Düşten Farksız 10.Bölüm

 10.BÖLÜM



“Bakmıyorlarmış gibi davranmak biraz zor oluyor.”

Son beş dakikadır, iki kişilik bir masada karşımda Mayıs varken oturuyordum. Beni bu masaya yönlendirişi, abisine iğneleyici bir tavırla kurduğum cümlelerimin hemen ardından gerçekleşmişti. Bu tavrından, orada durmaya devam etseydim Pars’tan alacağım tepkiyi pek sevmeyeceğimi anlamıştım.

Sağımızda peş peşe dizili masalarda, yanımıza denk gelen masanın iki masa ilerisinde bıraktığımız ikilinin bakışları Mayıs’ın sırtına denk gelse de ben dakikalardır onların göz hapsindeydim. Sandalyelerini birbirlerinden normalde olduğundan çok daha fazla boşluk bırakarak yerleştirmişlerdi. Biz oradan ayrılırken sandalyelerin bu konumda olmadığından emindim.

Yan yana oturma fikri -dip dibe olmamalarına rağmen- ikisinin de tercihi gibi görünmüyordu.

“Yer değiştirelim istersen,” diye öneri sunduğunda Mayıs’ı başımı iki yana sallayarak reddettim. “Sorun değil baksınlar.”

Kısa ve biraz da garip hissettiren bir sessizliğin ardından dudaklarını aralayan Mayıs oldu. Görüşmek isteyenin o olduğunu düşününce, ilk konuşanın da o olması mantıklıydı.

“Kendi isteğimle böyle bir konumda oturuyor olacağımı hiç düşünmemiştim.” derken gülmekle ağlamak arası bir yerde görünüyordu. Pars’ı geri püskürtürken, Mayıs ve Özgür’ün geçmişte bir ilişki yaşadıklarını bildiğimi zaten belli etmiştim. Bu yüzden konuşurken bir şeylerin ardına saklanmaya gerek duymadım.

Üstelik aklımdaki küçük planın başlangıcı ve devamı için de bunu yapmam gerekiyordu.

“Eski sevgilinin yeni sevgilisiyle karşılıklı oturuyor olmandan mı bahsediyorsun?” diye sordum cevap gayet açık olsa da. Dudaklarını ıslatırken gözlerini kısa bir an kaçırıp yeniden yüzüme çevirmişti. “Geçen gece hemen bunu seninle paylaşmış olmasını beklemiyordum. Ne olursa olsun onu bırakmayacağını düşünüyor olmalı.”

Sonlara doğru düşen sesiyle devam ederken önümde duran paketli küp şekerlerle dolu kabı parmaklarımla sağa sola ittirip elimi oyaladım bir süre. “Koca İstanbul’da koşarken çarpacak insan kalmamış gibi böyle bir tesadüf nasıl gerçekleşti, anlayamıyorum.” Ben konuşmadığımda o konuşmuştu tekrar.

“Kötü bir tesadüf müydü?” diye sorarken tereddütlüydüm. Mayıs’ın benden nefret ediyor olması hoşuma gitmezdi, kollarını bana sardığı andaki ya da lavaboda önüme çıktığında olduğu gibi susmadan konuşup gülümsemesi ona daha çok yakışıyordu. Özgür’ü gördüğü andan sonra bakışlarında filizlenen diğer hisleri sevememiştim. Ancak suçlu da bulamıyordum.

Eski sevgilinizin yeni sevgilisine ne kadar sıcak olabilirdiniz?

“Hayır, yanlış anlattım kendimi sanırım. Kötü olduğundan değil ama… Garip gelmiyor mu sana da Despina?” Sıkıntıyla konuşurken, bakışlarım bir an ondan çekilip gözünü ayırmadan bizi izliyor olan iki adamı ağırlayan masayı buldu. Sanırım Pars, kardeşine saldıracağımdan; Özgür ise yanlış bir şeyler söyleme ihtimalimden dolayı tedirgindi.

Pars’ın tedirginliği kesinlikle boşaydı ancak aynı şeyi Özgür için söyleyemezdim. Çünkü birazdan soracağım soru ve alacağım cevap -ya da belki küçük bir yüz ifadesi- sonucunda onun pek de hoşlanmayacağı bir işe girişecektim.

Dün bana her şeyi anlatırken, Özgür herhangi bir detay gizlemiş miydi bilmiyordum ancak hangi detayı gizlemeyi unuttuğunu çok iyi biliyordum. Bazen bakışlar bin kelimenin anlatabileceğinden çok daha fazlasını birkaç saniyede anlatmaya yeterdi.

Adını anarken hatta kırgınlıklarından bahsederken bile söndüremediği parıltılar bakışlarındayken; bir aptal, Özgür’ün karşısına geçmiş olsaydı o da tıpkı benim gördüğüm gibi her şeyi görüp anlayabilirdi. Özgür, Mayıs’a âşıktı. Ve bu aşk, öyle zamanla geçebilecek bir izden çok daha fazlasına dönüşeli fazlasıyla zaman geçmişti.

“Garip gelmedi bana,” dedim Mayıs’ı daha fazla bekletmeden. “Eğer şey olsaydı garip gelirdi ama…” dedikten sonra bir an susup dudaklarımı birbirine bastırdım. Söyleyeceğim şeyden çekiniyormuş gibi duraksamıştım.

“Ne?” diye sorarken meraklı görünüyordu. Masaya doğru hafifçe eğilmiş, bana birkaç santim yaklaşsa söyleyeceklerimi daha erken duyacakmış gibi hareketlenmişti.

“Eğer Özgür’e hâlâ âşık olsaydın, garip olurdu.

İfadesinde hiçbir değişiklik olmadan, net bir biçimde reddetmesi; onun sandığının aksine beni fazlasıyla üzerdi. Ancak gözlerinde birkaç saniyeliğine beliren, yüzünün de kasılmasına sebep olan ışıkları gördüğümde üzülmenin çok uzağındaydım.

Bazı parçalar henüz karanlıkta olsa da, Mayıs ve Özgür’ü ayıranın aşklarının bitişi olmadığından artık emindim.

“Yok,” derken sesi kısacık kelimenin ortasında bile titremişti. Bunu kesintiyi benim kolayca fark edebileceğimi anladığından olacak ki devam ederken aceleci ve daha az hata yapmaya odaklıydı. “Böyle bir şey yok, geçmiş bitmiş bir ilişki işte.”

Özgür’ün bana her şeyi anlatıp, kurduğu -bana göre anlamsız- plana yüzde yüz uyum sağlamamı beklemesi bir riskti. O bu riski almıştı. Fakat ben daha büyük bir risk alacak, kaç gün daha kalacağımdan dahi emin olamadığım bu şehirden ayrılmadan önce ikisinin bir ikinci şansı olması için çabalayacaktım.

Her aşk ikinci şansı hak eder miydi, bilmiyordum ancak gözlerinden taşan aşkın yoğunluğu beni onların aşkının bu şansı hak ettiğine çoktan ikna etmişti.

“Mayıs,” diye mırıldandığımda ona inanıp inanmadığımı anlayabilmek için dikkatle beni izliyordu.

Koyu kahve gözleri ve aynı renk kıvırcık saçlarıyla, birkaç metre ileride oturan adamın kardeşi olacağını düşündüğüm son insandı sanırım. Gerçi biraz dikkatle baktığınızda yüz hatlarındaki benzerlikleri bulmak kolaylaşıyordu ancak saç ve göz renkleri konusunda kesinlikle aralarında bir uçurum vardı. Önemli bir başlangıcın devamında dikkatimi dağıtan Pars’tan bakışlarımı hızla çektim. O kadar gergin bakıyordu ki mıknatıs gibi bakışlarım arada ona çevriliyor, aynı şekilde karşılık verme güdüsüyle dolmama yol açıyordu.

“Ben Özgür’ün sevgilisi değilim.”

Söylemem gereken onlarca detay daha vardı ancak Mayıs’ın bu ilk cümleyi sindirebilmesi için sanırım en azından beş dakikadan fazlasını gözden çıkartmam lazımdı. Bu beş dakikanın ardından, yeni plan ortağımın Özgür değil Mayıs olacak oluşu konusunda biraz da olsa stresliydim. Tek tesellim Mayıs’ın, Özgür’e oranla çok daha kırılabilir bir inada sahip görünmesiydi.

Belki de yarım saatten fazla bir zaman sonunda, Mayıs’ın sırtının somurtkanlar masasına dönük olmasının avantajıyla verdiği hiçbir tepkiyi benden başkası görememişti. Bir süre ben susmadan konuşmuştum, devamında ise Mayıs hiç durmadan soru sormuştu ancak bir şekilde hepsinin sonu gelebilmişti.

Henüz gözlerindeki iri iri açılma geçmediğinden, ayaklanmak için doğru anın gelmediğini düşünerek hiç kıpırdamadım yerimden.

“Hangi kısma şaşırmam gerektiğini düşünürken bile şaşkınım.”

Cümlesinin saçmalığına gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım.

Kendi hayatımla ilgili detayların büyük bir kısmından kaçarak, Özgür’ün sevgilisi olmadığımı anlatmıştım ona. Panikle ilk sorduğu soru ‘Özgür neden böyle bir şey yapmak istedi’ olmuştu. Aslında bunun cevabı kendisinde saklıydı, bu yüzden sessiz kalarak ona düşünmesi için zaman tanımıştım. Bulmuştu cevabı çok geçmeden.

“Bu arada,” dedim aklıma yeni gelmiş gibi. “Karşılaşmış olmamız kesinlikle kocaman ve garip bir tesadüf. Bunun benim kim olduğumla bir ilgisi yok, Özgür’le tanışmadan önce seninle çarpıştım resmen.”

Kıkırdayarak parmaklarıyla kirpiklerine dokundu. Rimelle belirginleştirdiği kirpikleri, sürekli koca koca açtığı gözlerinden dolayı biraz sarsılmıştı sanırım. Kirpiklerini elinden geldiğince düzeltirken aslında gözlerinin hafifçe dolu olduğunu da görmüştüm. Sanırım kirpik düzeltmesi bunu saklama çabasından ibaretti.

Maç gecesinden beri, Özgür’ün bir sevgilisi olduğu düşüncesinin onu nasıl sımsıkı doldurduğunu; bunun gerçek olmadığını öğrenir öğrenmez taşmasından anlamak mümkündü.

“Masaya dönene kadar gözlerin düzelir mi?” diye sordum omuzlarımı yalancı bir yorgunlukla düşürürken. Anlamamış halde bana baktığında devam ettim. “Abin bu yarım saati sana işkence ederek geçirdiğimi düşünüp, kafeyi birbirine katmasın diye…”

Gülüşü bu kez çok daha yüksekti. “Bu masaya gelmeden önce daha cesaretli görünüyordun oysa…”

“Rezil olmak istemem, kalabalıklaşmaya başladı etraf.” Konuyu dağıtarak Mayıs’ın tamamen aklını bulandırdığımda kısa bir süre sonra artık masaya ilk oturduğu haline dönmüştü. Kalkmadan önce son bir kez tekrarladım.

“İyi bir oyuncu olabileceğinden eminsin değil mi? Eğer ikimizden başka biri-…” Devam edecekken elini kaldırıp durdurdu beni. “Mahvetmeyeceğim planını, söz veriyorum. Abime bile anlatmayacağım.”

Özgür’ün kurduğu plan, geçerliliğini yitirmiş olsa da bu işe yaramadığı anlamına gelmezdi. Çünkü bana kalırsa Özgür’e olan aşkını hiç eksiltemediğini Mayıs’a hatırlatan, bir sevgilisi olması ve durumun ciddiye biniyor gibi gözükmesiydi.

“Abime bile mi?” dedim başımı yana yatırarak. “Herkese anlatmak zorunda kalsan da ona anlatma zaten, Mayıs. İlk işi Özgür’e yetiştirmek olur inadına.” Abisine dedikoducunun tekiymiş gibi davranmama biraz güldükten sonra başını sallayıp onayladı.

“Kalkalım mı o zaman? Biraz daha kalırsak dayanamayıp gelecekler.” dediğinde cevap vermek yerine sandalyemi geriye doğru ittim yavaşça. Ayağa kalkamadan önce Mayıs’ı duymuştum tekrar. “Despina?”

“Efendim?”

“Teşekkür ederim.”

Gözlerindeki gerçekten teşekkür ettiğini haykıran yansımayı izlerken gülümsedim. “Her şeyi batırırsam da teşekkürün geçerli olacak mı?”

“Bakarız,” derken elini geçiştirir gibi salladı. Bunu ciddi olmayan bir tavırla yaptığını gösteren yüz ifadesine daha fazla gülmeden ayaklandım. Aynı şekilde sandalyesini itmişti o da.

Yan yana ve hızı benzer adımlarla yürümeye başladığımızda, masaya ulaşmamız oldukça kısa sürmüştü. Henüz masaya ulaşacağımız son adımı atmadan Özgür ayağa kalkmıştı. Dikkatle bana bakıyor görünüyordu, tabii kaçıp duran bakışları Mayıs’a çevrilmiyormuş gibi yaptığınızda…

Mayıs’ın vermiş olduğu tepkileri anlayabilmek için kıvranan Özgür’ü koluna dokunarak dürttüm. Eğer Mayıs’a bir şey anlatmamış olsaydım da bu akılsız âşık bizi açık edebilirdi kolayca zaten. Neyine güvenip Mayıs’ı unutmuş ve Despina’ya âşık rolü yapmaya girişmişti bilmiyordum.

“Bu kadar uzun süren neydi?”

“Yarım saat bile sürmedi abi, beş dakikalık bir konuşma için çağırmadım Despina’yı.” Mayıs, anlaştığımız gibi sakin ama çok da mutlu görünmeyen ifadesiyle Pars’ı yanıtlarken Özgür’ün bana ‘durum ne’ diye bağıran bakışlarını yanıtsız bıraktım. “Sıkıldıysanız siz de sohbet edebilirdiniz. Öküzlerin trene baktığı gibi bize bakmıyor olsaydınız yapabilirdiniz bunu gerçi.”

Mayıs’ın şaşkınca nefeslendiğini, Özgür’ün yüzüme şokla baktığını duymuş ve görmüştüm. “Bu deyimi kim öğretti sana?”

Hafızamı zorlamama gerek yoktu. Mirza Beylere misafir olduğumuz gün, kahvaltıda amcamın beni kaybolacakmışım gibi izledi sırada babamdan duyup öğrenmiştim.

“Yerinde kullanamadım mı?” diye hayal kırıklığıyla sorduğumda Özgür burnundan kısa bir nefes verip güldü. Kolunu omuzuma doğru sarıp beni kendine çektiğinde, bir tarafım bunun oyunundaki rolden kaynaklandığını söylese de her şeyden pay çıkarmaya bayılan tarafım refleksle beni kendine çektiğini savunmuştu. Planının bir parçası olmak dışında Özgür için bir şey ifade ediyor olduğuma kendimi inandırmak istemiyordum.

“Kullandın, korkma.”

“Sevgiline sırnaşmak için öküz olduğunu kabullenmene şaşırmıyorum ama mümkünse bir daha bana değmesin o kabulleniş.”

Özgür ve Pars sırayla konuştuktan sonra göz ucuyla Mayıs’a baktım. Dudakları aralandığı için konuşma sırasını ona devretmiştim. “Sen bakmıyor muydun bize abi? Benim arkam dönüktü, göremedim…”

Gözlerim mavi olsa da koyuluklarını kıskanmaya engel olamadığım mavi gözlerine bakıyorken Pars’ın ağzından çıkacak olanı duymak için tetikteydim. “Tanımadığın etmediğin biriyle oturuyordun, gözümü ayıramazdım.”

Savunmasının komikliğine gülmek yerine göz devirdim. Özgür’e başımı kaldırıp baktığımda onu da bana benzer bir halde bulmuştum.

“Saldıracağımı mı düşünüyordun kardeşine?” diye sordum sakince.

Tam bir şey söylemek üzereyken Özgür araya girerek omuzumda duran eliyle beni kendine doğru çevirdi. “Gidelim mi artık?”

Gidelim de iki laf attı diye bizi sinirlendirebildiğini düşünen Pars’ı keyiflendirelim diyerek içimden dalga geçerken başımı iki yana salladım. “Kahve içmeyecek miyiz?”

Özgür duraksadı. Gözlerimi kaçırmadan ona baktığımda ‘nasıl istersen’ der gibi omuz silkmişti. Mayıs, Özgür’ün iki metre uzağa ittiği sandalyesini eski -normal- yerine çekip oturdu. Böylece Pars’ın yanında oturuyor hale gelmişti.

Pars’ın karşısında oturmak ilk tercihim olmasa da Mayıs ve Özgür’ü karşı karşıya denk getirmek, gözlerinin daha çok çarpışmasına yol açabileceğinden uzanıp oturduğum sandalye tam olarak koyu mavi gözlerin karşısındaydı.

Elbisemin kollarını ve yakasını hafifçe düzeltip bacağımı diğer bacağımın üzerine doğru attığımda yerimde daha rahat sayılırdım. Biz diğer masadayken bir ara Özgür’ün içtiğini gördüğüm su dışında kimse bir şey içmiş değildi. Garsonların bizi neden kovmadığını da bilmiyordum. Özgür ve Pars iki metreye yakın ve suratlarından ateş akıtan canavarlara benzediği için olabilirdi belki, yani bir ihtimal…

Özgür’ün işaretiyle garsonlardan biri masaya yaklaştığında sıcağa karşı koyabilmeme yardımcı olacak buzlu bir kahve söylemiştim. Mayıs bana eşlik ederek beni şaşırtmazken, Özgür’ün çay ve Pars’ın sıcak bir kahve içiyor olmasına yüzümü buruşturmanın eşiğindeydim. Hava kavurucu bir sıcakla bizi boğuyorken akıllarını yitirmiş gibi sıcak şeyler içmeleri garipti.

Siparişler gelene kadar, çıt çıkmayan masada canım sıkılmıştı. Masaya bıraktığım küçük omuz çantama uzanıp telefonumu elime aldım. Boş boş şeylere bakabilir, vakit geçirebilirdim böylece.

Telefonumdaki saçma oyunu açıp, deney tüpüne benzeyen kutulardaki renkli topları sağa sola taşıyıp dururken Özgür bir anda çenesini omuzuma doğru bırakıp ekrana bakmaya çalıştığında irkilmiştim. Bulunduğum yeri ve yanımdaki kişiyi kendime hatırlatıp sakinleşirken elini uzatıp birkaç hamle yaptığında elinin üstüne vurdum. “Yanlış yapıyorsun.”

“Yo, doğru yapıyorum.”

Uzatıp atışmaya başlayacakken bizi sevgili sanması gerekenler listesi bir eksilmiş olsa da boş kalmadığından kendimi sıktım. “Tamam, devam et o zaman.”

Özgür sırıtırken, onunla uğraşamadığım için keyifliydi. Buradan ayrıldığımızda on katı oranda başını ağrıtmayı aklıma not ettim.

Siparişleri alan garson yanımıza yaklaşıp tepsideki bardakları tek tek indirirken kendi bardağımda duran pipete can simidi gibi sarılıp büyük birkaç yudum aldım. İçim yanmıştı.

“Hararet mi bastı?” diye soran Özgür’e döndüm. “Hım?” diye anlamsız bir ses çıkarttığımda gülmüştü. Onun gülüşüne karışan diğer ses, Mayıs’a aitti.

“Bir şeyler anlayamadığımda gülmeyin, çok sinir bozucusunuz ya.” diye homurdanırken telefonumu kapatıp masaya bıraktım. Dudaklarımı sarkıtıp içeceğime dönerken bana gülmeyen tek kişi Pars’tı. Onun da içinden benimle dalga geçiyor olma ihtimali fazla yüksekti gerçi.

“Çok susamak gibi bir şeydi, küsme tamam.” Çenesiyle omuzumu delecek gibi bastıran Özgür’ü ittirdim biraz. “O zaman çok mu susadın deseydin.”

“Bir dahakine öyle söyleyeceğim, barıştık mı?”

Yandan yandan ona bakıp hafifçe başımı salladım.

“Şimdi çekil, kahvemi içeceğim.” Kafasını ittiğimde Mayıs’ın yanaklarını şişirip gülümsemesini bastırdığını görmüştüm. Benim dışımda kimse göremeden ifadesini normale çevirdiğinde bu kez paniğinden dolayı neredeyse ben gülecektim.

Kahvemden birkaç yudum daha alırken, büyük bir sessizlikle karşımda beyaz bir fincandan kahve içiyor olan Pars’a bakmamak için sürekli Özgür’e ya da Mayıs’a bakmaya çalışmaktan boynum ağrımıştı. Yüzüne bakmayacağım birinin karşısına geçmek çok da mantıklı değildi demek ki.

Özgür-Mayıs planlarında olan her seferinde neden bana oluyordu anlamış değildim ancak bir ara çözecektim.

Dakikalar sonra kahvemin son birkaç yudumu henüz bitmemişken sessize almadığım için fazlasıyla dikkat çekerek çalmaya başlayan telefonum üçünün de benimle birlikte bakışlarını üzerine toplamıştı.

Telefonu masanın köşesine doğru değil de ortasına bırakmak gibi bir hata yaptığım için herkes ekranda yazılı ismi görebilmişti. Beni otelden alıp eve getirdiği gece verdiği numarasını adı ve soyadıyla kaydetmek yerine üç nokta koysam şu an daha iyi hissedebilirdim sanırım.

Timur Akdoğan yazılı telefonumu kavrayıp aldım. Açmadan önce ses tuşuna dokunup zil sesini kesmiştim birkaç saniyeliğine de olsa.

Mayıs’ın normalde Özgür’ün babası tarafından aranmama bozulması gerekirken sadece bu ismin telefonumda isim-soy isim olarak kayıtlı oluşuna şaşırdığına emindim. Çünkü dakikalar önce karşısında kendimi açıklarken İstanbul’a babamı görmeye geldiğimi -öylesine bir ziyaretmiş gibi- belirtmiştim. Bu kişinin kim olduğunu da biliyordu. Babamın, Özgür’ün manevi babası olduğunu da biliyordu zaten. Bunu ben söylemesem de kendi açık etmişti.

Asıl sorun Mayıs değildi. Özgür’dü.

Özgür’ün, onun babamla arasındaki bağdan tam olarak haberdar olduğuma dair bilgisi sanırım yoktu. Soyadlarının aynı olmasını sorgulamayan bir salak olduğumu düşünüyor olmalıydı o halde. Çünkü maç gecesi Pars üst üste bolca Akdoğan diye seslenmişti ona.

Telefonu açıp kulağıma yasladım. Biraz daha oyalanırsam, sorun Özgür de olmayıp tamamen babam olacaktı. Maçtan sonra ikinci kez kapımı kırmasını istemiyordum. Kilitli bırakmamıştım gerçi.

“Efendim?” diye mırıldandım üzerimde üç çift bakış varken.

Kısa bir sessizlik oldu. “Dışarıda mısın sen?” Arkadan gelen uğultudan anlamıştı belli ki. Yani evde değildi.

“Evet,” dedim uzatmadan. “Özgür yanımda, bir kafedeyiz.”

“Hayırdır? Evde eşya kırmamak için açık alanda mı koşturuyorsunuz?” diye sorduğunda güldüm istemsizce. “Buna benzer bir neden, vereyim mi Özgür’e? Ona ulaşamayınca mı beni aradın?”

İkinci sorum tamamen gerçek dışıydı. Pars’ın yemesini umduğum bir yemdi. Oğlunu değil oğlunun sevgilisini aramasından şüphelenebilirdi.

“Yo,” dese de telefonu o konuşmaya devam edemeden Özgür’ün kulağına yapıştırdım. “Seni istiyormuş.”

Özgür telefonumu alıp masada kalmak yerine, ayaklandı. Biraz uzağımıza ilerlediğinde dudaklarının hareketini görsem de ne dediği duyulmuyordu.

“Hızlı ilerliyorsunuz herhalde bayağı?”

Pars’ın kaşları havada sorduğu soruya yanıt vermeden önce bir an Mayıs’a baktım. O da meraklı görünüyordu ama merakı asla aynı konuda değildi.

“Babasıyla tanışıyorum diye mi?”

“Senin yanındayken baba mı diyor?” derken kaşları çatıktı. Pekâlâ, Pars’ın Özgür’ün babama abi diye seslendiğini bilecek kadar bilgiyi Mayıs’tan dolayı bildiğini varsayacaktım. “Baba dememesi, babası olduğu gerçeğini etkiliyor mu?” diye sorduğumda dikkatimin tamamını Pars’a harcadığım için Özgür’ün çoktan masaya döndüğünü göremediğime biraz pişmandım.

“Gitmemiz gerekiyor.” dedi sadece. İçimden bir ses bunun gerçeği yansıtmadığını, gitmemiz gerekmesinin tek nedeninin benim az önce kurduğum cümle olduğunu söylüyordu. “Neden?” diye mırıldandım çenemi tutamadan.

Gözlerini bana dikmiş, henüz oturmadığı için fazlasıyla yüksekten yüzüme bakıyorken biraz afallamıştım. Özgür’ün sinirimi bozmak için sırıtarak ya da onun sinirini bozduğumda kızarak bana bakmasına alışmıştım ama şu anda takındığı ifade yeniydi.

“Hadi Despina.” derken tekrar soru sormama ya da itiraz etmeme karşı önlem alıp masada duran çantamı bana doğru sürükledi.

Onun gerginliği beni de germişti. “Özgür,” diye mırıldandım boynum ona bakabilmem için geriye doğru uzanmışken.

Karşımda kalan ikilinin bu sahne hakkında nasıl tahminlere sahip olduğunu bilmiyordum ama bir şeylerin yolunda olmadığını fazla belli ediyorduk sanırım. Uzatmamaya karar verip çantamı avuçlayıp ayaklandım. Özgür cebinden çıkarttığı ve muhtemelen ne kadar olduğuna bakmadığı nakit parayı masaya bıraktığında Pars bir şey diyecek gibi olmuştu ama ikisi bir aradayken ilk kez birinin çenesini kapatmaya karar verdiğine şahit olduğum bir an gerçekleşti ve sessizliğini sürdürdü.

Özgür ben ayağa kalkar kalkmaz sırtıma avucunu yaslayıp beni çıkışa doğru yöneltmeden önce tek yapabildiğim Mayıs’la göz göze geldiğim bir an yaratıp gözlerimi ‘sorun yok’ der gibi yavaşça kapatıp açmak oldu.

Birkaç dakika sonra kendimi ön yolcu koltuğunda, kucağımda duran çantamın sapıyla oynarken ve kaçamak bakışlarla Özgür’ün hızla araba kullanışını izlerken bulmuştum.

Konuyu açan olma konusunda gidip gelirken ilk yakalandığımız kırmızı ışıkta Özgür birden bana döndü. “Ne biliyorsun?” diye sordu pat diye. “Benimle ilgili ne biliyorsun Despina?”

Alt dudağımın kenarını dişlerimle ezerken gözlerimi kırpıştırdım. “Üzgünüm,” dedim sakin görünmeye çalışarak. “Hayatınla ilgili bir şeyler öğrenmek için uğraşmadım ama olaylar öyle gelişince… Öğrendim işte.”

“Öğrendin işte..?” dedi gülerek ama eğleniyor gibi görünmüyordu. “Kim olarak öğrendin? Adımdan sonra daha yaşımı öğrenmeden hayatımdaki en saklı gerçeği öğrendin, öyle mi?”

Onun için ‘kimse’ olduğumun elbette farkındaydım, yani en azından benliğimin yarısından fazlası farkındaydı. Kalan kısmın hakkı olmasa da biraz alındığını söyleyebilirdim.

“Baban mı söyledi?” diye sordu. Sinirli duruyordu. Yalan söyleyebilirdim ama gerek duymadım. “Evet,” dedim önce. Yüzü solar gibi olduğunda hızla ekledim. “Zorunda kaldı aslında…”

“Eminim öyle olmuştur.” derken alaycıydı. Araba çoktan hareket etmeye başlamıştı, ancak gittikçe hızın arttığını da hissediyordum.

“Öyle oldu.” dedim bastırarak. Nefes almaya gerek duymadan bir nefeste o gün kahvaltıdayken halamın ağzından kaçırdığı cümleyi ve devamında ‘manevi’ ne demek anlayamadığımı dile getirirken beni bölmemişti.

Tepkisinin ne kadar farklılaştığına dikkat etmeden, cümlelerim bitmeden biraz önce yanağımı sağımdaki cama doğru çevirip ona bakmaktan kaçtım. Koltuğa doğru yasladığım yanağım, camdan dışarıya doğru diktiğim gözlerimle kıpırdamadan yol kenarındaki binaları izlerken düşüncelerim binalardan çok çok uzaktaydı.

 

~

 

“Bunları sevmediysen, başka bir şeyler söyleyebilirim. Ama tatlarına bak, sevebileceğin bir şeyler vardır mutlaka aralarında.”

Bir kısmı kuryenin getirdiği plastik tabaklarda duran, bazıları evdeki tabaklara aktarılmış çeşitli yemeklere bakarken bolca zaman harcamış olmalıyım ki babam sorunun yemeklerden hoşlanmamam olduğunu düşünmüştü.

“Severim,” dedim çatalımı rastgele bir tabağa batırıp köfte parçasını kendi önümdeki tabağa çekerken.

“Despina?” diye sorduğunda ağzım hiç açılmıyormuş gibi küçültmekle uğraştığım köfteyi rahat bırakıp ona baktım. “Hım?”

“Üzme kendini.” dedi sadece.

Onun taktiğini uygulayıp birkaç saat önce Özgür’le aralarında bir duvar örmemişim gibi mi yapmamı istiyordu? Bayağı zorlanacaktım o halde.

Eve geldiğimizde Özgür’ün beni bırakıp tekrar dışarı çıkacağından şüpheliydim. Benimle yalnız kalmak istemeyeceğini düşünmüştüm yani. Beni yanıltıp eve gelmişti ancak yalnız kalmak istememe kısmı da doğruydu. Odasına girdikten sonra babam gelene dek kapısını bile açmamıştı.

Salonda oturup belki çıkar ve tekrar daha düzgün bir şekilde konuşabiliriz diye beklerken, babam gelir gelmez odasından çıktığında bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etmiştim tabii ki. ‘Konuşalım’ deyip babamla birlikte balkona çıktıklarında kapıyı kapattıkları için salonda kalmama rağmen balkon diğer uçta olduğundan ve camlardan ses çok geçemediğinden hiçbir şey duyamamıştım.

Duvardaki saati dakika dakika takip ettiğim için balkon kapısının açılmasının tam on yedi dakika sonra gerçekleştiğini biliyordum. Balkondan salona gelen ilk kişi Özgür’dü. Gerçi salona gelmiş sayılamazdı, çünkü hızla önce salondan sonra da evden çıkmıştı.

Evin dış kapısı kapandığında kapı yüzüme çarpmış gibi hissetmiştim. Sert kapanmasa da kapının kapanışında birden çok sert duygu bulunduğunu biliyordum.

Küçük adımlarla balkona doğru ilerledim. Önceki gece balkon kapısına yaklaştığımda gördüğüm manzara ile şimdi baktığım manzara hiç farklı değildi. Babamı yine sigarasını solurken bulmuştum.

Kapıda durduğumu attığım son adımda hemen fark edip yavaşça başını çevirdi. “Çıktı mı?” diye sordu.

Başımı olumlu anlamda salladım. Bir şey söylemediğinde dudaklarımın aşağıya doğru eğilmesine engel olamamıştım. Arkamı dönüp odaya geçmek için hızla hareket ettim.

Aradan geçen birkaç saatin sonunda yemek yemem ısrarıyla beni mutfağa çağırana dek odadan ayrılmamıştım. Bir ara kendimi düşüncelerle yormaktan gözlerim kapanmış hatta sanırım sızmıştım ama asla dinlenmiş hissetmiyordum.

Durum böyleyken köfteyi kesmeye arar vermeme sebep olan ‘üzme kendini’ önerisini komik bulmuştum bu nedenle.

“Tamam,” dedim. “Üzmem.”

“Ciddiyim.” Onu öylesine onayladığım için kaşları hafifçe çatılarak tekrarladığında dirseklerimi masaya yaslayarak yüzüne baktım. “Bana kızman gerekmiyor mu?”

“Neden?”

“Sırf anlamsız bir telaşa girdim diye bana Özgür’ü evlat edindiğin bilgisini verdin. Kendime saklamam gerekirken ona belli ettim birkaç gün geçmeden.” Kendime kızar gibi söylendiğimde az önce hiç sinirli durmayan adamın bakışlarını aniden sinirle dolduran cümlemin hangi kısmıydı, bilmiyordum.

“Anlamsız bir telaş?” dedi çatalını tabağının kenarına sertçe bırakıp tiz bir ses çıkmasına neden olurken. “Bu mu tanımın?”

Sessiz kaldım. Bu sakinleşmesindense daha da delirmesine yol açmış gibi görünüyordu. “Yine olsa yine anlatırdım sana Despina, o an öğrenmen gerekiyordu ve öğrendin. Bu konuyu Özgür’ün bir arkadaşının yanında farkında olmadan dile getirdin diye pişman mı olacağım?”

Bir arkadaşı derken oldukça sakindi. Özgür’ün balkondayken Mayıs ve Pars’tan açıkça bahsetmediğini anlayabilmiştim. İkinci kez ağzımdan bir şeyler kaçmasın diye dikkat etmeliydim.

“Olmayacak mısın?” diye sordum çocuk gibi.

“Olmayacağım.” demekte hiç gecikmedi.

“Ama Özgür gitti,” derken sesim üzgün çıkmıştı. Üzgündüm de.

“Aniden verdiği tepkilerin abartılı olduğunu kavradığında, dönecek. Bundan emin olmasam bu birkaç saati evde değil onu aramakla geçirirdim. Üzülecek bir şey yok, güven bana.”

Güven bana…

Güven kaç kere yıkılıp baştan inşa edilirdi? Ya da bir başkasının kırdığı güvenin yükü bambaşka birinin sırtına yüklenebilir miydi?

Bu iki soruya bir cevap bulabilseydim, belki her şey çok daha kolay olurdu. Ancak emin bir biçimde verebileceğim cevaplarım yoktu. Bu soruları da cevabını henüz bilmediğim, karanlık bir kutuda biriken sorularımın yanına bırakmak zorundaydım.

“Ne zaman gelecek?” diye sordum parmaklarımı masanın ahşap yüzeyine sürterken. Bakışlarım arada onun elalarını arada başka başka yerleri bulup duruyordu. “Ben gitsem, hemen gelir mi? Gideyim-…”

“Ye yemeğini,” dedi ben hiçbir şey söylemiyormuşum gibi. Sanki açıkça dile getirmeye bile gerek duymadan, söylediklerimin duymaya değer olamayacak kadar saçma oluşunun altını çizmişti.

Köfteye yeni kardeşler kazandırmak için çatalıma uzanırken Timur-Özgür Akdoğan ikilisiyle İstanbul’da yaşadığım süre boyunca olaysız bir günüm olamayacağını kabullenmiş sayılırdım. Sanırım hayatlarında bir hareketsizlik vardı ve ben önemli bir görev atamasıyla buraya gönderilmiş, ikisini de olaydan olaya sürüklemeyi sorumluluk edinmiştim.

 

~

 

“Den thélo na fýgo apó edó!”

(*Buradan ayrılmak istemiyorum!)

Yalvarırcasına tekrarladığım cümlem asla değişmiyordu. Tıpkı cümlem gibi, kolumdaki canımı yakacak kadar sıkı tutuşun sahibinin ifadesi de değişmemekte ısrarcıydı.

Yanaklarımdaki ıslaklığı, nefes alamayacak kadar tıkandığımı hissediyordum; onun da bunu gördüğünü biliyordum ama umurunda değildi. Yalnızca kendi istediğine, beni buradan götürmeye odaklanmıştı.

Kimsenin beni duyamayacağını bile bile bağırmak, çığlıklar atarak ondan kurtulmak istedim ama hiçbir zaman çığlıklarım ondan kurtulmama yetmemişti. Yine yetmezdi.

Çığlıklarımı biri duyacak olsaydı, beni evden çıkarttığı sırada duyarlardı. Ne babama ne de Özgür’e sesimi duyuramamıştım. Evde yoklar mıydı? Yoksa sesimi duysalar da beni kurtarmak için gelmemişler miydi?

Beni neden kurtaracaklardı? Burada kaldığım birkaç gün bile aralarında sorun yaratmaya yetmişken, hayatlarından yok olup gitmemi istememeleri saçma olurdu.

Cansız bir varlık gibi tutuşuyla sağa sola savrulan bedenimin kontrolü bende değildi. Zihnimdeki bulanıklık ondan kurtulmak için fiziksel olarak karşı koymama engel oluyordu. Kolumu kendime doğru çekemiyordum bile. Tek yapabildiğim aynı cümleyi mırıldanıp durmaktı.

“Den thélo na fýgo apó edó!”

Gitmek istemiyordum. Yunanistan’a dönmek istemiyordum. Onun kıskacındayken bunu yapmak ise senaryonun en korkunç haliydi.

Dokunduğu yer eriyormuş gibi acırken, acının tenimin sertçe tutulmasından değil tenime değen iğrenç ellerinden kaynaklandığını biliyordum.

“Se fovámai,” diye fısıldadım titreyen sesimle. Devamında sesim güçlenmek yerine daha da titremiş, nefesim boğazımda takılı kalmıştı. “Se parakaló min me angízeis.”

(*Korkuyorum senden, lütfen bana dokunma.)

Fısıltım bir çığlığa dönüşüp, beni ondan çekip alabilecek birine ulaşsın diye dilek dilerken aslında bu dilekleri boşuna kullandığımı da içten içe çok iyi biliyordum.

Kimse beni ondan kurtaramazdı, benim kimsem yoktu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm