Gözyaşı Kadehleri 32.Bölüm
32.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
“Müziğin sesini biraz kısar mısın?”
Sorumun sonu gelir gelmez müziğin sesi kısık
bir hal almak yerine tamamen kaybolduğunda başımı hafifçe sola doğru çevirdim.
Teoman’ın tüm odağı yoldaydı. “Kısman yeterliydi,”
dedim onun yolculuğu boğuk bir sessizlikle geçirmek istemeyeceğini düşünerek.
“Önemli değil yenge, öylesine çalıyordu zaten.
Dinlen sen.”
Ona yorgun olduğuma dair hiçbir şey söylememiştim
aslında. Sıradan bir iş günüydü. Normal saatte başlamış ve yine normal saatinde
bitmişti. Gün içerisinde olağandışı hiçbir şey yaşamamıştım. Bahsettiği
‘dinlenmeye’ ihtiyaç duymamam gerekirdi.
“Dinleneyim,” dedim sessizce kendi kendime
tekrarlayıp. Nasıl dinlenebileceğimi de söylese belki her şey daha kolay
olurdu. Zira benim aklımda hiçbir yol yoktu.
Göğsüm ağırca şişip sönerken aldığım nefesin
bir an için yetersiz geldiğini hissettiğimde omuzlarımı dikleştirerek
doğruldum. Daha derin bir nefes almayı ve o nefesle ferahlamayı umdum ancak
işler pek istediğim gibi gitmemişti.
“Yenge?” diye seslenen Teoman’ı duyduğumda ona
doğru dönmekte gecikmedim. Gecikirsem alarma geçecek, alarmı ne yaparsam
yapayım kapanmayacaktı. “Efendim?” dedim sakince.
“İyisin değil mi?”
“İyiyim,” dedim başımı sallarken. “Araba
kokusu rahatsız etti sanırım, ileride bir yerde dursan nefeslensem olur mu
Teo?”
“Sahile doğru inelim, yakınız. Deniz havası
alırsın biraz.”
İtiraz etmeden arabanın dediği yöne
kıvrılmasını izledim. İki günde bir değişen araçlarla ilgili daha önce
söylenmiş olduğum için arabanın tanıdık olmayan kokusundan rahatsız olmamı
garipsememişti.
İçinde bulunduğumuz araba benim değildi,
Cevahir’in alışkın olduğum arabalarından biri hiç değildi. Teoman’ın tekken
kullandığı araç da değildi.
Geçtiğimiz günler boyunca değişip duran, yarın
‘o arabaya binmek istiyorum’ desem göremeyeceğim alelade bir arabaydı.
Cevahir Avcıoğlu’nun korkusu olmamasına rağmen almaktan geri duramadığı önlemlerinden
biri buydu.
Araba kullanmıyordum. Yolcu koltuğunda
oturduğum arabalar da asla sabit değildi, günden güne değişiyorlardı. Sürücü
koltuğunda şimdiye kadar gördüğüm üç isim olmuştu: Cevahir, Levent ve Teoman.
Geçtiğimiz Cumartesi telefonuma gelen aramanın
üstünden yaklaşık on gün geçmişti fakat günlerin içeriği bana on ay geçmiş
kadar yük yüklemişti.
Araba dakikalar sonra Teoman’ın dediği gibi
sahile yakın bir konumda durduğunda kapıya uzandım. Hava hâlâ aydınlıktı,
Haziran’ın son demlerini yaşadığımız için tatlı sıcak bir hava vardı. Sahilde
bolca insan olmasına şaşırmamak gerekirdi.
Kalın askılı, krem renk kalem bir
elbiseyleydim. Dizlerime kadar inen elbiseden açıkta kalan tenim arabadan
indiğim anda sıcak rüzgar ile buluşunca iç çeker gibi oldum.
Benimle aynı anda arabadan inen Teoman’a doğru
baktım. “Nefes alayım biraz,” dedim.
“Al, yenge.” derken arabanın önünden dolaşıp
bana doğru yaklaştı. “Ama şurada alayım,” dediğim sırada elimi kaldırıp ileride
kalan herhangi bir boşluğu işaret ettim. Nereyi gösterdiğim hakkında pek fikrim
yoktu.
“Olur, yenge.” dedi bu kez de. İşaret ettiğim
yere doğru adım attığımda yanımda benimle aynı hızda yürümeye başladığı için
adımlarımı durdurdum.
“Tek başıma alayım,” dedim tane tane.
Bakıştık bir süre. Ses çıkartmadı. Ne onay
verdi ne de itiraz etti ama adım atmaya devam ettiğimde benimle geleceğini
ezberlemiştim artık.
Sol elimi kaldırıp boynumu tuttum. Boynumun
kenarını ovar gibi tutarken omuzlarım düşmüştü. “Tek başıma üç adım ileriye de
mi gidemem?”
“Ses çıkartmadan beklerim, yanında durduğumu
unutursun. Ama benden yalnız kalmayı isteme yenge, n’olur.”
Teoman’ın delidolu oluşu konu ona verilen
işler olduğunda ortadan kayboluyordu. Bu süreçte de onu tanıdığımdan beri
gördüğüm en ciddi halinde görmüştüm. Normalde yaşından küçük hissettiren,
Cevahir’in koruması olduğunu unutacağım kadar enerjik olan hali buralarda
değildi.
Hiçbir şey söylemedim. Yürüyüp biraz
ilerlerken Teoman da benimle aynı adımları atarak yanımdaydı.
Boş bulduğum ilk alana, denize doğru bakan bir
bankın üzerine yavaşça yerleştiğimde onun da yanıma hemen oturacağını
düşünmüştüm ama bir süre ayakta kaldı. Ona baktığımda bunu etrafı iyice
incelemek için yaptığını gördüm. Karışmadım.
Biraz sonra yanıma oturduğunda ona doğru
yeniden dönmedim. Denize doğru bakmam ve usulca hareket etmekte olan dalgaları
saymam gerekiyormuş gibi dikkatle izlemeye başladım.
Teoman söylediği gibi sessizce bekledi. Ona
bakmasam varlığını unutacağım kadar sessizdi. Bu, geçen günlerle gelen bir
gariplik olduğundan beni rahatlatmak yerine daha da sıkıyordu.
“Konuşman yasak değil,” dedim biraz vakit
geçince. “Cevahir’e seni şikâyet etmeyeceğim, söz.”
“Cevahir abi kızacak diye değil,” dedi direkt.
“Dibindeyken sürekli konuşursam iyice sıkılıp bunalırsın diye ben koydum bu
kuralı kendime. Abim bir şey söylemedi.”
“Bunalmamı engelleyebilmenin bir yolu yok,
Teo. Konuşmaman bir şeyi değiştirmiyor, normaline dönsen daha iyi hatta.
Konuşsan aklım dağılırdı belki.”
“Konuşayım hemen yenge, özel isteğin var mı
konu olarak?”
Dudaklarımın ucuna kadar gelen gülme isteği
aniydi. “Yok,” dedim zar zor.
“O zaman biraz gündemden bahsedelim,” dediğinde
konuyu nereye bağlayacağını merak ederek ona doğru döndüm hafifçe.
“Neymiş gündem?”
“Sensin gibi,” dedi omuz silkerek. Kaşlarımı
çatacak olduğumda devam etti. “Sizsiniz daha doğrusu. Boşanma işi magazine
sızmış, gözler sizde.”
Uzunca bir nefes verdim.
Geçtiğimiz hafta yaşanandan bahsediyordu:
Nilgün teyzenin Cavit’ten ve aslında onun
deyimiyle Avcıoğlu lanetinden resmi olarak kurtuluşundan.
Nilgün teyze o soyada lanet gözüyle bakıyordu
artık ve bunu paylaştığı tek kişi ben olmuştum. Etrafında kalan diğer insanlar
bu soyadına doğduğundan beri sahip olanlardı ve onların gözlerinin içine baka
baka böyle söylemekten kaçınıyordu. Güvenli liman olarak beni bulmuştu.
“Gözler bizde derken..?” dedim anlamsızca.
“Peş peşe boşanan Avcıoğlu çiftlerinin
üçüncüsü de yolda mı diye yani… Önce amcası sonra babası boşandı, Cevahir
Avcıoğlu’nun böyle bir niyeti var mı diye meraklılar.”
Umuyorum
ki en kısa zamanda diyerek cevap verirdim buna. Yani
haftalar öncesinde bir yerde, o zamanlar içinde bulunsaydım dilimden dökeceğim cevap
basitçe bundan ibaret olurdu.
“Sanmıyorum,” dedim bugünkü fikrimi sunarak.
“Ne tesadüf?” dedi Teoman hemen. “Ben de
sanmıyorum.”
Ben önüme doğru dönerken Teoman susmadı tabii.
Ona ‘lütfen konuş’ minvalinde istekte bulunmak benim seçimimdi, artık dönüş
yoktu.
“Anlaşmalı evliliğin yan etkileri işte,” dedi
fısıltıya yakın bir sesle. “Bir bakmışsın dilinden boşanma düşmüyor, sonra bir
daha bakmışsın dibin düşüyor falan…”
“Teo,” derken sesim düzdü. Bu düzlüğün onu
ikaz etmeye yeteceğini düşünmüştüm ama bıyık altından sırıtmaktan başka yaptığı
bir şey yoktu.
Kollarımı göğsümün biraz altında kavuşturup
sırtımı geriye doğru yasladım. Olduğum yerde karşıya bakarken göz ucuyla arada
Teoman’a bakıyor ve onu aynı muzip halde görüyordum. Tam bir sevimli
serseriydi.
Aradan dakikalar geçtiğini, bu dakikaların
yanımıza birini misafir edecek kadar uzadığını Teoman konuşup dikkatimi
dağıtana dek asla fark etmemiştim.
“Bana müsaade o zaman,” diyerek ayaklandığında
beni yalnız bırakacağını sanıp şaşkınca başımı yukarı kaldırdığımda dudaklarım
sorguyla aralanacakken omuzumdan çenemin altına doğru tırmanan ani dokunuşlarla
irkilmiştim.
İrkilmem kısa sürmüştü. Elin hissettirdiğini
de, arkamdan dağılıp burnuma dolan kokuyu da tanıyordum.
“İyi akşamlar diliyor ve kaçıyorum, siz yan
yanayken ben cereyanda kalıyorum çünkü.”
Teoman apar topar gözden kaybolduğunda başımı
geriye doğru eğdim. Başparmağı çene kemiğimde, diğer parmakları boynumda duran
ve beni usulca tutan Cevahir ile uzak sayılabilecek bir mesafeden de olsa göz
göze gelmiştim. Mesafenin uzunluğu onun ayakta dikilmesindendi.
“Hoş geldin,” diye mırıldandığımda o uzun
saydığım mesafe birden kısaldı, hatta tamamen kapandı. Çünkü hızlı bir şekilde
eğilip alnımın kenarını sertçe öperek ‘hoş buldum’ demeyi seçmişti. Kelime
tasarrufu denilince de oydu, üstüne yoktu.
Yanımda kalan boşluğa oturmak için
hareketlendiğinde eli benden çekilmiş, temasımız kesilmişti. Oturur oturmaz
bunu eski haline getireceğini biliyordum. Öyle de oldu. Sırtımı yasladığım yere
doğru kolunu uzattığında beni kendisine çekmedi ama kolunu destek gibi bana
temas ettiriyordu.
“Teo mu çağırdı seni?” diye sordum yan yan ona
bakarken. “Birazdan eve gidelim derdim zaten, yolunu değiştirmişsin.”
“Yanına gelmek istemem çok mu anormal, doktor?
Kimse çağırmadı. Evde beklemek yerine ben sana geldim, daha hızlıydı.”
Beni bölerek konuştuğunda söylediği şeylerden
hoşnut olmasaydım sözümü ağzıma tıktı diye ona ters ters bakabilirdim ancak
gözlerimi kapatıp açmakla yetindim.
“İçin en çok sen yanımdayken rahat çünkü,”
dedim yüzüne doğru bakarken. “Güvende olduğumdan tam olarak emin olduğun tek
an, yanımda olduğun an.”
Levent’le, Teoman’la olmam onun için kıyamet
demek değildi ama olabildiğince çok kez onlarla olan zamanlarım bölünmüş ve
kendimi Cevahir ile bulmuştum hep. Halletmesi gerekenleri hallediyor, hızla
yanımda beliriyordu.
Bir başka kişiye kendisinden daha çok
güvenebilmesi mümkün değildi. Bu, tükenmek bilmeyen egosundan mı yoksa konunun
onun için gerçekten hassas oluşundan mıydı seçemiyordum.
“Yanımda olmaktan şikâyetçi gibi
konuşuyorsun,” derken konu değiştirme çabasını hiç umursamadan devam
edebilirdim ama günlerdir aynı döngüde olmaktan zaten yorulmuştum.
“Yani…” dedim çekinir gibi görünerek. “Biraz
fazla geldi, evet. Nasıl bir çözüm bulabiliriz?”
Sırtımdaki kolunu büküp beni bir anda kendi
bedenine doğru çekişi hızlı ve beklenmedikti. Dengem bozularak ona doğru
yapışmak zorunda kaldığımda ağzım da yarı açıktı.
“Çözdüm sorununu,” dedi yanağım omuzuna
değiyorken.
“Beni seninle tek bir bedenmişim gibi sararak
mı çözdün?”
Saç tellerimin sakallarına dolandığını
hissettim. Çenesini başımın üstüne doğru yaslamıştı.
“Şikâyetin varsa çekilebilirsin,” dedi oldukça
sakin bir sesle.
Şikâyetim yoktu. Aksine utanmazca daha da
yakınına girip içeride bir yerde yaşamak gibi bir telaşla doluydum, her şeyden
kaçmak ve saklanmak istediğim bir zamandaydım. Ancak durduramadığım tarafım onu
gıcık edebilmek için hevesliydi.
Şikâyetim varmış gibi çekilmek üzere kendimi
hareket ettirdim. Yani denedim. Kıpırdamaya çalıştım.
Olmadı.
‘Çekilebilirsin’ derken beni öyle sıkı tutup
sarmalamıştı ki biri onu savurup yıkmadığı sürece kollarından ayrılabilmem
mümkün değildi.
İkinci kez geri çekilmeyi denemedim bile.
Arabaya bindiğim an bastırmış gibi görünsem de tüm gün, hatta günlerdir benimle
olan yorgunluğumu olabildiğince açık ederek omuzunda soluklandım.
Yorgun iç çekişim ona ne fısıldadı bilmiyorum
ama burnunu saçlarıma dayayıp bekledi. Birkaç saniye sonra da sesini duydum.
“Özür dilerim,” dedi öylece. “Yine özür
dilerim. Aynı şey için.”
Ondan ilk kez özür duymuyordum. Bu iki
etmişti.
İlkinin gerçekleştiği zamanı hayal meyal
hatırlıyordum. O ana dair hatırladığım en net şey, sesiydi. Benden özür dilen
sesiydi.
Ona ‘kimse benden özür dilemedi’ demiştim.
Hayatımın bir türlü tamamlanamayan, daimi eksikliğinden bahsetmiştim. Özür
dilemesi gereken kişiler listemde adı yazılıydı ama listeden adını
sildireceğini düşünmemiştim, diğer isimler gibi orada kalıcı olur sanmıştım.
Beni yanıltarak dudaklarını aralamış, ilk özrü ben dilersem diğerlerinden farkım
olur mu, diye sormuştu. ‘Seni içine
soktuğum tüm çıkmazlar için özür dilerim’ demişti.
Sormasına gerek yoktu. Cevabın olumlu olduğu
ayan beyan ortadaydı.
“Listeye adını tekrar eklemedim ki,” dedim
sessizce. Beni hayatına dahil edişi tamamen onun iradesindeydi. Kızgınlığımı,
beklentilerimi açıkça savurabilmiştim bu nedenle.
Şimdiyse taşlar yerinden oynamış ve hiç
oturacağını düşünmediğim yerlere varıp yerleşmişlerdi. Artık onu suçlu bulup
kenardan izleyici olmakla yetinemiyordum.
Suçlu olmadığı kısımları görebilecek kadar
şeffaflaşmış, bana onu görebilmem için bilerek veya bilmeyerek yollar açmıştı.
Ailesinde olup bitenler onun suçu değildi.
Annesine olanlar onun suçu değildi. Yıllarca annesinin kimsenin ruhu duymadan
durduğu okun ucuna şimdi benim konulmuş olmam onun suçu değildi. Bir yerden
sonra iradesini devralan bendim çünkü. Hayatına bu denli karışmadan, süs bebeği
sahte karısı olarak yaşayıp gidebilirdim. Kimse bana silah doğrultup Avcıoğlu
ailesinin altını üstüne getirecek işlere dalmamı söylememişti.
Ne listesi diye sormadı. Ben o anki
bilinçsizliğimi rağmen hatırlıyorsam, o elbette daha net hatırlıyor olmalıydı.
“Tek bir özürle ben o listeden silinip gittim
mi?”
“Kalan isimler seni temize çıkartacak kadar
kara, şanslısın.” dedim usulca.
Bir şey söylemedi. Listedeki isimlerin annemi,
babam olarak anmaya gerek duymadığım Muhsin’i kapsadığını tahmin ediyordu
tabii.
Listede yakın bir zamana kadar bir isim daha
vardı. O ismin orada durduğunu zaman zaman unutuyordum. Zira bugün karşıma
çıkıp özür dilese de benim için hiçbir anlam taşımayacaktı. Bu, özürle
geçmeyecek kadar çok canım yandığından değildi.
Bazı özürlerin mühleti olurdu. Süre dolduğunda
gelecek olan özür, yaşananlara dokunamazdı bile. Bu da öyle bir özürdü.
Geç kalalı çok oluyordu. Özür diledi diye
değil ama bambaşka nedenlerle adı oradan çoktan kazınacak kadar silikleşmişti. Yeni eklenen isim, eskisini ben farkına bile
varmadan ortadan kaybetmişti.
~
“Başka bir şey isteyelim mi? Beğenmediysen
eğer…”
Tabağımdaki köfteleri sağa sola yuvarlayıp
kıymaya geri dönüştürecek kadar eşelemiştim. Cevahir’in elindeki çatalla benim
tabağımı işaret edip konuşması boşuna değildi.
“Güzel tadı,” dedim aksini söylesem direk
tabağı önümden çekeceğini bildiğim için. İştahım olmadığından yemiyordum,
köftelerin tadıyla bir derdim yoktu.
“Ye o zaman, Seray. Öğleden sonra doktor
yerine hasta olmaya mı karar verdin?”
Küçük bir lokmayı ağzıma atıp çiğnerken dik
dik yüzüne bakmaktaydım. “Düşünceliyken bile kaba saba bir adamsın, nesin sen
ya?”
“Tadını çıkar,” dedi göz kırpıp. “Eşi benzeri
olmayan bir adamla evlisin.”
“Her gece şükrediyorum,” dedim abartarak içli
içli.
“Duyuyorum, evet.” dedi başını sallarken. “Birlikte
uyuyoruz çünkü.”
Sinirlerimin bozulmasına engel olamazken
dudaklarım hafifçe gerildi, güldüm.
Tabağımda kalan yemeğin hepsi bitmedi ama
Cevahir’in beni oyalamasıyla geçen zamanda biraz daha midemi doldurmuştum
farkına varmadan. Cevahir’in hastanede olduğu günler devam ettiğimiz ‘öğle
yemeği’ rutinine bugünlük son vermek için ayaklandığımızda giriş kattan
ayrılmak için asansöre doğru birlikte yürüdük.
Hastanenin bloklarını birbirine bağlayan geniş
koridordan geçtikten sonra duraksamadan yürümeye devam edecektik aslında.
Adımlarım sekteye uğramasa ve Cevahir’i de kendimle birlikte durmak zorunda
bırakmasam çoktan asansöre varmış olurduk.
Adımlarımı durduran bir süredir toplantılar
dışında görmediğim, hastanede doğru düzgün uzaktan bile karşılaşmadığım bedenin
varlığıydı.
Muhsin Paker girişteki bekleme alanlarından
birindeydi. Hastaların yukarı katlara yönlendirildikleri uzun masanın
karşısında kalan, kalabalıktan uzak bir noktadaydı. Zaman zaman hasta yakınları
otururdu ancak biraz ileride bolca kafe olduğundan genellikte kimsenin tercih
ettiği yoktu.
Onu tek başına orada gördüm diye adımlarımı
yavaşlatacak değildim elbette. Yanında birini daha gördüğüm için durur gibi
olmuştum.
Kızı yanındaydı.
İki kızı olduğunu biliyordum. İkisini de daha
önce görmüşlüğüm vardı, buraya gelip gidiyorlardı. Benden büyük olan kızına bir
iki kez rastlamıştım, şu an yanında olan ise babasını sıkça ziyaret eden küçük
kız kardeşti. Onu, yüzünü ezberleyecek kadar sık görmüştüm bugüne dek.
“Seray,” diyerek sırtımın aşağısına doğru
sardığı koluyla beni harekete geçirmek ister gibi saran Cevahir’i duyduğumda
ona baktım. “Gidebiliriz,” dedim uzatmadan. “Daldım bi’ an.”
Burnundan bir nefes üfledi. Tamam dercesine
başını salladıktan sonra yürüyecek olduk. Ancak bu kez de bir ses adımlarımızı
durdurmamıza neden oldu.
“Bir saniye bekler misiniz?” diye seslenen
kişi yakınımızdaydı. Muhsin değildi, kızıydı. Seslenişinin hedefinde bizim
olduğumuzu anladığımda afallamıştım. Öğle arası henüz bitmemişti, etraf boş
sayılırdı. Sesleneceği başka kimse yoktu.
“Biz mi?” diye mırıldandım kendi kendime.
Benden başka kimsenin sorumu duyduğunu sanmıyordum.
Onlara doğru döndüğümde kızın buraya doğru
adım attığını, Muhsin’in ise hızla arkadan kolunu tuttuğunu görmüştüm. Endişeli
görünüyordu. Belli ki kızının ne amaçla bize seslendiğinden haberi ya yoktu ya
da bunu yapacağına ihtimal vermemişti.
“İzel!” diyen ses Muhsin’e aitti. Uyarır
gibiydi.
“Baba bi’ durur musun? Sadece tanışacağım, her
gün magazin bombası bir çift görmüyorum ben ya.”
İzel’in yakınır gibi çıkan sesi kısık
sayılırdı ama bize de ulaşıyordu. Neden seslendiğini anlamama yeten
cümlelerinin ardından dudaklarımı birbirine bastırdım.
“Tekrar uyarmayacağım,” dedi Muhsin sadece.
Sesi netti, gergin olduğunu yeterince belli ediyordu. Bu gerginlik kızına da ulaşmış olacak ki kaşları
sorgular gibi çatıldı. Normalde bu kadar kendisine çıkışıp engel olacak bir
babaya sahip değildi, belli oluyordu. Ters tepki almak afallamasına neden
olmuştu.
“Hadi, güzelim.” dedi bu sırada Cevahir bana
doğru başını eğip. “Yukarı çıkalım artık.”
Cevahir’in bu söyleminin Muhsin’e rahat bir
nefes aldırdığını gördüğümde karnımı dürten bir bıçak hissettim. O bıçak bana
saplanmak üzere tehditkâr durmuyordu, tam aksi yönde savrulmak için bekliyordu.
Hedefinde biraz ileride duran adam vardı.
Rahat etmesine ve yıllardır yaptığı gibi kaçabilmesine
göz yummaktan bıkan fevri tarafım bıçağı tutuyor, fırlatmak için beni ikna
etmeye çalışıyordu.
“Acelemiz yok,” dedim bir an Cevahir’e bakıp.
“Öğle aram henüz bitmedi.”
Cevahir bir şey söylemedi. Çenesini biraz
sıktığını görebiliyordum. Mimiklerini ezberlediğim için bunu fark etmek
kolaydı.
Zihnim birden içinde bulunduğum andan kopup
uğultuya boğuldu. Kendi söylediklerim, bana söylenenler…
Söyleyeceklerimden
kork. Bugüne kadar susmuş olmam, sonsuza kadar susacağım anlamına gelmiyor.
Öyle değil mi baba?
Dilediğin
kadar güçlen, bana baktığında gözlerinde beliren o zavallı çocuğu saklayamıyorsun. Mesleğimle
ne bok yediysen yedin ama ailemden uzak duracaksın.
Hepsi üst üste yankılanırken kusacak gibi
hissetmeye başlamıştım.
“Tanışabiliriz,” dedim sesimi bulabildiğim ilk
anda hemen. Öne doğru, onlara doğru adım atmıştım. Attığım adım Cevahir’in
sırtımdaki kolunu yerinden çekmeye yaramadı ama kolu biraz aşağı kayıp belimi
bulmuş oldu.
Söylediklerimle birlikte İzel’in babasına
doğru dönüp ‘gördün mü’ dercesine bakış attığını fark ettim. Hemen bana dönüp
ağzını açacaktı ki yanımıza doğru yaklaşan adım sesleriyle hepimiz aynı anda
bana göre sağda kalan kısma döndük.
Gelen kişiyi tanımam bir saniye daha baksam
gerçekleşirdi ama İzel heyecanla seslendiğinde işim çok daha kolaylaşmıştı.
“Abla!” demişti bakar bakmaz.
Muhsin Paker’i bugün iki kızı birden ziyaret etmişti anlaşılan. Keyfi yerinde olmalıydı.
Yerinde olmasına tahammül edemediğim keyfini yerle bir edebilecek olma gücüne
sahip olmak beni bir an için güç zehirlenmesine uğratacak olmuştu.
“Ne yapıyorsunuz burada?” diye soran kadının
benden büyük olduğunu biliyordum İzel sanıyorum ki annesine benzediğinden, daha
açık saç ve göz renklerine sahipti. Bu kadın ise siyaha çalan saçlarını sıkıca
toplamıştı, bakışları İzel’den ayrıldıktan sonra bize doğru çevrildiğinde göz
rengini de ilk kez yakından görmüş oldum. O da neredeyse siyah denecek kadar
koyuydu.
Yanağımın içini ısırdım. Anneme benzemek
yerine Muhsin’den aldığım özelliklerim sadece bana ait değillerdi, karşımdaki
kadın saçları ve gözleriyle bana hatırı sayılır şekilde benziyordu. Aslında mantıken ben ona benziyordum. Büyük
olan oydu.
“Yılın çiftiyle tanışmaya çalışıyordum, babam
provoke etmeyi keserse tabii.” İzel cümlesinin sonuna doğru babasına dönmüştü
alıngan bir şekilde.
“İnsanları rahatsız etmeyi kes istersen İzel,
saçmalıyorsun.” dedikten sonra kadının bakışları bana çevrildi. “İzel’e
aldırmayın lütfen, fazla magazin dozu alıyor.”
Gülümsedim. “Rahatsız edici olan bir durum
yok,” dedikten sonra gülümsememi sonlandırıp normal bir ifadeye döndüm. “Seray
ben,” dedim kadına doğru. İzel bizle bu kadar ilgili olduğuna göre ismimi
biliyor olabilirdi gerçi.
“Yasmin,”
derken elini uzatmıştı. Kız kardeşinin aksine bu tanışma için çok daha az
hevesliydi, birazdan fikrini değiştirirdi belki.
“Memnun oldum,” dedim bana doğru uzanan eli
tutup nazikçe sıkarken.
Şu anda üstümde, tanıştığım kişi dışında,
bolca bakış taşıyor olmamın nedeni belliydi. Bu, geç kalınmış bir tanışmaydı ve
benim nasıl bir tavır takınacağımı merak eden kişi sayısı fazlaydı.
Cevahir’in belimde duran koluna istemsizce
daha çok yaslanırken kısa bir an dönüp onun bakışlarına karşılık verdim.
Bakışlarımız kesiştiğinde gözlerinde bana ‘yapma’ ikazları yanıp sönecek
sanıyordum fakat öyle olmamıştı.
Bakışlarından sızan tek şey güvendi. Biraz
sonra ağzımdan ne dökülürse dökülsün arkamda duruyor olduğuna dair sunduğu
güven elimle tutabilecekmişim gibi yanı başımdaydı.
Cevahir’den çekip yeniden karşıma odakladığım
bakışlarım elini henüz bırakmadığım bedene değmeden önce hafifçe sola kaydı.
Yüzü birkaç ton beyazlamış, ifadesi kaskatı
kesilmiş Muhsin Paker ile yüzleştiğimde dudaklarımdaki gülümsemeyi kaybetmedim.
“Geç tanıştık ama bazı tanışıklıklar doğru
zamanı bekler, bu da onlardan biri demek ki.” dediğim sırada yeniden karşımdaki
yüze dönmüştüm.
Tuttuğum elini yavaşça elimden çekerken
cümlemin ardından anlamsızca bana bakan yüzünü süzdüm.
“Seray-…” diyerek pürüzlü ancak sert bir sesle
araya giren Muhsin’e doğru baktım göz ucuyla.
“Bir saniye bekler misin baba?” dedim gözlerimi kırpıştırıp. “Kız kardeşlerimle tanışıyorum, izninle.”
Bu iki cümle dudaklarımdan dökülene dek,
sadece karşı tarafa zarar verecek gibi hissettirmişti. Hesaplarımı buna göre
yapmıştım. Sustuğum anda ise aslında kendime de saldırdığımla yeni
yüzleşmiştim.
Karşımdaki iki kadın, kız kardeşlerimdi.
İzel’in etrafı saran, histerik bir hal alan
gülüşü bir süre devam etti. Durabildiğinde dudaklarını aralamıştı hemen. “Garip
bir şaka anlayışınız var sanırım,” dedi cidden garipser bakışlar atıp.
Bana bakıyorlardı. Konuşan ben olduğum için
odakları bendeydi, Muhsin’e dönüp baksalar söylediklerimin şakadan çok uzak
olduğunu kolayca anlayabilirlerdi.
Az önce heyecanlı bakan İzel’in bakışları
garipser bir hal almışken ablasının nötr bakışları soğuk bir duruşa geçmişti.
Birbirlerine fiziken benzemiyorlardı, karakter
olarak da pek benzer durmadıklarını geçtiğimiz birkaç dakikadan çıkartabilmem
zor olmamıştı.
“Yasmin,” dedi Muhsin direkt. “Kızım dışarı
çıkalım, konuşuruz. Burası yeri değil.”
Yasmin henüz ağzını bile açmamıştı ancak
Muhsin’in ilk onu anmasından da görüleceği üzere asıl korkusu onun
tepkisineydi.
Gülümsedim. Çırpınmaya başlaması ve bunun devam
edecek olması keyifliydi.
“Hasta mısın sen?” diyerek birden bana doğru
dümdüz bakmaya başlayan Yasmin’i fark ettiğimde ona odaklandım ben de. “Ne
söylediğinin farkında mısın? Gülüyorsun bir de.”
Bu konunun beni ilk kez güldürdüğünü, daha
önce sayamayacağım kadar çok kez delice ağlattığını söylemem gerekirdi belki
ama öyle yapmadım. Sessizce yüzüne baktım sadece.
“Baba bir şey söyler misin?” dedi İzel geriye
doğru bir adım atıp Muhsin’e yaklaşırken. “Sen mi ayarladın, şaka gibi bir şey
mi bu?”
“Çıkalım,” dedi Muhsin yine. Papağan gibi bunu
tekrarlıyordu. Uzaklaşmaya çalışıyordu.
“Ne çıkması?” derken bu kez İzel’in sesi
yükselmişti. “Sen kafayı mı yedin baba? Ne çıkması? Yalan söylüyor size desene.
Niye gerçekleri söylemiş gibi çıkalım çıkalım diyorsun?”
Muhsin’i ilk kez gözleri dolarken gördüğüm an,
bu andı.
Ben ne dersem diyeyim onda bu etkiyi
yaratamamıştım. Sadece onu iyice kışkırtmış, daha can yakan bir adama
dönüşmesine neden olabilmiştim. İçinin acımasını hiç sağlayamamıştım.
“Kaç yaşındasın sen?” diyerek hızla bana çatık
kaşlarıyla dönen Yasmin’i cevaplamak için ağzımı açacakken İzel delirmiş gibi
yanıtladı. “Otuz yaşında,” dedi titrek bir sesle. “Senden küçük, benden büyük…
Abla!”
Yirmi dokuz ve otuzun tam ortasındaydım
aslında ama bu nüansın onlar için sonuç değiştireceği yoktu zaten. Soruyu neden
sorduğu belliydi. Yasmin’den büyük olduğumu duymak ve Muhsin’in evliliğinden
önce sahip olduğu kızı olmamı yani kötünün iyisi olan ihtimali doğrulamak
istemişti önce.
Yardım istercesine ablasına seslenişini duyduğumda
Muhsin’i yakıp yıkmak için onları da bu denli acıtıyor olmak bir an için çok
bencil hissettirmişti. Ama bu bencillikse de ben bencil olduğu için suçlanacak
son insan olmalıydım.
Bencil olmamayı öğrenmek için insanın
etrafında kendisinden öne koyacağı birileri olmalıydı, bana bu şans
verilmemişti. Kuvvetli bir gerekçem vardı bencilliğim için: yalnızlığım.
“Cevahir,” diye mırıldandım olabildiğince
kıstığım sesimle. Sadece onun duyabileceği şekildeydi sesim.
“Yanlış bir şey yapmadın,” dedi ‘efendim’ bile
demeden. Seslenişimdeki soruyu hızlıca anlaması yararımaydı. “Yanlış yapmadım,”
diye tekrarladım başımı öylesine sallarken.
Başını hafifçe eğip dudaklarını şakağıma
bastırdı. Bana yakındı, aramızda doğru düzgün mesafe yoktu ama yine de daha
fazla yakınında olmam gerekmiş gibi kendimi ona itmiştim.
İzel birden koşar adım yürümeye başladığında
bakışlarım istemsizce ona çevrilmişti. Yüzündeki ifadeyi birkaç saniyeliğine
görebilmiştim, o birkaç saniye yıkımını görmem için yetmişti. İzel’in çok da
uzağımızda olmayan çıkış kapısına ulaşması kısa sürdüğünde arkasından onun
kadar hızlı olmasa da sert adım sesleri eşliğinde Yasmin uzaklaşmaya başladı.
Muhsin’in onların arkasından koşar adım
gideceğini düşünmüştüm. Yetişmeye çalışacaktı.
Önceliğinin iyi bir şey olmasını ummak benim
hatamdı. Olduğu yerden adımlamıştı ama gittiği yer kızlarının yanı değildi,
bana doğru adımlamıştı.
“Sen…” dedi sinirden titrer gibi görünürken.
“Ne halt ettin az önce?”
“Karıma köpek gibi hırıldamayı kes.” Önümde
koca bir duvar olsa, Cevahir’in yanımda durup konuşmasından farklı
hissettirmezdi. Kendimi bir süre önce sadece ‘kapana kısılmış’ hissettiğim
yanı, artık benim için güvenli bir sığınaktı.
“Bana hiç var olmamışım gibi davranıp mutlu
mesut yaşaman sonsuza kadar sürmeyecekti, öyle olacağını mı sanıyordun
gerçekten?” dedim sesimin titrememesine özen göstererek.
“Eline ne geçecek?” dedi öfkesini güler gibi
kusarken. “Ben gerekirse son nefesimi verene dek çabalayıp kızlarıma kendimi
affettiririm, senin bundan kazancın ne olacak?”
Sırtımda gezinen ürpertinin dışarıdan belli
olmaması için kendimi kastım. “Ne kadar sürünürsen, o kadar memnun olacağım. Bu
benim için yeterli.”
Değildi. Yeterli falan değildi.
Son
nefesimi verene dek çabalayıp kızlarıma kendimi affettiririm derken yemin eder gibiydi. Kızları kendisine kırgın kalmasın diye her
şeyi yapacağını söyleyen bir adamdı. Böyle bir adam, babamdı. Kalbinde bana
karşı bir gram şefkat taşımayan ama aslında hayali kurulabilecek babalardan
biriydi.
“Benden kendine sağlayabileceğin tek fayda
bu,” dedi boş bakışlarla. “Böyle avut kendini.”
Yanılıyordu. Bu bir fayda sayılmazdı. Bana
sağladığı herhangi bir fayda yoktu, olmayacaktı da.
“Pazartesi sabahı Vita’yla ilişiğimin
kesilmesi için dilekçemi bırakacağım.” dediği sırada Cevahir’e bakıyordu artık.
“Karın için beni kovma lüksünü elinden almam sorun olmayacaksa tabi…”
İstifa edecekti.
Cevahir’in belimi parmaklarıyla usul usul
okşayışını hissettim. Dışarıdan görünemeyecek kadar yavaş ama bana yetecek
kadar yoğundu.
“Bu lüksü elimden alan sen değilsin, bizzat
karımdı. Seray’ın engel olmayacağını bilseydim haftalar önce kaybettiğin tek
şey başhekimlik koltuğu olmazdı.”
Muhsin başka bir şey söylemedi. Cevahir
konuştuktan sonra bakışlarını bir an için bana çevirip yüzümü süzdü, burayla
ilişiği kesildikten sonra bir daha yüz yüze gelme ihtimalimizin sıfıra yakın
olduğunu ikimiz de biliyor olmalıydık.
Öyle ya da böyle koridorlardan birinde, öğlen yemek
yerken kafenin diğer ucunda ya da toplantılarda yüzünü görüyordum. Son iki
yılım böyle geçmişti. Bugün bir nevi devrimdi. Bir daha saydığım yerlerden
hiçbirinde, hatta belki de hiçbir yerde onu görmeyecektim.
Onunla aynı çatı altında çalışıyor olduğumu
annemden öğrenmiştim. Bana iyilik mi yapmaya çalışmıştı yoksa babamın ne kadar
korkunç biri olduğunu görüp kendisine daha iyi gözle bakayım mı istemişti
seçemiyordum. Öğrendiğim güne ileride lanetler edeceğimden habersizdim o
zamanlar. Karşısına meslektaşı olarak, büyüyüp kendini bir şekilde yaşatmış bir
kadın olarak çıktığımda ona yük olmayacağım için yıllar önce yaptığından farklı
tepki verebileceğini sanmıştım.
Yirmilerinin başında kabullenmek istemediği
sorumluluğu belki ellilerindeyken kabullenebilirdi, bana bunca yılın sonunda
bir ışık yanabilirdi. Varsayımlardan ibaret düşüncelerimden hiçbiri doğru çıkmadığında
her şey daha da kötüleşmişti.
Muhsin’in bana bakmayı bıraktığı anda adım
atmaya başlamasıyla birlikte artık bakışlarım sadece sırtına saplanabilir
olmuştu.
Nereye doğru gittiğini izlemek yerine dalgın
bakışlarla önüme döndüğümde açık renkli parlak zemindeki yansımama
rastlamıştım.
Sırtımdan bir yük kalkmış gibi hissetmediğimi
fark ettiğimde dudaklarım titredi.
“Gitti,” dedim kendi kendime. Zaten hiç gelmiş değildi ama yine de yaşanması
için bir zamanlar umut ettiğim her şeyin imkânsızın kucağına düşmesi kırık
hissettirmişti.
Cevahir belimdeki kolunu kaldırıp omuzlarıma
doğru doladı. Beni kendisine doğru yaslarken bir yandan da bedenimi
yürüyebilmem için yönlendirmeye başlamıştı.
Asansörü beklediğimiz sırada çenesini
saçlarıma doğru yaslayıp beni omuzuna çekti.
Asansörün kapalı kapısından kendimi bir ayna
kadar net olmasa da izleyebiliyordum. Kapılar açılana dek izlediğim yansımam,
dakikalar önce karşımda olan kadını anımsamama neden olunca gözlerimi kıstım.
Yasmin’e benziyordum.
Eksik olan yanım neydi? Muhsin onu kendisine
benziyor diye içlene içlene büyütmüş olmalıydı. Beni bundan alıkoyan sadece
farklı bir anneye sahip olmak mıydı? Ben seçmemiştim. Önümde seçenek bile
görmemiştim.
Her şey benim dışımda gelişip nasıl en çok
bana zarar verebiliyordu?
~
“Seansın
yoksa neden hastanedesin anne?” diye sorarken Cevahir sabrının son
demlerindeydi. Karşısında annesi yerine bir başkası olsa çok daha farklı bir
tavır takınacağı kesindi ancak şansı yaver gitmemiş ve annesiyle kalakalmıştı.
“Öyle
bi’ uğradım,” dedi Nilgün omuz silkerken.
“Uğradın…”
dedi Cevahir başını sallayarak. “Bana mı yoksa Seray’a mı, anne? Kime uğradın
tam olarak?”
Nilgün
cevap olarak ‘Seray’ dese de oğlunun gazabından kaçması mümkün değildi,
biliyordu. İlk işi telefonuna uzanıp karısına durumu sormak olurdu. Seray’ın
cevabı da belli olmazdı. Nilgün bu aralar gelininde daha az kaynanacılık
seziyordu, kocaköylü olası vardı şimdilerde; güvenememişti.
“Dedenle
geldim, onun kontrolü vardı.”
Bu kısım
doğruydu. Cevahir dedesinin hastaneye geleceğinden haberdardı. Ancak peşine
kuyruk gibi takılan annesinin derdi Fahri Avcıoğlu’na eşlik etmekten daha
fazlasıydı, belliydi.
“Doktorun
Arif değil de Atalay hoca mı senin anne? İkisinin odasında geçirdiğin süreler
neden bana bunu sorduruyor?”
“Atalay
psikiyatrist değil ki,” dedi Nilgün bir an boş bulunup.
“Bak
sen,” dedi Cevahir yalancı bir hayretle. “Haberim yoktu hiç.”
“Aman,”
diyerek elini salladı Nilgün bıkkınca. “Sana da laf anlatılmıyor, ne çekilmez
bir adam oldun sen ya? İyi ki ikna etmişsin Seray’ı, evde kalırdın yoksa bu
çeneyle.”
Cevahir
iç çeker gibi oldu. İkna etme sürecini detaylarıyla bilse annesinin masadaki
tüm eşyaları tek tek kafasında kırmaya başlayacağını tahmin ediyordu. Seray
sözleriyle kendisini vurmakla yetinse de annesi için aynısı söz konusu
olmayabilirdi.
“İyi ki,
anne.” dedi bakışlarını Nilgün’ün yüzünden çekmeden. “İyi ki ikna edebilmişim.”
Nilgün,
oğlunun tereddüt etmeden konuşmasıyla gülümsemesine engel olmadan yerinde
kıpırdandı. Cevahir’in derinleşen bakışlarını sadece karısını anmasına
yormuştu. Öğlen yaşananlardan doğal olarak bihaberdi.
Cevahir’in
zihni ise Seray’ı düşünmesiyle birlikte saatler öncesine sürüklenmişti. Başka
bir iş yapıyor olsaydı Seray’ı o haldeyken çalışmaya devam ettirme ihtimali
yoktu, elinden tuttuğu gibi buradan götürürdü ancak mesleği müdahaleye
kapalıydı. Onu odasına uğurlarken kendisi de odasına geçmiş ve Ceylin’i saat
başı arayarak bir sorun olup olmadığını sormuştu.
“Ben
dedeni bulayım o zaman, bitmiştir hastaneyi teftişi herhalde. Gidelim artık.”
Nilgün ayaklanmak için hareket edeceği sırada konuşmuştu. Cevahir hafifçe
daldığı yerden bu sesle sıyrılmıştı.
Dedesinin
kalbini kontrol ettirmek için gelse de ayrılmadan önce hastanede gezinip
işleyişi incelediğini biliyordu. İçi başka türlü rahat etmiyordu.
“Anne… O
evde yaşamaya devam etmek istediğinden emin misin? Dilediğin şekilde başka bir
ev ayarlayabilirim. Seray bin kez bizimle kalabileceğini zaten söyledi,
tekrarlamıyorum o kısmı.”
Nilgün
omuzlarını oynattı olumsuz anlamda. “Gayet eminim. Orada aklım başımdayken ve
evin şeytanları yokken kalmak konusunda bir sorunum yok. Dedene de iyi geliyor.
Arkadaş oluyorum.”
Cevahir
bu açıklamayı yeterli bulmak zorunda kalarak başını sallamıştı. Nilgün’ün ayrı
bir düzen kurmak istemeyişinin asıl sebebini öğrenene dek bu şekilde bir nevi
kandırılıyor olmaya devam edecekti.
Annesini
odasından yolcu ettikten sonra Cevahir önünde kalan bir iş var mı diye
bakınmış, güne bu noktada son verebileceğine kanaat getirdikten sonra
ayaklanmıştı.
Saat
altıya geliyordu. Seray’ın işi bitmiş olsa haberi olurdu. Kendisi aramaya
tenezzül etmese de sekreteri bu konuda tembihliydi. Fakat böyle bir arama almamıştı.
Son anda
bir hastasının geldiğini ya da acile indiğini varsayarak odadan çıkarken acele
etmedi. Ceketini üzerine geçirip odadan ayrıldığında katta pek kimse
kalmadığından etraf sessizdi.
İdare
katı gibi poliklinik katları da sakinlemişti. Cevahir, Seray’ın odasının olduğu
kata vardığında bunu fark etmişti.
İki
doktor odasının arasında konumlandırılmış olan sekreter masasını boş ve oldukça
düzenli bırakılmış gördüğünde Ceylin’in çıktığını anlamıştı. Kolundaki saati
tekrar kontrol etti. Çıkması için normal bir saatti ancak doktorlar çıkmadan
genelde yerinden ayrılmıyordu. Volkan çıkmış olsa da Seray çıkmadan yerinden
ayrılma ihtimali düşüktü.
Cevahir
kaşları çatılmaya başlamış halde direkt Seray’ın kapısına adımladı. Kapıya bir
kez vurup içeride hasta varsa dalmamak için birkaç saniye duraksadı.
Çıt
çıkmadığında kapı kolunu koridorda ses yankılanacak sertlikte indirip kapıyı
açmıştı.
Odanın
boş olduğunu gördüğünde elindeki telefondan bir yandan Seray’ı aramakla
uğraşırken bir yandan da çantasını bıraktığı köşeye bakışlarını çevirmişti.
Çantayı
yerinde görmediğinde dudaklarından kısık bir küfür fırladı. “Eve gitmiş ol,
Seray.” dedi sayıklar gibi. “Teo’yu aramış ve benden kaçıp eve gitmiş ol.”
Çalıp
duran ancak açılmayan telefonu telesekreterin sesi gelene dek kulağında
tutmuştu. Yanıt gelmediğinde telefonu bu kez hızla Teoman’ı aramak için
kullandı.
Saniyeler
içinde arama yanıtlanmıştı. “Buyur abi.”
“Seray
yanında mı?”
Hattın
diğer ucunda küçük bir duraksama yaşandı. Teoman’ın sustuğu bir iki saniyelik
süre Cevahir’in iyice delirmesine neden olmuştu.
“Teo!”
diye gürledi Cevahir.
“Abi
değil, yanımda değil. Sen Vita’da değil misin? Ben seninle dönecek diye çıkışta
beklemedim ki, yengem aramadı da beni. Arasa-…”
Uzun
uzadıya açıklamaya yapmaya çalışan Teoman’ı araya girerek susturdu. “Taksiyle
ayrılmıştır, kameralara baktıracağım.”
“Tamam
abi, geleyim mi oraya?”
“Gerekirse
haber veririm.”
Telefonu
kapattıktan sonra Cevahir kamera odasına ilerlerken önce bir kez daha Seray’ı
aramış, cevap gelmediğinde de bu kez Ceylin’i aramıştı.
“Efendim
Cevahir Bey?” diyerek merakla yanıtlayan Ceylin’e direkt olarak sordu Cevahir.
“Seray ne zaman çıktı, Ceylin? Neden haberim yok?”
“Haberiniz
mi yok?” dedi Ceylin şaşkınca. “Son hastası randevusunu iptal edince
toparlandı, sizin yanınıza çıkacağını söyleyince ben… Aramadım sizi yani.”
Cevahir
gözlerini kapattı bir an için. Seray’ın zekâsından böyle anlarda yaka
silkiyordu. Ceylin’in onun sekreterinden çok kendi haber kaynağı olduğunu
biliyordu, kaçış yolu için onu kolayca aradan çekebilmişti.
“Tamam,”
dedi sadece Cevahir. Ardından telefonu kapattı. Kameraları izlemeye başlayana
dek Seray’ı dört kez daha aradı. Her seferinde çalıp çalıp açılmayan telefona
olan siniri katlanıyor, nereye gittiğini düşünürken geriliyordu.
“Taksinin
plakasını not alın, hastanenin durağından mı?”
Ekrana
bakmakta olan güvenlik görevlisi olumlu anlamda başını salladı. “Evet, Cevahir
Bey. Şoförü sordurayım ben isterseniz, onunla iletişime geçersiniz.”
“Olur,
mümkün olduğunca hızlı hareket edelim.”
Kısa bir
süre sonra Cevahir giriş kattaydı ve karşısında bahsi geçen taksinin şoförü
vardı. Ondan Seray’ın nerede indiğini öğrendiğinde ise duraksamıştı.
Nerede
olduğunu öğrendiği için rahatlamalı mı yoksa daha da endişelenmeli miydi, karar
verememişti. Neden kendisinden kaçarak gittiğini anlayamamıştı, bambaşka bir
yere gittiğini sanmıştı ancak Seray sadece eve gitmişti.
Arabaya
binip trafiğin sınırlarını zorlayarak olabildiğince kısa sürede eve vardığında
uçmuş aklıyla evdeki güvenlikleri aramayı hiç düşünmemesine yanıyordu.
Kaybettiği
süre boyunca aklından binbir çeşit senaryo geçmişti. Seray görüş açısında
değilken alevlenen düşünceler bu dakikalar boyunca tamamen tutuşmuştu.
“Hoş
geldiniz Cevahir Bey,” diyen güvenliğe, vakit kaybetmemek için garajın önüne
kadar götürmeden kapıda bıraktığı arabanın anahtarını uzattı. “Yerine bırakın,
Teo’ya da haber verin. Yarın için yeni araba ayarlanacak.”
“Tabii,”
dedikten sonra anahtarı alıp direkt işe girişen adamın yanından uzaklaştıktan
sonra Cevahir hızla eve girmişti.
Odaya
çıkmaya, salona bakınmaya gerek duymadı.
Derdi
taşınca karısının kırk yıllık ayyaşlara taş çıkartacak hale gelip alkol
arandığını biliyordu artık. Eğer onun güvenliği için diken üstünde olduğu
günler yaşamasalar ilk aklına gelecek olan, Seray’ı evdeki mahzende aramak
olurdu hatta.
Alt kata
inen merdivenleri birer ikişer aştığında katın koridorunun ışığını yanık
görmüştü. Derin bir nefes aldı.
Kapalı
kapıyı itip açtığında yerde sızmış ya da sızmaya az kalmış halde göreceği bir
beden aramıştı gözleri.
Aradığını
bulduğunda, karısının bedenini sağlam bir şekilde karşısında gördüğünde
gözlerini bir süreliğine kapattı, nefeslendi.
“Güvende,”
dedi sessizce. “Güvende, iyi. Geç kalmadın.”
Omuzlarından
tutup sarsmak, kendisini böyle telaşlandırdığı için kızmak istiyordu aslında.
Geçen günler malumdu, ne diye başını alıp ortadan kayboluyordu? Eve gitmek için
neden bu yolu seçmişti mesela?
Cevahir
ona kızmak için kendisini durduran iki ayrı engel hissetti.
İlk
engel kadının bugün yeterince yıpranarak kotasını doldurmasıydı.
İkinci
engel ise günlerdir layığıyla oynamaya çalıştığı rolüydü. Korkmama, endişe
etmeme rolünü bir anda elden bırakamazdı.
Aldığı
önlemleri, Seray’ın etrafında pervane gibi gezinmesini sadece tedbir gibi
gösterse de delirmenin eşiğindeydi aslında. Seray’ın telefonu çaldığından,
Seray duyduklarını Cevahir’e söylediğinden beri aklı başka çalışıyordu.
Karısının
aptal olmadığını biliyordu bir yandan da. Bu kadar çıldırmışken sözünü etmiyor
diye korkmadığını düşünemezdi, farkındaydı. Ancak dile getirmemek bir nevi
kaçıştı Cevahir için.
Annesine
geç kalışını, yaşananlara yıllarca kör oluşunu henüz atlatabilmiş değildi.
Belki de hiç atlatamayacaktı. Şimdiyse konu Seray’dı ve yaşanabileceklerden
haberi vardı, bir şeyler yapmak zorundaydı.
Sesli
olarak bir şeyler söylemeden önce adımladı öne doğru. Seray’ın iki büklüm
oturduğu yerde dalgınca yeri izliyor olduğunu görmüştü.
Tam
önünde durup dizlerini bükerek çöktü. Hafifçe yüksekten bakıyor olduğu kadını
izledi.
“On beş
dakika boyunca bana ölüyormuşum gibi hissettirmenin cezasını nasıl keseceğiz,
gamzeli?”
Odasında
olmayıp telefonunu açmadığı andan, taksicinin onu bıraktığı adresin ev oluşunu
öğrenip güvenlikleri aradığı ana kadar geçen süreydi bu. Cevahir için on beş
dakikadan çok daha uzun sürmüştü.
Başı öne
eğik şekilde duran karısının gözlerini görebilmek için elini yüzüne doğru
uzattı Cevahir. Onu çenesinden nazikçe tutup yüz yüze gelebilecekleri kadar
doğrultacaktı. Fakat elleri tenine temas eder etmez parmaklarında yangın varmış
da Seray’ın tenini yakmış gibi kadından bir sızlanma döküldüğünde durdu.
“Bakma,”
diye sızlanmıştı. “Çok çirkinim, bakma.”
Cevahir allak
bullak olmuş ifadesiyle kalakalırken elini çenesinden çekmemişti ancak yüzünü
kaldırmak için de hareket edemiyordu.
“Aklımla
mı oynuyorsun?” diye sordu şaşkınca. “Gördüğüm en göz alıcı şey sensin, çok
çirkinim ne demek Seray?”
“Çok
eksik,” dedi Seray sayıklar gibi. “Vakit ayırmam lazım, çok kötü. Çok çirkin.”
Cevahir
en az karşısındaki kadın kadar çıldırmış hissediyordu artık. Onun direnişine
rağmen yüzünü kendisine doğru kaldırıp gözlerinin içine bakmaya başladığında
durumu anlamlandıramıyor oluşuna öfkeliydi daha çok.
“Bana
çok güzelsin, bana en güzelsin. Bak gözlerime, sana nasıl baktığımı kendin
gör.”
Seray
titreyen dudakları ve kirpikleri eşliğinde öylece Cevahir’in yüzüne bakınıyordu
aslında ama adamın bahsettiği gerçeği görebilmekten çok uzaktı.
Cevahir yamuk
bir şekilde durup zar zor ona bakabilmekten rahatsız olduğu anda kadına doğru
uzandı. Bedenini belinden ve dizlerinin altından kavradığı gibi onunla birlikte
ayaklanmıştı.
Seray’ın
kucağında duran bedeni kucağına yeri hep orasıymış gibi sığışıp şekil alırken
tutuşu daha da sıkılaştı.
“Kaç
kadeh içtin sen?” diye sordu başını eğip yüzüne doğru bakarken. “Kaç şişe ya
da..? Bu kafaya iki kadehte erişmiş olman çok zor çünkü. Çirkinmiş… Kim
inandırdı bu sikik fikre seni?”
Seray
yanağını Cevahir’in omuzuna doğru yaslamış halde duruyordu. Sorulan soruları
duysa da dudaklarından cevap çıkmamıştı hiç.
Cevahir
kapıya doğru hareketlendiğinde Seray’ın sessizliğini koruyacağını düşünmüştü
ancak karısının derdi biraz daha farklıydı o sırada.
“Ayakkabılarım,”
diye mırıldandı. Yere oturduğunda çıkarttığı topukluları yerde duruyordu.
Cevahir’in omuzunun üstünden onları görünce dudakları aralanmıştı hemen.
“Evet,”
dedi Cevahir. “Ayakkabıların.”
Tam
olarak ne olması gerektiğini anlamamıştı. Kapıya doğru bir adım daha attığında
Seray bu kez daha açıklayıcı konuştu. “Onları da alalım, ayakkabılarım…”
Cevahir
sorgulamaya devam edip ayakkabılarını mahzende bırakırsa çalınma ihtimali
olmadığını açıklamak isterdi ancak sarhoş bir Seray’a laf anlatmak genelde imkânsız
oluyordu. Aklına eseni söylüyor, savunuyordu.
Kendini
de karısını da yormadan geri adımladı. Hafifçe çöküp Seray’ı bacağıyla
dengeledikten sonra, yerde duran ayakkabıları iplerinden tutup kaldırmıştı.
Seray
boynuna sarılıyor olduğu için Cevahir onun belindeki elini ayakkabı taşımaya
ayırmış, kucağındaki bedeni bacaklarının altındaki koluyla dengelemişti.
“Tamam
mıyız?” dedi kapıdan çıkarken. “Aldık ayakkabılarını da.”
“En
sevdiğim ayakkabılarım,” diye mırıldanmıştı Seray kafasını Cevahir’e doğru bir
an için kaldırıp.
Merdivenleri
kucağında Seray yokmuş gibi rahat ve hızlı çıktığı için Cevahir yeniden
konuştuğunda giriş kata ulaşmışlardı çoktan. “Özellikleri nedir? Bu şerefe
nasıl nail oldular? Giyince uçuyor musun yavrum?”
Cevahir
gelecek cevabı biraz olsun tahmin edebilseydi kendisinde alay etmek için güç
bulamazdı muhtemelen. Dikkati Seray’da olduğu için ayakkabılara doğru düzgün
dikkat etmemişti çünkü. Baksa… Fark edecekti.
Seray
başını dik tutamayıp yeniden adamın omuzuna düşürürken cevabı da dudaklarından
usulca dökmüştü.
“Kocam
aldı,” diye mırıldanmıştı. Cevabı verdiği kişinin bahsi geçen koca olduğunu
anlık olarak unutacak kadar daldığı için ‘sen aldın’ yerine ‘kocam aldı’ demeyi
seçmişti.
Cevahir’in
bu kattaki banyoya doğru atmakta olduğu adımları durakladı. Seray’ın yüzüne
biraz soğuk su çarpmak üzere hedefinde en yakın banyo vardı ancak kulağının
dibinde yankılanan sözcükten sonra nevri dönmüştü hemen.
Laf
sokacakken, dalga geçecekken ve zaman zaman da sinirliyken kendisini ‘kocam’
diye andığı olmuştu Seray’ın. Bunu ilk kez duymuyordu. Ancak öylece ilk kez
benimser gibi dudaklarından dökülmüştü bu. Yetmezmiş gibi aldığını dahi unuttuğu
ayakkabılarına ‘en sevdiği’ olma ayrıcalığı tanıdığını öğrenmişti bir de.
“Sen
böyle sevip benimseyeceksen, kocan tüm dünyayı alıp önüne yığabilir.”
Seray
başını salladı. “Para sıçıyor,” dedi en beklenmedik anda. “Yığabilir evet.”
Cevahir
başını geriye atıp duvarlara çarpacak bir kahkahayla gülerken sinirlerinin
bozulduğunu hissetmişti. İması bu konuda değildi, karısı için
yapabileceklerinin sınırsızlığından bahsetmek istemişti ama karısının canı
tersinden tutup anlamak istemişti belli ki.
Cevahir
başını eski konumuna getirdiğinde Seray’ı doğrulmuş kendisine dikkatle bakar
halde bulmayı beklemiyordu. Dalgın bakışları yerli yerindeydi ancak bakışlarına
direkt olarak ayırt etmekte zorlansa da başka bir şeyler daha karışmış gibiydi.
“Seray-...”
diyecek oldu ama konuşmaya devam etmesi, dudaklarının üstüne sertçe kapanan
dudaklar tarafından engellenmişti.
Seray’ın
ağzından sızan şarap tadını, aşinası olduğu kendi tadıyla birleşmiş halde
alırken kadını dizlerinin altından saran kolu kasılarak sıkılaştı. Elindeki
ayakkabıları -Seray’dan azar yeme pahasına- yere düşürmekte bir sakınca
görmeyip diğer elini de boşa çıkarttığı gibi sırtına sarmıştı.
Dudaklarına
saldıran, hoyratça öpen taraf çoğunlukla Cevahir olurdu ancak Seray rolleri
değiştirmeye karar vermiş gibi sertti. Cevahir bunu, günün elektriğini
kendisinde topraklamaya karar vermesine yormuştu. Doğru bir cevaptı fakat tam
bir cevap değildi.
Sık
rastlanmayan kahkahasıyla ve başını geriye atıp sunduğu boynuyla karısının
hormonlarını ayaklandırdığı kısmı gözden kaçırmıştı.
Dudaklarını
ondan ayırmadan, kucağındaki bedeni prenses gibi kaldırmak yerine bacakları iki
yanına doğru açılacak şekilde duracağı bir hale soktu. Birkaç saniye sonra ise
Seray’ın sırtı hemen arkalarında kalan duvara yaslıydı artık.
“Arsız
bir ayyaş mısın bu akşam?”
Dudakları
hâlâ birbirine temas edecek kadar yakındı ancak öpüşmeyi kesmişlerdi. Daha
doğrusu Cevahir buna sebep olmuştu, Seray ise memnuniyetsiz bakışlarla onu
süzmekteydi.
~
“Ayyaş sensin,” dedim göğüslerimiz arasında
sıkışan ellerimi çekiştirip oradan çıkartırken.
Zihnimdeki çoğu şey bulanıktı ama karşımdaki
görüntü netti. Gülüşüyle birlikte kurt gibi üstüne atılmamın nedeni de
görüntüydü işte.
“Aynen, güzelim.” dedi başını sallayarak.
Burnu burnuma sürtünmüştü bunu yaparken.
İç çektim istemsizce. “Güzelim,” derken kendi
kendime konuşur gibiydim.
Yüzünü buruşturdu. “Yakışıklım desen en
azından… Böyle pek olmadı.”
Kıkırdayarak öne doğru düştüğümde yüzüm
omuzuna kapanmış oldu.
Neden tekrarladığımı anlamıştı, aşağıdayken
sayıkladığım anı unutmuş olamazdı ama uzatmamak için lafı çeviriyordu. Dünyanın
en düz konuşan, en net insanıydı ama dikkatim dağılsın diye kalıbından
çıkabiliyordu.
“Çok güzelsin,” diye mırıldandı kulağıma
doğru. Kulağımın altına küçük bir öpücük bırakmıştı hemen ardından. “Bizimle
ilgili yapılan her haber gönderisinden kaç yüz yorum sildirdiğimden haberin var
mı? Bir tek bana güzel olsan keşke ama yok işte…”
Sarsıntılı bir şekilde başımı kaldırdım.
Şaşkınca yüzüne bakmaya başladım. “Ne?”
“Yok bir şey,” dedi çatık kaşlarıyla, fazla
ayrıntı verdiğini yeni anlamıştı. “Yat, tamam.”
Ensemden bastırıp beni yeniden omuzuna gömmeye
çalıştı ama direndiğim için başaramadı. Canımı yakmamak için gücünü vermiyordu,
aksi takdirde beni evirip çeviremeyeceği herhangi bir pozisyon olduğunu
sanmıyordum.
“Ben
kıskanç bir adam değilim, Seray.” derken harfleri yuvarlayarak sesimi gür
çıkartmış ve onu taklit ettiğimi yeterince belli etmiştim. Kaşlarının daha da
derin çatılmasından anladığım kadarıyla amacıma ulaşmıştım.
Çok da uzak olmayan bir zamanda söylediği ve
sıfır inandırıcılık taşıyan cümlesini çakırkeyif ve sarhoşluk arasında gelgitte
olan aklım dahi unutmamıştı.
Bir anda aklıma düşen detayla birlikte
gözlerimi kırpıştırdım. “Nasıl siliniyor bu mesajlar?”
“Ne yapacaksın?”
“Bir arkadaşım soruyor,” dedim geçiştirir
gibi. Cevahir geçiştirilmiş değildi tabii, keyiften sırıttı karşımda hemen.
Ağzını açacağı anda avucumu yarı aralı
dudaklarına örttüm. “Kafam şişti,” dedim terslenerek. Duygu geçişlerimin
kontrolünü kaybetmiştim şu an.
Avuç içime ıslak bir öpücük bıraktı. Onu
susturmak için değil de öpmesi için elimi ağzına yaslamışım gibi bedenim gevşedi.
Sırtımı duvardan ayırarak beni yine kucaklayıp
evde gezdirdiği oyuncağıymışım gibi taşımaya başladı. Belinden sarkan
bacaklarımı sallarken başımı omuzuma doğru eğmiş gözlerini izliyordum.
Kıyametim olacağını sandığım adam geç gelen
hediyem, geç gelen hediyem olacağını sandığım adam ise kıyametim olmuştu. Birinin
kolları arasındaydım, diğerinin kollarının arası nasıl bir yer bilmiyordum ve
birkaç saat önce bilmediğim o yere veda etmiştim.
Doğru bir karşılaştırma değildi belki ama bana
bunu yaptıran bizzat Cevahir’di. Birkaç hafta önce, aklı ameliyathanedeki
dedesinde olmasına rağmen kalbi benim kırıklığımı hissederek bana uzanmış ve
konuşmuştu:
Bulamadıklarını
bende ara, o piçten umduğun ama bende bulamayacağın hiçbir şey yok.
Öyle kolay dökülmüştü ki ağzından… Bana her
şey olabileceğini böyle açıkça ve kendinden emin dile getirirken neler
vadettiğini belki de tam olarak bilmiyordu.
***
- 3 yıl önce
Seray,
İki parmağımla
dengede tuttuğum kadehte bir yudumdan fazla şarap kalmamıştı. Kadehi sallarken
yere dökülmeyeceğinden emin ve rahattım.
Aklımda
dolaşıp duran görüntü hep aynıydı. Görüntü her zerresiyle gerçekti.
Annem
vardı karşımda. Hemen yanında da kızı. Biricik(!) kızı…
Kendimden
bunca yaş küçük bir kızı kıskanıyor gibi hissetmek beni öyle yorup tüketiyordu
ki kızgınlığım iyice büyüyordu. Aramızda on beş yaş vardı. Küçük bir çocuktu.
On bir yaşında bir çocuk…
Onu
kıskanmak yerine belki de varlığına teşekkür etmeye başlamalıydım. Tuğçe beni
tanıyıp, tanıdığı gibi de benimseyene dek annemle olan görüşme sayım bir elin
parmağını geçmezken şimdi iki elimi de kullanarak saymam gerekiyordu bu
görüşmeleri.
Ona bir
ablası olduğunu söyleyen annem değildi, eşiydi. Buna da pek şaşırmamıştım.
Annem beni olabildiğince çemberin dışında tutmayı isterdi. Kızına ablalık
edeyim diye heveslenecek değildi.
Tuğçe
istedi diye görüşmek, çağırılmak… Bir çocuğu sevindirmek için gönüllü
üstlendiğim bir işe gidiyor gibiydim. Biraz daha büyüyene dek buna devam
edebilirim, kendimi zorlayabilirim sanmıştım. Anneme rağmen beni tanımak için
çabalamış olan eşinin ve babasına benzemeyi seçerek hayatını kurtaran Tuğçe’nin
hatırına onlarla vakit geçiriyordum.
Kimi
zaman kısa sürüyor, kimi zaman ısrarlarıyla uzuyordu ziyaretlerim. Bazıları
olağan bir misafirlikten fazlası değildi, bazıları ise kapıdan çıktıktan sonra
beni ezilip parçalanmışım gibi hissettirecek kadar can yakıcıydı.
Bugünkü de
can yakanlardandı. Kalbime yük yüklenip ayrılmıştım yanlarından. Fark eden
yoktu, hiç olmamıştı. Belki fark edilmek için biraz ses çıkartmak gerekiyordu
ama ben içime ağlamaya alıştığımdan bunu da yapamıyordum. Fark edilmediğime
bile sessiz ağlıyor, içime içime sızlanıyordum.
Kadehte
kalan son yudumu da içtikten sonra yeniden şişeye uzanacaktım ki dış kapıdan
gelen seslerle birlikte elim havada kalmıştı.
Dudaklarımı
buruk bir şekilde büktüm. Attığım mesajı yeni mi görmüştü?
“Yener?”
diye seslendim, eve anahtarla bir başkasının giremeyeceğini bile bile.
“Benim,”
diyerek salondan girdiği sırada ses verdi.
Elindeki
kırmızı güllerle dolu buketi, benim şarap şişesi ve kadehiyle süslediğim
sehpaya bıraktığında kendisi de yavaşça yanıma oturmuştu.
Güllere
doğru bakındım. “Sadece gül yollasan da olurdu,” dedim dalgınca. “Bu saatte
yorulmasaydın keşke.”
Ona
erkenden eve geçtiğimi yazmıştım. Bugün annemlerle görüşeceğimi biliyordu. İyi
olma ihtimalimin düşük, mahvolmuş hissetme ihtimalimin her şeyden yüksek
olduğunu biliyordu.
Saatler
sonra elinde bir avuç gülle kapıma gelmesi, ne halde olduğunu bildiğim için
seni yalnız bıraktım ama içim de rahat etmedi demekti.
Yener
Soylu dilinde ‘seviyorum ama yorgunum’ demekti.
“Seray…”
derken koltukta bana doğru döneceği, yüzümü görebileceği şekilde hareket etti
hafifçe. “Dinliyorum,” dedim usulca.
“Yoğundum,
seanslarım uzadı. Biter bitmez de geldim. Yapma sevgilim.”
Omuz
silktim sakince. “Bir şey yapmadım ki.”
Şarap
çenemi açmıştı her zamanki gibi. Çok mu konuşuyordum?
Koltukta
otururken dizlerimi kendime çekip olduğum yerde küçüldüm. Yine bulunduğum yere
sığamadığım için kocaman hissetmeye başlamıştım.
“Farklı
bir şey mi oldu? Yoksa aynı şeyler mi yine..?”
Gözlerimi
bir anlığına kapattım. Aynı şeyler mi diyerek genellediği yerde benim
çocukluğum uzanıyordu, hayatım bundan ibaretti. İçimden sayı saymaya başladım.
Cevap vermeden önce kendimi biraz olsun durgun hale getirmem gerekiyordu.
“Aynı
şeyler, Yener.”
Derin
bir nefes aldığını işittim. Biraz sonra bedenimi kollarıyla sararak beni
kendisine doğru çekip göğsüne doğru yatırmıştı. Direnmedim. Sıcağına ihtiyacım
vardı.
“Üzgünüm,”
dedi öylece. “Seray ben sana aşığım, seni seviyorum. Sevgilimsin, gidebileceğim
son noktada da kocan olacağım. Buraya kadar her şey doğru.”
Üzgün
olduğu kısmın ne olduğunu anlayamadığım için duraksadım. Başımı göğsünden
kaldırmak istediğimde buna engel olmadı. Gözlerine bakarken devam etmesi için
beklenti doluydum.
“Ama
benden baban olmamı, sana anne olmamı bekleme.”
Yüzüme
sertçe çarpacağı bir tokatla beni bu kadar sarsabilir miydi, bilmiyordum.
Ben
ondan hiçbir zaman bunu istememiştim. Varlığına tutunmaktan başka bir şey
yapmamış, yanımda kalmasından başka bir şey dilememiştim. Bana verdiğinden
fazlasını almak için çırpınmamıştım.
Buna
rağmen yemin ettirir gibi beklentisini dile getiren, ondan eksikliklerimi
tamamlamasını isteme ihtimalimi şimdiden yok eden kendisiydi.
“Beklemem,”
dedim pürüzlenen sesimle. “Beklemiyorum, kimseden böyle bir şey istenmez.”
Böyle
bir şeyi ben isteyemem, kimse de ben istemeden kapısını buna aralamaz.
Avucunu
yanağıma yaslayıp elmacık kemiğimi parmağıyla hafifçe okşadı. “Seni seviyorum.”
“Ben de
seni seviyorum,” diye mırıldandım. Ona karşılık vermekten hiçbir zaman
çekinmememe rağmen ilk kez yanıt vermeden önce dilim sızlamıştı. Susmamı
istercesine dilime emir yağdıran, içimde bir yerde konaklayan bir başka
benliğimdi.
Bir süre
sessiz kaldık. Yanağımdaki eli, içtiğim şarap ve günün yorgunluğu aynı anda
üstüme yüklenip uykumu getirmeye başladığında dudaklarımı araladım. “Uyuyalım
mı?”
“Uyuyalım
sevgilim.”
Odama
geçtiğimizde üstümde zaten uyuyacağım kıyafetler olduğu için yatağa adım atacak
oldum. Yener’in açmaya başladığı örtüyü diğer ucundan tutacağım sırada bakışlarımız
kesişti.
Yüzüme
dikkatle baktığını, süzdüğünü gördüm. İrkilir gibi toparlandıktan sonra arkamı
hızla dönerek banyoya yöneldim.
Yüzüme
defalarca kez su çarptım. Gözyaşlarımın kuruyup gerdiği cildimi kremledim,
dudaklarımın gece boyu çatlamaması için nemlendiricimi oraya bocaladım.
Banyonun
kapısını tam kapatmamıştım. Kapı ileriye doğru açıldığında Yener kolayca içeri
süzülebilmişti.
Ona
doğru döndüğümde elinde buz torbası tuttuğunu gördüm.
“Yarın
sabah korkunç bir suratla uyanmanı istemeyiz,” dedi buzu bana uzatırken.
“Mahvetmişsin yüzünü yeterince.”
Buzu
elinden alıp önce sağ gözüme doğru bastırırken aynadaki yansımama döndüm bir
an.
Mahvolan
yüzümü izledim.
Mahvolanın
sadece yüzüm olmadığını, her yerimin dökülüyor olduğunu görmek için çok mu
dikkatli bakmak gerekliydi?
Herkes
bana nasıl böylesi kördü?
~
“Susadım,” diye homurdanırken başımı devekuşu
gibi olduğum yere gömmeye gayretliydim.
Gömüldüğüm yerin Cevahir’in açıkta kalan teni
olduğunu sıcaklıktan ve kokusundan anlayabiliyordum ama ne halde olduğumuzu
anlamak için gözlerimi düzgünce aralamam gerekliydi.
Genel olarak iki senaryo vardı. Ya tepeme
çıkmıştı ya da tepesine çıkan ben olmuştum. Ortada buluşmak gibi huylarımız
yoktu.
Gözlerimi çoktan aydınlanmış olan odanın
ışığına araladığımda bir an ışık gözümü acıtmış, sıkıca gözlerimi geri
kapatmıştım.
“Susadım,” diye söylendim tekrar. Belki bir
mucize olur ve Cevahir uyanarak iyi bir insan olmaya karar verirdi. Doğrulup
komodinden su almam için bana yardım etmesi gerekiyordu çünkü. Uyuşmuştum
resmen.
Gözlerimi zar zor tekrar açtığımda bu sefer
ışığa daha hazırlıklıydım. Cevahir’in üstüne yatağım direkt olarak oymuş gibi
yattığımı anlayınca sızlandım. Uyumadan önce böyle bir halde olmadığımdan
emindim. Haziran sıcağında ben bu adama neden yapışıyordum? Derdim neydi,
eriyip yok mu olacaktım?
“Cevahir?” diye seslendim bir iki kez. Sesim
pek yüksek çıkmıyordu. Yüksek çıkmayınca da Cevahir’i uyandırmaya yeterli
gelmiyordu. Kış uykusuna Haziran’ın sonuna doğru yatmaya karar vermişti.
“Cevahir!” diyerek bu kez sesimi fazlasıyla
yükselttiğimde onun böyle fazla irkileceğini hesaba katmamıştım. Bir süre
önceki Cevahir bağırmama sadece homurdanmakla yetinir ve uyumaya dönerdi ancak
son on gündür yanımda olan adamın güvenliğim konusundaki endişesi düşünülünce
bağırmam aptalcaydı.
İrkildiği gibi bedenini de doğrulttuğu için
göğsündeki yapışıklığım kesilmeden birden oturur hale geçmiştim. Artık o dik
oturuyor, ben de önünde koala gibi asılı duruyordum.
“Günaydın,” dedim kısık bir sesle. Hem suçlu
hem güçlü olasım gelmemişti. Suçlu ama mazlumu oynayacaktım.
Nerede olduğumuzu anlamakta güçlük çekiyormuş
gibi yüzüme baktı. Bakışları yüzümden kopup bedenimde mümkün olduğunca dikkatle
gezindi. İyi olduğuma kanaat getirebildiğinde gözlerini bir an için kapattı,
geri açtığında çenemi sertçe tutup yüzümü kendisine çekmiş ve sırıtmadığım için
sayısı şu an bir olan gamzemden öpmüştü.
Korkuttuğum için sinirlenmek yerine, korkması
gereken bir şey olmadığını anladığı için kendisine sessiz kalmayı uygun
gördüğünden ben de suspus bekledim biraz.
“Su içecektim,” dedim dayanamadığım an
geldiğinde. “Çok susadım ama uykum da var.”
“Kendini şarapla marine ettiğin için olabilir
belki,” dedi hemen kulp bularak.
Gözlerimi kıstım. “Benden önce sızdın,” dedim
kendimi savunup. “Sen neyle marine edildin de sızdın hemen o zaman?”
“Lavanta tercih ediyorum ben,” dedi burnunu
saçıma yapıştırıp koklarken. “Bir şeyler daha var kokunun içinde ama gizli
tutuyorsun, bir gün çözeceğim. Şimdilik lavanta sadece.”
“Çok beklersin,” dedim bilmiş bir tavırla.
“Tarifini vermem.”
“Verene kadar koku kaynağı olarak dibimde
durmaya devam o zaman, Avcıoğlu.”
İtiraz etmedim. O zaman hemen kokumu tarif
edeyim de demedim. Sadece gözlerine bakmaya devam ettim.
“Ne bu tipin senin?” diye sorduğunda sırtım
birden sancılanmış, olduğum yerde kasılmıştım.
Yüzüm mü şişmişti?
Ellerimi kaldırıp yüzüme dokunmak, bir yandan
da saklamak için hareket edecekken iç çekti. “Uykudan uyanmış bebek gibi duruyorsun,
genelde yeni uyanmış halini göremiyorum kargaların kahvaltısına yetişir gibi
kalkıp hazırlandığın için.”
“Çirkin mi duruyorum?” dedim kaşlarımı
kaldırırken.
Yüzü buruştu. “Yeni uyanmış bebek diyorum,
doğurttuğun şeylerin neye benzediğinden haberin yok mu doktor?”
“Doğurttuğum sırada pek iç açıcı olmuyorlar
aslında…” dedim başımı sallayıp. “Şahit olsan bebeklere bakış açın
değişebilir.”
“Almayayım,” dedi gerilmiş görünürken. “Sana
kolay gelsin.”
Sırıttım. Beni konuşturduğu için arada
kaynayan susuzluğumu yeniden hatırladığımda yerimde hareketlendim. “Su
içecektim.”
Yatağın ona ait tarafındaydık, kendi olduğum
yere yuvarlanmam ve komodinde duran suyumu içmem lazımdı. Yolum uzundu.
Oraya doğru bakındığım sırada Cevahir bendeki
uyuşukluğu hissettiği için bir şeyler homurdanarak kendi başucundaki komodine
uzandı. Pek tüketmediği, benim sürekli değiştirdiğim ve genelde zorla içirdiğim
suyunu bu sabah bana armağan ediyordu.
Uzattığı bardağı içim yanıyormuş gibi tek
dikişte bitirdiğimde çeneme doğru akan suyu silmek için elimi kullanacakken
Cevahir araya girmiş, eli yerine dudaklarını kullanarak nemli yeri öperek
kurutmuştu.
“Yarasın,” dedi içerken nefes nefese kalışıma
gülecek gibi bakarken. “Bi’ on bardak daha içecek gibi bakıyorsun.”
“Sen alay etmeyi bile bilmezken daha çekilir
bir adam mıydın acaba ya?” diye söylendim yakın geçmişi yâd ederken.
“Seninle yaşayıp bunu öğrenmemek mümkün mü?”
“İşi ustasından öğrendiğin için hızlı geliştin
demek ki,” diyerek ben de ustasından
öğrenmiş olduğum egomu ortaya koyunca başını eğip güldü.
“Uyuyacak mıyız biraz daha?” diye sorduğum
sırada bardağı elimden alıp komodine geri bırakmıştı. Bana döndüğünde yüzüme
dökülen saç tutamlarımı parmaklarıyla geriye alıp kulağımın arkasına
sıkıştırmaya başladı.
“Uykum var demedin mi az önce?”
Başımı salladım. Demiştim, evet. “Ama
sıkıldım.”
“Alayım sıkıntını hemen,” derken beni
tepetakla edip sırtım yatağa gelecek şekilde yatırdığında dudaklarımdan sesli
gülüşler fırlamıştı.
“Sabah sabah..?” dedim yargılayıcı bir sesle.
“Sadece belli saatlerde mi seni yiyebileceğimi
düşünüyorsun?”
“Azmış bir ayı olduğunu düşünüyorum,” dedim
başımı sallarken.
İtiraz etmedi. Kabullendiği gerçekle birlikte
daha çok güldüm.
Dünden sonra birden keyifle kıkırdadığım bir
sabaha uyanmam iyiye işaret miydi bilmiyordum. Ruhum yine kendince acıyla
savaşmış, sonra savaş bitmiş gibi normale dönmeye gayret etmişti.
Bir gün gelecek ve bu gayret sonuçsuz
kalacaktı. Şimdilik idare edebiliyor, düştüğüm yerden kalktığımda açılıp
kanayan yerlerimi hızla sarıp kapatabiliyordum.
Cevahir’e kalsa yatakta bir süre daha
kalmalıydık ama kollarından kaçıp kendimi banyoya attığımda planlarını suya
düşürmüştüm.
Duş almadan kendime tam olarak gelemeyeceğimi
biliyordum. Bornozuma sarınmış halde banyodan çıktığımda ise Cevahir odada değildi.
Giyinme odasında da göremeyince aşağıya
indiğini kesinleştirmiştim. Gerçi deliydi, çalışma odasına kapanmış olma
ihtimali de vardı. Hâlâ aynı katta olabilirdik.
Soluk, bordo bir kumaşa sahip askılı uzun bir
elbise giymiştim saçlarımı kurutup şekillendirdikten sonra. Salaş, bileklerime
doğru inen yumuşak bir elbiseydi. Önden bakıldığında yuvarlak yakalı sade bir
kıyafetten ibaretti ama sırtındaki geniş açıklıkla hareketleniyordu.
Odadan çıkmadan önce ayağıma parmaklarında ve
bileğinde birer ince ip bulunan açık topuklularımı da giymiştim. Cevahir’in
kahvaltı hazırladığını sanmıyordum, benim de hareket edesim yoktu. Mecburen(!)
dışarıda yiyecektik.
Merdivenleri yeterince ses çıkartarak
indiğimde önce salona göz attım. Cevahir’i burada bulamayınca mutfağa da
bakındım ama yoktu.
Dudaklarımı büküp bu kez yeniden yukarı
yöneldim. Cidden çalışma odasında mıydı?
Odasının kapısını orada olacağından emin bir
şekilde açtığımdan boş odayla karşılaşınca kaşlarım çatılmıştı.
Aşağı indikten sonra dış kapıya adımladım.
Dışarı çıkar çıkmaz sıcak hava etrafımı sarmıştı.
“Cevahir..?” dedim direkt çünkü resmen karşı
karşıya gelmiştik. Ben dışarı çıktığımda o da içeri girmek için yürüyordu.
“Yavrum?” derken bakışları yüzümdeydi.
“Ne yapıyorsun dışarıda?”
“Güvenliklerle bir şey konuştum,” dedi başıyla
ileriyi işaret edip. “Eve dönüyordum.”
“Ne konuştun?” diye sordum bu kez. Sorularımın
bitmemesine aldırmadan beni kendisiyle birlikte eve soktu. Kapı arkamızdan
kapandığında girişte bekliyorduk.
“Rutin şeyler, meraklı kedi. Gözlerin
titremesin hemen, endişeleneceğin bir şey yok.” dedikten sonra beni baştan
aşağı süzdü. “Bir planınız mı var Seray Hanım?”
Elimi kaldırıp göğsüne hafifçe yasladım.
Üstünde gömlek vardı, evde kalmayacağımıza benden önce o da karar vermiş
gibiydi. “Sanırım siz de plan yapmışsınız,” dedim parmaklarımı tenine kumaşın
üstünden bastırırken. “İşlerimiz bitince haberleşiriz.”
“Ben senin aksine sensiz plan yapmıyorum,
doktor.”
Kaşlarımı kaldırdım. “Laf mı soktun sen bana
yine?”
“Dün akşamı unutmadım,” dedi gözlerini hafifçe
kısarken. “Canın sıkkınken kaçtığın kişi olacaksam, haberim olsun. Ona göre
hareket edeyim.”
“Kaçmadım,” desem de bu yalana bulanmış bir
savunmaydı. Kaçmıştım. “Eve geldim sadece, yanıma gelmeni istemesem gidecek
başka bir yer bulurdum.”
“Gittiğin yer neresi olursa olsun seni
bulurum, Seray. Seni bulamayacağım bir yer yok.”
“Bulmak istemeye devam ettiğin sürece…” dedim
sessizce. “Bulursun tabii.”
Bir şeyler söyleyecek gibi olunca onu
durdurmak için topuklularımın yüksekliğinden yararlanarak normalden daha kolay
şekilde dudaklarına uzandım. Yavaşça dudaklarımı dudaklarına bastırıp geri
çekildim.
“Çantamı alayım, çıkalım.”
Ne söylese kâr etmeyeceğini, kendi
düşündüklerime inanmayı sürdüreceğimi anladığında dudaklarımı geri çekmiş olmama
rağmen konuşmadı.
Evden çıktığımızda bindiğimiz arabanın yine
alışkın olmadığım bir araba olmasıyla diken üstünde bir yolculuk geçiriyordum.
Ev ve hastane dışında park halindelerken
arabalarımıza bir şey yapılacağını ya da etrafta bizi takip eden birileri varsa
kolayca fark edileceğimizi düşünüyor olmalı ki Cevahir günlerdir çeşit çeşit
araba ile içli dışlı olmamıza neden olmuştu.
“Arabalarımızı özledim,” diye söylendim yola
bakınmayı bırakıp ona dönerken. “Ne kadar sürecek bu?”
“Bir süre daha.”
“Çok açıklayıcısın,” dedim göz devirerek.
“Senin hatırına,” dedi sanki cidden çok detay
vermiş gibi.
Kollarımı göğsümde birleştirip önüme döndüm. Gideceğimiz
yeri ben seçmiştim, ne kadar yolumuz kaldığını az çok biliyordum bu nedenle.
Daha yolu yarılamamıştık.
Çantamdaki telefonumu arabaya bağlamak ve
şarkı açmak için kullanacaktım ama dokunduğumu hissetmiş gibi telefon birden
elimde titremeye başlayınca planım uygulanamamıştı.
“Annen arıyor,” dedim ekranda gördüğüm ismi
telefonu açmadan önce ona da söyleyerek.
“Benden sık seni arıyor, şaşırmıyorum artık.”
“İletişim becerilerin zayıf canım,” dedim
üzülmüş gibi bakarken. Telefonu açıp kulağıma yasladığım sırada Cevahir yan bir
bakış atmakla yetinmişti. Yola dönmesi gerekmesi iyiydi.
“Efendim?” diye yanıtladım sıcak bir sesle.
“Günaydın güzel kızım,” diyen Nilgün teyzeyi
duyduğumda gülümsedim. “Günaydın, Nilgün teyze.”
“Nasılsınız?”
“İyiyiz,” dedim Cevahir’e doğru bakınırken.
“Kendi adına konuş,” dedi yüksek sesle, sesi annesine de gitsin diye yapıyordu.
“Ben kötüyüm, halimi sormak isteyenler bana ulaşabilir.”
“Ne diyor o?” diye soran Nilgün teyzenin
zorlanmaması için hoparlörü açtım. “Beni aramanı kıskandı, ilgisini istiyor
Nilgün teyzecim.”
“Cevahir!” dedi Nilgün teyze yakınır gibi.
“Kimi daha çok seviyorsam onu arıyorum oğlum, niye garip geliyor?”
Başımı koltuğun gerisine yaslayarak güldüm.
“Beni telefonuna damat diye kaydet anne,
Seray’ı kızım diye kaydetmişsindir kesin zaten.”
“Adı soyadı ile mi kaydedeyim? Kızım diye
kaydettim evet. Biraz daha kaşınırsan damat falan değil direkt isimsiz
bırakacağım senin numaranı.”
Sesli gülüşüm gücünü yitirdi, dudaklarımda
buruk bir gülümseme kaldı sadece. Annemin telefonunda soyadımla değil ancak
direkt adımla kayıtlıydım, biliyordum. Babamın rehberinde ise branşım ve adım
soyadım yazıyordu, tamamen hastane prosedüründendi; hatta başhekimlikten
alındığı gün silmiş de olabilirdi numarayı.
Nilgün teyzenin rehberi ‘kızım’ sıfatıyla
kayıtlı olduğum ilk yerdi demek ki.
“Neyse,” dedi Nilgün teyze kısa sessizliğin
ardından. “Sen kocan yanında değilken beni tekrar ara, öyle konuşuruz. Öpüyorum
ikinizi de.”
Ne hakkında konuşacağımızı tahmin
edebiliyordum. Cevahir’den gizli olan gündemimiz belliydi çünkü.
“Anne,” dedi Cevahir bıkkınca. “Karımı sapığı
gibi arayıp kocan yokken bana dönüş yap falan diyorsun, ne çeviriyorsunuz?”
“Sen aç elini dua et de karına dadanan tek
sapık ben olayım, güzelim kızı bulmuşsun. Anandan da kıskanıyorsun yani
Cevahir, yuh oğlum sana.” dedikten sonra ekledi. “Görüşürüz, dikkat edin
kendinize.”
Telefonu pat diye kapattı.
Dudaklarımı birbirine bastırdım. Konu
değiştirmek yerine konuyu ve telefonu direkt olarak kapatmıştı. İlginç bir
çözüm yöntemiydi.
Gerçi neresi çözümdü bunun? Ben oğluyla aynı
arabanın içinde sıkışmış durumdaydım, nasıl kaçacaktım?
“İnanılmaz,” dedi Cevahir hayretler içinde.
“Gerçekten inanılmaz bir kadın.”
“Çok tatlı ama,” dedim omuzuma doğru başımı
eğip ona bakarken. “Keyfi yerinde bir de, boşanma işi bittikten sonra o kadar
rahatladı ki…”
Boşanma konusunda Cavit Avcıoğlu hiçbir sorun
çıkartmamıştı. Bunda muhtemelen kısa bir süre sonra yanındaki kadınla evlenme
planı olması rol oynuyordu. O kısım umurumda değildi ancak Nilgün teyze için
mutluydum.
Mahkemedeki işler boşanmalarla bitmemişti
tabii. Beste’nin başlattığı süreç henüz çok yeniydi ama artık karşı tarafın da
bundan haberi vardı. Şikâyette bulunmuştuk, Nilgün teyzenin raporları ve
anlattıkları ışığında ilerlenecekti.
Telefonuma gelen aramanın da özü buydu.
Cevahir bu konuda geri adım atmayıp hızla devam ettiği için ve işin sonunda
haksız çıkacakları için araya beni dahil etmişlerdi.
“Hak ediyor,” dedi Cevahir arabayı sürmeye
devam ederken. “En çok o hak ediyor rahat etmeyi, yıllarca rahattan bihaber
yaşamışken şimdi her şey rahatına uygun olmalı zaten.”
Başımı aynı fikirde olduğumu belirtmek adına
salladım. Doğruydu.
Nilgün teyzenin rahatı, mutluluğu şu an
öncelikliydi. Bu önceliğin sarsılmaması için bundan sonra yaşanacak olan her
şeyi göze almıştık.
Göze aldığımızı sandığımız ama aslında
kaldırılamayacak kadar yoğun gelmekte olan fırtına ise kapıdaydı. Cevahir
kapıyı oldukça sağlam kapattığını düşünse de ince bir aralıktan sızıp yanımıza
varacak olan o fırtınanın kimi nereye savuracağını yaşamadan bilmek mümkün değildi.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder