bulduğunda devam etti. “Hallettiniz değil mi
gelinliği?”
Sorduğu soruya
yanıt bekleyen tek ismin Beril olmadığını, masadaki bakışların birçoğunu
üzerimde hissedince anlamıştım. Kimseye dönmedim, Beril’e bakarak konuştum.
“Hallettik,” dedim önce kısaca. “Dikkat ettiğimden değil, aç değilim pek ondan
yemiyorum.”
“Cevahir bize
hiçbir şeyin ayrıntısını söylemiyor ama ihtiyacın varsa buradayım. Gelinlik
konusunda geç kaldım tabii ama başka şeyler olursa…”
Gülümsedim.
Omuzlarımı gevşeterek Beril’e baktım. “Gelinliği seçme işini kuzenin bizzat
halletti aslında, bana sadece giydikten sonra beğenmek kaldı.”
Beril şaşkınca
bir bana, bir de arkamda duran yüze baktı. “Gelinlik seçti, benim kuzenim,
Cevahir yani…”
Başımı salladım.
Sırtımı geriye doğru hafifçe yasladığımda Cevahir’in omuzuna doğru
yaslanmıştım. “Katalogların arasında kaybolurken izlemeliydin bir de.”
Beril küçük bir
kahkaha attı. “Çok tatlısınız, Cevahir’in feleğini şaşırtacak bir kadına
ihtiyacı vardı zaten. Birbirinize denk gelmiş olmanız çok hoş.”
“Feleğimin
şaşmasıyla neden bu kadar alakalısın, Beril?” Cevahir omuzumun üzerinden başını
ileri doğru getirip kuzenine bakmıştı konuşurken.
“Ben Doğan’a aşık
olduğum için sızlanırken bana aklımı kaçırmışım gibi davranıyordun, aşkın nasıl
akıl kaçırıcı olduğunu deneyimlemene seviniyorum sadece Cevahircim.”
“Sızlanıyordum
derken?” Doğan da Cevahir’in bana yaptığı gibi karısının omuzundan bize doğru
baktı.
Beril gözlerini
irileştirerek dudaklarını birbirine bastırdı. “Evde anlatırım, sen yemeğini
yesene canım.”
Kırdığı potun
içeriğini bilmesem de yüz ifadesine hafifçe güldüm. Birbirleriyle denk
gelmelerine asıl onlar sevinmelilerdi, karı koca olduklarını bilmesem dahi
aralarındaki uyumu ve çekimi görebilmem mümkün olurdu.
“Düğünden önce
gelini gelinliğiyle görmek uğursuzluktur derler aslında.”
Fulya’nın araya
giren tepkisiyle yerimde yavaşça kendimi düzelttim. Ona doğru bakınca
bakışlarının zaten bende olduğunu görmüştüm.
“Batıl bir inanç
sadece, benim için onun seçtiği gelinliği giyecek olmak yeterince uğurlu
hissettiriyor.”
Anladım der gibi
dudaklarını büktü. Tabağına doğru döndüğü ikinci saniyenin sonunda yavaşça
yeniden bana baktı. Son anda söyleyecek bir şey bulmuş gibiydi, ancak o
söyleyeceği şeyin çoktandır aklında olduğuna kalıbımı basabilirdim.
“Ailen de böyle
mi düşünüyor? Genelde gelinin annesi daha dikkatlidir böyle detaylar hakkında.”
Cevahir’in ne
zaman sırtıma yaklaştırdığını bilmediğim avucu sıcaklığını elbisemin üzerinden
tenimde hissettirirken sarsılmış görünmemeye çalıştım.
Konu ne zaman aile,
anne ya da daha da beteri olan ‘baba’ olsa bütün kaslarım tek tek patlayacakmış
gibi kasılıyordu. Refleksle yaptığım ve kolayca gözlenebilir olan hiçbir
hareketi dışarıya göstermediğimden emin olarak sakince başımı salladım.
“Annem
kararlarıma saygı duyar,” dedim duraksamadan. Annem kararlarımdan haberdar olmaz demeliydim aslında.
“Ne güzel,
herkese böyle bir anne lazım. Değil mi anne?”
Beril boşluğu
annesine iğneleme yapmak için kullandığında farkında olmasa da benim üstümden
büyük bir yük çekmişti. Zerrin Hanım’ın uyarır bakışlarla kızına dönüşü odağı
ikiliye çevirdiği için yerimde biraz daha rahat etmeye çalıştım.
Omurgamda,
sırtımda dizili kemiklerin izlediği yolda yavaşça aşağı yukarı ilerleyen
Cevahir’in parmaklarının neyi amaçladığını bilmiyordum ancak göğsümün sakin
nefeslerle şişip sönmesini sağlayan oydu, bunu inkâr etmeyecektim.
Biraz önceye göre
düştüğünü tahmin ettiğim bakışlarımla Cevahir’e doğru döndüm. Bakışlarımın ona
‘gitmek istiyorum’ diye yalvardığından emindim.
“Bir saat daha,”
dedi dudaklarını kıpırdatarak. Konuşmama gerek kalmadan beni anlamasından
memnundum ama cevaptan memnun kalamamıştım.
Bir saat daha bu
masada, bu insanlarla ve her an üzerime fırlatılacak olan keskin sorularla bir
yerimin kanaması riskiyle oturmak istemiyordum.
~
Araba hareket
etmeye başladığı anda koca bir bıkkınlık taşıyan iç çekişimle birlikte olduğum
yere gömüldüm.
“Bir saat
demiştin,” diye söylendim ağrımaya başlayan başıma elimi atıp şakağıma
bastırırken.
“Ve bir saat
sonra kalktık, Seray.”
Gözlerimi kapattım.
Nasıl bir saat geçmiş olabilirdi? Ben en azından beş altı saat kadar orada
oturduğumu düşünüyordum. Aksi halde bedenimdeki ve zihnimdeki bu yorgunlukların
başka bir açıklaması yoktu.
“Öyle
hissettirmedi.”
“Söylenen her
şeye, düşünmeye bile gerek duymadan sakince karşılık verirken zorlanıyormuş
gibi görünmüyordun.”
Gözlerimi açıp
ona doğru baktım. Yola odaklanmıştı ancak ona döndüğümde saniyelik olarak
kahveleri bana çevrildi. “Yengen ve müstakbel gelini fazla meraklı, sorularını
cevapladım sadece.”
Diliyle hafifçe
alt dudağını ıslattı. Sanki bir şeyler söyleyecekmiş gibi hazırlık yapmıştı
ancak sessiz kaldı. Yüzüme doğru düşen saç tutamını kulağıma sıkıştırırken
restorana girdiğimizden beri aklımda olan soruyu sordum.
“Annen yoktu,”
dedim sesim biraz kısılırken. “Normalde de böyle yemeklerde olmaz mıydı, yoksa
başka bir sorun mu var?”
Nilgün Hanım’ın
dışarıda yemek yemesine engel bir halde olduğunu düşünmüyordum aslında.
Özellikle Cevahir varken o masada oturmayı seveceğinden emindim hatta. Karşılaştığımız
andaki hali bana bunu açıkça belli etmişti.
“Bir sorun yok,”
derken sesi netti. Bu netlik daha fazla irdelememe engel olacak kadar sert ve
sınırları olan bir netlikti.
“Anladım,” dedim
sadece. “Düğünde görüşürüz o zaman.”
Bakışlarım bir an
için direksiyonu tutan ellerine kaydı. Parmak boğumlarını beyazlatacak
sertlikte kavradığı direksiyonu bu kadar sıkıyor olması normal değildi. Yeniden
yüzüne bakmaya başladım. “Cevahir?”
“Evet?”
“Bana karşı açık
olmazsan yarın ya da belki ertesi gün bir noktada seni açık edeceğim, bunu
isteyip istememem bir yana, farkında bile olmadan yapacağım. Bana cevap
vermekten kaçıp durma.”
“Merak
ettiklerini öğrenmek için böyle basit bahanelere sığınma. Beni açık etmenin
senin umurunda olmadığını ikimiz de biliyoruz.”
Asla bakışları
bana çevrilmeden, dümdüz bir biçimde yola bakarak konuşuyordu. Düz bir sesle,
öylesine bir çıkarım yapıyormuş gibi…
“Öyle mi?” dedim
sinirim bozulmuş bir biçimde. Damarına bastığım, cevap vermek istemediği an
gelir gelmez dili sivrilmişti. “Bundan sonra ağzıma geleni söylerim o halde,
madem böyle bir isteğin yok benden.”
“Seray-…” diye
başladığında devam etmesine izin vermedim. “Sen bana ait hiçbir sınırı
tanımayacaksın ama ben sana içinde bulunduğum durumla ilgili tek bir soru bile
soramayacağım yani, bu mu?”
“Bu, evet; çok
iyi kavramışsın.”
Güldüm.
Gerçekten, sesli bir biçimde, uzunca güldüm.
“Çok şımartmışlar
seni,” dedim gülüşüm sonlansa da dudaklarım kıvrılmış halde durmaya devam
ederken. “Her istediğini tutuşturmuşlar eline ve bolca şımartmışlar seni.
Bencilin tekisin, Avcıoğlu.”
Yüzümü sağımdaki
cama doğru çevirdim. Koltukta toparlanıp kollarımı göğsümde birleştirirken
başımda yoğun bir ağrı ve ısırıp durduğum yanak içlerimde ince bir sızı vardı.
Dakikalarca
sessiz devam eden yolculuğun artık sonlanmasına, arabanın evime yaklaşmasına az
kala Cevahir’i duydum. “Cumartesi akşamı nakliyeciler gelecek, evinden
taşınmasını istediğin her ne varsa ona göre açığa çıkartırsın.”
Dişlerimi sıktım
sertçe. Onunla evlenmenin en kötü yanı soyadını paylaşmak olmayabilirdi. Asıl
kısım aynı evi paylaşmak olacaktı.
Nereye, nasıl bir
eve gideceğimi asla bilmiyor olmama rağmen hiçbir şey sormadım. Sadece kısık
ama derin bir nefes aldım. “Eşyalarımı boşaltmayacağım, kira vermeye devam
edeceğim.”
Evimi bir yıllığına
da olsa elimden tamamen kaçırmak istemiyordum. Üstelik benim için bir sığınak
olarak kalmak zorundaydı orası.
“En ufak sorunda
kalkıp oraya gitmek için mi?”
Onaylamadım.
Onaya gerek yoktu.
“Evi
boşaltacaksın, tartışmayalım bu konuyu boşu boşuna Seray.”
Araba yavaşladı
ve ardından tamamen durdu. Evimin karşısındaki kaldırımda, boş bir park
alanında durduğumuzda arabanın içindeki tepe lambası aydınlanmıştı. Boynumu
acıtacak bir hızda ona doğru döndüm. “Sana ne bundan?”
“Yarın sabah evi
satın alıp yeni ev sahibin olmamı mı istiyorsun?” diye sorarken sakindi. Sakin
ve fazlasıyla ciddi görünüyordu. Bu hali beni delirtecekti.
Yapamayacağını
söyleyerek kendimi yormadım. Ederinin gerekirse katbekat fazlasını verip bir
şekilde o evi satın alacağını biliyordum. Evin parası onun için yok
hükmündeydi.
“Sadece insan
olmanı diliyorum,” dedim kısık bir sesle. “Karşında bir insan olduğunu
hatırlamanı ve ona göre davranıp konuşmanı diliyorum.”
Kemerimi açıp
kucağımdaki çantamı kavradım. Kapıya uzanıp açarken son bir kez gözlerimizi
çarpıştırmıştım. “Genelde böyle gerçekleşmeyecek dileklerle vakit kaybetmem ama
bana başka yol bırakmıyorsun.”
Arabadan inip
kapıyı geriye doğru ittim ve kapattım. Arkama bakmadan eve doğru ilerlerken
aslında söyleyecek onlarca sözüm ve görmesini istediğim çok daha yargılayıcı
ifadelerim vardı. Hepsini içime atarak binaya girdim.
Bir gün içime
atıp durduklarım daha fazla yer bulamayacak ve diğer her şeyi de
hareketlendirip dışarıya dökülecekti. O zaman gelene dek biriktirmeye devam
edebilirdim. Bunu ilk kez yapmıyordum.
~
Upuzun bir boy
aynasının önünde; kendimi asla ait hissedemediğim bir gün, yer ve hazırlığın
tam ortasındaydım.
Bulunduğum odanın
daha önce bir geline ev sahipliği yaparken bu denli boş kalmışlığı bence
olmamıştı. Tek bir dakika bile uyumadan, günün ilk ışıklarına dek açık tuttuğum
gözlerimle öylece yatağımda uzanırken evimde geçirdiğim son gecenin
gerçekliğini sorgulamıştım saatlerce.
Az önce saçımı ve
makyajımı tamamlayan birkaç kişilik ekip yanımdan ayrıldığında odada tamamen
kendimle baş başa kalmıştım. Kaç dakika sonra buradan çıkmam gerekeceğine
bakmak yerine kendime bu süre sınırsızmış gibi bir izlenim yaratarak aynanın
önüne geçmiş ve öylece yansımamı izlemeye başlamıştım.
“Ne yapıyorum
ben?” diye fısıldadım aynada gördüğüm gözlerime dikkatle bakarken. Yanıt ne
benden ne de aynadaki yansımamdan gelemeyecek kadar karmaşıktı.
Üstümdeki
gelinliği mağazadayken beğenmiş olmam, Cevahir’in yüzükle ilgili önermesini
doğrulamıyordu. Yüzüğü beğenmem onu takarken daha az düşünmeme yol açabilmişti,
evet. Ancak aynı şey gelinlik için geçerli değildi.
Gelinliğin bana
tek hissettirdiği şey şu an için ‘telaş’tan ibaretti. Olacakların, yakın
geleceğin telaşı…
Odanın tahta,
eskitme kapısında iki güçlü vuruş yankılandığında yüzümü kapıya doğru çevirmek
yerine sessizce bekledim.
Kapı küçük bir
sesle yavaşça açıldı. Aynanın duruş açısı bana kapıyı görme fırsatı veriyordu.
Kapıda yarattığı aralıktan içeriye başını uzatan Teoman olunca gelinliğin etek
kısmını hafifçe kavrayarak yerimde yarım tur döndüm. Böylece tamamen ona dönük
hale gelmiştim.
“Müsait misin?”
Teoman’da
sabahtan beri fark ettiğim bir değişiklik vardı. Bugün bana durmadan ‘yenge’
demiyor, asla ağzına bu beş harfli işkence sözcüğünü almıyordu. Sanırım
yeterince diken üstünde ve bıkmış görünüyordum, bana acıdığını varsayacaktım.
“Gel,” dedim
başımla içeriyi işaret ederken. “Geleyim,” diyerek içeri adımladı. Ancak kapıyı
kapatmadan önce elini kapının dışında bir yere doğru uzatmıştı. “Bir misafir
daha getirdim ama, tek gelmedim.”
Kaşlarım
havalandı. “Kim?”
Sorumun cevabını
sesli olarak değil, Teoman’ın eline tutunan bedeni gördüğümde almıştım.
Dudaklarım hiç zorlama olmayan bir kıvrımla hareketlendi.
“Nilgün Hanım?”
diye mırıldandım.
Yemekten
döndüğümüz akşam Cevahir’in arabadaki tavrı bana annesinin tıpkı yemekte
olmayışı gibi düğünde de bulunmayacağını düşündürtmüştü. Sorduğumda kasılması,
konuyu beni gererek değiştirmesi buna işaret ediyordu. Sanırım yanılmıştım.
“Hoş geldiniz,”
derken ona doğru adımladım. Teoman’ın elini bırakmadan bakışlarını etrafta
gezdirdi bir süre. Odanın her yanını inceledikten sonra gözleri en son beni
buldu.
Aramızda bir iki
adım kala durmuştum. Nasıl bir karşılama yapmam gerektiği konusunda
kararsızdım.
Nilgün Hanım
birden Teoman’a döndü. “Sen git,” dedi eliyle de aynı şeyi işaret ederek.
“Gideyim mi? Ama
Nilgün Sultanım seni bırakamam ben.”
Nilgün Hanım
yüzünü buruşturdu. “Gitsene, o burada bak.”
Beni gösterdi
Teoman’a. Yalnız olmayacağını anlatmaya çalışıyordu.
Teoman bana
baktı. Ne yapacağı konusunda kararsız gibiydi. “Çık Teo, ararım bir şey
olursa.” Daha fazla oyalanmamak için fikir belirttiğimde Teoman başka bir şey
söylemedi. Nilgün Hanım’ın omuzuna kendi omuzuyla hafifçe dokunup bana ufak bir
baş hareketi yaptıktan sonra odadan çıktı ve kapıyı kapattı.
“Oturalım
isterseniz,” dedim odadaki geniş koltuğu göstererek. “Yorulmayın.”
Başını salladı.
Gösterdiğim yere doğru ilerleyip oturdu. Yanında kalan boşluğa eliyle dokunup
yavaşça vurduğunda beni de çağırdığını anlayabilmiştim.
Gelinlikle
oturmak çok konforlu sayılmazdı ancak onu kırmadım. Yanına yerleşip oturdum.
İlk tanışmamız onun geçirdiği küçük bir krizle sonuçlandığından şu an her
hareketimde daha temkinliydim. Bakışlarından anladığım kadarıyla o anki ruh
halinde değildi, çok daha algısı açık görünüyordu.
Üzerinde koyu
yeşil, dümdüz midi bir elbise vardı. Düğün için biçilmiş kaftan sayılmazdı
ancak böyle rahat ediyor olduğunu varsayarak hiç dile getirmedim.
“Çok yakışmış,”
dedi bakışları bedenimde gezinip yeniden yüzümü bulduğunda. Nazikçe gülümsedim.
“Teşekkür ederim, çok incesiniz.”
Bacaklarıma doğru
bıraktığım ellerimden ona yakın olanı birden kavradığında irkilsem de
yansıtmamaya çalıştım.
“Senden bir şey
isteyeceğim,” dediğinde merakla yüzüne baktım. “Dinliyorum sizi.”
“Oğlumu o evdekilerden
uzak tut; dönmek istediği işi için, o evdekilerin gözü olan hiçbir şey için
kendini tehlikeye atmasın. Oğlumu korur
musun Seray?”
Üzerimde özenle
ölçü alınıp ayarlamaları yapılmış olan bir gelinlik varken sanki birkaç beden
küçük bir elbisenin içindeymiş gibi olduğum yerde sıkışmış hissetmeye başladım.
Gözlerinden yalvarışlar dökülürken bana öyle bir beklentiyle bakıyordu ki
zihnimde ve içimde birden çok şey parçalara ayrılmıştı.
Mantıklı olmaya
direnen tarafım karşımdaki kadının değişken, normal dışı düşüncelerinin
olduğunu ve söylediklerine direkt olarak doğrularmış gibi bakmamam gerektiğini
iddia ediyordu. Ona karşı çıkan, tam tersini söylenen iç sesim ise dayanağını
Nilgün Hanım’ın o günkü haline hiç benzemeyen bir biçimde karşımda duruşundan
alıyordu.
Ne diyeceğimi ve
aslında yapacağımı da şaşırmış halde karşısında duraksadığımda elimi diğer
eliyle tamamen kapatıp iki eliyle birden sıkıca tuttu. “Lütfen,” dedi ben
konuşmayınca gözlerindeki yalvarışı diline de taşıyıp. “Ben… Ben her zaman
onunla olamıyorum, gördün… Halimi gördün değil mi?”
Sesindeki
titreyişi duyduğumda o titreyişin yankısını göğsümde hissettim. “Nilgün
Hanım-…” dediğimde beni durdurdu.
“Bırak hanımı,
beyi. Birazdan ‘evet’ diyeceğin adamın annesiyim ben, senden yalvararak bir şey
istiyorum Seray. Hastayım ben, oğlunun düğününe bile katılması göze
alınamayacak kadar dengesiz bir kadınım. Bana söz ver, lütfen.”
Başımı iki yana
salladım. “Nasıl katılmayacaksınız? Cevahir’in haberi-…”
“Cevahir’in
haberi var Seray,” dedi duraksamadan. Kolayca söylemişti ama bakışları dolu
dolu olmuşken bu kolaylığın içinde de yaşandığını söyleyebilmem çok zordu.
“Ben, belki bu sözü verdiğini bile hatırlamayacağım birkaç saat sonra ama şimdi
iyiyken senden bunu duymak istiyorum. Oğlum sana güvendiyse, ben de
güvenebilirim.”
Oğlunuz bana güvenmiyor. Oğlunuz bana âşık değil,
bu evlilik gerçek değil.
Gözlerinin içine
bakıyorken ona gerçekleri haykırmak, bana böyle içli içli bakıp oğlunun yanında
olacağıma dair sözler vermemi istemesine engel olmak istiyordum. Beni nasıl bir
köşeye sıkıştırdığının farkında değildi.
Oğluna âşık
olduğunu düşündüğü kadından onu korumasını istiyordu. Kendi penceresinden
bakıldığında çokça haklıydı.
“Cevahir’i kimden
korumak istiyorsunuz? Ne olmasından korkuyorsunuz?” diyebildim. “Benden neden
böyle bir şey istiyorsunuz, ne biliyorsunuz Nilgün Hanım?”
Peş peşe sorular
sormuş, en azından birine doğru düzgün cevap alabilmek için sabırsızca
beklemeye başlamıştım. Elimdeki tutuşu sıkılaştığında hiç afallamadan ben de
elini aynı şekilde kavradım. Dudaklarının aralanmasını beklerken bu
gerçekleşemeden önce odanın kapısı tek bir vuruşla sertçe tıklandı. Ardından
hiçbir bekleme süresi olmadan geriye doğru genişçe açıldı.
İkimiz aynı anda
kapıya doğru döndüğümüzde bizi burnundan soluyor görünen, üzerinde takım elbise
görmeye alışkın olsam da bunun diğerlerinden farklı olduğunu haykıran bir
damatlıkla duran Cevahir Avcıoğlu karşıladı.
“Anne!” derken
sesi yüksek değildi ancak uyarı dolu ve gergindi.
“Söyle Cevahir,”
diyerek sakince onu yanıtlayan Nilgün Hanım’ın kendinden emin hali Cevahir’i
duraklattı. Kapattığı kapıdan bize doğru adım atamadan, olduğu yerde bekledi.
Sonra birkaç saniye bile geçmeden apar topar yanımıza adımladı.
“Ne işin var
burada senin?” diye sordu sitemle. “Kimle geldin?”
Nilgün Hanım
irkilir gibi oldu. “Oğlumun düğününde mi ne işim var?”
Cevahir’in ne
cevap vereceğini görmek için ona doğru baktım. Dudaklarını birbirine bastırmış,
ayakta durduğu yere çakılmış gibi görünüyordu.
“Gideceğim
şimdi,” dedi Nilgün Hanım. “Gelinimle konuştum, Teoman beni götürür eve. Onunla
geldim, başkasıyla gelmedim.”
Tuttuğu elimi
hafifçe sıktı. Ardından ayaklandı. Onunla birlikte ben de ayağa kalktım.
Beklemediğim anda kollarını bedenime doğru sıkıca sardı. Boylarımız öyle çok
farklı sayılmazdı. Çenemi omuzuna doğru yasladığımda kolları gerçekten sıkı
sıkıya bana sarılı duruyordu.
“Çok mutlu olun
ikiniz de.” diye mırıldandı geri çekilmeden hemen önce. Benden ayrıldığında
Cevahir’e baktı. “Sen de sarılacak mısın?”
Cevahir birkaç
saniyeliğine gözlerini kapattı. Geri açtığında artık çenesi kaskatıydı.
Annesini kollarının arasına çektiğinde kalktığım yere yavaşça geri oturdum.
Saçlarından peş
peşe öptü, kollarında kaybolacak kadar ince olan bedenini sarabildiği kadar
sıkı sardığını buradan beri görebiliyordum.
“Cevahir,” diye
mırıldandım. Nilgün Hanım’ın sırtı bana dönüktü, yüzü oğlunun göğsüne
gömülüyken beni duyduğundan bile şüpheliydim. Cevahir’in bakışları yüzüme
çevrildi.
“Eve gitmesin,”
dedim fısıltıyla. Oğlunun düğününde neden eve gidiyordu? Onu tetikleyecek bir
şey yokken neden kriz geçireceğinden şüpheleniyorlardı?
Olumsuz bir şey
söyleyecek gibi baktığında başımı hızla iki yana sallayıp ayaklandım. “Teo
yanından ayrılmaz, en azından sadece nikâh töreni bitene kadar. Lütfen…”
Bakışları bir
süre yüzümde gezindi. Ardından yavaşça göğsündeki yüze döndü. “Anne?” diye
seslendi.
“Hım?” gibi bir
ses çıkartmıştı Nilgün Hanım. Yerinin rahat olduğunu belli ediyordu sesi bolca.
Haline gülümsedim, buruk bir gülümsemeden ibaret olsa da dudaklarım
kendiliğinden kıvrılmıştı.
“Nikâh bittikten
sonra eve dönsen, Teoman o zaman götürse seni eve; olur değil mi?”
Nilgün Hanım
heyecanla geriye doğru çekti kendini. Doğru duyup duymadığını anlamak
istercesine dikkatle Cevahir’in yüzüne baktı. “Kalacak mıyım?”
“İyi hissedeceksen-…”
“Hissedeceğim,
hissedeceğim tabii!”
Küçük bir çocuk
gibi heyecanla gülmeye başlaması istemsizce beni de gülümsetmişti. Koltuğa
yeniden yerleştim. “Teo’yu arar mısın? Gelsin odaya.”
Cevahir’in bana
bakarak söylediğini onayladım. Kenarda duran telefonuma uzanıp Teoman’ı
aradığımda birkaç dakika içinde odada belirmişti.
Cevahir bizim
duyamadığımız bir köşede Teoman’a uzunca bir süre bir şeyler söylemişti.
Bunların annesiyle ilgili tembihler olduğunu düşünüyordum. Sona erdiğinde
Nilgün Hanım koluna girdiği Teoman eşliğinde gelin odasından ayrılmış, ancak
oğlunu yanımda bırakmıştı.
“Ne söyledi annem
sana? Ne zamandır yanında?”
Omuz silktim.
“Çok olmadı,” dedim beklemeden. Ona şu an Nilgün Hanım’ın söylediklerini açıkça
anlatma konusunda kararsızdım. Bunu kendi kendime biraz düşünmem gerekiyordu.
“Bir şey söylemedi, oğluma iyi bak diyordu en son.”
Yarı yalan yarı
doğru bir açıklama yapmıştım. Cevahir sorgulamadı. Annesinin zaten az çok böyle
bir şey söyleyeceğini düşünüyor gibi görünüyordu.
“On dakikaya aşağı
inmiş oluruz,” dediğinde derin bir nefes aldım.
“O masada hayır
deyip seni ortada bırakıp gitsem, itibarını ne ölçüde sarsarım?”
Kollarını
göğsünde birleştirdi. “İçimden bir ses bunu bana yapacak olsan da anneme
yapamayacağını söylüyor, nikâh törenimizi izliyor olacak biliyorsun.”
Dişlerimi sıktım.
Oturduğum yerden ters ters ona baktım. “Yeni kozun bu mu?”
Her zamanki gibi
öfkemi umursamadan öylece baktı. “Annenin yukarı çıkmasını istemediğinden hâlâ
emin misin?”
Konuyu aniden
değiştiren ve kesinlikle fazlasıyla rahatsız edici olan sorusunu duymazlıktan
gelsem, hangi dakikada burayı terk ederdi? Bunu test edebilmek için hiçbir şey
duymamışım gibi sessizce bekledim.
“Bu bir çeşit
‘eminim’ deme şekli mi?”
“Aşağı inmem
gerekene kadar beni yalnız bırak, çık odadan Cevahir.” Keskin bir sesle, itiraz
etmesi halinde nasıl delireceğimi fazlasıyla belli eden bir tavırla
konuştuğumda gözleri belli belirsiz kısıldı. Bakışları direkt olarak
yüzümdeydi.
“Tanıştım,” dedi
birden. Gelinliğin kumaşını avucumla sıkı sıkıya tutmuş, biri elimden alıp
götürecekmiş gibi kumaşı kavramıştım.
“Ne hadle?” diye
sordum sesimin titrememesini umarak. “Bana sormadan, haberim dahi olmadan ne
hadle yaptın bunu?”
Koltuktan kalkıp
birkaç adım ilerimde olan bedenine doğru yaklaştım. Ayağımdaki beyaz ve hayli
yüksek topuklular sayesinde normalde olduğundan daha az bir boy farkına
sahiptik. Yine de boynumu biraz geriye atmadan direkt olarak yüzüne
bakamamıştım.
“Bu sorularını
yarım saat sonra tekrarla, doktor.” Duraksamadan karşılık vermesi, dibine
girmiş olmamı asla umursamaması damarlarımdaki kanın dağılacak gibi çağlamasına
yol açtı. “Başında sikik bir ‘müstakbel’
yaftası olmadan gözlerinin içine baka baka ‘kocan’
olma haddiyle yanıtını vermek istiyorum sana.”
“Çık odadan.”
dedim bastıra bastıra. “Değil on dakika birkaç saniye daha bile görmek
istemiyorum seni.”
Kıpırdamadı.
Öfkeyle kalkan
sağ avucum sertçe göğsüne kapandı ve onu geriye itmek için benim bünyemden
kopabilecek en delice kuvveti kullandım. “Def ol!”
Elimi acıtmaktan
başka bir şeye yaramayan hamlem bileğimden kaçamayacağım kadar sıkı ancak
canımı yakmayacak kadar da gevşek bir şekilde yakalanmamla son buldu. Göğsüne
onu itmek için yasladığım elimin bileğini kavramış, parmaklarını tenime
sarmıştı.
“Sakinleş,”
dediğinde tam aksini duymuşum gibi sinirle küçük bir kahkaha attım.
“Sakinleşeyim mi? Tamam, öyle istiyorsan hemen sakinleşeyim tabii.”
“Benden duyduğun
her kelimeye ağır tepkiler vermek için kendini zorluyorsun, sorun söylediklerim
değil benim; öyle değil mi?”
Başımı onaylar
anlamda sallamak için bir an bile oyalanmadım. “Evet,” dedim hızla. “Sorun
sensin, sorun zaten yeterince boktan değilmiş gibi gelip başıma yıkıyor olduğun
hayatım!”
“Benimle
evlenecek olmak hangi açıdan çok kötü, Seray?” derken sesi ne kısık ne de
yüksekti. Ben karşısında deliriyorken onun bu tekdüzeliği beni öldürecekti.
“Dalga mı
geçiyorsun benimle?”
“Soru soruyorum,
en ufak alay içermeyen bir soru soruyorum sana.”
Göğsünde durmaya
devam eden avucumun farkına vararak elimi kıpırdattım. Bileğimdeki tutuşunu
gevşetmedi, elim göğsünden ayrılamadı.
“Her açıdan,”
dedim cevabımı hiç hafifletmeden. “Akla gelebilecek her açıdan çok kötü,
Avcıoğlu.”
Dudakları
aralandı. Verdiğim cevaba tepkisinin ne olacağını bekliyorken merakımı
gidermeme engel olan odanın kapısındaki ölçülü iki vuruştu.
“Gir.” diye
seslendi. Elimi çekmek için yine çabaladım, bileğimi o kadar garip bir şekilde
tutuyordu ki asla kendimi kurtaramıyor ancak büyük bir acıyla da
kıvranmıyordum.
Kapı açıldı.
İçeriye bugün bolca gördüğüm ikili girdiğinde göğsümü yavaşça şişirdim. Aldığım
derin nefesin beni durultmasını ve sinir krizi geçiriyor olduğum anın birkaç
saniye öncede oluşunu bu insanlara göstermemeyi umdum.
“Odanızda
göremeyince burada olduğunuzu tahmin ettik Cevahir Bey,” diye konuşan adamdan
hemen sonra yanındaki gülümseyip duran kadın söze girdi. Bu ikilinin düğünün
organizasyonuyla ilgilenen kişiler olduğunu sabah tanıştığımızda öğrenmiştim. O
andan beri bana bilmeyi umursamadığım çok fazla detaydan bahseden kadına bakmak
dahi beni yoruyordu. “Tören için hazırız, misafirleriniz sizi bekliyor.”
“Geliyoruz,
dışarıda bekleyebilirsiniz.”
İkisi de aynı
anda gülümseyerek onaylayıp odadan ayrılırken kapı kapandı.
Cevahir kapıda
duran bakışlarını bana çevirdiğinde ben çoktan gözlerimi yüzüne dikmiş halde
olduğumdan daha açık bir renge bürünen kahve irisleri benim kopkoyu irislerimle
çarpıştı.
“Bugüne kadar
olanlar ve bugünden sonra olacaklar için üzgünüm.”
Ürperdim. Ona
belli etmekten çekinmedim bunu.
“Ne olacak bundan
sonra?” diye sordum beklemeden.
“Bilmiyorum,”
dediğinde gözlerimi kırpıştırdım. “Beş yıl sonraki iş planlarını bugünden
hazırladığından eminim. Bir yıl boyunca olacakları mı öngöremiyorsun Avcıoğlu?”
Alaycı, biraz da sinirliydi sesim. Aptal yerine koymasına gerek yoktu beni.
“Sanırım öyle.”
“Yalan söyleme
konusunda başarısızsın, CV’ne negatif yön olarak eklet.”
“Düğün günümde
beni kırman pek hoş değil.”
Göz devirdim.
Göğsüne parmaklarımı sertçe bastırdım. Tırnaklarım uzun ya da sivri sayılmazdı
ancak yine de canını acıtmayı hedeflemiştim. “Düğünü iptal edip bunun sıradan
bir gün olmasını sağlayabilirsin o halde.”
Kaşlarını hafifçe
havalandırdı. “Yapamayacaklarım bu denli sınırlıyken, o sınırı aşan ufak tefek
isteklerin beni delirtiyor Seray.”
“Önümüzdeki bir
yılı fazlasıyla delirerek geçireceksin o halde.”
“Öyle görünüyor.”
Başka bir şey
söylememe izin vermeden beni sırtıma yasladığı avucuyla birlikte kapıya
yönelttiğinde çıkmadan önce bakışlarım son bir kez büyük aynaya takılmış ve
kendime son bir kez bakabilmiştim. Özenle yapılmış saçım, makyajım ve asaletini
metrelerce uzaktan gösteren gelinlikle birlikte dışarıdan çizdiğim rüya
görüntünün altında yatan gerçekliği bilen pek kimse yoktu.
İstanbul’un en
gözde sarayında, az sonra onlarca bakışın şahitliğinde vereceğim kısa bir cevap
beni bambaşka bir dünyaya götürecekti.
Uzun merdivenleri
Cevahir’in kolunda iniyorken attığım adımlar sonucu düşmeyeceğimden emindim.
Yanımda koca bir dayanak vardı ve ben o dayanaksız olsam dahi topukluların
tepesinde olmaya alışkındım. Yine de bedenim titriyor ve her an düşebilirmişim
gibi ikazların beynimde yanıp sönmesine yol açıyordu.
Havanın Nisan
ayının ilk günlerinde olmamıza rağmen günlük güneşlik olmayışı ve beklenen
yağmur riski törenin denize bakan dış kısımda değil içerideki yüksek tavanlı
devasa salonda yapılmasını gerektirmişti. Merdivenlerin bitiminde, küçük bir
adım attığımız anda salondaki kalabalık tarafından görünür olacaktık.
İçeriye
girdiğimizde bakışlarımı ilerlediğimiz beyaz, irili ufaklı çiçekler ve
aralarına karışan lavanta tutamları ile süslü masadan başka bir yere
çevirmedim.
Kalabalıktan tek
bir kişiyi dahi görmeden, bunun yorgunluğumdan değil heyecanımdanmış gibi
yansıyabilmesi için gülümsüyor halde Cevahir’in benim için yavaşlattığı
adımlarına uydum.
Sonrası zihnimde
pusluydu.
Oturduğum yerden
az önce yaptığım gibi kalabalığı hiç görmemem mümkün değildi. Karşıya doğru
bakmak, istemesem de birilerine bakışlarımı çevirmek zorundaydım.
İçerisi tahmin
edebileceğimden çok çok daha fazla insanı ağırlıyordu. Bu koca kalabalığın
hiçbir zerresi benim hayatımdan büyük bir parça taşımıyordu. Tamamen benim
davetimle burada olan annem bile sanki benim için değil, bir başkası için
buradaydı. Kendimi bu ana, bu yere ve bu bakışlara ait hissetmiyordum.
Ben oturduktan
sonra yanımdaki sandalyeye de Cevahir yerleşti. Masanın bir ucunda üstündeki
kırmızı cübbeyle nikah memuru vardı, onu fazla inceleme gereği duymamıştım.
Diğer tarafta ise
yan yana oturuyor olan ikilinin birbirine benzerliği beni güldürecek gibi oldu.
Cevahir’in şahidinin Teoman olabileceğini düşünmüştüm ancak sandalyede oturan
isim Beril’di. Üstündeki gece mavisi elbiseyle oldukça şık bir biçimde görüntü
çizmesine rağmen gözlerindeki heyecanlı parıltıları görüyordum, çok keyifliydi.
Beril’in yanında
ise benim şahidim vardı.
Geçen hafta bu teklifle
yanına gittiğimde kilitlenip kalan ve bir on dakika kadar yerinden hiç
kıpırdamayan Ceylin, Beril’e benzer bir heyecana sahipti ancak ona oranla çok
daha yüzüne yansımış bir görüntüdeydi.
Oturduğu yerde
olacak kişinin Oğuz olması belki benim için daha iyi hissettirecek olandı.
Ancak değil burada birlikte olmak, artık aynı ülkede dahi değildik. Ben de
sürekli Cevahir’le ilişkim olduğunu sakladığım için küskünlüğünü dile getirip
duran Ceylin’in eline kocaman bir özür hediyesi bırakmıştım. En azından uzun
bir süre beni bu konuda yormayacaktı.
Nikâh memuru
herkes yerleştikten sonra küçük bir girizgâhın ardından sorusunu sorup benden
cevap bekler biçimde bakışlarını üzerime çevirdi.
Saatlerce,
günlerce susabilir; vereceğim cevabın ağırlığıyla çöküp bir köşede
kalabilirdim. Benden sonra aynı soru yanımdaki adama yöneltilecek ve ondan
geleceği kesin olan olumlu cevapla birlikte her şey dönülemeyecek kadar kesin
hale gelecekti.
Salonun benim
sessizliğimin süresini fazlasıyla ilginç bulacağını biliyordum. Dudaklarımı
birkaç saniye daha aralamazsam her an fısıldaşmalar başlayabilirdi.
Bakışlarımı
salonun sağında, yanında Teoman ile birlikte oturuyor olan Nilgün Hanım’a doğru
çevirmeyi tercih ettim. Ne anneme ne de asıl seyircilerimiz olan diğer
Avcıoğlulardan birine bakmadım.
Odada benden
yalvarırcasına istedikleri, içli içli gözlerime bakışı aklıma geldiğinde aniden
dudaklarım aralandı. “Evet,” dedim güçlü tutmaya çalıştığım sesimle.
Salondan büyük
bir alkış koptu. Nikâh memuru önce gülümseyerek bana baktı, ardından bana
yöneltilen sorunun hedefi bu kez Cevahir’di.
“Evet.” Sesi
benden çok daha yüksek ve çok daha kendinden emindi. Tıpkı her şeyi başlatan
olduğu gibi, bu cevapla ilk perdeyi sonlandıran da o oldu.
Seyirciler
karşımızda, başrolü paylaştığım oyuncu da hemen yanımdaydı. Bir sonraki sahne
başladığında artık hiçbir şey değişmediyse de bir şey kesinlikle değişmişti.
Burnunu havaya
dikip yöneticinin karşısına dikilen asi doktor olmaktan uzakta, Cevahir
Avcıoğlu’nun karısı olarak sahnede olacaktım.
Geri dönebilene
dek Seray Şimşek’ten bambaşka birine dönüşecektim.
Artık bir Avcıoğlu’ydum.
Seray Avcıoğlu…
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder