Aykırı Çiçek 25.Bölüm
25.BÖLÜM
- Günler önce… / Mardin
Eylül ayının
güze ait oluşu Mardin’de insanı yakan sıcakların şehri terk ettiği anlamına
gelmiyordu. Öğle saatlerinde etrafı kasıp kavuran güneş, şehrin heybetiyle
insanı hem kendisine hayran bırakan hem de ürperten konaklarından Göktürk
Konağı’nı ısıtmaya yetmiyor gibiydi.
Alabildiğine
geniş bir arazide, kalan yerleşim yerlerinden uzakta tüm görkemiyle duran konak
son bir yılda sıcaklığını çoktan yitirmişti. Şehrin insanlarını ağırlamaya,
misafirlerin avlusunu doldurup şenlendirmesine alışkın olan konak şimdilerde
çoğu zaman sessizliğe gömülü halde yapayalnızdı.
Konağın kalbi,
şehirde adı duyulduğunda kendisi görünmese de insanların heybetini hissettiği
Bülent Göktürk’ün bir nevi yasındandı bu sessizlik. Bülent Göktürk, yetmişine
yeni ulaşmış fakat geçen yıla kadar gençliğini aratmayan sağlığıyla dimdik
ayakta durabilen biriydi. Konakta sözünün üstüne söz söylenememesi bir yana,
şehirde de bir dediği iki edilmezdi. Geçen yıl geçirdiği kalp krizi sonrasında
ise dengeler değişmemiş olsa da Bülent Göktürk artık konaktakiler dışında
kimsenin gözü önünde pek bulunmuyordu. İşlerini halleden güvendiği birkaç adamı
onun yerine şehirdeki boşluğunu doldurmak için görevliydi. Bülent Göktürk ise
konakta çoğu zaman dinlenir haldeydi.
Eşini
kaybedeli on yıl geçmiş olsa da, en çok bu yıl onun boşluğunu hissediyordu.
Sabah güneşin
doğuşuyla uyanmaya alışkın bedeni yılların alışkanlığından yorgunluğuna rağmen
vazgeçmediğinden henüz yeni öğlen saatlerine ulaşmış olsalar da çoktan
kahvaltısı yapmış, hatta öğlen yediği öğünün saatine az bir zaman kalmıştı.
Diğer günlerin aksine bugün odasından çıkacak gücü de bulamadığından yatağında
uzanmaya devam edeceğini söylemişti konaktakilere.
Saat başı
kendisini kontrol edenlere sinirlenir gibi davransa da birilerinin kendisini
görmeye geliyor olmasından içten içe memnundu. Dün ve bugün, bir yıldır
geçirdiği günlerden en ağır ilerleyenlerdi. Bedeninde sızım sızım sızlayan
yerler vardı, yattığı yerde dahi rahat değildi.
Odanın kapısı
hafifçe vurulduğunda tok sesiyle girmeleri için seslendi. Kapı yavaşça
aralandığında gelenin kim olduğunu görebildi. “Gel Mahmut.”
“Haber
etmişsin ağam, gelsin beni görsün diye. İşleri toparlar toparlamaz geldim,
buyur.” Mahmut, Bülent Göktürk’ün gözü kapalı canını emanet ettiği birkaç
adamından biriydi. Gücüyle dağları titreten adamın bu yorgun haline en çok
içerleyenlerdendi aynı zamanda da.
“Hoş gelmişsin
Mahmut, geç otur şöyle. Kapıyı ört.” Bülent Göktürk, uzandığı yatakta sırtını
başlığa dayayabilecek kadar doğrulurken Mahmut hemen yardımına koştu. Rahat
ettiğinden emin olduğunda yatağın ilerisindeki sandalyeye yerleşmişti.
“İyi gördüm
seni ağam, ilaçların fayda verdi maşallah.” Mahmut’un dediklerine geçiştirir
gibi başını salladı Bülent. İyi olmadığını küçücük çocuk baksa anlardı, boş
tesellilere tutunacak yaşı çoktan devirmişti.
“İlacı, zehri
bırak hele Mahmut. Benim çoktan zamanım gelmiş belli, fazladan yaşıyorum
artık.” Mahmut araya girip bir şey söyleyecek olduysa da ağasının el
hareketiyle susup arkasına yaslanmak zorunda kaldı. “Ruhum öleli çok zaman
oluyor, bakma nefes alıp verdiğime. Ben elden ayaktan kesildiğim gün yarı ölü
hale geldim.” dedikten sonra gözleri uzağa dalar gibi oldu Bülent Göktürk’ün.
Kalp krizi
geçirdiği gün, bir yıl önceki o Ağustos akşamı öleceğinden çok emindi. Anbean
hissettiği o sancıların kalbinin kaldırabileceğinden fazla olduğunu düşünmüş,
gözleri kapanırken son duasını etmişti. Hastanede araladığı gözleri ise hiçbir
şeyden emin olup, fevri davranmaması gerektiğini hatırlatır gibiydi.
“Ruhum ölü,
bedenim arafta Mahmut. Bedenim acı çeksin diye rabbim almıyor yanına beni,
günahlarımı cehenneme kalmadan burada ödemeye başladım.”
“Ağam, kurban
olayım ne anlatıyorsun sen bana? Günah dediğin hepimizin kitabında var, senin
bu şehirdekilere el uzatıp işlediğin sevaplar hiçbirimizde yok. Senin için
canını verecek kaç adam tanırım bizzat ben, dediğin laf mıdır?”
Bülent
Göktürk, oğlu yaşındaki bu adamdan dinlediklerine hafifçe tebessüm etmekle
yetindi. Altına girdiği en büyük günahtan, aklındaki düşünceyi bile sakınmadığı
rahmetli eşi dahi haberdar değildi. Kendisiyle mezara gideceğini düşündüğü
günahın, mezara bile girebilmesine engel olduğunu bu birkaç ayda çok iyi
anlamıştı. Kimsenin vebalini ödeyemeyeceği bir günahı sırtlanmış, o günahla
yaşarım, ölüp gittiğimde öteki tarafta cezamı çekerim zannetmişti. Fakat kader
pek ona gülmüş sayılmazdı.
Belki de
söndürdüğü gülüşlerin intikamıydı bu. Aynı anda söndürdüğü gülüşler, şimdi
gözlerini sonsuzluğa kapatmasına engel oluyor; yaşarken mezardaymış gibi
boğulmasına sebep oluyordu.
“Kime ne kadar
yakın olursan ol, içini bilemezsin Mahmut. Ben seni oğlum yerine koyarım, iki
oğlumdan bir farkın yoktur benim için hep söylerim. Yine de baban olsa içini
bilemezsin, kim hangi günahı boynuna asmış bakıp da anlayamazsın.”
Mahmut, yaşlı
adamın acı çeker gibi söylediklerini dinlerken bir şeyler seziyordu sezmesine
fakat hangi parçayı ne ile birleştireceğini bilmiyordu. Ortada bir günah vardı
anladığı kadarıyla, yaşlı adamı acı çeksin diye onu yaşama hapseden bir günah…
“Ağam ben
babamı tanımamışım hiç, anam bana gebeyken kaçmış gitmiş. Seni baba yerine
koydum, sen oğullarından ayırmadıysan ben de seni baba bildim. Bahsettiğin
günah nedir bilmem, lakin anlatsan bir yolunu buluruz. Helallik alınacaksa
alırız, düzeltilecek bir sorunsa tüm şehri seferber eder düzeltiriz. Sen içini
ferah tut.”
Bülent Göktürk,
yorgunca gülümsedi bir kez daha. Mahmut’u yanına çağırtmasını da bu sebeptendi
zaten. “Ben de seni ondan çağırttım oğlum.” dedi. “Günahımı artık sırtım
taşımadığından, ikinci bir âdemoğlu daha bilsin diye. Olur da Allah canımı alır
beni azat ederse, sen bu dünyadaki hesabımı ödeyebil diye.”
Mahmut iyice
meraklanarak dikkatle yaşlı adamı izlemeye devam etti. Ne duyacağını tahmin
edemiyordu.
“Az sonra
duyacakların, sana söyleyeceğim kişiyi bulup halini öğrenmeden önce Savaş’ın
kulağına gitmeyecek Mahmut. Savaş şimdilik bilmeyecek, yoksa bir daha bu odanın
önünden geçmeye yüzün olmasın.”
“Nasıl
buyurursan ağam, şüphen olmasın. Ölüm çıkar sırrın çıkmaz sen demeden.”
Saniyeler sonra Bülent Göktürk’ün dilinden 20 yıl sonra ilk kez dökülen o
günah, Mahmut’u oturduğu sandalyeye mıhlarken artık bir sır olmaktan çıkmıştı.
Çünkü iki
kişinin bildiği bu gerçek artık sır sayılamazdı.
~
“Bir tane öpeyim.” diyerek dudaklarımı bastırdığımda
doyamadığımı fark ederek aynı yeri üst üste öpmeye devam ettim.
“Yuh, bir tane diyene bak. Yedin bitirdin.”
Melih’in benimle dalga geçmesini umursamadan dudaklarımı
yine o yumuşaklığa bastırdım. “Sen nesin acaba? Ne bu tatlılığın senin, hı?”
Kucağımda sıkıca tuttuğum bebek beni anlıyormuş gibi
dikkatle dinlese de bir şey söylemediğinde yanağını sömürmeye devam ettim.
“Çocuğu geri aldıklarında yanağı deforme olursa polis
çağıracaklar, babam savcı diye bize güveniyorsan çok şey yapma İzgi bence.”
“Ay ne abarttın ya, seni sevmedi beni sevdi kucağımda
ağlamıyor diye bir bozuldun sen Melih Bayazıt.”
“Ne bozulacakmışım? Bu küçük Chucky beni sevmedi diye bir
de bozulacak mıyım?” derken bile bebeğe kıstığı gözleriyle gergin gergin
bakıyordu.
Tuğrul amcanın ısrarıyla bu akşam yemek için onlara
gelmiştim. Acar ajanstan geç çıkacağı için şu anda evde yalnızca ben, Demet
teyze ve Melih vardık. Tuğrul amca da henüz gelmemişti.
Kucağımdaki bu minik erkek bebek ise Demet teyzenin yakın
olduğu bir komşunun oğluydu. Kadın birkaç saatliğine bakmasını rica edince
Demet teyze onu kırmamış, fakat yemek hazırladığı için bebeği Melih’e
kilitlemişti. Ben de mutfakta ona yardım ediyorken, bebek Melih’in kucağında
kıyameti kopartınca Demet teyze beni salona yollamıştı. Bebek kucağımda gayet
mutlu mesut oturmaya başlayınca ise Melih kıskançlıktan çatlamadan edemiyordu
işte.
“Tipe bak, yapıştı sana. Ben kucağımda tutarken kriz
geçirdi az önce, oyuncu velet.” Sırtını göğsüme yasladığım bebeğin başını ve
yanaklarını öpüp dururken fazlasıyla huzurluydum. Bebekleri çok seviyordum
fakat etrafımda sevebileceğim bir bebek yoktu. Şimdi bu bebek bana hazine gibi
gelmişti. “Acar gelsin de biraz içi gitsin bari size, tadım tuzum öyle yerine
gelir belki.”
“Melih!” dedim uyarır bir şekilde.
“Ne Melih kızım? Bu adam dayamış merdiveni 30 yaşına,
baba da mı olmasın?”
“İkizsiniz siz salak, sen kaç yaşındasın sanki?”
dediğimde bu ayrıntıyı yeni hatırlamış gibi elini ağzına örttü. “Doğru
diyorsun, Acar’da tüm ayılığına rağmen en azından anne adayı var. Bende koca
bir boşluk var şu an, yazıklar olsun bana be.”
Dayanamayıp kıkırdadığımda Melih dertli dertli koltukta
yayıldı. “Anneme söyleyeyim de görücü usulü evlendirsin beni, acil başım
bağlansın İzgi.”
Demet teyzenin oğlunu görücü usulü evlendirecek son anne
olduğunu bildiğim için bu gülüşlerimin artmasına sebep oldu. Bir boşanma avukatının
böyle bir topa gireceğini sanmıyordum.
“Annen evlendirmez de, yanlış karar olursa tek celsede
boşar korkma. Sen dene bir şeyler.” derken salona adımlayan Demet teyze
şaşkınca bana baktı. “Acar evlenme teklifi mi etti? Ne oluyor?” Telaşla konuşurken
konunun buraya nasıl geldiğini anlayamadığım için ağzım açık ona bakakaldım.
Gülme sırası Melih’e geçmişti.
“Senin hödük oğlun daha düne kadar bu kızı ittiriyordu
anne, evlilik için hep beraber çalışmalara başlamamız lazım.”
“Evlenmiyor musunuz yani?” derken modu düşen Demet teyze
kucağımdaki bebeğin yanaklarını sıktı. “Ben anca komşuların bebeklerini
seveyim, torunum olmasın benim, tamam. Kaderim böyle demek ki.”
Tuğrul amca Melih’in annesine, Acar’ın da kendisine
benzediği konusunda bayağı haklı mıydı acaba? Karşımdaki bu ikili on saniyede
dramatikleşip role bürünme konusunda birbiriyle yarışırdı çünkü.
“Kahpe kader!” diye bağırarak rolünü büyüten Melih
bebeğin ödünü kopardığında kucağımda sakince duran bebek hıçkırarak ağlamaya
başladı. Demet teyze bu ağlayışla modunu değiştirip Melih’in kafasına kumandayı
fırlattığında Melih de acıdan ağlayacak diye şüphelenmeden edememiştim. “Ne
bağırıyorsun yarım akıllı çocuk? Korktu benim paşam, ne oldu oğluşum? Bu
dengesiz bağırdı diye ne ağlıyorsun, sen bakma buna.”
Bebek Demet teyzenin ona söylediklerini çok içselleştiremediğinden
ağlamaya devam ederken zil sesi içeriyi doldurduğunda bebekle birlikte
ayaklandım. “Biz bakalım mı kapıya? Kim gelmiş Orkun?” Orkun ayağa kalktığım
için ağlayışını biraz kestiğinde doğru yolda olduğuma emin olarak kapıya
yöneldim. “Annesi mi gelmiştir?”
“Yok, Tuğrul ya da Acar’dır. Sen bak, başka biriyse
seslenirsin, belim ağırdı vallahi.” Demet teyze koltukta yayıldığında onu
onaylayıp Orkun ile birlikte yürümeye başladım. Uzun koridoru bitirdiğimde
mekân değişikliği Orkun’un ağlayışını tamamen durdurmuştu. Kapıya ulaştığımızda
Orkun’un bedenini tek koluma sabitleyip kapıyı açtım.
Karşımda yan yana duran ikiliden biri beni görmeyi
beklemediğinden şaşkın dururken diğeri memnuniyetle gülümsedi. “Kimleri
görüyorum ben burada, Orkun ile tanışmışsın İzgi.” Tuğrul amca içeriye girerken
konuştuğunda yanağımı Orkun’un kafasına yasladım. “Tanıştım, çok da memnun
oldum. Tanıştığıma en memnun olduğum kişilerden oldu, değil mi Orkuncum?”
“Orkuncum mu?” Acar, az önceki şaşkınlığından sıyrılmak
yerine şimdi de Orkuncum dememe şaşırmış ve şaşkınlığının katsayısını arttırmış
gibi duruyordu.
“Bir sorun mu var aslanım?” Tuğrul amca alaylı bir
tavırla Acar’a bakarken ceketini çıkartıyordu. “Yok.” Acar cevapladığında
Tuğrul amca memnun olmuşçasına gülümsedi. Ardından Orkun’a uzandı. “Gel bakalım
sen bir Tuğrul amcaya, iki günde büyüdün mü sen? Ne bu yanaklar?”
Orkun, kendisine uzanan kollardan uzaklaşarak boynuma
yapıştığında gülerek ona sarıldım. “Buldun gül gibi kızı, bizi ne yapasın tabii
Orkun efendi. Öyle olsun bakalım.” Tuğrul amca alınmış gibi Orkun’a söylenip
salona doğru giderken Acar’ın halen kapıda dikildiğini gördüğüm için dikkatimi
ona yönelttim. “İçeri girmeyecek misin?”
Acar da kapıda beklediğini yeni fark etmiş gibi içeri
adımladı. Bakışları Orkun ve benim aramda gidip gelirken Orkun da çaktırmadan
ona bakıyordu. Bu haline güldüm. “Kim bu Orkuncum? Gelmiş akşam akşam, tip tip
bize bakıyor.”
Orkun ona bir şeyler söylediğimi anladığı için yüzüme baktı
fakat sessiz kaldı. Henüz anlamlı cümleler kurabilecek yaşta değildi, fakat
Demet teyze tek tük kelimeler söyleyebildiğinden bahsetmişti. Paşamızın canı
bize bunu göstermeyi istememiş olacak ki geldiğinden beri ağlamak dışında hiç
ses çıkartmamıştı.
“Kimin bu bebek?” Acar’ın ayrı bir eve sahip olduğu için
aile evinde çok fazla bulunmadığını biliyordum. Dolayısıyla Orkun’un
komşularının çocuğu olduğunu da bilmiyordu belli ki.
“Benim.” dedim alayla. “Şimdiye kadar sakladım ama artık
aramızda yalan olsun istemiyorum, yemeğe onunla geldim.”
“Feris.” Dişlerinin arasından adımı tıslar gibi
söylediğinde bu fikirden hoşlanmamış bakışlarına göz devirdim. Şaka da
kaldırmıyordu artık bu adam, neyse ki sakladığım bir bebeğim yoktu.
“Ne Feris? Ne yapacaksın kimin bebeği olduğunu? Şu tipe
bakar mısın, nasıl somurtuk durabiliyorsun karşısında? Pamuk gibi bir şey bu.”
“Bebekleri çok mu seviyorsun?” Bu soruyu öylesine değil
de ciddi anlamda merak ediyormuş gibi sorduğu için ben de alaya almadan
cevapladım. “Evet, çok seviyorum. Sen sevmiyor musun, sevilmeyecek gibi değil
ki.” dediğimde Acar’dan beklediğim tepkiyi alamadığım için suratım düşecek gibi
oldu. “Sevmem.”
Dışarı yansıtmamayı seçerek gülümsemeye çalıştım.
“Anladım, içeri geçelim o zaman artık. Kaldık böyle kapıda.” diyerek Acar’ı
beklemeden salona ilerlediğimde yüzüme büyük bir gülümseme koymaya çalıştım.
Abartmaya gerek yoktu, bebekleri sevmeyen birçok insan vardı ve Acar da
bunlardan birisiydi işte. Büyütülecek bir şey değildi.
Orkun ile birlikte salona girdiğimde Tuğrul amca Demet
teyzenin yanındaki yere oturmuş olduğundan Melih’in yanındaki boşluğa geçtim.
“Acar’ı geri gönderdin değil mi? Mantıklı bir karar.” Tuğrul amca bana onay
verici bir işaret yaparken Melih güldü. Demet teyze ise kocasına tehditlerle bezeli
bir bakış atmıştı.
O sırada Acar salona girdi. “Hoş geldin annem.” Demet
teyze dolu dolu onu karşılarken kısa bir an gözümün önünde beliren anneme ait siluetle
kendime gelmek için gözlerimi hızla kırpıştırdım. Bu kalıp annemden sık
duyduğumdan değil de pek duyamadığım bir kalıp olduğundan onu hatırlatmıştı.
Eksik yanlarım sızlamayı bıraktı sansam da yanılıyordum.
Bursa’dan döneli sekiz günü geçmiş olmasına rağmen halen
ne annemi ne de Koray dışında hayatımın kalanında yer tutan insanlardan hiçbirini
görmemiş, konuşmamıştım. Koray; Sedat amca, Yeliz teyze ve Soner abinin benimle
konuşmak istediğini bir iki kez belirtmişti fakat henüz buna niyetlenememiştim.
Bana kendilerini açıklama zorunlulukları olmayan bu insanların dahi çabalıyor
oluşu anneme ve bir ay öncesine kadar kan bağım olduğunu sandığım insanların
tümüne daha çok kırgın hissetmeme sebep oluyordu.
“Hoş buldum fıstığım.”
“Fıstığım ne lan? Karımla düzgün konuş.” Tuğrul amca
Demet teyzeyi kolunun altına çektiğinde gülümsedim. Melih’in kucağımdaki Orkun’a
baktığını gördüğümde ise onlara dönmüştüm. “Niye ısıracakmışsın gibi bakıyorsun
çocuğa?”
“Önce o başlattı.”
“Anlıyorum tabii, kesin öyle olmuştur.”
“Bir yalancı olmamıştım şu velet yüzünden, mutlu musun
Orkun?” Orkun kıkırdayarak cevap verdiğinde ben de onunla birlikte sesli olarak
güldüm. “Mutluymuş abisi.” Melih de ciddi tutmaya çalıştığı yüzünün geniş bir
sırıtmayla kaplanmasına daha fazla engel olamadı.
“Alışmış sana, normalde rahat durmazdı.” Tuğrul amca
Orkun’u işaret ettiğinde bir anda hepsinin bana dönmesi biraz gerilir gibi
olmama sebep oldu. “Melih’ten sonra bal gibi gelmiştir İzgi, ilk durağı Melih
olunca çocuk şaştı kaldı.”
Demet teyzenin cümlelerine kırılmış gibi tavır alan Melih
bir şeyler söyleyip odağı benden uzağa taşıdığında rahatlayarak önüme döndüm.
Tuğrul amca da onlara katıldığında artık üzerimdeki tek bakış Acar’ınkilerdi.
Onun bana bakıyor olduğunu fark etmemiş gibi yapmayı
tercih ederek Orkun’un kısa saçlarıyla oynamaya başladım. Bu akşamki yemek
planını kabul ederken görmeyi beklediğim Acar şu ankinden biraz farklıydı. Ya
ben fazla beklentiye girmiştim ya da Acar gerçekten başka bir moddaydı
bilmiyordum ama nedense garip hissediyordum.
“Yemeğe ne zaman geçeriz anne? Midem büzüştü yemin
ederim.”
“Pilav biraz demlensin Melih, patlama oğlum.”
Demet teyzenin bahsettiği pilavın demlenme süresi boyunca
salondaydık. Benim çok dahil olmadığım sohbeti, sıkılmadan dinlerken bir yandan
da uyuyakalmış olan Orkun’u rahat hissetsin diye bolca sevip, okşuyordum.
“İzgi, Orkun’un annesi mesaj atmış canım. Geliyormuş,
kapıdan alırım dedi. Ben alayım diyeceğim ama uyudu çoktan, birlikte gidelim
uyanmasın çocuk.” Demet teyzeyi onaylayıp yavaşça ayaklandım. “Olur tabii.”
Birlikte kapıya ulaştığımızda Demet teyzenin açtığı
kapıda birkaç dakika içinde beliren kadın Orkun’un annesi olduğu söylenmese de
anlayabileceğim kadar oğluyla benziyordu. Kadın yorgun olduğu her halinden
belli şekilde bize baktı. “Demet abla çok sağ ol, vallahi Orkun’la gitsem çok
zor olurdu işimi halletmem.”
“Ben elimi bile sürmedim, İzgi baktı geldiğinden beri.”
Kadın bana döndüğünde gülümsedim. “Benim için çok tatlı
geçti bu iki saat, Orkun’la da biraz iyi anlaştık.”
“Belli o zaten, kucağında sızmış baksana. Uyusun diye
akla karayı seçiyorum ben.” dediğinde sitemine üçümüz aynı anda güldük. Orkun’u
annesine uzattığımda kolları benden biraz zor ayrılsa da annesinin kokusunu
duyumsadığından olsa gerek uykusu bölünmeden mışıl mışıl uyumaya devam etti.
“İyi akşamlar, Tuğrul abiye de çok selam söylersiniz.”
Onayladığımızda kadın Orkun ile birlikte görüş açımızdan kaybolurken Demet
teyze kapıyı kapattı. “Mutfağa bakalım mı seninle?”
“Tabii.” dedikten sonra hemen arkasından mutfağa doğru
yürümeye başladım.
Mutfağa girdiğimizde burnuma dolan yemek kokularıyla ben
de acıkmış olduğumu fark ettim. “Nasıl yardım edeyim?” diye sorduğumda Demet
teyzenin eliyle mutfaktaki masayı işaret etmesini tam anlayamamıştım.
“Otur bakayım şöyle.” İkiletmeden sandalyelerden birini
çekip oturduğumda kendisi de çaprazımda duran sandalyeye yerleşti.
“Melih kaynana gibi peşimizden ayrılmadı, bir türlü
yalnız kalamadık. Atsan atılmıyor satsan satılmıyor işte.” dediğinde gülmemek
için yanak içimi ısırdım.
“Bir şey mi söyleyecektin bana Demet teyze?”
“Aslında hayır, söyleyeceğim bir şey yok.” dedikten sonra
biraz tereddüt ediyor gibi dursa da devam etti. “Ama sen bana bir şeyler
söylemek istersen buradayım, ne zaman dilersen o zaman da olurum. Acar’ın
annesi olmam onun tarafında olacağım anlamına gelmiyor, ben senin onun için ne
kadar çabaladığını çok iyi biliyorum. Bana sorarsan hak ediyor mu oğlun bunları
diye… Annesi olmasam bırak bunu, başını yakma derdim sana.” Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. “Ciddi
misiniz?”
“Bayağı ciddiyim. Acar benim tanıdığım en zor insanlardan
biri, bazen bir an gelir karşında bambaşka biri var zannedersin. Daha yeni yeni
vakit geçiriyorsunuz, kendin de fark edeceksin zaten. Ama bir yandan da onun
hayatında olman beni çok mutlu ediyor. O yüzden oğlumu daha fazla gömmeyeceğim
ki kaçma.” dediğinde karşılıklı güldük.
“Kaçacağımı sanmıyorum.” dedim dürüstçe. “Acar’ın
hayatına somut olarak dahil olduktan sonra bunu yapamayacağımın farkındayım,
kolay kolay vazgeçebileceğimi zannetmiyorum.”
Demet teyze masada duran elime uzanıp tuttu. Elinin
sıcaklığı benim avucumu da ısıtmaya başladı. “Senin için zorlayıcı bir dönem,
hatta belki de bir başkasının kaldıramayacağı bir dönem bu İzgi. Güçlü bir
kadınsın, bunun gayet farkındayım ve inan gurur duyuyorum bununla. Daha fazla
içini baymayayım senin ama dediğim gibi ben her zaman buradayım, sadece Acar’ın
annesi olarak değil; sergide tanıştığın, resimlerini çok beğenen, seni tanımak
isteyen o kadın olarak. Anlaştık mı?”
Gözlerime ulaştığına emin olduğum tebessümümle birleşik
duran ellerimizi sıkılaştırdım. “Teşekkür ederim.”
Hiç olmadığı kadar yalnız hissettiğim, yanımda binlerce
insan dursa da öyle hissedeceğim günler yaşıyordum. Birinin elimi tutup, ben
yanındayım, seninleyim demesinin bendeki etkisi ve yeri büyüktü. Hatta bunu
benden başka kimsenin bu kadar derin hissetmeyeceğini düşünüyordum.
“Anne! Pilav olmadı mı halen?” Melih kendinden geçmiş
gibi böğürürken Demet teyze de içeriye sesinin gideceği yükseklikte konuştu.
“Kıçını kaldır da sofrayı hazırla hızlı olsun istersen, paşa torunu musunuz
siz? Kalkın üçünüz de!”
İçeriden bir süre ses gelmedi, ama bir dakika geçmeden
üçü peş peşe mutfağa girdiğinde Demet teyzenin suratında memnun bir ifade
belirmişti. “Aferin aferin, tabakların yerini biliyorsunuz, başlayın siz biz
birazdan katılırız.”
Tuğrul amca da iş yapacakken ben oturursam hoş
olmayacağını düşünerek ayağa kalkmaya çalıştığımda omuzuma dokunan el beni geri
oturttu. Bu el Tuğrul amcaya aitti. “Otur güzel kızım, Demet yalnız kalmasın.
Bu iki deve ne işe yarıyor?”
Tuğrul amca da diğer tarafımdaki sandalyeyi çekip oturduğunda
Acar ve Melih ayakta bize bakıyorlardı. “Oğlum itiraz etsene, ben evin uysal
çocuğuyum diye uyum sağlamak zorunda gibiyim. Sen olay yarat ben de
faydalanayım.” Melih, ikizini dürterek kısık ama duyabileceğimiz yükseklikte
konuşurken Acar ona tip tip bakıp dolaplardan birini açtı.
“Senin götünü kurtarmak için kılımı bile kıpırdatmam.”
“İnsanın ikizi gibisi yok işte, bu sevgi dolu bağ başka
kimde var?”
Acar ve Melih’in atışarak, yani Melih’in ikizine attığı
lafları Acar’ın ters bakışlarla karşıladığı şekilde bizim oturduğumuz masada
yavaşça oluşmaya başlayan sofra kısa bir süre sonra hazırdı. Yarısında Demet
teyze de oğullarına kıyamayıp yardım etmiş olsa da ikizler bayağı iş
halletmişti.
Yemek boyunca öylesine konulardan konuşuldu, Tuğrul amca
ve Demet teyze meslekleriyle ilgili komik sayılabilecek hikâyelerden
bahsederken biz kalan üç kişi olarak çoğunlukla sessizdik. Melih yemek yemekle
meşgul olduğundan susmuşken, Acar zaten sohbete katılma ihtiyacı duymamıştı.
Ben de onun yaydığı bu enerjiden etkilenerek yalnızca anlatılanları dinleyip,
gülümseyerek tepki vermiştim.
Yemekten sonra mutfakta kalıp Demet teyzeye yardımcı olma
planım ise masadan kalkarken beni de çağıran Tuğrul amca ile suya düşmüş oldu.
“Siz ikiniz bir gelin bakalım benimle, çalışma odasına.”
Bahsettiği ikilinin ben ve Acar olduğu bakışlarından net
olarak belli olduğu için Melih ve Demet teyzeyi mutfakta bırakarak onun peşine
takıldım. Acar da arkamdan geliyordu.
İlk katında genel olarak salon, mutfak gibi ortak alanlar
bulunan evde ikinci katın yatak odalarına ait olduğunu biliyordum. Şimdi ise
üst kata değil bir alt kata iniyorduk. Bahsettiği çalışma odası bu kattaydı
belli ki.
Merdivenlerin son basamaklarındayken indiğimiz katı
incelemeye fırsatım oldu. Küçük bir holün iki yanında iki farklı kapı vardı.
Giriş katından bir kat aşağıya inmiş olmamıza rağmen ferah bir alandı. Tuğrul
amca kapılardan birine ilerleyip açtıktan sonra içeriye geçti. Biz de
arkasından içeri girdik.
Koyu kahve, ofis mobilyalarını andıran eşyalarla
düzenlenmiş bir odadaydık. Üzeri kâğıtlarla, dosyalarla dolu fakat düzenli
görünen masanın tek bir sandalyesi vardı. Fakat odanın ilerisinde bordoya çalan
renkte bir kanepe duruyordu. Bu kanepenin burada işe yaradığından değil de,
evde fazlalık olduğundan durduğu belliydi.
“Kanepem kimseyi ağırlamaya alışık değil ama bir işe
yaradı bugün.” Tuğrul amca söyledikleriyle tahminimi doğrularken gülümsedim.
Koltuğa doğru ilerlediğimizde üçümüzün sığabileceği koltukta ben aralarında
kalacağım şekilde oturmuştuk.
Tuğrul amcanın bizi neden buraya çağırdığını az çok
bildiğim için bir yandan sakinken, duymayı istemediğim bir şey duyacak olma
ihtimalimden dolayı ise gerginliğim zirvedeydi.
Tuğrul amca sırtını, koltuğun kol yaslanan kısmına
yaslayacak şekilde yan oturduğunda ikimizi net görebilecek haldeydi. Ben de
sırtımı tamamen koltuğa yaslayıp Acar ile aralarında engel yaratmamaya
çalıştım.
“Acar’ı posta güvercini yapıp yolladım sana geçen hafta,
mektubumu aldığını da biliyorum.” Tuğrul amcanın benzetmesine istemsizce
kıkırdadım. Bahsettiği konu aslında trajik olsa da Acar’a posta güvercini
demesi komiğime gitmişti. Benimle birlikte güldükten sonra konuşmaya devam
etti. Acar’ın ne yaptığını net olarak göremiyordum, daha doğrusu bakmamaya
çalışıyordum.
“Sen de aynı yolla mektubumu cevapladın, sorumun cevabını
verdin.” Başımı salladım. “Dürüst olayım, beni biraz şaşırttın cevabınla.”
“Tam tersini mi düşünmüştün?” diye sordum.
“Evet, öyle düşünmüştüm. Onaylayacağını düşünmemiştim,
aklın yeterince karışıkken bir de bununla uğraşmak istemezsin diye…”
“İlk cevabı ‘hayır’dı zaten, doğru düşünmüşsün aslında.”
Acar araya girip konuştuğunda Tuğrul amcanın kaşları havalandı. “Bana böyle
söylemedin ama, araştırmanı istiyor dedin.”
“Biraz düşündükten sonra fikrim değişti Tuğrul amca. Ulaşacağını
düşündüğüm iki farklı sonuç var zihnimde.” dedikten sonra derin bir nefes
aldım. “Ya gerçek ailem hayatta değil, istesek de onlara ulaşamayacağız. Ya da
beni öylece yüzüstü bıraktılar, onlara ulaşsak da yüzlerini bile görmek
istemiyorum.”
“Yani Feris’in öğrendikleriyle kaybedeceği bir şey
olmayacak. Sadece gerçeği bildikten sonra aklı bir açıdan daha rahat olacak.”
Acar, o gün terasta konuştuklarımızı özetlerken Tuğrul amca anlayışlı bir
ifadeyle başını salladı. “Mantık yürütmek çoğu zaman sizi doğru sonuca götürür,
benim yıllardır yaptığım iş bu. Mantık yürütmek, sorular sormak, cevaplar
aramak… Ama öyle anlar olur ki mantık sizi doğruya değil, en yanlışa götürür
İzgi. Tecrübelerimden yola çıkarak söylüyorum bunu kızım.”
Duyduklarım biraz telaşlanarak Acar’a bakmama sebep
olduğunda, Acar bakışlarını gözlerime dikerek sakin olmamı ister gibi gözlerini
kapatıp açtı yavaşça. “Babam hep böyle konuşur zümrüt göz, korkacak bir şey
yok. Sonunu bekle.” Ardından babasına döndü. “Sen de mümkünse kızın kalbine
indirmeden daha açık konuşsan mı baba?”
Tuğrul amca elime uzanıp tuttuktan sonra kendi dizine
koydu. “Korkman için söylemedim güzel kızım, şu herifin de dediği gibi korkacak
bir şey yok.” Oğluna ‘şu herif’ demesine rahat bir anımda olsam muhtemelen bayağı
gülerdim ama şu an diken üstünde gibiydim.
“Ben o gün Acar’dan olumlu cevap alır almaz araştırmaya
başladım. Aile bağlarıyla ilgili kayıtlara ulaşmak zor değil benim için, öyle
de oldu. Açıkça anlatacağım ama seni üzmekten çekiniyorum, şimdiden gözlerin
dolmuş gibi bakıyorsun. Kıyamıyorum.”
Tuğrul amcanın tutmadığı elimle gözlerimi bastıra bastıra
sildim panikle. “Yok, dolmadı. İyiyim gerçekten, bir şeyleri gizlemeden
anlatabilirsiniz bana.”
“Öyle olsun bakalım, inanalım sözünüze küçük hanım.”
Derin bir nefes alırken ben de onu taklit ederek aynı şekilde nefeslendim.
“Alpay ve Reyhan Levendoğlu, 2003 yılının Mart ayında bir kız çocuk evlat
edinmişler.” Masadan, koltuğa oturmadan önce aldığı bir kâğıda bakarak
söylemeye başladıkları dişlerimi sertçe birbirine bastırmama sebep oldu. Bu,
babamın adını duymama mı yoksa hiç haberimin olmadığı geçmişimi dinlemeye
başlamış olmama mı verdiğim tepkiydi bilmiyordum.
“1999 doğumlusun, Levendoğlu soyadını aldığında 4
yaşındaymışsın. Bu kısımda hiçbir sorun yok, yetimhanenin kayıtları resmi
kayıtlarla uyuşuyor.” Burada bir sorun yok ama sonrasında var der gibi kurduğu
cümleyle gerginliğim daha fazlası mümkünmüş gibi artmaya başladı.
Tuğrul amca devam edemeden önce Acar konuştu. “Aslında
dört yaş böyle bir olayı anımsaman için çok erken değil, hiçbir anı canlanmıyor
mu zihninde? Yetimhanede oluşun ya da sonrasında yeni bir ev, yeni insanlar…”
“Canlanması imkânsız.” diyen ben değildim. Tuğrul
amcaydı.
“Sorunların başlangıcı da burası. İzgi’nin sağlık
kayıtlarında o dönemden bir süre sonraya denk gelen terapiler ve psikiyatrik
birkaç ilaç görünüyor. Bu ilaçlar genelde travma sonrası bozukluklarda
kullanılan ilaçlarmış, sordurdum.”
Başıma saplanan ağrıyla boştaki elim refleksle oraya
uzandı. Gözlerimi açık tutmama bile izin vermeye ağrının geçmesini beklerken
Acar’ın elinin benim elimin olduğu yere uzandığını duyumsadım. Tam o noktayı
ovmaya başladığında Tuğrul amca da sindirebilmem için bana vakit vererek
susmuştu.
“Devam edelim, başka ne var?”
“İyi değilsin Feris, her şeyi aynı anda öğrenm-…” Acar’ın
sözünü sertçe kestim. “Devam edelim dedim.”
“Ben bunun yeni eve ve aileye alışamadığından
kaynaklandığını düşündüm ilk okuduğumda. Sonuçta her çocuk afallardı, yeni
ailesi de doktor olduğundan daha ciddi bir süreç geçirilmiş diye düşündüm. Ama
biraz daha geriye gittiğimde bazı şeyler çok yanlış görünüyordu.” Tuğrul amca
duraksadı. “Yetimhanelerde gelen çocukların genel bilgilerinin ve hikâyelerinin
yazılı olduğu raporlar düzenlenir. Bu belgeler genellikle çocuklar yetimhaneden
ayrıldıktan sonra arşivlenir ve uzun yıllar saklanır. Zorlansam da biraz elimin
uzandığı kişileri kullanarak İzgi için yazılmış o rapora ulaştım.”
Elindeki ikinci kâğıdı bana doğru uzattığında o kâğıdı
kavramak için gücümü toparlamakta zorlandım. Boğuluyormuş gibi hissediyordum.
Nefes alamadığımı düşündüğümde daha çok daraldığım için yardım ister gibi
Acar’a baktım. Dikkatle beni izliyordu. Başımdaki elini saçlarıma geçirip
tutamları parmaklarına dolayıp açarken şakağımı öptü. “Buradayım, sakinleş.
Önce ben bakayım mı?”
“Bak.” dedim kısık bir sesle. “Oku bana, sen söyle.”
Tuğrul amca kâğıdı ona uzatırken, “Altı çizili kısım.”
diye mırıldandı.
Acar beyaz sayfayı elinden aldıktan sonra bir süre
gözlerini oraya dikip bekledi. Okuyor olduğunu görüyordum. Yalnızca onun yüzüne
bakarak geçirdiğim saniyeler boyunca yüzünde mimik oynamadı. Ama gözlerinin
içinde patlayan küçük öfke balonlarını elimle tutabilecekmişim gibi net
görüyordum.
“Oku hadi.” diye yinelediğimde bakışları bana döndü.
Gözlerinin kızarmış olduğunu görmek dudaklarımı dişlerimle kopartacakmışım gibi
ısırmama sebep oldu.
“İsimsiz, 3-4 yaşlarında kız çocuğu.” Dudaklarından ilk
dökülen bu olurken içimden tekrarladım. İsimsiz.
Kimsesiz olduğumu kabullenmiştim ama ismim de mi yoktu?
Ben kimdim de var olmam bu kadar zordu?
“27 Aralık 2002, kuruma giriş tarihi.” Acar’ın sesinin
titrediğine ilk kez şahit oluyordum. Bu, her zerresi titreyen bedenimin
garipseyebileceği bir şey olmamalıydı ama Acar’ın sakin kalamamasına alışkın
değildim. Bu beni korkutuyordu.
“İlk hafta raporu; anne, baba ve bazı farklı isimler
sayıklayarak sık sık ağlıyor. Ağlama krizleri yoğun, devam ederse bir uzmanla
görüştürülmeli. İkinci hafta raporu; etrafındakilere pek fazla tepki vermiyor.
Konuşmuyor, zorlanmadıkça yemek yemiyor.”
Başka birinin geçmişini dinliyorcasına yabancıydım
duyduklarıma. Acar hafta hafta anlatırken ben, dinlediğim kişiye kırk kat
yabancıymış gibi uzaktım.
“Üçüncü hafta raporu; uzmanla bir görüşme ayarlandı. Uzmanın
isteğiyle kayıp çocuk kayıtları tekrar incelendi fakat eşleşme bulunamadı. Anlattıklarının
zihninde canlandırdıkları olduğu düşünülüyor.” Ne anlatmıştım? Üç yaşında bir
çocuk aklından ne uydurabilirdi ki?
Acar sustuğunda merakla ona baktım. Bakışlarını bana
çevirmeden başını iki yana salladı. “Son bir hafta kaldı. Dördüncü hafta ve
aylık rapor; durumunda bir gelişme yok, haftalık olarak uzman ile görüşmeye
devam edecek. Sayıklamaları kesildi, fakat kimse ile iletişim kurmuyor. Diğer
çocuklarlayken sık sık dalgınlaşıyor. Henüz belirlenemeyen bir özgeçmişe sahip
olduğundan yaşadıklarını bilmiyoruz, üzerinden zaman geçmesini bekleyeceğiz.”
Yüzümü yorgunca Acar’ın koluna yasladım. Günlerdir yürüyormuş
gibi pilim bitmiş, tükenmiş hissediyordum.
“Yetimhaneye nasıl geldiği yazmıyor, o kısım neden boş? “ Acar’ın babasına sorduğu soru havada
asılı kalırken yutkundum.
“Çünkü bu isimsiz bebeğin
eşleştiği tek çocuk resmi kayıtlara göre 20
Aralık 2002 günü bir yangında ölmüş görünüyor.”
“Ne?” Ben sessizliğimde boğulurken Acar’ın yükselen sesi
odada yankılandı.
“Doğum kaydı olmayan, evde doğmuş bir bebek değilse
İzgi’nin gerçek kimliğinin asıl ait olduğu bir isim ve soy isim var ortada.
Sadece kimse doğru düzgün ayrıntılı araştırmamış, o rapor saçmalıkları
prosedürler yolunda görünsün diye öylesine doldurulmuş. Kayıt falan eşlenmemiş.”
“Ulaştın mı gerçek kimliğe? Adımı öğrendin mi yani?”
Başımı büyük bir hızla Acar’ın kolundan çektiğim için dönen başımı umursamadan
Tuğrul amcaya baktım. Kim olduğumu bilmemek çok ürkünçtü, geçmişimi bir kâğıt
parçasından okumaya çalışmak çok korkunçtu.
“Deniz Göktürk. Bunca
yılın tecrübesi beni yanıltmıyorsa, 20 yıldır öldü zannedilen o bebek sensin
İzgi. Yangından geriye kalan bedenler herhangi bir teşhis için imkânsız
ipuçlarıdır. Kırk yıl yüzüne baktığın adamı tanıyamazsın, ama senin yerine
bırakılan başka bir ceset ya da korkutucu ama belki de canlı bir çocuk Deniz Göktürk zannedilmiş anladığım
kadarıyla. Asıl Deniz Göktürk ise
burada, yanımda oturuyor.”
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder