Gözyaşı Kadehleri 32.Bölüm

 32.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

~~~

 

 

“Müziğin sesini biraz kısar mısın?”

Sorumun sonu gelir gelmez müziğin sesi kısık bir hal almak yerine tamamen kaybolduğunda başımı hafifçe sola doğru çevirdim.

Teoman’ın tüm odağı yoldaydı. “Kısman yeterliydi,” dedim onun yolculuğu boğuk bir sessizlikle geçirmek istemeyeceğini düşünerek.

“Önemli değil yenge, öylesine çalıyordu zaten. Dinlen sen.”

Ona yorgun olduğuma dair hiçbir şey söylememiştim aslında. Sıradan bir iş günüydü. Normal saatte başlamış ve yine normal saatinde bitmişti. Gün içerisinde olağandışı hiçbir şey yaşamamıştım. Bahsettiği ‘dinlenmeye’ ihtiyaç duymamam gerekirdi.

“Dinleneyim,” dedim sessizce kendi kendime tekrarlayıp. Nasıl dinlenebileceğimi de söylese belki her şey daha kolay olurdu. Zira benim aklımda hiçbir yol yoktu.

Göğsüm ağırca şişip sönerken aldığım nefesin bir an için yetersiz geldiğini hissettiğimde omuzlarımı dikleştirerek doğruldum. Daha derin bir nefes almayı ve o nefesle ferahlamayı umdum ancak işler pek istediğim gibi gitmemişti.

“Yenge?” diye seslenen Teoman’ı duyduğumda ona doğru dönmekte gecikmedim. Gecikirsem alarma geçecek, alarmı ne yaparsam yapayım kapanmayacaktı. “Efendim?” dedim sakince.

“İyisin değil mi?”

“İyiyim,” dedim başımı sallarken. “Araba kokusu rahatsız etti sanırım, ileride bir yerde dursan nefeslensem olur mu Teo?”

“Sahile doğru inelim, yakınız. Deniz havası alırsın biraz.”

İtiraz etmeden arabanın dediği yöne kıvrılmasını izledim. İki günde bir değişen araçlarla ilgili daha önce söylenmiş olduğum için arabanın tanıdık olmayan kokusundan rahatsız olmamı garipsememişti.

İçinde bulunduğumuz araba benim değildi, Cevahir’in alışkın olduğum arabalarından biri hiç değildi. Teoman’ın tekken kullandığı araç da değildi.

Geçtiğimiz günler boyunca değişip duran, yarın ‘o arabaya binmek istiyorum’ desem göremeyeceğim alelade bir arabaydı.

Cevahir Avcıoğlu’nun korkusu olmamasına rağmen almaktan geri duramadığı önlemlerinden biri buydu.

Araba kullanmıyordum. Yolcu koltuğunda oturduğum arabalar da asla sabit değildi, günden güne değişiyorlardı. Sürücü koltuğunda şimdiye kadar gördüğüm üç isim olmuştu: Cevahir, Levent ve Teoman.

Geçtiğimiz Cumartesi telefonuma gelen aramanın üstünden yaklaşık on gün geçmişti fakat günlerin içeriği bana on ay geçmiş kadar yük yüklemişti.

Araba dakikalar sonra Teoman’ın dediği gibi sahile yakın bir konumda durduğunda kapıya uzandım. Hava hâlâ aydınlıktı, Haziran’ın son demlerini yaşadığımız için tatlı sıcak bir hava vardı. Sahilde bolca insan olmasına şaşırmamak gerekirdi.

Kalın askılı, krem renk kalem bir elbiseyleydim. Dizlerime kadar inen elbiseden açıkta kalan tenim arabadan indiğim anda sıcak rüzgar ile buluşunca iç çeker gibi oldum.

Benimle aynı anda arabadan inen Teoman’a doğru baktım. “Nefes alayım biraz,” dedim.

“Al, yenge.” derken arabanın önünden dolaşıp bana doğru yaklaştı. “Ama şurada alayım,” dediğim sırada elimi kaldırıp ileride kalan herhangi bir boşluğu işaret ettim. Nereyi gösterdiğim hakkında pek fikrim yoktu.

“Olur, yenge.” dedi bu kez de. İşaret ettiğim yere doğru adım attığımda yanımda benimle aynı hızda yürümeye başladığı için adımlarımı durdurdum.

“Tek başıma alayım,” dedim tane tane.

Bakıştık bir süre. Ses çıkartmadı. Ne onay verdi ne de itiraz etti ama adım atmaya devam ettiğimde benimle geleceğini ezberlemiştim artık.

Sol elimi kaldırıp boynumu tuttum. Boynumun kenarını ovar gibi tutarken omuzlarım düşmüştü. “Tek başıma üç adım ileriye de mi gidemem?”

“Ses çıkartmadan beklerim, yanında durduğumu unutursun. Ama benden yalnız kalmayı isteme yenge, n’olur.”

Teoman’ın delidolu oluşu konu ona verilen işler olduğunda ortadan kayboluyordu. Bu süreçte de onu tanıdığımdan beri gördüğüm en ciddi halinde görmüştüm. Normalde yaşından küçük hissettiren, Cevahir’in koruması olduğunu unutacağım kadar enerjik olan hali buralarda değildi.

Hiçbir şey söylemedim. Yürüyüp biraz ilerlerken Teoman da benimle aynı adımları atarak yanımdaydı.

Boş bulduğum ilk alana, denize doğru bakan bir bankın üzerine yavaşça yerleştiğimde onun da yanıma hemen oturacağını düşünmüştüm ama bir süre ayakta kaldı. Ona baktığımda bunu etrafı iyice incelemek için yaptığını gördüm. Karışmadım.

Biraz sonra yanıma oturduğunda ona doğru yeniden dönmedim. Denize doğru bakmam ve usulca hareket etmekte olan dalgaları saymam gerekiyormuş gibi dikkatle izlemeye başladım.

Teoman söylediği gibi sessizce bekledi. Ona bakmasam varlığını unutacağım kadar sessizdi. Bu, geçen günlerle gelen bir gariplik olduğundan beni rahatlatmak yerine daha da sıkıyordu.

“Konuşman yasak değil,” dedim biraz vakit geçince. “Cevahir’e seni şikâyet etmeyeceğim, söz.”

“Cevahir abi kızacak diye değil,” dedi direkt. “Dibindeyken sürekli konuşursam iyice sıkılıp bunalırsın diye ben koydum bu kuralı kendime. Abim bir şey söylemedi.”

“Bunalmamı engelleyebilmenin bir yolu yok, Teo. Konuşmaman bir şeyi değiştirmiyor, normaline dönsen daha iyi hatta. Konuşsan aklım dağılırdı belki.”

“Konuşayım hemen yenge, özel isteğin var mı konu olarak?”

Dudaklarımın ucuna kadar gelen gülme isteği aniydi. “Yok,” dedim zar zor.

“O zaman biraz gündemden bahsedelim,” dediğinde konuyu nereye bağlayacağını merak ederek ona doğru döndüm hafifçe.

“Neymiş gündem?”

“Sensin gibi,” dedi omuz silkerek. Kaşlarımı çatacak olduğumda devam etti. “Sizsiniz daha doğrusu. Boşanma işi magazine sızmış, gözler sizde.”

Uzunca bir nefes verdim.

Geçtiğimiz hafta yaşanandan bahsediyordu: Nilgün teyzenin Cavit’ten ve aslında onun deyimiyle Avcıoğlu lanetinden resmi olarak kurtuluşundan.

Nilgün teyze o soyada lanet gözüyle bakıyordu artık ve bunu paylaştığı tek kişi ben olmuştum. Etrafında kalan diğer insanlar bu soyadına doğduğundan beri sahip olanlardı ve onların gözlerinin içine baka baka böyle söylemekten kaçınıyordu. Güvenli liman olarak beni bulmuştu.

“Gözler bizde derken..?” dedim anlamsızca.

“Peş peşe boşanan Avcıoğlu çiftlerinin üçüncüsü de yolda mı diye yani… Önce amcası sonra babası boşandı, Cevahir Avcıoğlu’nun böyle bir niyeti var mı diye meraklılar.”

Umuyorum ki en kısa zamanda diyerek cevap verirdim buna. Yani haftalar öncesinde bir yerde, o zamanlar içinde bulunsaydım dilimden dökeceğim cevap basitçe bundan ibaret olurdu.

“Sanmıyorum,” dedim bugünkü fikrimi sunarak.

“Ne tesadüf?” dedi Teoman hemen. “Ben de sanmıyorum.”

Ben önüme doğru dönerken Teoman susmadı tabii. Ona ‘lütfen konuş’ minvalinde istekte bulunmak benim seçimimdi, artık dönüş yoktu.

“Anlaşmalı evliliğin yan etkileri işte,” dedi fısıltıya yakın bir sesle. “Bir bakmışsın dilinden boşanma düşmüyor, sonra bir daha bakmışsın dibin düşüyor falan…”

“Teo,” derken sesim düzdü. Bu düzlüğün onu ikaz etmeye yeteceğini düşünmüştüm ama bıyık altından sırıtmaktan başka yaptığı bir şey yoktu.

Kollarımı göğsümün biraz altında kavuşturup sırtımı geriye doğru yasladım. Olduğum yerde karşıya bakarken göz ucuyla arada Teoman’a bakıyor ve onu aynı muzip halde görüyordum. Tam bir sevimli serseriydi.

Aradan dakikalar geçtiğini, bu dakikaların yanımıza birini misafir edecek kadar uzadığını Teoman konuşup dikkatimi dağıtana dek asla fark etmemiştim.

“Bana müsaade o zaman,” diyerek ayaklandığında beni yalnız bırakacağını sanıp şaşkınca başımı yukarı kaldırdığımda dudaklarım sorguyla aralanacakken omuzumdan çenemin altına doğru tırmanan ani dokunuşlarla irkilmiştim.

İrkilmem kısa sürmüştü. Elin hissettirdiğini de, arkamdan dağılıp burnuma dolan kokuyu da tanıyordum.

“İyi akşamlar diliyor ve kaçıyorum, siz yan yanayken ben cereyanda kalıyorum çünkü.”

Teoman apar topar gözden kaybolduğunda başımı geriye doğru eğdim. Başparmağı çene kemiğimde, diğer parmakları boynumda duran ve beni usulca tutan Cevahir ile uzak sayılabilecek bir mesafeden de olsa göz göze gelmiştim. Mesafenin uzunluğu onun ayakta dikilmesindendi.

“Hoş geldin,” diye mırıldandığımda o uzun saydığım mesafe birden kısaldı, hatta tamamen kapandı. Çünkü hızlı bir şekilde eğilip alnımın kenarını sertçe öperek ‘hoş buldum’ demeyi seçmişti. Kelime tasarrufu denilince de oydu, üstüne yoktu.

Yanımda kalan boşluğa oturmak için hareketlendiğinde eli benden çekilmiş, temasımız kesilmişti. Oturur oturmaz bunu eski haline getireceğini biliyordum. Öyle de oldu. Sırtımı yasladığım yere doğru kolunu uzattığında beni kendisine çekmedi ama kolunu destek gibi bana temas ettiriyordu.

“Teo mu çağırdı seni?” diye sordum yan yan ona bakarken. “Birazdan eve gidelim derdim zaten, yolunu değiştirmişsin.”

“Yanına gelmek istemem çok mu anormal, doktor? Kimse çağırmadı. Evde beklemek yerine ben sana geldim, daha hızlıydı.”

Beni bölerek konuştuğunda söylediği şeylerden hoşnut olmasaydım sözümü ağzıma tıktı diye ona ters ters bakabilirdim ancak gözlerimi kapatıp açmakla yetindim.

“İçin en çok sen yanımdayken rahat çünkü,” dedim yüzüne doğru bakarken. “Güvende olduğumdan tam olarak emin olduğun tek an, yanımda olduğun an.”

Levent’le, Teoman’la olmam onun için kıyamet demek değildi ama olabildiğince çok kez onlarla olan zamanlarım bölünmüş ve kendimi Cevahir ile bulmuştum hep. Halletmesi gerekenleri hallediyor, hızla yanımda beliriyordu.

Bir başka kişiye kendisinden daha çok güvenebilmesi mümkün değildi. Bu, tükenmek bilmeyen egosundan mı yoksa konunun onun için gerçekten hassas oluşundan mıydı seçemiyordum.

“Yanımda olmaktan şikâyetçi gibi konuşuyorsun,” derken konu değiştirme çabasını hiç umursamadan devam edebilirdim ama günlerdir aynı döngüde olmaktan zaten yorulmuştum.

“Yani…” dedim çekinir gibi görünerek. “Biraz fazla geldi, evet. Nasıl bir çözüm bulabiliriz?”

Sırtımdaki kolunu büküp beni bir anda kendi bedenine doğru çekişi hızlı ve beklenmedikti. Dengem bozularak ona doğru yapışmak zorunda kaldığımda ağzım da yarı açıktı.

“Çözdüm sorununu,” dedi yanağım omuzuna değiyorken.

“Beni seninle tek bir bedenmişim gibi sararak mı çözdün?”

Saç tellerimin sakallarına dolandığını hissettim. Çenesini başımın üstüne doğru yaslamıştı.

“Şikâyetin varsa çekilebilirsin,” dedi oldukça sakin bir sesle.

Şikâyetim yoktu. Aksine utanmazca daha da yakınına girip içeride bir yerde yaşamak gibi bir telaşla doluydum, her şeyden kaçmak ve saklanmak istediğim bir zamandaydım. Ancak durduramadığım tarafım onu gıcık edebilmek için hevesliydi.

Şikâyetim varmış gibi çekilmek üzere kendimi hareket ettirdim. Yani denedim. Kıpırdamaya çalıştım.

Olmadı.

‘Çekilebilirsin’ derken beni öyle sıkı tutup sarmalamıştı ki biri onu savurup yıkmadığı sürece kollarından ayrılabilmem mümkün değildi.

İkinci kez geri çekilmeyi denemedim bile. Arabaya bindiğim an bastırmış gibi görünsem de tüm gün, hatta günlerdir benimle olan yorgunluğumu olabildiğince açık ederek omuzunda soluklandım.

Yorgun iç çekişim ona ne fısıldadı bilmiyorum ama burnunu saçlarıma dayayıp bekledi. Birkaç saniye sonra da sesini duydum.

“Özür dilerim,” dedi öylece. “Yine özür dilerim. Aynı şey için.”

Ondan ilk kez özür duymuyordum. Bu iki etmişti.

İlkinin gerçekleştiği zamanı hayal meyal hatırlıyordum. O ana dair hatırladığım en net şey, sesiydi. Benden özür dilen sesiydi.

Ona ‘kimse benden özür dilemedi’ demiştim. Hayatımın bir türlü tamamlanamayan, daimi eksikliğinden bahsetmiştim. Özür dilemesi gereken kişiler listemde adı yazılıydı ama listeden adını sildireceğini düşünmemiştim, diğer isimler gibi orada kalıcı olur sanmıştım.

Beni yanıltarak dudaklarını aralamış, ilk özrü ben dilersem diğerlerinden farkım olur mu, diye sormuştu. ‘Seni içine soktuğum tüm çıkmazlar için özür dilerim’ demişti.

Sormasına gerek yoktu. Cevabın olumlu olduğu ayan beyan ortadaydı.

“Listeye adını tekrar eklemedim ki,” dedim sessizce. Beni hayatına dahil edişi tamamen onun iradesindeydi. Kızgınlığımı, beklentilerimi açıkça savurabilmiştim bu nedenle.

Şimdiyse taşlar yerinden oynamış ve hiç oturacağını düşünmediğim yerlere varıp yerleşmişlerdi. Artık onu suçlu bulup kenardan izleyici olmakla yetinemiyordum.

Suçlu olmadığı kısımları görebilecek kadar şeffaflaşmış, bana onu görebilmem için bilerek veya bilmeyerek yollar açmıştı.

Ailesinde olup bitenler onun suçu değildi. Annesine olanlar onun suçu değildi. Yıllarca annesinin kimsenin ruhu duymadan durduğu okun ucuna şimdi benim konulmuş olmam onun suçu değildi. Bir yerden sonra iradesini devralan bendim çünkü. Hayatına bu denli karışmadan, süs bebeği sahte karısı olarak yaşayıp gidebilirdim. Kimse bana silah doğrultup Avcıoğlu ailesinin altını üstüne getirecek işlere dalmamı söylememişti.

Ne listesi diye sormadı. Ben o anki bilinçsizliğimi rağmen hatırlıyorsam, o elbette daha net hatırlıyor olmalıydı.

“Tek bir özürle ben o listeden silinip gittim mi?”

“Kalan isimler seni temize çıkartacak kadar kara, şanslısın.” dedim usulca.

Bir şey söylemedi. Listedeki isimlerin annemi, babam olarak anmaya gerek duymadığım Muhsin’i kapsadığını tahmin ediyordu tabii.

Listede yakın bir zamana kadar bir isim daha vardı. O ismin orada durduğunu zaman zaman unutuyordum. Zira bugün karşıma çıkıp özür dilese de benim için hiçbir anlam taşımayacaktı. Bu, özürle geçmeyecek kadar çok canım yandığından değildi.

Bazı özürlerin mühleti olurdu. Süre dolduğunda gelecek olan özür, yaşananlara dokunamazdı bile. Bu da öyle bir özürdü.

Geç kalalı çok oluyordu. Özür diledi diye değil ama bambaşka nedenlerle adı oradan çoktan kazınacak kadar silikleşmişti. Yeni eklenen isim, eskisini ben farkına bile varmadan ortadan kaybetmişti.

 

 

~

 

 

“Başka bir şey isteyelim mi? Beğenmediysen eğer…”

Tabağımdaki köfteleri sağa sola yuvarlayıp kıymaya geri dönüştürecek kadar eşelemiştim. Cevahir’in elindeki çatalla benim tabağımı işaret edip konuşması boşuna değildi.

“Güzel tadı,” dedim aksini söylesem direk tabağı önümden çekeceğini bildiğim için. İştahım olmadığından yemiyordum, köftelerin tadıyla bir derdim yoktu.

“Ye o zaman, Seray. Öğleden sonra doktor yerine hasta olmaya mı karar verdin?”

Küçük bir lokmayı ağzıma atıp çiğnerken dik dik yüzüne bakmaktaydım. “Düşünceliyken bile kaba saba bir adamsın, nesin sen ya?”

“Tadını çıkar,” dedi göz kırpıp. “Eşi benzeri olmayan bir adamla evlisin.”

“Her gece şükrediyorum,” dedim abartarak içli içli.

“Duyuyorum, evet.” dedi başını sallarken. “Birlikte uyuyoruz çünkü.”

Sinirlerimin bozulmasına engel olamazken dudaklarım hafifçe gerildi, güldüm.

Tabağımda kalan yemeğin hepsi bitmedi ama Cevahir’in beni oyalamasıyla geçen zamanda biraz daha midemi doldurmuştum farkına varmadan. Cevahir’in hastanede olduğu günler devam ettiğimiz ‘öğle yemeği’ rutinine bugünlük son vermek için ayaklandığımızda giriş kattan ayrılmak için asansöre doğru birlikte yürüdük.

Hastanenin bloklarını birbirine bağlayan geniş koridordan geçtikten sonra duraksamadan yürümeye devam edecektik aslında. Adımlarım sekteye uğramasa ve Cevahir’i de kendimle birlikte durmak zorunda bırakmasam çoktan asansöre varmış olurduk.

Adımlarımı durduran bir süredir toplantılar dışında görmediğim, hastanede doğru düzgün uzaktan bile karşılaşmadığım bedenin varlığıydı.

Muhsin Paker girişteki bekleme alanlarından birindeydi. Hastaların yukarı katlara yönlendirildikleri uzun masanın karşısında kalan, kalabalıktan uzak bir noktadaydı. Zaman zaman hasta yakınları otururdu ancak biraz ileride bolca kafe olduğundan genellikte kimsenin tercih ettiği yoktu.

Onu tek başına orada gördüm diye adımlarımı yavaşlatacak değildim elbette. Yanında birini daha gördüğüm için durur gibi olmuştum.

Kızı yanındaydı.

İki kızı olduğunu biliyordum. İkisini de daha önce görmüşlüğüm vardı, buraya gelip gidiyorlardı. Benden büyük olan kızına bir iki kez rastlamıştım, şu an yanında olan ise babasını sıkça ziyaret eden küçük kız kardeşti. Onu, yüzünü ezberleyecek kadar sık görmüştüm bugüne dek.

“Seray,” diyerek sırtımın aşağısına doğru sardığı koluyla beni harekete geçirmek ister gibi saran Cevahir’i duyduğumda ona baktım. “Gidebiliriz,” dedim uzatmadan. “Daldım bi’ an.”

Burnundan bir nefes üfledi. Tamam dercesine başını salladıktan sonra yürüyecek olduk. Ancak bu kez de bir ses adımlarımızı durdurmamıza neden oldu.

“Bir saniye bekler misiniz?” diye seslenen kişi yakınımızdaydı. Muhsin değildi, kızıydı. Seslenişinin hedefinde bizim olduğumuzu anladığımda afallamıştım. Öğle arası henüz bitmemişti, etraf boş sayılırdı. Sesleneceği başka kimse yoktu.

“Biz mi?” diye mırıldandım kendi kendime. Benden başka kimsenin sorumu duyduğunu sanmıyordum.

Onlara doğru döndüğümde kızın buraya doğru adım attığını, Muhsin’in ise hızla arkadan kolunu tuttuğunu görmüştüm. Endişeli görünüyordu. Belli ki kızının ne amaçla bize seslendiğinden haberi ya yoktu ya da bunu yapacağına ihtimal vermemişti.

“İzel!” diyen ses Muhsin’e aitti. Uyarır gibiydi.

“Baba bi’ durur musun? Sadece tanışacağım, her gün magazin bombası bir çift görmüyorum ben ya.”

İzel’in yakınır gibi çıkan sesi kısık sayılırdı ama bize de ulaşıyordu. Neden seslendiğini anlamama yeten cümlelerinin ardından dudaklarımı birbirine bastırdım.

“Tekrar uyarmayacağım,” dedi Muhsin sadece. Sesi netti, gergin olduğunu yeterince belli ediyordu. Bu gerginlik kızına da ulaşmış olacak ki kaşları sorgular gibi çatıldı. Normalde bu kadar kendisine çıkışıp engel olacak bir babaya sahip değildi, belli oluyordu. Ters tepki almak afallamasına neden olmuştu.

“Hadi, güzelim.” dedi bu sırada Cevahir bana doğru başını eğip. “Yukarı çıkalım artık.”

Cevahir’in bu söyleminin Muhsin’e rahat bir nefes aldırdığını gördüğümde karnımı dürten bir bıçak hissettim. O bıçak bana saplanmak üzere tehditkâr durmuyordu, tam aksi yönde savrulmak için bekliyordu. Hedefinde biraz ileride duran adam vardı.

Rahat etmesine ve yıllardır yaptığı gibi kaçabilmesine göz yummaktan bıkan fevri tarafım bıçağı tutuyor, fırlatmak için beni ikna etmeye çalışıyordu.

“Acelemiz yok,” dedim bir an Cevahir’e bakıp. “Öğle aram henüz bitmedi.”

Cevahir bir şey söylemedi. Çenesini biraz sıktığını görebiliyordum. Mimiklerini ezberlediğim için bunu fark etmek kolaydı.

Zihnim birden içinde bulunduğum andan kopup uğultuya boğuldu. Kendi söylediklerim, bana söylenenler…

Söyleyeceklerimden kork. Bugüne kadar susmuş olmam, sonsuza kadar susacağım anlamına gelmiyor. Öyle değil mi baba?

Dilediğin kadar güçlen, bana baktığında gözlerinde beliren o zavallı çocuğu saklayamıyorsun. Mesleğimle ne bok yediysen yedin ama ailemden uzak duracaksın.

Hepsi üst üste yankılanırken kusacak gibi hissetmeye başlamıştım.

“Tanışabiliriz,” dedim sesimi bulabildiğim ilk anda hemen. Öne doğru, onlara doğru adım atmıştım. Attığım adım Cevahir’in sırtımdaki kolunu yerinden çekmeye yaramadı ama kolu biraz aşağı kayıp belimi bulmuş oldu.

Söylediklerimle birlikte İzel’in babasına doğru dönüp ‘gördün mü’ dercesine bakış attığını fark ettim. Hemen bana dönüp ağzını açacaktı ki yanımıza doğru yaklaşan adım sesleriyle hepimiz aynı anda bana göre sağda kalan kısma döndük.

Gelen kişiyi tanımam bir saniye daha baksam gerçekleşirdi ama İzel heyecanla seslendiğinde işim çok daha kolaylaşmıştı. “Abla!” demişti bakar bakmaz.

Muhsin Paker’i bugün iki kızı birden ziyaret etmişti anlaşılan. Keyfi yerinde olmalıydı. Yerinde olmasına tahammül edemediğim keyfini yerle bir edebilecek olma gücüne sahip olmak beni bir an için güç zehirlenmesine uğratacak olmuştu.

“Ne yapıyorsunuz burada?” diye soran kadının benden büyük olduğunu biliyordum İzel sanıyorum ki annesine benzediğinden, daha açık saç ve göz renklerine sahipti. Bu kadın ise siyaha çalan saçlarını sıkıca toplamıştı, bakışları İzel’den ayrıldıktan sonra bize doğru çevrildiğinde göz rengini de ilk kez yakından görmüş oldum. O da neredeyse siyah denecek kadar koyuydu.

Yanağımın içini ısırdım. Anneme benzemek yerine Muhsin’den aldığım özelliklerim sadece bana ait değillerdi, karşımdaki kadın saçları ve gözleriyle bana hatırı sayılır şekilde benziyordu. Aslında mantıken ben ona benziyordum. Büyük olan oydu.

“Yılın çiftiyle tanışmaya çalışıyordum, babam provoke etmeyi keserse tabii.” İzel cümlesinin sonuna doğru babasına dönmüştü alıngan bir şekilde.

“İnsanları rahatsız etmeyi kes istersen İzel, saçmalıyorsun.” dedikten sonra kadının bakışları bana çevrildi. “İzel’e aldırmayın lütfen, fazla magazin dozu alıyor.”

Gülümsedim. “Rahatsız edici olan bir durum yok,” dedikten sonra gülümsememi sonlandırıp normal bir ifadeye döndüm. “Seray ben,” dedim kadına doğru. İzel bizle bu kadar ilgili olduğuna göre ismimi biliyor olabilirdi gerçi.

Yasmin,” derken elini uzatmıştı. Kız kardeşinin aksine bu tanışma için çok daha az hevesliydi, birazdan fikrini değiştirirdi belki.

“Memnun oldum,” dedim bana doğru uzanan eli tutup nazikçe sıkarken.

Şu anda üstümde, tanıştığım kişi dışında, bolca bakış taşıyor olmamın nedeni belliydi. Bu, geç kalınmış bir tanışmaydı ve benim nasıl bir tavır takınacağımı merak eden kişi sayısı fazlaydı.

Cevahir’in belimde duran koluna istemsizce daha çok yaslanırken kısa bir an dönüp onun bakışlarına karşılık verdim. Bakışlarımız kesiştiğinde gözlerinde bana ‘yapma’ ikazları yanıp sönecek sanıyordum fakat öyle olmamıştı.

Bakışlarından sızan tek şey güvendi. Biraz sonra ağzımdan ne dökülürse dökülsün arkamda duruyor olduğuna dair sunduğu güven elimle tutabilecekmişim gibi yanı başımdaydı.

Cevahir’den çekip yeniden karşıma odakladığım bakışlarım elini henüz bırakmadığım bedene değmeden önce hafifçe sola kaydı.

Yüzü birkaç ton beyazlamış, ifadesi kaskatı kesilmiş Muhsin Paker ile yüzleştiğimde dudaklarımdaki gülümsemeyi kaybetmedim.

“Geç tanıştık ama bazı tanışıklıklar doğru zamanı bekler, bu da onlardan biri demek ki.” dediğim sırada yeniden karşımdaki yüze dönmüştüm.

Tuttuğum elini yavaşça elimden çekerken cümlemin ardından anlamsızca bana bakan yüzünü süzdüm.

“Seray-…” diyerek pürüzlü ancak sert bir sesle araya giren Muhsin’e doğru baktım göz ucuyla.

“Bir saniye bekler misin baba?” dedim gözlerimi kırpıştırıp. “Kız kardeşlerimle tanışıyorum, izninle.”

Bu iki cümle dudaklarımdan dökülene dek, sadece karşı tarafa zarar verecek gibi hissettirmişti. Hesaplarımı buna göre yapmıştım. Sustuğum anda ise aslında kendime de saldırdığımla yeni yüzleşmiştim.

Karşımdaki iki kadın, kız kardeşlerimdi.

İzel’in etrafı saran, histerik bir hal alan gülüşü bir süre devam etti. Durabildiğinde dudaklarını aralamıştı hemen. “Garip bir şaka anlayışınız var sanırım,” dedi cidden garipser bakışlar atıp.

Bana bakıyorlardı. Konuşan ben olduğum için odakları bendeydi, Muhsin’e dönüp baksalar söylediklerimin şakadan çok uzak olduğunu kolayca anlayabilirlerdi.

Az önce heyecanlı bakan İzel’in bakışları garipser bir hal almışken ablasının nötr bakışları soğuk bir duruşa geçmişti.

Birbirlerine fiziken benzemiyorlardı, karakter olarak da pek benzer durmadıklarını geçtiğimiz birkaç dakikadan çıkartabilmem zor olmamıştı.

“Yasmin,” dedi Muhsin direkt. “Kızım dışarı çıkalım, konuşuruz. Burası yeri değil.”

Yasmin henüz ağzını bile açmamıştı ancak Muhsin’in ilk onu anmasından da görüleceği üzere asıl korkusu onun tepkisineydi.

Gülümsedim. Çırpınmaya başlaması ve bunun devam edecek olması keyifliydi.

“Hasta mısın sen?” diyerek birden bana doğru dümdüz bakmaya başlayan Yasmin’i fark ettiğimde ona odaklandım ben de. “Ne söylediğinin farkında mısın? Gülüyorsun bir de.”

Bu konunun beni ilk kez güldürdüğünü, daha önce sayamayacağım kadar çok kez delice ağlattığını söylemem gerekirdi belki ama öyle yapmadım. Sessizce yüzüne baktım sadece.

“Baba bir şey söyler misin?” dedi İzel geriye doğru bir adım atıp Muhsin’e yaklaşırken. “Sen mi ayarladın, şaka gibi bir şey mi bu?”

“Çıkalım,” dedi Muhsin yine. Papağan gibi bunu tekrarlıyordu. Uzaklaşmaya çalışıyordu.

“Ne çıkması?” derken bu kez İzel’in sesi yükselmişti. “Sen kafayı mı yedin baba? Ne çıkması? Yalan söylüyor size desene. Niye gerçekleri söylemiş gibi çıkalım çıkalım diyorsun?”

Muhsin’i ilk kez gözleri dolarken gördüğüm an, bu andı.

Ben ne dersem diyeyim onda bu etkiyi yaratamamıştım. Sadece onu iyice kışkırtmış, daha can yakan bir adama dönüşmesine neden olabilmiştim. İçinin acımasını hiç sağlayamamıştım.

“Kaç yaşındasın sen?” diyerek hızla bana çatık kaşlarıyla dönen Yasmin’i cevaplamak için ağzımı açacakken İzel delirmiş gibi yanıtladı. “Otuz yaşında,” dedi titrek bir sesle. “Senden küçük, benden büyük… Abla!”

Yirmi dokuz ve otuzun tam ortasındaydım aslında ama bu nüansın onlar için sonuç değiştireceği yoktu zaten. Soruyu neden sorduğu belliydi. Yasmin’den büyük olduğumu duymak ve Muhsin’in evliliğinden önce sahip olduğu kızı olmamı yani kötünün iyisi olan ihtimali doğrulamak istemişti önce.

Yardım istercesine ablasına seslenişini duyduğumda Muhsin’i yakıp yıkmak için onları da bu denli acıtıyor olmak bir an için çok bencil hissettirmişti. Ama bu bencillikse de ben bencil olduğu için suçlanacak son insan olmalıydım.

Bencil olmamayı öğrenmek için insanın etrafında kendisinden öne koyacağı birileri olmalıydı, bana bu şans verilmemişti. Kuvvetli bir gerekçem vardı bencilliğim için: yalnızlığım.

“Cevahir,” diye mırıldandım olabildiğince kıstığım sesimle. Sadece onun duyabileceği şekildeydi sesim.

“Yanlış bir şey yapmadın,” dedi ‘efendim’ bile demeden. Seslenişimdeki soruyu hızlıca anlaması yararımaydı. “Yanlış yapmadım,” diye tekrarladım başımı öylesine sallarken.

Başını hafifçe eğip dudaklarını şakağıma bastırdı. Bana yakındı, aramızda doğru düzgün mesafe yoktu ama yine de daha fazla yakınında olmam gerekmiş gibi kendimi ona itmiştim.

İzel birden koşar adım yürümeye başladığında bakışlarım istemsizce ona çevrilmişti. Yüzündeki ifadeyi birkaç saniyeliğine görebilmiştim, o birkaç saniye yıkımını görmem için yetmişti. İzel’in çok da uzağımızda olmayan çıkış kapısına ulaşması kısa sürdüğünde arkasından onun kadar hızlı olmasa da sert adım sesleri eşliğinde Yasmin uzaklaşmaya başladı.

Muhsin’in onların arkasından koşar adım gideceğini düşünmüştüm. Yetişmeye çalışacaktı.

Önceliğinin iyi bir şey olmasını ummak benim hatamdı. Olduğu yerden adımlamıştı ama gittiği yer kızlarının yanı değildi, bana doğru adımlamıştı.

“Sen…” dedi sinirden titrer gibi görünürken. “Ne halt ettin az önce?”

“Karıma köpek gibi hırıldamayı kes.” Önümde koca bir duvar olsa, Cevahir’in yanımda durup konuşmasından farklı hissettirmezdi. Kendimi bir süre önce sadece ‘kapana kısılmış’ hissettiğim yanı, artık benim için güvenli bir sığınaktı.

“Bana hiç var olmamışım gibi davranıp mutlu mesut yaşaman sonsuza kadar sürmeyecekti, öyle olacağını mı sanıyordun gerçekten?” dedim sesimin titrememesine özen göstererek.

“Eline ne geçecek?” dedi öfkesini güler gibi kusarken. “Ben gerekirse son nefesimi verene dek çabalayıp kızlarıma kendimi affettiririm, senin bundan kazancın ne olacak?”

Sırtımda gezinen ürpertinin dışarıdan belli olmaması için kendimi kastım. “Ne kadar sürünürsen, o kadar memnun olacağım. Bu benim için yeterli.”

Değildi. Yeterli falan değildi.

Son nefesimi verene dek çabalayıp kızlarıma kendimi affettiririm derken yemin eder gibiydi. Kızları kendisine kırgın kalmasın diye her şeyi yapacağını söyleyen bir adamdı. Böyle bir adam, babamdı. Kalbinde bana karşı bir gram şefkat taşımayan ama aslında hayali kurulabilecek babalardan biriydi.

“Benden kendine sağlayabileceğin tek fayda bu,” dedi boş bakışlarla. “Böyle avut kendini.”

Yanılıyordu. Bu bir fayda sayılmazdı. Bana sağladığı herhangi bir fayda yoktu, olmayacaktı da.

“Pazartesi sabahı Vita’yla ilişiğimin kesilmesi için dilekçemi bırakacağım.” dediği sırada Cevahir’e bakıyordu artık. “Karın için beni kovma lüksünü elinden almam sorun olmayacaksa tabi…”

İstifa edecekti.

Cevahir’in belimi parmaklarıyla usul usul okşayışını hissettim. Dışarıdan görünemeyecek kadar yavaş ama bana yetecek kadar yoğundu.

“Bu lüksü elimden alan sen değilsin, bizzat karımdı. Seray’ın engel olmayacağını bilseydim haftalar önce kaybettiğin tek şey başhekimlik koltuğu olmazdı.”

Muhsin başka bir şey söylemedi. Cevahir konuştuktan sonra bakışlarını bir an için bana çevirip yüzümü süzdü, burayla ilişiği kesildikten sonra bir daha yüz yüze gelme ihtimalimizin sıfıra yakın olduğunu ikimiz de biliyor olmalıydık.

Öyle ya da böyle koridorlardan birinde, öğlen yemek yerken kafenin diğer ucunda ya da toplantılarda yüzünü görüyordum. Son iki yılım böyle geçmişti. Bugün bir nevi devrimdi. Bir daha saydığım yerlerden hiçbirinde, hatta belki de hiçbir yerde onu görmeyecektim.

Onunla aynı çatı altında çalışıyor olduğumu annemden öğrenmiştim. Bana iyilik mi yapmaya çalışmıştı yoksa babamın ne kadar korkunç biri olduğunu görüp kendisine daha iyi gözle bakayım mı istemişti seçemiyordum. Öğrendiğim güne ileride lanetler edeceğimden habersizdim o zamanlar. Karşısına meslektaşı olarak, büyüyüp kendini bir şekilde yaşatmış bir kadın olarak çıktığımda ona yük olmayacağım için yıllar önce yaptığından farklı tepki verebileceğini sanmıştım.

Yirmilerinin başında kabullenmek istemediği sorumluluğu belki ellilerindeyken kabullenebilirdi, bana bunca yılın sonunda bir ışık yanabilirdi. Varsayımlardan ibaret düşüncelerimden hiçbiri doğru çıkmadığında her şey daha da kötüleşmişti.

Muhsin’in bana bakmayı bıraktığı anda adım atmaya başlamasıyla birlikte artık bakışlarım sadece sırtına saplanabilir olmuştu.

Nereye doğru gittiğini izlemek yerine dalgın bakışlarla önüme döndüğümde açık renkli parlak zemindeki yansımama rastlamıştım.

Sırtımdan bir yük kalkmış gibi hissetmediğimi fark ettiğimde dudaklarım titredi.

“Gitti,” dedim kendi kendime. Zaten hiç gelmiş değildi ama yine de yaşanması için bir zamanlar umut ettiğim her şeyin imkânsızın kucağına düşmesi kırık hissettirmişti.

Cevahir belimdeki kolunu kaldırıp omuzlarıma doğru doladı. Beni kendisine doğru yaslarken bir yandan da bedenimi yürüyebilmem için yönlendirmeye başlamıştı.

Asansörü beklediğimiz sırada çenesini saçlarıma doğru yaslayıp beni omuzuna çekti.

Asansörün kapalı kapısından kendimi bir ayna kadar net olmasa da izleyebiliyordum. Kapılar açılana dek izlediğim yansımam, dakikalar önce karşımda olan kadını anımsamama neden olunca gözlerimi kıstım.

Yasmin’e benziyordum.

Eksik olan yanım neydi? Muhsin onu kendisine benziyor diye içlene içlene büyütmüş olmalıydı. Beni bundan alıkoyan sadece farklı bir anneye sahip olmak mıydı? Ben seçmemiştim. Önümde seçenek bile görmemiştim.

Her şey benim dışımda gelişip nasıl en çok bana zarar verebiliyordu?

 

 

~

 

 

“Seansın yoksa neden hastanedesin anne?” diye sorarken Cevahir sabrının son demlerindeydi. Karşısında annesi yerine bir başkası olsa çok daha farklı bir tavır takınacağı kesindi ancak şansı yaver gitmemiş ve annesiyle kalakalmıştı.

“Öyle bi’ uğradım,” dedi Nilgün omuz silkerken.

“Uğradın…” dedi Cevahir başını sallayarak. “Bana mı yoksa Seray’a mı, anne? Kime uğradın tam olarak?”

Nilgün cevap olarak ‘Seray’ dese de oğlunun gazabından kaçması mümkün değildi, biliyordu. İlk işi telefonuna uzanıp karısına durumu sormak olurdu. Seray’ın cevabı da belli olmazdı. Nilgün bu aralar gelininde daha az kaynanacılık seziyordu, kocaköylü olası vardı şimdilerde; güvenememişti.

“Dedenle geldim, onun kontrolü vardı.”

Bu kısım doğruydu. Cevahir dedesinin hastaneye geleceğinden haberdardı. Ancak peşine kuyruk gibi takılan annesinin derdi Fahri Avcıoğlu’na eşlik etmekten daha fazlasıydı, belliydi.

“Doktorun Arif değil de Atalay hoca mı senin anne? İkisinin odasında geçirdiğin süreler neden bana bunu sorduruyor?”

“Atalay psikiyatrist değil ki,” dedi Nilgün bir an boş bulunup.

“Bak sen,” dedi Cevahir yalancı bir hayretle. “Haberim yoktu hiç.”

“Aman,” diyerek elini salladı Nilgün bıkkınca. “Sana da laf anlatılmıyor, ne çekilmez bir adam oldun sen ya? İyi ki ikna etmişsin Seray’ı, evde kalırdın yoksa bu çeneyle.”

Cevahir iç çeker gibi oldu. İkna etme sürecini detaylarıyla bilse annesinin masadaki tüm eşyaları tek tek kafasında kırmaya başlayacağını tahmin ediyordu. Seray sözleriyle kendisini vurmakla yetinse de annesi için aynısı söz konusu olmayabilirdi.

“İyi ki, anne.” dedi bakışlarını Nilgün’ün yüzünden çekmeden. “İyi ki ikna edebilmişim.”

Nilgün, oğlunun tereddüt etmeden konuşmasıyla gülümsemesine engel olmadan yerinde kıpırdandı. Cevahir’in derinleşen bakışlarını sadece karısını anmasına yormuştu. Öğlen yaşananlardan doğal olarak bihaberdi.

Cevahir’in zihni ise Seray’ı düşünmesiyle birlikte saatler öncesine sürüklenmişti. Başka bir iş yapıyor olsaydı Seray’ı o haldeyken çalışmaya devam ettirme ihtimali yoktu, elinden tuttuğu gibi buradan götürürdü ancak mesleği müdahaleye kapalıydı. Onu odasına uğurlarken kendisi de odasına geçmiş ve Ceylin’i saat başı arayarak bir sorun olup olmadığını sormuştu.

“Ben dedeni bulayım o zaman, bitmiştir hastaneyi teftişi herhalde. Gidelim artık.” Nilgün ayaklanmak için hareket edeceği sırada konuşmuştu. Cevahir hafifçe daldığı yerden bu sesle sıyrılmıştı.

Dedesinin kalbini kontrol ettirmek için gelse de ayrılmadan önce hastanede gezinip işleyişi incelediğini biliyordu. İçi başka türlü rahat etmiyordu.

“Anne… O evde yaşamaya devam etmek istediğinden emin misin? Dilediğin şekilde başka bir ev ayarlayabilirim. Seray bin kez bizimle kalabileceğini zaten söyledi, tekrarlamıyorum o kısmı.”

Nilgün omuzlarını oynattı olumsuz anlamda. “Gayet eminim. Orada aklım başımdayken ve evin şeytanları yokken kalmak konusunda bir sorunum yok. Dedene de iyi geliyor. Arkadaş oluyorum.”

Cevahir bu açıklamayı yeterli bulmak zorunda kalarak başını sallamıştı. Nilgün’ün ayrı bir düzen kurmak istemeyişinin asıl sebebini öğrenene dek bu şekilde bir nevi kandırılıyor olmaya devam edecekti.

Annesini odasından yolcu ettikten sonra Cevahir önünde kalan bir iş var mı diye bakınmış, güne bu noktada son verebileceğine kanaat getirdikten sonra ayaklanmıştı.

Saat altıya geliyordu. Seray’ın işi bitmiş olsa haberi olurdu. Kendisi aramaya tenezzül etmese de sekreteri bu konuda tembihliydi. Fakat böyle bir arama almamıştı.

Son anda bir hastasının geldiğini ya da acile indiğini varsayarak odadan çıkarken acele etmedi. Ceketini üzerine geçirip odadan ayrıldığında katta pek kimse kalmadığından etraf sessizdi.

İdare katı gibi poliklinik katları da sakinlemişti. Cevahir, Seray’ın odasının olduğu kata vardığında bunu fark etmişti.

İki doktor odasının arasında konumlandırılmış olan sekreter masasını boş ve oldukça düzenli bırakılmış gördüğünde Ceylin’in çıktığını anlamıştı. Kolundaki saati tekrar kontrol etti. Çıkması için normal bir saatti ancak doktorlar çıkmadan genelde yerinden ayrılmıyordu. Volkan çıkmış olsa da Seray çıkmadan yerinden ayrılma ihtimali düşüktü.

Cevahir kaşları çatılmaya başlamış halde direkt Seray’ın kapısına adımladı. Kapıya bir kez vurup içeride hasta varsa dalmamak için birkaç saniye duraksadı.

Çıt çıkmadığında kapı kolunu koridorda ses yankılanacak sertlikte indirip kapıyı açmıştı.

Odanın boş olduğunu gördüğünde elindeki telefondan bir yandan Seray’ı aramakla uğraşırken bir yandan da çantasını bıraktığı köşeye bakışlarını çevirmişti.

Çantayı yerinde görmediğinde dudaklarından kısık bir küfür fırladı. “Eve gitmiş ol, Seray.” dedi sayıklar gibi. “Teo’yu aramış ve benden kaçıp eve gitmiş ol.”

Çalıp duran ancak açılmayan telefonu telesekreterin sesi gelene dek kulağında tutmuştu. Yanıt gelmediğinde telefonu bu kez hızla Teoman’ı aramak için kullandı.

Saniyeler içinde arama yanıtlanmıştı. “Buyur abi.”

“Seray yanında mı?”

Hattın diğer ucunda küçük bir duraksama yaşandı. Teoman’ın sustuğu bir iki saniyelik süre Cevahir’in iyice delirmesine neden olmuştu.

“Teo!” diye gürledi Cevahir.

“Abi değil, yanımda değil. Sen Vita’da değil misin? Ben seninle dönecek diye çıkışta beklemedim ki, yengem aramadı da beni. Arasa-…”

Uzun uzadıya açıklamaya yapmaya çalışan Teoman’ı araya girerek susturdu. “Taksiyle ayrılmıştır, kameralara baktıracağım.”

“Tamam abi, geleyim mi oraya?”

“Gerekirse haber veririm.”

Telefonu kapattıktan sonra Cevahir kamera odasına ilerlerken önce bir kez daha Seray’ı aramış, cevap gelmediğinde de bu kez Ceylin’i aramıştı.

“Efendim Cevahir Bey?” diyerek merakla yanıtlayan Ceylin’e direkt olarak sordu Cevahir. “Seray ne zaman çıktı, Ceylin? Neden haberim yok?”

“Haberiniz mi yok?” dedi Ceylin şaşkınca. “Son hastası randevusunu iptal edince toparlandı, sizin yanınıza çıkacağını söyleyince ben… Aramadım sizi yani.”

Cevahir gözlerini kapattı bir an için. Seray’ın zekâsından böyle anlarda yaka silkiyordu. Ceylin’in onun sekreterinden çok kendi haber kaynağı olduğunu biliyordu, kaçış yolu için onu kolayca aradan çekebilmişti.

“Tamam,” dedi sadece Cevahir. Ardından telefonu kapattı. Kameraları izlemeye başlayana dek Seray’ı dört kez daha aradı. Her seferinde çalıp çalıp açılmayan telefona olan siniri katlanıyor, nereye gittiğini düşünürken geriliyordu.

“Taksinin plakasını not alın, hastanenin durağından mı?”

Ekrana bakmakta olan güvenlik görevlisi olumlu anlamda başını salladı. “Evet, Cevahir Bey. Şoförü sordurayım ben isterseniz, onunla iletişime geçersiniz.”

“Olur, mümkün olduğunca hızlı hareket edelim.”

Kısa bir süre sonra Cevahir giriş kattaydı ve karşısında bahsi geçen taksinin şoförü vardı. Ondan Seray’ın nerede indiğini öğrendiğinde ise duraksamıştı.

Nerede olduğunu öğrendiği için rahatlamalı mı yoksa daha da endişelenmeli miydi, karar verememişti. Neden kendisinden kaçarak gittiğini anlayamamıştı, bambaşka bir yere gittiğini sanmıştı ancak Seray sadece eve gitmişti.

Arabaya binip trafiğin sınırlarını zorlayarak olabildiğince kısa sürede eve vardığında uçmuş aklıyla evdeki güvenlikleri aramayı hiç düşünmemesine yanıyordu.

Kaybettiği süre boyunca aklından binbir çeşit senaryo geçmişti. Seray görüş açısında değilken alevlenen düşünceler bu dakikalar boyunca tamamen tutuşmuştu.

“Hoş geldiniz Cevahir Bey,” diyen güvenliğe, vakit kaybetmemek için garajın önüne kadar götürmeden kapıda bıraktığı arabanın anahtarını uzattı. “Yerine bırakın, Teo’ya da haber verin. Yarın için yeni araba ayarlanacak.”

“Tabii,” dedikten sonra anahtarı alıp direkt işe girişen adamın yanından uzaklaştıktan sonra Cevahir hızla eve girmişti.

Odaya çıkmaya, salona bakınmaya gerek duymadı.

Derdi taşınca karısının kırk yıllık ayyaşlara taş çıkartacak hale gelip alkol arandığını biliyordu artık. Eğer onun güvenliği için diken üstünde olduğu günler yaşamasalar ilk aklına gelecek olan, Seray’ı evdeki mahzende aramak olurdu hatta.

Alt kata inen merdivenleri birer ikişer aştığında katın koridorunun ışığını yanık görmüştü. Derin bir nefes aldı.

Kapalı kapıyı itip açtığında yerde sızmış ya da sızmaya az kalmış halde göreceği bir beden aramıştı gözleri.

Aradığını bulduğunda, karısının bedenini sağlam bir şekilde karşısında gördüğünde gözlerini bir süreliğine kapattı, nefeslendi.

“Güvende,” dedi sessizce. “Güvende, iyi. Geç kalmadın.”

Omuzlarından tutup sarsmak, kendisini böyle telaşlandırdığı için kızmak istiyordu aslında. Geçen günler malumdu, ne diye başını alıp ortadan kayboluyordu? Eve gitmek için neden bu yolu seçmişti mesela?

Cevahir ona kızmak için kendisini durduran iki ayrı engel hissetti.

İlk engel kadının bugün yeterince yıpranarak kotasını doldurmasıydı.

İkinci engel ise günlerdir layığıyla oynamaya çalıştığı rolüydü. Korkmama, endişe etmeme rolünü bir anda elden bırakamazdı.

Aldığı önlemleri, Seray’ın etrafında pervane gibi gezinmesini sadece tedbir gibi gösterse de delirmenin eşiğindeydi aslında. Seray’ın telefonu çaldığından, Seray duyduklarını Cevahir’e söylediğinden beri aklı başka çalışıyordu.

Karısının aptal olmadığını biliyordu bir yandan da. Bu kadar çıldırmışken sözünü etmiyor diye korkmadığını düşünemezdi, farkındaydı. Ancak dile getirmemek bir nevi kaçıştı Cevahir için.

Annesine geç kalışını, yaşananlara yıllarca kör oluşunu henüz atlatabilmiş değildi. Belki de hiç atlatamayacaktı. Şimdiyse konu Seray’dı ve yaşanabileceklerden haberi vardı, bir şeyler yapmak zorundaydı.

Sesli olarak bir şeyler söylemeden önce adımladı öne doğru. Seray’ın iki büklüm oturduğu yerde dalgınca yeri izliyor olduğunu görmüştü.

Tam önünde durup dizlerini bükerek çöktü. Hafifçe yüksekten bakıyor olduğu kadını izledi.

“On beş dakika boyunca bana ölüyormuşum gibi hissettirmenin cezasını nasıl keseceğiz, gamzeli?”

Odasında olmayıp telefonunu açmadığı andan, taksicinin onu bıraktığı adresin ev oluşunu öğrenip güvenlikleri aradığı ana kadar geçen süreydi bu. Cevahir için on beş dakikadan çok daha uzun sürmüştü.

Başı öne eğik şekilde duran karısının gözlerini görebilmek için elini yüzüne doğru uzattı Cevahir. Onu çenesinden nazikçe tutup yüz yüze gelebilecekleri kadar doğrultacaktı. Fakat elleri tenine temas eder etmez parmaklarında yangın varmış da Seray’ın tenini yakmış gibi kadından bir sızlanma döküldüğünde durdu.

“Bakma,” diye sızlanmıştı. “Çok çirkinim, bakma.”

Cevahir allak bullak olmuş ifadesiyle kalakalırken elini çenesinden çekmemişti ancak yüzünü kaldırmak için de hareket edemiyordu.

“Aklımla mı oynuyorsun?” diye sordu şaşkınca. “Gördüğüm en göz alıcı şey sensin, çok çirkinim ne demek Seray?”

“Çok eksik,” dedi Seray sayıklar gibi. “Vakit ayırmam lazım, çok kötü. Çok çirkin.”

Cevahir en az karşısındaki kadın kadar çıldırmış hissediyordu artık. Onun direnişine rağmen yüzünü kendisine doğru kaldırıp gözlerinin içine bakmaya başladığında durumu anlamlandıramıyor oluşuna öfkeliydi daha çok.

“Bana çok güzelsin, bana en güzelsin. Bak gözlerime, sana nasıl baktığımı kendin gör.”

Seray titreyen dudakları ve kirpikleri eşliğinde öylece Cevahir’in yüzüne bakınıyordu aslında ama adamın bahsettiği gerçeği görebilmekten çok uzaktı.

Cevahir yamuk bir şekilde durup zar zor ona bakabilmekten rahatsız olduğu anda kadına doğru uzandı. Bedenini belinden ve dizlerinin altından kavradığı gibi onunla birlikte ayaklanmıştı.

Seray’ın kucağında duran bedeni kucağına yeri hep orasıymış gibi sığışıp şekil alırken tutuşu daha da sıkılaştı.

“Kaç kadeh içtin sen?” diye sordu başını eğip yüzüne doğru bakarken. “Kaç şişe ya da..? Bu kafaya iki kadehte erişmiş olman çok zor çünkü. Çirkinmiş… Kim inandırdı bu sikik fikre seni?”

Seray yanağını Cevahir’in omuzuna doğru yaslamış halde duruyordu. Sorulan soruları duysa da dudaklarından cevap çıkmamıştı hiç.

Cevahir kapıya doğru hareketlendiğinde Seray’ın sessizliğini koruyacağını düşünmüştü ancak karısının derdi biraz daha farklıydı o sırada.

“Ayakkabılarım,” diye mırıldandı. Yere oturduğunda çıkarttığı topukluları yerde duruyordu. Cevahir’in omuzunun üstünden onları görünce dudakları aralanmıştı hemen.

“Evet,” dedi Cevahir. “Ayakkabıların.”

Tam olarak ne olması gerektiğini anlamamıştı. Kapıya doğru bir adım daha attığında Seray bu kez daha açıklayıcı konuştu. “Onları da alalım, ayakkabılarım…”

Cevahir sorgulamaya devam edip ayakkabılarını mahzende bırakırsa çalınma ihtimali olmadığını açıklamak isterdi ancak sarhoş bir Seray’a laf anlatmak genelde imkânsız oluyordu. Aklına eseni söylüyor, savunuyordu.

Kendini de karısını da yormadan geri adımladı. Hafifçe çöküp Seray’ı bacağıyla dengeledikten sonra, yerde duran ayakkabıları iplerinden tutup kaldırmıştı.

Seray boynuna sarılıyor olduğu için Cevahir onun belindeki elini ayakkabı taşımaya ayırmış, kucağındaki bedeni bacaklarının altındaki koluyla dengelemişti.

“Tamam mıyız?” dedi kapıdan çıkarken. “Aldık ayakkabılarını da.”

“En sevdiğim ayakkabılarım,” diye mırıldanmıştı Seray kafasını Cevahir’e doğru bir an için kaldırıp.

Merdivenleri kucağında Seray yokmuş gibi rahat ve hızlı çıktığı için Cevahir yeniden konuştuğunda giriş kata ulaşmışlardı çoktan. “Özellikleri nedir? Bu şerefe nasıl nail oldular? Giyince uçuyor musun yavrum?”

Cevahir gelecek cevabı biraz olsun tahmin edebilseydi kendisinde alay etmek için güç bulamazdı muhtemelen. Dikkati Seray’da olduğu için ayakkabılara doğru düzgün dikkat etmemişti çünkü. Baksa… Fark edecekti.

Seray başını dik tutamayıp yeniden adamın omuzuna düşürürken cevabı da dudaklarından usulca dökmüştü.

“Kocam aldı,” diye mırıldanmıştı. Cevabı verdiği kişinin bahsi geçen koca olduğunu anlık olarak unutacak kadar daldığı için ‘sen aldın’ yerine ‘kocam aldı’ demeyi seçmişti.

Cevahir’in bu kattaki banyoya doğru atmakta olduğu adımları durakladı. Seray’ın yüzüne biraz soğuk su çarpmak üzere hedefinde en yakın banyo vardı ancak kulağının dibinde yankılanan sözcükten sonra nevri dönmüştü hemen.

Laf sokacakken, dalga geçecekken ve zaman zaman da sinirliyken kendisini ‘kocam’ diye andığı olmuştu Seray’ın. Bunu ilk kez duymuyordu. Ancak öylece ilk kez benimser gibi dudaklarından dökülmüştü bu. Yetmezmiş gibi aldığını dahi unuttuğu ayakkabılarına ‘en sevdiği’ olma ayrıcalığı tanıdığını öğrenmişti bir de.

“Sen böyle sevip benimseyeceksen, kocan tüm dünyayı alıp önüne yığabilir.”

Seray başını salladı. “Para sıçıyor,” dedi en beklenmedik anda. “Yığabilir evet.”

Cevahir başını geriye atıp duvarlara çarpacak bir kahkahayla gülerken sinirlerinin bozulduğunu hissetmişti. İması bu konuda değildi, karısı için yapabileceklerinin sınırsızlığından bahsetmek istemişti ama karısının canı tersinden tutup anlamak istemişti belli ki.

Cevahir başını eski konumuna getirdiğinde Seray’ı doğrulmuş kendisine dikkatle bakar halde bulmayı beklemiyordu. Dalgın bakışları yerli yerindeydi ancak bakışlarına direkt olarak ayırt etmekte zorlansa da başka bir şeyler daha karışmış gibiydi.

“Seray-...” diyecek oldu ama konuşmaya devam etmesi, dudaklarının üstüne sertçe kapanan dudaklar tarafından engellenmişti.

Seray’ın ağzından sızan şarap tadını, aşinası olduğu kendi tadıyla birleşmiş halde alırken kadını dizlerinin altından saran kolu kasılarak sıkılaştı. Elindeki ayakkabıları -Seray’dan azar yeme pahasına- yere düşürmekte bir sakınca görmeyip diğer elini de boşa çıkarttığı gibi sırtına sarmıştı.

Dudaklarına saldıran, hoyratça öpen taraf çoğunlukla Cevahir olurdu ancak Seray rolleri değiştirmeye karar vermiş gibi sertti. Cevahir bunu, günün elektriğini kendisinde topraklamaya karar vermesine yormuştu. Doğru bir cevaptı fakat tam bir cevap değildi.

Sık rastlanmayan kahkahasıyla ve başını geriye atıp sunduğu boynuyla karısının hormonlarını ayaklandırdığı kısmı gözden kaçırmıştı.

Dudaklarını ondan ayırmadan, kucağındaki bedeni prenses gibi kaldırmak yerine bacakları iki yanına doğru açılacak şekilde duracağı bir hale soktu. Birkaç saniye sonra ise Seray’ın sırtı hemen arkalarında kalan duvara yaslıydı artık.

“Arsız bir ayyaş mısın bu akşam?”

Dudakları hâlâ birbirine temas edecek kadar yakındı ancak öpüşmeyi kesmişlerdi. Daha doğrusu Cevahir buna sebep olmuştu, Seray ise memnuniyetsiz bakışlarla onu süzmekteydi.

 

~

 

“Ayyaş sensin,” dedim göğüslerimiz arasında sıkışan ellerimi çekiştirip oradan çıkartırken.

Zihnimdeki çoğu şey bulanıktı ama karşımdaki görüntü netti. Gülüşüyle birlikte kurt gibi üstüne atılmamın nedeni de görüntüydü işte.

“Aynen, güzelim.” dedi başını sallayarak. Burnu burnuma sürtünmüştü bunu yaparken.

İç çektim istemsizce. “Güzelim,” derken kendi kendime konuşur gibiydim.

Yüzünü buruşturdu. “Yakışıklım desen en azından… Böyle pek olmadı.”

Kıkırdayarak öne doğru düştüğümde yüzüm omuzuna kapanmış oldu.

Neden tekrarladığımı anlamıştı, aşağıdayken sayıkladığım anı unutmuş olamazdı ama uzatmamak için lafı çeviriyordu. Dünyanın en düz konuşan, en net insanıydı ama dikkatim dağılsın diye kalıbından çıkabiliyordu.

“Çok güzelsin,” diye mırıldandı kulağıma doğru. Kulağımın altına küçük bir öpücük bırakmıştı hemen ardından. “Bizimle ilgili yapılan her haber gönderisinden kaç yüz yorum sildirdiğimden haberin var mı? Bir tek bana güzel olsan keşke ama yok işte…”

Sarsıntılı bir şekilde başımı kaldırdım. Şaşkınca yüzüne bakmaya başladım. “Ne?”

“Yok bir şey,” dedi çatık kaşlarıyla, fazla ayrıntı verdiğini yeni anlamıştı. “Yat, tamam.”

Ensemden bastırıp beni yeniden omuzuna gömmeye çalıştı ama direndiğim için başaramadı. Canımı yakmamak için gücünü vermiyordu, aksi takdirde beni evirip çeviremeyeceği herhangi bir pozisyon olduğunu sanmıyordum.

Ben kıskanç bir adam değilim, Seray.” derken harfleri yuvarlayarak sesimi gür çıkartmış ve onu taklit ettiğimi yeterince belli etmiştim. Kaşlarının daha da derin çatılmasından anladığım kadarıyla amacıma ulaşmıştım.

Çok da uzak olmayan bir zamanda söylediği ve sıfır inandırıcılık taşıyan cümlesini çakırkeyif ve sarhoşluk arasında gelgitte olan aklım dahi unutmamıştı.

Bir anda aklıma düşen detayla birlikte gözlerimi kırpıştırdım. “Nasıl siliniyor bu mesajlar?”

“Ne yapacaksın?”

“Bir arkadaşım soruyor,” dedim geçiştirir gibi. Cevahir geçiştirilmiş değildi tabii, keyiften sırıttı karşımda hemen.

Ağzını açacağı anda avucumu yarı aralı dudaklarına örttüm. “Kafam şişti,” dedim terslenerek. Duygu geçişlerimin kontrolünü kaybetmiştim şu an.

Avuç içime ıslak bir öpücük bıraktı. Onu susturmak için değil de öpmesi için elimi ağzına yaslamışım gibi bedenim gevşedi.

Sırtımı duvardan ayırarak beni yine kucaklayıp evde gezdirdiği oyuncağıymışım gibi taşımaya başladı. Belinden sarkan bacaklarımı sallarken başımı omuzuma doğru eğmiş gözlerini izliyordum.

Kıyametim olacağını sandığım adam geç gelen hediyem, geç gelen hediyem olacağını sandığım adam ise kıyametim olmuştu. Birinin kolları arasındaydım, diğerinin kollarının arası nasıl bir yer bilmiyordum ve birkaç saat önce bilmediğim o yere veda etmiştim.

Doğru bir karşılaştırma değildi belki ama bana bunu yaptıran bizzat Cevahir’di. Birkaç hafta önce, aklı ameliyathanedeki dedesinde olmasına rağmen kalbi benim kırıklığımı hissederek bana uzanmış ve konuşmuştu:

Bulamadıklarını bende ara, o piçten umduğun ama bende bulamayacağın hiçbir şey yok.

Öyle kolay dökülmüştü ki ağzından… Bana her şey olabileceğini böyle açıkça ve kendinden emin dile getirirken neler vadettiğini belki de tam olarak bilmiyordu.

 

***

 

- 3 yıl önce

Seray,

 

İki parmağımla dengede tuttuğum kadehte bir yudumdan fazla şarap kalmamıştı. Kadehi sallarken yere dökülmeyeceğinden emin ve rahattım.

Aklımda dolaşıp duran görüntü hep aynıydı. Görüntü her zerresiyle gerçekti.

Annem vardı karşımda. Hemen yanında da kızı. Biricik(!) kızı…

Kendimden bunca yaş küçük bir kızı kıskanıyor gibi hissetmek beni öyle yorup tüketiyordu ki kızgınlığım iyice büyüyordu. Aramızda on beş yaş vardı. Küçük bir çocuktu. On bir yaşında bir çocuk…

Onu kıskanmak yerine belki de varlığına teşekkür etmeye başlamalıydım. Tuğçe beni tanıyıp, tanıdığı gibi de benimseyene dek annemle olan görüşme sayım bir elin parmağını geçmezken şimdi iki elimi de kullanarak saymam gerekiyordu bu görüşmeleri.

Ona bir ablası olduğunu söyleyen annem değildi, eşiydi. Buna da pek şaşırmamıştım. Annem beni olabildiğince çemberin dışında tutmayı isterdi. Kızına ablalık edeyim diye heveslenecek değildi.

Tuğçe istedi diye görüşmek, çağırılmak… Bir çocuğu sevindirmek için gönüllü üstlendiğim bir işe gidiyor gibiydim. Biraz daha büyüyene dek buna devam edebilirim, kendimi zorlayabilirim sanmıştım. Anneme rağmen beni tanımak için çabalamış olan eşinin ve babasına benzemeyi seçerek hayatını kurtaran Tuğçe’nin hatırına onlarla vakit geçiriyordum.

Kimi zaman kısa sürüyor, kimi zaman ısrarlarıyla uzuyordu ziyaretlerim. Bazıları olağan bir misafirlikten fazlası değildi, bazıları ise kapıdan çıktıktan sonra beni ezilip parçalanmışım gibi hissettirecek kadar can yakıcıydı.

Bugünkü de can yakanlardandı. Kalbime yük yüklenip ayrılmıştım yanlarından. Fark eden yoktu, hiç olmamıştı. Belki fark edilmek için biraz ses çıkartmak gerekiyordu ama ben içime ağlamaya alıştığımdan bunu da yapamıyordum. Fark edilmediğime bile sessiz ağlıyor, içime içime sızlanıyordum.

Kadehte kalan son yudumu da içtikten sonra yeniden şişeye uzanacaktım ki dış kapıdan gelen seslerle birlikte elim havada kalmıştı.

Dudaklarımı buruk bir şekilde büktüm. Attığım mesajı yeni mi görmüştü?

“Yener?” diye seslendim, eve anahtarla bir başkasının giremeyeceğini bile bile.

“Benim,” diyerek salondan girdiği sırada ses verdi.

Elindeki kırmızı güllerle dolu buketi, benim şarap şişesi ve kadehiyle süslediğim sehpaya bıraktığında kendisi de yavaşça yanıma oturmuştu.

Güllere doğru bakındım. “Sadece gül yollasan da olurdu,” dedim dalgınca. “Bu saatte yorulmasaydın keşke.”

Ona erkenden eve geçtiğimi yazmıştım. Bugün annemlerle görüşeceğimi biliyordu. İyi olma ihtimalimin düşük, mahvolmuş hissetme ihtimalimin her şeyden yüksek olduğunu biliyordu.

Saatler sonra elinde bir avuç gülle kapıma gelmesi, ne halde olduğunu bildiğim için seni yalnız bıraktım ama içim de rahat etmedi demekti.

Yener Soylu dilinde ‘seviyorum ama yorgunum’ demekti.

“Seray…” derken koltukta bana doğru döneceği, yüzümü görebileceği şekilde hareket etti hafifçe. “Dinliyorum,” dedim usulca.

“Yoğundum, seanslarım uzadı. Biter bitmez de geldim. Yapma sevgilim.”

Omuz silktim sakince. “Bir şey yapmadım ki.”

Şarap çenemi açmıştı her zamanki gibi. Çok mu konuşuyordum?

Koltukta otururken dizlerimi kendime çekip olduğum yerde küçüldüm. Yine bulunduğum yere sığamadığım için kocaman hissetmeye başlamıştım.

“Farklı bir şey mi oldu? Yoksa aynı şeyler mi yine..?”

Gözlerimi bir anlığına kapattım. Aynı şeyler mi diyerek genellediği yerde benim çocukluğum uzanıyordu, hayatım bundan ibaretti. İçimden sayı saymaya başladım. Cevap vermeden önce kendimi biraz olsun durgun hale getirmem gerekiyordu.

“Aynı şeyler, Yener.”

Derin bir nefes aldığını işittim. Biraz sonra bedenimi kollarıyla sararak beni kendisine doğru çekip göğsüne doğru yatırmıştı. Direnmedim. Sıcağına ihtiyacım vardı.

“Üzgünüm,” dedi öylece. “Seray ben sana aşığım, seni seviyorum. Sevgilimsin, gidebileceğim son noktada da kocan olacağım. Buraya kadar her şey doğru.”

Üzgün olduğu kısmın ne olduğunu anlayamadığım için duraksadım. Başımı göğsünden kaldırmak istediğimde buna engel olmadı. Gözlerine bakarken devam etmesi için beklenti doluydum.

“Ama benden baban olmamı, sana anne olmamı bekleme.”

Yüzüme sertçe çarpacağı bir tokatla beni bu kadar sarsabilir miydi, bilmiyordum.

Ben ondan hiçbir zaman bunu istememiştim. Varlığına tutunmaktan başka bir şey yapmamış, yanımda kalmasından başka bir şey dilememiştim. Bana verdiğinden fazlasını almak için çırpınmamıştım.

Buna rağmen yemin ettirir gibi beklentisini dile getiren, ondan eksikliklerimi tamamlamasını isteme ihtimalimi şimdiden yok eden kendisiydi.

“Beklemem,” dedim pürüzlenen sesimle. “Beklemiyorum, kimseden böyle bir şey istenmez.”

Böyle bir şeyi ben isteyemem, kimse de ben istemeden kapısını buna aralamaz.

Avucunu yanağıma yaslayıp elmacık kemiğimi parmağıyla hafifçe okşadı. “Seni seviyorum.”

“Ben de seni seviyorum,” diye mırıldandım. Ona karşılık vermekten hiçbir zaman çekinmememe rağmen ilk kez yanıt vermeden önce dilim sızlamıştı. Susmamı istercesine dilime emir yağdıran, içimde bir yerde konaklayan bir başka benliğimdi.

Bir süre sessiz kaldık. Yanağımdaki eli, içtiğim şarap ve günün yorgunluğu aynı anda üstüme yüklenip uykumu getirmeye başladığında dudaklarımı araladım. “Uyuyalım mı?”

“Uyuyalım sevgilim.”

Odama geçtiğimizde üstümde zaten uyuyacağım kıyafetler olduğu için yatağa adım atacak oldum. Yener’in açmaya başladığı örtüyü diğer ucundan tutacağım sırada bakışlarımız kesişti.

Yüzüme dikkatle baktığını, süzdüğünü gördüm. İrkilir gibi toparlandıktan sonra arkamı hızla dönerek banyoya yöneldim.

Yüzüme defalarca kez su çarptım. Gözyaşlarımın kuruyup gerdiği cildimi kremledim, dudaklarımın gece boyu çatlamaması için nemlendiricimi oraya bocaladım.

Banyonun kapısını tam kapatmamıştım. Kapı ileriye doğru açıldığında Yener kolayca içeri süzülebilmişti.

Ona doğru döndüğümde elinde buz torbası tuttuğunu gördüm.

“Yarın sabah korkunç bir suratla uyanmanı istemeyiz,” dedi buzu bana uzatırken. “Mahvetmişsin yüzünü yeterince.”

Buzu elinden alıp önce sağ gözüme doğru bastırırken aynadaki yansımama döndüm bir an.

Mahvolan yüzümü izledim.

Mahvolanın sadece yüzüm olmadığını, her yerimin dökülüyor olduğunu görmek için çok mu dikkatli bakmak gerekliydi?

Herkes bana nasıl böylesi kördü?

 

 

~

 

 

“Susadım,” diye homurdanırken başımı devekuşu gibi olduğum yere gömmeye gayretliydim.

Gömüldüğüm yerin Cevahir’in açıkta kalan teni olduğunu sıcaklıktan ve kokusundan anlayabiliyordum ama ne halde olduğumuzu anlamak için gözlerimi düzgünce aralamam gerekliydi.

Genel olarak iki senaryo vardı. Ya tepeme çıkmıştı ya da tepesine çıkan ben olmuştum. Ortada buluşmak gibi huylarımız yoktu.

Gözlerimi çoktan aydınlanmış olan odanın ışığına araladığımda bir an ışık gözümü acıtmış, sıkıca gözlerimi geri kapatmıştım.

“Susadım,” diye söylendim tekrar. Belki bir mucize olur ve Cevahir uyanarak iyi bir insan olmaya karar verirdi. Doğrulup komodinden su almam için bana yardım etmesi gerekiyordu çünkü. Uyuşmuştum resmen.

Gözlerimi zar zor tekrar açtığımda bu sefer ışığa daha hazırlıklıydım. Cevahir’in üstüne yatağım direkt olarak oymuş gibi yattığımı anlayınca sızlandım. Uyumadan önce böyle bir halde olmadığımdan emindim. Haziran sıcağında ben bu adama neden yapışıyordum? Derdim neydi, eriyip yok mu olacaktım?

“Cevahir?” diye seslendim bir iki kez. Sesim pek yüksek çıkmıyordu. Yüksek çıkmayınca da Cevahir’i uyandırmaya yeterli gelmiyordu. Kış uykusuna Haziran’ın sonuna doğru yatmaya karar vermişti.

“Cevahir!” diyerek bu kez sesimi fazlasıyla yükselttiğimde onun böyle fazla irkileceğini hesaba katmamıştım. Bir süre önceki Cevahir bağırmama sadece homurdanmakla yetinir ve uyumaya dönerdi ancak son on gündür yanımda olan adamın güvenliğim konusundaki endişesi düşünülünce bağırmam aptalcaydı.

İrkildiği gibi bedenini de doğrulttuğu için göğsündeki yapışıklığım kesilmeden birden oturur hale geçmiştim. Artık o dik oturuyor, ben de önünde koala gibi asılı duruyordum.

“Günaydın,” dedim kısık bir sesle. Hem suçlu hem güçlü olasım gelmemişti. Suçlu ama mazlumu oynayacaktım.

Nerede olduğumuzu anlamakta güçlük çekiyormuş gibi yüzüme baktı. Bakışları yüzümden kopup bedenimde mümkün olduğunca dikkatle gezindi. İyi olduğuma kanaat getirebildiğinde gözlerini bir an için kapattı, geri açtığında çenemi sertçe tutup yüzümü kendisine çekmiş ve sırıtmadığım için sayısı şu an bir olan gamzemden öpmüştü.

Korkuttuğum için sinirlenmek yerine, korkması gereken bir şey olmadığını anladığı için kendisine sessiz kalmayı uygun gördüğünden ben de suspus bekledim biraz.

“Su içecektim,” dedim dayanamadığım an geldiğinde. “Çok susadım ama uykum da var.”

“Kendini şarapla marine ettiğin için olabilir belki,” dedi hemen kulp bularak.

Gözlerimi kıstım. “Benden önce sızdın,” dedim kendimi savunup. “Sen neyle marine edildin de sızdın hemen o zaman?”

“Lavanta tercih ediyorum ben,” dedi burnunu saçıma yapıştırıp koklarken. “Bir şeyler daha var kokunun içinde ama gizli tutuyorsun, bir gün çözeceğim. Şimdilik lavanta sadece.”

“Çok beklersin,” dedim bilmiş bir tavırla. “Tarifini vermem.”

“Verene kadar koku kaynağı olarak dibimde durmaya devam o zaman, Avcıoğlu.”

İtiraz etmedim. O zaman hemen kokumu tarif edeyim de demedim. Sadece gözlerine bakmaya devam ettim.

“Ne bu tipin senin?” diye sorduğunda sırtım birden sancılanmış, olduğum yerde kasılmıştım.

Yüzüm mü şişmişti?

Ellerimi kaldırıp yüzüme dokunmak, bir yandan da saklamak için hareket edecekken iç çekti. “Uykudan uyanmış bebek gibi duruyorsun, genelde yeni uyanmış halini göremiyorum kargaların kahvaltısına yetişir gibi kalkıp hazırlandığın için.”

“Çirkin mi duruyorum?” dedim kaşlarımı kaldırırken.

Yüzü buruştu. “Yeni uyanmış bebek diyorum, doğurttuğun şeylerin neye benzediğinden haberin yok mu doktor?”

“Doğurttuğum sırada pek iç açıcı olmuyorlar aslında…” dedim başımı sallayıp. “Şahit olsan bebeklere bakış açın değişebilir.”

“Almayayım,” dedi gerilmiş görünürken. “Sana kolay gelsin.”

Sırıttım. Beni konuşturduğu için arada kaynayan susuzluğumu yeniden hatırladığımda yerimde hareketlendim. “Su içecektim.”

Yatağın ona ait tarafındaydık, kendi olduğum yere yuvarlanmam ve komodinde duran suyumu içmem lazımdı. Yolum uzundu.

Oraya doğru bakındığım sırada Cevahir bendeki uyuşukluğu hissettiği için bir şeyler homurdanarak kendi başucundaki komodine uzandı. Pek tüketmediği, benim sürekli değiştirdiğim ve genelde zorla içirdiğim suyunu bu sabah bana armağan ediyordu.

Uzattığı bardağı içim yanıyormuş gibi tek dikişte bitirdiğimde çeneme doğru akan suyu silmek için elimi kullanacakken Cevahir araya girmiş, eli yerine dudaklarını kullanarak nemli yeri öperek kurutmuştu.

“Yarasın,” dedi içerken nefes nefese kalışıma gülecek gibi bakarken. “Bi’ on bardak daha içecek gibi bakıyorsun.”

“Sen alay etmeyi bile bilmezken daha çekilir bir adam mıydın acaba ya?” diye söylendim yakın geçmişi yâd ederken.

“Seninle yaşayıp bunu öğrenmemek mümkün mü?”

“İşi ustasından öğrendiğin için hızlı geliştin demek ki,” diyerek ben de ustasından öğrenmiş olduğum egomu ortaya koyunca başını eğip güldü.

“Uyuyacak mıyız biraz daha?” diye sorduğum sırada bardağı elimden alıp komodine geri bırakmıştı. Bana döndüğünde yüzüme dökülen saç tutamlarımı parmaklarıyla geriye alıp kulağımın arkasına sıkıştırmaya başladı.

“Uykum var demedin mi az önce?”

Başımı salladım. Demiştim, evet. “Ama sıkıldım.”

“Alayım sıkıntını hemen,” derken beni tepetakla edip sırtım yatağa gelecek şekilde yatırdığında dudaklarımdan sesli gülüşler fırlamıştı.

“Sabah sabah..?” dedim yargılayıcı bir sesle.

“Sadece belli saatlerde mi seni yiyebileceğimi düşünüyorsun?”

“Azmış bir ayı olduğunu düşünüyorum,” dedim başımı sallarken.

İtiraz etmedi. Kabullendiği gerçekle birlikte daha çok güldüm.

Dünden sonra birden keyifle kıkırdadığım bir sabaha uyanmam iyiye işaret miydi bilmiyordum. Ruhum yine kendince acıyla savaşmış, sonra savaş bitmiş gibi normale dönmeye gayret etmişti.

Bir gün gelecek ve bu gayret sonuçsuz kalacaktı. Şimdilik idare edebiliyor, düştüğüm yerden kalktığımda açılıp kanayan yerlerimi hızla sarıp kapatabiliyordum.

Cevahir’e kalsa yatakta bir süre daha kalmalıydık ama kollarından kaçıp kendimi banyoya attığımda planlarını suya düşürmüştüm.

Duş almadan kendime tam olarak gelemeyeceğimi biliyordum. Bornozuma sarınmış halde banyodan çıktığımda ise Cevahir odada değildi.

Giyinme odasında da göremeyince aşağıya indiğini kesinleştirmiştim. Gerçi deliydi, çalışma odasına kapanmış olma ihtimali de vardı. Hâlâ aynı katta olabilirdik.

Soluk, bordo bir kumaşa sahip askılı uzun bir elbise giymiştim saçlarımı kurutup şekillendirdikten sonra. Salaş, bileklerime doğru inen yumuşak bir elbiseydi. Önden bakıldığında yuvarlak yakalı sade bir kıyafetten ibaretti ama sırtındaki geniş açıklıkla hareketleniyordu.

Odadan çıkmadan önce ayağıma parmaklarında ve bileğinde birer ince ip bulunan açık topuklularımı da giymiştim. Cevahir’in kahvaltı hazırladığını sanmıyordum, benim de hareket edesim yoktu. Mecburen(!) dışarıda yiyecektik.

Merdivenleri yeterince ses çıkartarak indiğimde önce salona göz attım. Cevahir’i burada bulamayınca mutfağa da bakındım ama yoktu.

Dudaklarımı büküp bu kez yeniden yukarı yöneldim. Cidden çalışma odasında mıydı?

Odasının kapısını orada olacağından emin bir şekilde açtığımdan boş odayla karşılaşınca kaşlarım çatılmıştı.

Aşağı indikten sonra dış kapıya adımladım. Dışarı çıkar çıkmaz sıcak hava etrafımı sarmıştı.

“Cevahir..?” dedim direkt çünkü resmen karşı karşıya gelmiştik. Ben dışarı çıktığımda o da içeri girmek için yürüyordu.

“Yavrum?” derken bakışları yüzümdeydi.

“Ne yapıyorsun dışarıda?”

“Güvenliklerle bir şey konuştum,” dedi başıyla ileriyi işaret edip. “Eve dönüyordum.”

“Ne konuştun?” diye sordum bu kez. Sorularımın bitmemesine aldırmadan beni kendisiyle birlikte eve soktu. Kapı arkamızdan kapandığında girişte bekliyorduk.

“Rutin şeyler, meraklı kedi. Gözlerin titremesin hemen, endişeleneceğin bir şey yok.” dedikten sonra beni baştan aşağı süzdü. “Bir planınız mı var Seray Hanım?”

Elimi kaldırıp göğsüne hafifçe yasladım. Üstünde gömlek vardı, evde kalmayacağımıza benden önce o da karar vermiş gibiydi. “Sanırım siz de plan yapmışsınız,” dedim parmaklarımı tenine kumaşın üstünden bastırırken. “İşlerimiz bitince haberleşiriz.”

“Ben senin aksine sensiz plan yapmıyorum, doktor.”

Kaşlarımı kaldırdım. “Laf mı soktun sen bana yine?”

“Dün akşamı unutmadım,” dedi gözlerini hafifçe kısarken. “Canın sıkkınken kaçtığın kişi olacaksam, haberim olsun. Ona göre hareket edeyim.”

“Kaçmadım,” desem de bu yalana bulanmış bir savunmaydı. Kaçmıştım. “Eve geldim sadece, yanıma gelmeni istemesem gidecek başka bir yer bulurdum.”

“Gittiğin yer neresi olursa olsun seni bulurum, Seray. Seni bulamayacağım bir yer yok.”

“Bulmak istemeye devam ettiğin sürece…” dedim sessizce. “Bulursun tabii.”

Bir şeyler söyleyecek gibi olunca onu durdurmak için topuklularımın yüksekliğinden yararlanarak normalden daha kolay şekilde dudaklarına uzandım. Yavaşça dudaklarımı dudaklarına bastırıp geri çekildim.

“Çantamı alayım, çıkalım.”

Ne söylese kâr etmeyeceğini, kendi düşündüklerime inanmayı sürdüreceğimi anladığında dudaklarımı geri çekmiş olmama rağmen konuşmadı.

Evden çıktığımızda bindiğimiz arabanın yine alışkın olmadığım bir araba olmasıyla diken üstünde bir yolculuk geçiriyordum.

Ev ve hastane dışında park halindelerken arabalarımıza bir şey yapılacağını ya da etrafta bizi takip eden birileri varsa kolayca fark edileceğimizi düşünüyor olmalı ki Cevahir günlerdir çeşit çeşit araba ile içli dışlı olmamıza neden olmuştu.

“Arabalarımızı özledim,” diye söylendim yola bakınmayı bırakıp ona dönerken. “Ne kadar sürecek bu?”

“Bir süre daha.”

“Çok açıklayıcısın,” dedim göz devirerek.

“Senin hatırına,” dedi sanki cidden çok detay vermiş gibi.

Kollarımı göğsümde birleştirip önüme döndüm. Gideceğimiz yeri ben seçmiştim, ne kadar yolumuz kaldığını az çok biliyordum bu nedenle. Daha yolu yarılamamıştık.

Çantamdaki telefonumu arabaya bağlamak ve şarkı açmak için kullanacaktım ama dokunduğumu hissetmiş gibi telefon birden elimde titremeye başlayınca planım uygulanamamıştı.

“Annen arıyor,” dedim ekranda gördüğüm ismi telefonu açmadan önce ona da söyleyerek.

“Benden sık seni arıyor, şaşırmıyorum artık.”

“İletişim becerilerin zayıf canım,” dedim üzülmüş gibi bakarken. Telefonu açıp kulağıma yasladığım sırada Cevahir yan bir bakış atmakla yetinmişti. Yola dönmesi gerekmesi iyiydi.

“Efendim?” diye yanıtladım sıcak bir sesle.

“Günaydın güzel kızım,” diyen Nilgün teyzeyi duyduğumda gülümsedim. “Günaydın, Nilgün teyze.”

“Nasılsınız?”

“İyiyiz,” dedim Cevahir’e doğru bakınırken. “Kendi adına konuş,” dedi yüksek sesle, sesi annesine de gitsin diye yapıyordu. “Ben kötüyüm, halimi sormak isteyenler bana ulaşabilir.”

“Ne diyor o?” diye soran Nilgün teyzenin zorlanmaması için hoparlörü açtım. “Beni aramanı kıskandı, ilgisini istiyor Nilgün teyzecim.”

“Cevahir!” dedi Nilgün teyze yakınır gibi. “Kimi daha çok seviyorsam onu arıyorum oğlum, niye garip geliyor?”

Başımı koltuğun gerisine yaslayarak güldüm.

“Beni telefonuna damat diye kaydet anne, Seray’ı kızım diye kaydetmişsindir kesin zaten.”

“Adı soyadı ile mi kaydedeyim? Kızım diye kaydettim evet. Biraz daha kaşınırsan damat falan değil direkt isimsiz bırakacağım senin numaranı.”

Sesli gülüşüm gücünü yitirdi, dudaklarımda buruk bir gülümseme kaldı sadece. Annemin telefonunda soyadımla değil ancak direkt adımla kayıtlıydım, biliyordum. Babamın rehberinde ise branşım ve adım soyadım yazıyordu, tamamen hastane prosedüründendi; hatta başhekimlikten alındığı gün silmiş de olabilirdi numarayı.

Nilgün teyzenin rehberi ‘kızım’ sıfatıyla kayıtlı olduğum ilk yerdi demek ki.

“Neyse,” dedi Nilgün teyze kısa sessizliğin ardından. “Sen kocan yanında değilken beni tekrar ara, öyle konuşuruz. Öpüyorum ikinizi de.”

Ne hakkında konuşacağımızı tahmin edebiliyordum. Cevahir’den gizli olan gündemimiz belliydi çünkü.

“Anne,” dedi Cevahir bıkkınca. “Karımı sapığı gibi arayıp kocan yokken bana dönüş yap falan diyorsun, ne çeviriyorsunuz?”

“Sen aç elini dua et de karına dadanan tek sapık ben olayım, güzelim kızı bulmuşsun. Anandan da kıskanıyorsun yani Cevahir, yuh oğlum sana.” dedikten sonra ekledi. “Görüşürüz, dikkat edin kendinize.”

Telefonu pat diye kapattı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım. Konu değiştirmek yerine konuyu ve telefonu direkt olarak kapatmıştı. İlginç bir çözüm yöntemiydi.

Gerçi neresi çözümdü bunun? Ben oğluyla aynı arabanın içinde sıkışmış durumdaydım, nasıl kaçacaktım?

“İnanılmaz,” dedi Cevahir hayretler içinde. “Gerçekten inanılmaz bir kadın.”

“Çok tatlı ama,” dedim omuzuma doğru başımı eğip ona bakarken. “Keyfi yerinde bir de, boşanma işi bittikten sonra o kadar rahatladı ki…”

Boşanma konusunda Cavit Avcıoğlu hiçbir sorun çıkartmamıştı. Bunda muhtemelen kısa bir süre sonra yanındaki kadınla evlenme planı olması rol oynuyordu. O kısım umurumda değildi ancak Nilgün teyze için mutluydum.

Mahkemedeki işler boşanmalarla bitmemişti tabii. Beste’nin başlattığı süreç henüz çok yeniydi ama artık karşı tarafın da bundan haberi vardı. Şikâyette bulunmuştuk, Nilgün teyzenin raporları ve anlattıkları ışığında ilerlenecekti.

Telefonuma gelen aramanın da özü buydu. Cevahir bu konuda geri adım atmayıp hızla devam ettiği için ve işin sonunda haksız çıkacakları için araya beni dahil etmişlerdi.

“Hak ediyor,” dedi Cevahir arabayı sürmeye devam ederken. “En çok o hak ediyor rahat etmeyi, yıllarca rahattan bihaber yaşamışken şimdi her şey rahatına uygun olmalı zaten.”

Başımı aynı fikirde olduğumu belirtmek adına salladım. Doğruydu.

Nilgün teyzenin rahatı, mutluluğu şu an öncelikliydi. Bu önceliğin sarsılmaması için bundan sonra yaşanacak olan her şeyi göze almıştık.

Göze aldığımızı sandığımız ama aslında kaldırılamayacak kadar yoğun gelmekte olan fırtına ise kapıdaydı. Cevahir kapıyı oldukça sağlam kapattığını düşünse de ince bir aralıktan sızıp yanımıza varacak olan o fırtınanın kimi nereye savuracağını yaşamadan bilmek mümkün değildi.

 

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm