Düşten Farksız 31.Bölüm
31.BÖLÜM
- 6 yıl önce, Ocak
2017, Yunanistan
Adamın
oturduğu yerden, dizlerinde duran karısının başını çekmeden kalkmasının bir
yolu yoktu. Uykusunun hafif olmayışına güvenerek, hareketlerini olabildiğince
yavaş ve az sarsıntılı tutup karısını dizlerinden kaldırmak için ellerini
kadının başının altına doğru uzattı.
Dizlerindeki
başı, uyuyan bedeni uyandırmadan koltuktaki yastığa bırakmayı başardığında
birkaç dakikasından olmuştu çoktan. Koltuktan kalkmadan önce izledikleri filmin
devam ediyor oluşunun yarattığı sesi kesmek için kumandaya uzanıp televizyonu
kapattı. Filmde yükselecek herhangi bir sesin kadını uyandıracak olma
ihtimalini göze alamazdı.
Ayağa
kalktığında birkaç saniye koltukta uzanan kadına bakınarak bekledi. Düzenli
nefeslerle, kıpırtısız şekilde uyuyan kadının uzun bir süre daha bu şekilde
kalacağına artık kesin gözüyle bakmaya başladığında adımları salonun çıkışına,
kapıya yönelmişti.
Salondan
çıktığında, salonun kapısını tam olarak kapatmadı fakat ses çıkartmadan
çekebileceği kadar çekti.
Derin
bir nefes aldı. Yürümeye başladığında varacağı yeri düşünmek dudaklarında
belirgin bir kıvrım yaratmıştı.
Evin
içinde hayalet gibi attığı adımların sebebinin dışarıdan bakan biri için nasıl
garip görüneceğini düşünmüyordu. Sessizliğinin karısının uykusunun bölünmesine
kıyamayışından değil, o uyanırsa gidemeyeceği yere olan bağımlılığından
olduğunu kendisinden başka kimsenin bildiği yoktu.
Hastalıklı
bir zihnin, o zihnin elinde tutamadığı insanlık dışı güdülerin esiriydi Nikolos
Matris.
Kendisini
birkaç adımda salonun uzak çaprazında kalan kapalı kapının önünde bulduğu anda
onu tutan en ufak bir şey yoktu. İçinde ona durmasını, yapmamasını ya da
yaptığının doğru olmadığını savunan bir fısıltı bile bulunmuyordu.
Tıpkı
evin içindeki adımları gibi, kapıyı açışı da ölüm sessizliğindeydi.
Gece
lambasının ışığının belli belirsiz vurduğu beden, bundan beş ay sonra on üç
yaşına basacaktı.
Uyumadan
önce zifiri karanlıkta olmaya henüz alışamadığından başucundaki gece lambasının
cılız ışığında, en az annesi kadar derin bir uykuda soluklanan Despina
bedeninin bir kısmını yorganının altına saklamış olsa da odasının sıcaklığı dışarıya
oranla arttığından üstündeki ince pijamalarıylaydı.
Odasının
her zaman sıcak oluşu, kış kendini göstermeye başladığı andan itibaren
Nikolos’un asla kapattırmadığı kaloriferlerdendi. Özellikle onun odasının asla
soğuk olmasına izin vermiyordu. Despina bunun rahatlığıyla evde olabildiğince
ince ve çoğu zaman kısa giysilerle dolanıyordu. Nikolos’un amacının yine iyi
olan değil, canavarca olan olduğunu ise öğrenmesine biraz daha zaman
gerekiyordu.
Nikolos
odaya girdiğinde, alışkın olduğu şekilde, kapıyı yarı örtmüş ve küçük adımlarla
odanın içinde ilerleyip ortada duran yatağın kenarına doğru yaklaşmıştı.
Yatağın
kenarında, Despina’nın ufak bedeniyle kaplayamadığı boşlukta kendine yer bulup
otururken yatakta yarattığı sarsıntı kızı uyandıramayacak kadar azdı.
Dokunduğu
her yeri yakan, kendisine ait korkunç izi dokunduğu yerlerde bırakan kalın
parmakları uykusunun ortasında huzurla dinlenen kızın yüzüne uzandı. Yanağını
parmağının tersiyle sıyırdığında hissettiği yumuşaklıkla dilini sertçe ısırdı.
Dokunuşlarını sertleştirmemek için bunu yapmak, kendisini sıkmak zorundaydı.
Parmakları yanağından başlayan yolun devamında hafif aralı bir biçimde duran
dudaklarına uğradığında gözünü kırpmadan önündeki bedeni izliyordu.
Bu
yaşanan an, ne ilk ne de sondu.
Nikolos’un
neredeyse her gece uykularının şeytanı olup yanında belirdiğini Despina fark
edene dek aradan geçen zaman kısa sayılamayacak kadar uzundu. Farkına
vardığında ne olduğunu anlayamaması, iç sorgusunun uzun sürüşü ise bu kez başka
bir sebeptendi. Bütün bunları yapan adamın öz babası olduğunu zannediyordu. Bir
babanın dokunuşunda böylesi kötülük aramak mantığına da kalbine de sığmamıştı.
Despina’nın
kilitli kapılar ardında uyumaya başlayışı, bir tesadüf eseri annesinin ve
Nikolos’un kan gruplarını belirttiği rutin bir kontrol sırasında öğrendiği
terslikten sonraydı.
Bu
ikilinin kendisinin kan grubuna ait bir çocuğa sahip olmasının imkânsız
olduğunu öğrendiğinde büyük bir şokla baş başa kalmıştı. On altı yaşının
ortasında, sekiz yaşından beri babasının döndüğünü bilerek geçirdiği yılların
yalan olduğunu öğrenmişti.
Helen
söylediği yalanın yıllar sonra yakasına yapışmasıyla ve bunun oldukça ani
gelişmesiyle donarak bir süre kalakalmıştı. Devamında yapması gereken, basitti.
Kızına öz babasının kim olduğunu ve çocukken üzülmesin diye ona bu yalanı
söylediklerini anlatacaktı.
Öyle
de yaptı.
Tabii
küçük bir eklentiyle… Nikolos’tan çıkan, Helen’in altında herhangi bir art
niyet aramadığı yeni bir yalan Despina’nın on altısında doğmuştu bu kez. Sekiz
yıl önce bir başka adamı öz babası sanarak sırtlandığı yalan, şimdi biraz daha
ağır hale bürünmüştü.
İki
yıl boyunca, Helen ölümün ağına kurtulamayacak kadar kötü takılmışken ağzını
gerçeklere açana dek Despina’nın zihninde büyüyecek yeni yalan öncekinden çok
daha kötü olduğundan değil, bu kez umut vermek yerine umutların hepsini
söndürdüğünden korkunçtu.
‘Baban
hayatta değil’ demişti Nikolos’tan aldığı bu aklın aslında nasıl çürük olduğunu
anlayamayan Helen, kızına.
Bir
kız çocuğu babasından ne kadar çok yara alabilirse, o kadar çok yara almıştı
Despina. Hepsi birden belki bir başkasının taşıyamayacağı kadar ağırlaşsa da
ömrünün en tasasız geçirmesi gereken yıllarını bu yükle geçirmişti hep.
Öz
babasının aslında ona küçücük bir yara bile açmayacağından hatta gelecek her
yarayı canı pahasına engelleyeceğinden on dokuz yıl boyunca habersiz kalmıştı.
~
Uykudan uyanmanın birden fazla yolu vardı.
Hatta belki binden fazla… Bu yolların yarısı tatlı hislerle sıkıca sarılmanıza
neden olurdu; belki küçük bir öpücükten ya da kulağa dolan tatlı bir ezgiden
kaynaklanırlardı. Kalan yarısı ise uyandığınıza pişman olacağınız sarsıntılar
yaratırdı; belki rahatsız edici bir alarm sesi ya da kapalı gözlerinize zorla
sızmaya çalışan güneş ışıkları…
Beni uykudan uyandıranlar listesinde bulunduramadığım,
çünkü daha önce hiç yaşamadığım bir şekilde önce bilincim ve bunun aniliği
sebebiyle direkt olarak gözlerim açıldığında ilk birkaç saniyeyi algılarım
tamamen kör bir halde yaşamıştım.
Gözlerimi aralamama sebep olan, uyuduğum
yerin sertçe sarsılması ve dolayısıyla bu yerin yatağım olmadığını fark
edişimdi.
Bulunduğum yerde gözlerimi açar açmaz ilk
gördüğüm şey arabanın üst kısmı olduğunda parçaları birleştirmeye çalıştım. Ön
koltukta olmama rağmen uzanır bir haldeydim, bunun nedeni de koltuğun neredeyse
tamamen geriye yatırılmış olmasıydı.
Beni uyandıran sarsıntının aynısı bir kez
daha yaşandı. Bu sefer kaynağını çözmem zor olmamıştı. Araba hızlanıp sürekli
şerit değiştirdikçe böyle bir sarsıntı yaşanıyordu.
Gözlerimi kapatmadan önceki son anı hatırlamak
için kendimi biraz zorladığımda, aynı anda başımı da sürücü koltuğuna
çevirdiğim için algımın yerine gelmesi çok uzun sürmedi.
Uzun bir süre Pars’ın omuzunda ağladığım,
ağlayışımın yorgunluğuyla da gittikçe uykuya doğru çekildiğim anlar gözümün önüne
gelirken beni sıkıca saran emniyet kemerinin izin verdiği ölçüde bedenimi
doğrulttum.
Hareketliliğimle aynı anda dudaklarımı da
aralayıp adını mırıldanmıştım. Beni uyandırmadan arabaya bindirmiş ancak
uyanmamı umursamadan bu hızla araba kullanıyor olması aklımı karıştırmıştı.
Bakışları çok kısa, hatta üstümde
durduğunu bile söyleyemeyeceğim kadar kısa süre bana doğru döndü. Ağzının
içinde kalan, bana ulaşamayan homurdanmasının ne içerdiğini bilmiyordum.
“Ne oluyor?” diye sordum. “Bir yere mi
yetişiyoruz neden-…”
Cümlemin devamı gelemeden,
söyleyeceklerimi tamamlamak için kullanacağım aklımı yerinden oynatan bir şey
oldu.
Araba, benim olduğum taraftan bir başka
arabanın darbesiyle birlikte sola doğru kaydı.
Tiz bir ses çıkarttım. Avucumu kapıya
uzatıp tutunabileceğim bir yer aradım.
“Amacın ne orospu çocuğu?” diyerek hırlar
gibi sesi yükselen Pars’ı duysam da duyduğumu algılayamıyordum. Pars kontrolü
sağlayamasaydı şu anda araba kesinlikle düzgün bir biçimde yol almaya devam
ediyor olmazdı.
“Ne oluyor?” diye yineledim soruyu bu kez
resmen bağırarak.
Bakışlarım sağımdaki cama, arabanın bize
resmen çarptığı tarafa doğru çevrildi. Az önce dibimize kadar girmiş olan
arabanın şimdi biraz geride kaldığını görmüştüm.
“Bilmiyorum!” derken Pars’ın gerginliği
ellerimle tutabileceğim kadar büyümüş ve içeriyi kaplamıştı. Gerginliğinin bana
da yansıyacak olduğunu son anda fark etmiş olacak ki hızla devam etti.
“Korkma,” dedi hemen. “Birazdan anayola geçmiş olacağız, araçlar artacak.”
Pars’ın bizi götürdüğü deniz kenarından
fazla uzakta olmadığımızı etraftaki araç azlığından anlayabiliyordum. Arabaya
bindikten sonra çok uzun süre geçmiş olamazdı.
“Kaza mı yaptırmaya çalışıyor bize?” diye
sorarken henüz apar topar uyandığım uykudan yeni yeni kendime geliyordum.
Pars sessiz kaldı. Sürekli aynaları
kontrol ederek, bakışlarını dikkatle yola odaklayarak araba kullanmaya devam
ediyordu.
“Durdurmaya çalışıyor,” dedi bir dakika
bile geçmeden. “Kaza yapmamı isteseydi çoktan sebep olurdu, sıkıştırıp
durdurmaya çalışıyor arabayı.”
Kaşlarım çatılırken başım ağrımaya
başlamıştı. Bakışlarımı daha düzgün bir biçimde camdan dışarıya, arabanın
olduğu yere doğru çevirdim. Arabanın az önceye göre daha yakınımızda oluşu bu
kez şansımaydı. Ya da şanssızlığıma…
Sürücü koltuğundaki bedeni tanımıyordum,
kim olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Ancak onun hemen yanında oturan yüzü
ezbere biliyordum.
Midem kasılıp karnıma bir sancı girmiş
gibi öne doğru kıvranmama sebep oldu.
“Pars,” dedim panikle. Başka bir soru
soracağımı sanarak dikkatini dağıtmak yerine beni duymazdan geldiğinde bu kez
bağırdım. “Pars!”
Sesime yansıyan korkunun az önceki kıl
payı gerçekleşmeyen kazaya olan korkumdan birkaç kat artmış olması koyu
mavilerini bir iki saniyeliğine yüzümde ağırladı.
“Tanıyorum,” dedim kalbim ağzıma doğru
tırmanıp orada hızla atıyorken. “Arabadaki adamı tanıyorum.”
Bulunduğumuz araç sarsıldı ancak bu kez
diğer arabanın sebep olduğu bir sarsıntı değildi bu. Pars’ın benden gelen
cümleden sonra direksiyonu bir anlığına gevşetmesiyle yaşanmıştı.
“Ne?” dedi sadece.
Aynı anda birden fazla ve birbirinden kötü
senaryolar üretmeye başlamış olan zihnimde tüm bunlardan kaçış yolu ararken
yolumu kaybetmiştim. “Lütfen,” dedim fısıltıdan fazlasını çıkartamadığım
sesimle yalvarırcasına. “Lütfen durma, ne
olursa olsun durma.”
~
Depodan,
Pars ve Despina gözden kaybolduktan hemen sonra, Özgür ve Mayıs da
ayrılmışlardı. Özgür Mayıs’ın dünden kalan düşünceli haline ve sessizliğine
kıyamadığından, sevgilisini bu halde bırakmaya asla içi elvermeyeceğinden bir
saatten fazlasını onunla birlikte evlerinde geçirmişti. Mayıs sessizliği
seçerek sadece ona sığınmakla yetinince de uyum sağlamıştı.
Mayıs
erkenden uyuyacağını çoktan belli edip kendini kapatmaya başladığında ise daha
fazla yorulmasını istemediğinden Özgür’ü bir şekilde ikna edip evine
yollamıştı. Özgür bin bir ısrarla da olsa eve geçmek için sonunda
hareketlenmiş, çok geçmeden de eve varmıştı.
Eve
girişinden sonra çok da uzun bir zaman geçmeden kapıdan anahtar sesi gelmiş,
Timur da eve girmişti.
Salonda
gözleri kapalı yarı uzanır halde olan Özgür’ü gördüğünde kaşları havalanmıştı.
“Ne oldu, sabah barışmadınız mı siz? Odaları ayırmışsınız şimdi de.”
Timur’un,
Despina odasında sanarak söylediklerinden hemen sonra Özgür gözlerini aralayıp
doğrulmuştu.
“Kızın
eve girmek nedir bilmiyor abi!” diyerek abartılı oyunculuğuna giriştiğinde
Timur kaşlarını derince çattı. “O ne demek öyle? Birlikte değil miydiniz siz?”
“Başkalarını
bana tercih etti, gelmedi eve.”
Timur,
Özgür konuştukça sabrının zorlandığını hissettiğinden içinden bolca sabır
diledi. “Oğlum sen benim sınavım mısın?”
“Öyle
miyim?”
Özgür,
yanına çoktan yaklaşmış olan Timur’dan ensesine sert bir darbe aldı. “Tek
kalmaması gerektiğini bilmiyor musun?”
“Tek
değil,” dedi Özgür somurtarak. “Pars’la.”
Timur
tepesine tırmanmış olan sinirlerinin istemeden de olsa bir nebze azaldığını
hissetti. Az önce kızının güvende olmadığını düşündüğünden delirmişti, şimdi
ise böyle bir güvenlik sorunu yoktu. Ancak deliliği tamamen de kaybolmuş
değildi. Ne demek Pars’laydı?
“Niye?”
diye sordu Timur. Özgür omuz silkti. “Çünkü kızın bakışlarıyla insanı suya
götürüp susuz getirebiliyor, içli içli bakıp durmamasını söyle bi’ ara.”
Timur
iyice kafası karışmış halde ona bakıyorken, bu andan biraz sonra birlikte
balkona çıkmış ve konuşmayı orada devam ettiriyorlardı. Timur, Despina evdeyken
içmemeye gayret ettiği sigaraları peş peşe yakıp söndürürken Özgür de susmadan
Pars ve Despina hakkında fikir sunmakla meşguldü.
Susmamasına
ve her şeyi abartmasına rağmen Timur’dan beklediği gibi bir tepki alamamak Özgür’ü
bayağı şaşırtmıştı. “Sen duyuyor musun beni abi?”
“Duyuyorum
koçum, seni duymamak mümkün mü bu konuşma sıklığınla?”
Özgür
ters ters baktı yanındaki sandalyede oturan adama. “O zaman neden kalkıp
kıskançlıkla masayı falan devirmiyorsun? Ne bu sakinliğin?”
“Kör
değilim, Özgür. Sen söylemeden önce hiçbir şey fark etmemiş olabilir miyim
sence?”
“Farkındasın
ve halin bu mu yani?” Özgür hayatının en büyük şoklarından birini şu an yaşıyor
olabilirdi.
“Bunu
iki göz süzmeye baş başa kalmalarına müsaade eden sen mi soruyorsun?”
Özgür
kendi silahıyla vurulmayı beklemediğinden bir an duraksamak zorunda kaldı.
“Despina üzülse miydi?” diyerek birkaç saniye sonra kendini hızla savunmaya
giriştiğinde karşısındaki adamdan ‘kimi kandırıyorsun’ içerikli bakışlar kazanmıştı.
“İçin
rahat etmeseydi ağlasa da sızlansa da izin vermezdin, başka şekilde gönlünü
alırdın ama kızım şu an evde olurdu Özgür.”
Özgür
uzun bir nefes bıraktı burnundan. Aynı anda da oflamıştı. Timur istediği
farkındalığı ona kazandırdığını anlayınca sessizce geriye yaslandı. Yeni bir
sigara yakmak yerine gözlerini gökyüzüne doğru çevirip bakışlarını kıstı.
“Kıskanmıyor
musun yani şimdi sen?”
Timur
gelen soruya cevabını vermeden önce omuzunun üzerinden Özgür’e baktı. “Daha
önce böyle bir kıskançlık hissetmemiştim, damarlarım çatlayacak gibi geliyor.”
Özgür
yarım ağız sırıttı. Aradığı Timur Akdoğan buydu işte. Ancak onun sevinci
uzayamadan Timur devam etti. “Ama kızım eliyle koymuş gibi sesimi çıkartmaya
içimin elvermediği bir herifin peşinden sürüklenmeye başladı. Pars dışında,
iyilik meleği bir çapsızı da bulsa asla rahat durmazdım. O gitti ve Pars’ı
buldu.”
Timur
birazdan çocuk gibi huysuzlanmaya başlayacak halde söylenirken Özgür dikkatle
onu dinliyordu.
“Yıllar
önce bir kadını çok üzdüğü için kendini cezalandıran, kimseye yaklaşmayan adamı
nasıl çekip çıkarttı koca İstanbul’dan ben anlayamıyorum.”
Timur’un
söyleyecekleri bitmiş, ancak zihnindeki sesler susmamıştı.
“Utanmasan
Mayıs’a dönüşüp aralarını yapmak için çabalamaya başlayacaksın abi. Gerçekten bitmişiz
ya.”
Özgür,
sevgilisinin yanına eklenen çok daha güçlü bir isim daha bulunca kendisini
cephede hepten yalnız hissetmeye başlamıştı. Fevri yönünü dinlediğinden böyle
hissediyordu gerçi, içinden bir sesin çoktan sevgilisini ve karşısındaki adamı
haklı bulmaya başladığından haberi yoktu.
Balkonda
artık sessizliği paylaşmaya başlayan ikilinin bu anı yaklaşık on beş dakika
kadar sonra Timur’un telefonu çalmaya başladığında bölündü. Cebindeki
telefonunu çıkartıp eline aldığında ekranda gördüğü isim Timur’un hafifçe
gülümsemesine yol açtı.
“Efendim
bebeğim,” diyerek telefonu kulağına yasladı hemen.
Karşı
taraftan kızının tatlı sesini, muhtemelen ‘bebeğim’ dediği için hevesle
cıvıldayışını duymayı umuyordu. Ancak değil umduğunu bulmak, kâbustan farksız
bir biçimde soluk soluğa olan sesi duymak zorunda kalmıştı.
“Ahu!”
diye seslendi yerinde doğrulurken. Onun gerilmiş hali Özgür’ün kaşları çatık
bir biçimde her an ayağa kalkacak bir duruma gelmesine neden olmuştu.
Telefonun
ucundan hışırtılar duyuldu. Bu seslerin ardından Timur kulağına çalınan
sözcüğü, üçüncü kez duyuyordu aynı kişiden. İlk iki seferin bilinçsizce,
sonrasında hatırında kalmayacak anlarda gerçekleşmesinin üzerine üçüncü seferin
de bambaşka bir açıdan korkunç halde gerçekleşmesi nasıl bir tesadüftü?
“Baba!”
diyerek iki hecede, sesi titrerken konuşan kızını duymak Timur’da aynı anda çok
fazla yere dokunmuştu.
“Babam,
nefes al yavrum. Ne oldu? İyi misin sen?” Olabildiğince sesine yansıtmamaya
çalıştığı gerginliği eşliğinde sorular sormuş, cevaplar bekliyordu.
“Baba,
ben… Pars…”
Asla
birleşmeyen sözcükleriyle nefes nefese bir şeyler anlatmaya çabalayan Despina,
karşı tarafa hiçbir şey aktaramadığının farkında değildi.
“Pars’a
ver telefonu,” dedi Timur. “Yanında mı? Ver telefonu hadi.”
“Değil,”
demesiyle Despina’nın boğuluyormuş gibi ağlamaya başlaması aynı anda
gerçekleşti.
Timur
gözlerini bir an için sıkıca kapattı. “Nerede?”
Despina
düzgün nefesler alıp konuşmak için güç toplamaya zorladı kendini. Kısık sesiyle
de olsa konuşmayı başardığında dudaklarından sadece iki kelime dökülebilmişti.
“Nikolos’un
yanında.”
~
Boğuk çığlıklar atıyor, nasıl kollarından
kaçabileceğimi bilmediğim krizin içinde sıkışıp kaldığımın farkında olmama
rağmen asla kendimi durduramıyordum.
Bir avucumla tutunduğum ensesine kendime
göre sıkıca sarılmıştım. Ancak parmaklarımda olmayan güçle ona aslında belli
belirsiz tutunuyor olduğumu anlayamıyordum.
Saçlarımda, yüzümün rastgele her yerinde
baskılar hissediyor; bu baskıların kollarında olduğum adamın beni iyileştirmeye
çalıştığı öpücükleri olduğunu algılıyordum.
Nefes alamadığımı fark ettiğinde beni
hızla kucaklayıp, uzaklaşamadığımız denizin kıyısına doğru taşımış ve
ferahlayacağımı düşünmüştü. İkimizin de dizleri yerdeki taşlara yaslı halde,
oturduğumuz yerde kalakalmışken benim bir elim ensesine sarılı diğeri ise
kalbim parçalanıyormuş gibi hissettiğimden göğsüme bastırılmıştı.
Yanaklarıma kapattığı avuçlarıyla yüzümün
tamamını kapatabilecek kadar beni örtmüştü. Dakikalardır durmadan yanağımı
ıslatan yaşlar artık yoktu ama yanağımdaki nemin üstünde duran avuçlarının
ıslandığından emindim.
“Gitti,” dediğini duydum. Bu, bana
ulaşabilen ilk sözcüğüydü. Oysa dudaklarının kıpırtısına bakılırsa bundan önce
de bir şeyler söylüyor olmalıydı.
“Gitti, güzelim. Sadece ben varım yanında.
Nefes al.”
Boğazım sızlıyordu. Ağlayışlarım, susmayan
çığlıklarım boğazımı öylesine yormuştu ki fısıldayacak kadar bile gücüm
kalmamıştı.
“Geçti,” dedi sonra. Bu bir yalandı,
hiçbir şey geçmiyordu. “Bak bana, deniz gözlerini bana göster hadi. Güvendesin.”
Son yarım saati öylesine ağır bir
kıyametin eşiğinde yaşamıştım ki kendime gelebileceksem de bunun geçen yarım
saatin kat kat fazlasını gerektireceğini hissediyordum.
Ona arkamızdaki arabada var olan kişiyi
tanıdığımı söylediğim andan sonra her şey birbirine karışmıştı. Ben durmaması
için yalvarmıştım, ancak söylediklerimin Pars’ı anlık da olsa dikkatten yoksun
bırakması arkadaki araba için fırsat doğurmuştu.
Boş yolda aniden durmak zorunda
kaldığımızda Pars’ın saniyeler içinde yaptığı ilk hamle arabadan hızla inmek ve
beni arabada kilitli bırakmaktı. Arabada beklerse yanımıza geleceklerini
düşündüğünden yaptığını anlamıştım ancak onun bu hareketiyle dünyam tersine
dönmüştü.
Birden bire zarar görecek olma korkusunu
kendim dışında, tamamen Pars için hissetmeye başladığımda aklımı yitirir hale
gelmiştim. Telefonuma sarıldığımı, babamı aradığımı biliyordum ama ona ne
söylediğimi bile hatırlamıyordum.
Pars’ın arabadan inişi, bizimle birlikte
durmuş olan arabaya yaklaşması peş peşeydi. Gözlerimle takip ediyor olduğum
anın devamında ne yaşandığını görememiştim. Aradan geçen zamanın saniyelerle mi
dakikalarla mı ölçüleceğini dahi anlayamamıştım. Tek yaptığım deli gibi
ağlamaktı.
Arabadaki canavardan öylesine korkuyor ona
olan korkumu yıllardır öylesine besliyor ve büyütüyordum ki Pars’ın gücünün
akıl almazlığı, Nikolos’un gücünün aslında ona yetemeyeceği gibi ortada olan
detaylar benim için görünmez hale bürünmüştü. Pars’ın arabaya dönüp kapımı
açtığı anda asla rahatlayamayışım da bundandı.
Aklım bir türlü böyle zararsız bir biçimde
Nikolos’un kaçıp gittiğini, Pars’ın da benim de hiç canımızın yanmadığnıı ve
benim Nikolos tarafından götürülmediğini tam olarak almıyordu.
Dizlerimi acıtıyor olan sahildeki taşları
umursamadan yükümü oraya vererek titreyen bedenimi zapt etmeye çalıştım. Ancak
güçsüzce öne doğru düşecek gibi olmuştum.
Pars yanaklarımdaki ellerini indirip,
birini sırtıma yaslayarak beni kendisine doğru çekti. Göğsüm ona çarpıp yüzüm
omuzuna denk geldiğinde kokusunu soludum. Bunun için özel bir çaba harcamama da
gerek yoktu aslında, aldığım her nefes onun kokusunu ciğerlerime taşıyordu.
“Konuş benimle, Ahu. Sesini duyayım,
hıçkırıklarını ve çığlıklarını değil seni duyayım artık.”
İç çektim. Yanağımı omuzuna yaslamış,
gözlerimi boynuna dikmişken sarhoş gibiydim.
Aradan çok zaman geçmeden ikinci kez aynı
pozisyondaydık ve tek fark kucağında olmayışımdı. Deniz kenarında onun
kollarında ağlamayı aynı gece içinde bir kez daha tekrarlıyordum.
“Pars,” dediğimde sesim günlerdir
hastaymışım gibi pürüzlüydü. Buna rağmen mırıltım ona ulaşır ulaşmaz derin bir
nefes aldı. Aldığı nefesi hem duymuş hem de şişen göğsünü göğsümde
hissetmiştim.
“Buradayım, minik tanrıça. Yanındayım her
şey yolunda, benimleyken güvendesin.”
Onunlayken güvende hissediyordum. Yani bu
geceden öncesinde zaten böyleydi hislerim. Şimdi kastettiği ise başkaydı. Somut
olarak korkumun ne olduğunu gözleriyle görmüştü, korkumun karşısına geçmiş ve
onu püskürtüp benden uzağa itmişti.
“Güvendeyim,” diye tekrarladım. Gözlerim
acımaya başladığı için kısık tutmak zorunda kalmıştım. Tekrarladığım sözcük
bana bir kişiyi çağrıştırınca dudaklarımı ıslattım düzgünce konuşabilmek için.
“Babam…”
“Babana mı gitmek istiyorsun?” diye sordu.
Çenesiyle saçlarıma belli belirsiz bir şekilde baskı yapıyordu. Varlığını hissedebilmem
ve asla unutmamam için beni çepeçevre sarmıştı. Asla şikâyetim yoktu.
“Babamı aramıştım,” dedim başımı
kıpırdatıp yanağımı omuzuna sürterken. “Sen gidince…”
Pars bir küfür mırıldandı. “Delirmiştir,
nerede olduğumuzu söyleyebildin mi?”
“Ne konuştuğumu hatırlamıyorum, arar mısın
babamı? Telefonum arabada.”
Ona sıkıca tutunuyor, kollarının benden
ayrılması ihtimaline karşı tüm gücümle savaşıyordum. Sanki kollarını benden
ayırsa birden bire beni ondan alacaklarmış gibiydi.
Cebindeki telefona sırtıma sarılı olmayan
koluyla uzandı. Telefonu çıkarttıktan sonra yaptıklarını göremedim ama kulağına
yasladığı telefonu boynuna doğru yattığım için görebildim.
Kulağına yasladığı anda telefon açıldı.
Karşıdan gelen yüksek ses hoparlörde olmamasına rağmen rahatlıkla bana da
ulaşmıştı. Bu, yakınında olmama ya da etrafın sessizliğine değil babamın
sesinin yüksekliğine bağlanabilirdi.
Ses gelse de ne söylediğini anlayamadım
babamın. Pars’ın konumumuzu belirten bir şeyler söylediğini duydum sadece. İyi
olduğumu birkaç kez tekrarlamıştı, babamın buna dair bir soruyu birden fazla
sefer sorduğunu anlamıştım bu yüzden.
Telefonu kulağından çektiğinde
kapatacağını düşündüm ancak yaptığı şey telefonu benim açıkta olan kulağıma
doğru yaslamak oldu.
“Ahu’m, iyi misin bebeğim?”
Babamın sesini duyduğumda dudaklarım
istemsizce büküldü. İyi değildim, ancak ona bu şekilde bir cevap vermemeliydim
sanırım. Telefon konuşmamın içeriğini hatırlamıyordum ancak az önceki haline
bakılırsa tek yaptığım babamı endişeden delirtmekti.
“Evet,” dedim yalan söyleyerek. Kolum
yorgunlukla da olsa yanağıma doğru çıkıp parmaklarımın tenimi aşındıracağı bir
fırsat yarattı. Pars’ın kulağımda telefonu tutan eline çarpmıştım bu sırada.
“Çıkıyorum, yanına geleceğim şimdi babam.”
Sen gelme, biz geliriz; mantıklı olan bu…
Demek isterdim ancak bir kez daha arabaya binmek ve benzer bir anın
yaşanabileceğini düşünmek beni tam olarak içinden kurtulamadığım krize geri
sürüklemek üzereydi.
“Baba,”
diye mırıldandım. Bu -benim hafızama göre- bir ilkti. Bundan sonra geri
dönmeyeceğim, artık kendimi geri tutmayacağım seslenişin başlangıcıydı.
“Babasının bebeği,” dedi beni nasıl
sakinleştireceğini bilerek.
“Hemen gel,” dedim yarı açık gözlerimle.
“Tamam mı?”
“Tamam,” dedi. “Tamam tabii.”
Yalan söylerken yanağıma yasladığım elimi
indirirken yarı yolda durmuş, Pars’ın kulağımda telefon tutan bileğine doğru
hareketlendirip ona sarmıştım. “Yalnız mı geleceksin?”
Söyleyeceklerimi kontrol edemiyordum.
Aklıma ilk geleni söylemek zorundaymış gibi dilime engel olamıyordum.
“Abini de getireceğim, yavrum.”
Dudaklarımı hafifçe kıvırdım. “Tamam”
dedim soruyu sormaktaki amacım zaten bu olduğundan. “Abimi de getir.”
Sesi hiç çıkmadığından karşı tarafta
telefonun hoparlörde olduğundan asla haberim yoktu. Yani Özgür ben onu anar
anmaz konuşana dek olmamıştı.
“Abin tek lokmada yiyip yutacak bir gün
seni, yarım saat sürmeden oradayız güzelliğim. Arabaya bindik bile.”
“Bekliyorum ben sizi.”
Telefonun diğer ucundan bir iç çekiş geldi
ancak hangisine ait olduğunu bulamamıştım.
Kulağıma garip bir ses geldi. Telefon
bildirimi gibiydi. Sesi Pars da duymuştu.
“Şarjım bitiyor,” dedi yüksek sesle.
Babamlara da duyurmuştu bunu. “Kapanırsa birazdan ondan dolayı, telaşlanmayın.”
“Kapanmadan telefonu Pars’a verir misin
bebeğim?”
“Seninle konuşacakmış,” dedim kulağımdaki
telefonu alması için Pars’a. Bekletmeden telefonu kendi kulağına doğru çekti.
Bir süre karşıyı dinledi. Yüzü
gevşediğinde ben omuzunda yatıp yukarı diktiğim gözlerimle onu inceleme işiyle
meşguldüm.
“Eyvallah abi,” dedi sakince.
Babamın ne dediğini, nasıl bir konuşmanın
böyle bir tepki gerektirdiğini asla bilmiyordum. Tek yaptığım sessizce onu
dinlemekti bu nedenle.
“Kapandı telefon,” diyerek Pars telefonu
kulağından çekti. Cebine geri koyduğu telefonunun ardından telefonunu tutmaya
ayırdığı kolunu da bana sardı tıpkı diğer kolu gibi.
Yüzümü refleksle boynundaki sıcaklığa
doğru yaklaştırdım. Başını bana eğerek şakağıma yanağını yaslamış oldu.
“İyisin,” diyerek kısık sesle konuştuğunda benimle değil kendisiyle konuşuyor
gibiydi. Bunun farkındalığıyla sessiz kaldım.
Beş dakika, on dakika ya da belki daha
fazlasını hiç kıpırdamadan olduğumuz yerde; denizin kıyısında, bedenlerimiz
birbirine yaslıyken öylece durduk.
Babamların gelmesine ne kadar zaman
kaldığını bilmiyordum. Bu sürenin bana ne denli yeteceğini de öyle… Ama
dudaklarım o an aralanmayı seçmiş, dakikalardır susuyorken bir anda konuşmaya
ve Pars’a bir şeyler anlatmaya karar vermiştim.
“Üvey babamdı,” dedim sesimi yüksek
tutmaya gerek duymadan. Kulağının çok az altında, boyun çukurundaydım. Nefeslerimi
bile net bir biçimde duyduğu ortadayken mırıldanışı duymaması olanaksızdı.
Sırtımdaki güçlü kolları kasıldı ve
bedenimi daha sıkı sardı. Sormak isteyeceği türlü türlü sorular olabileceğini
tahmin ediyordum. Kendi karşıma geçip hayatımı, başıma gelenleri izliyor
olsaydım benim de soracak çok fazla sorum olurdu. Aslında bu haldeyken bile
kendi hayatıma soracak sorularım yok değildi…
Onun soramadığı sorulara cevaplar
veremezdim. Hatta belki sorsa dahi cevaplayamazdım birçoğunu.
Beni bu denli korkutan, olur olmadık bir
yerde peşimizde beliren bir adamın üvey babam olduğunu söylemem onun için ne
ifade ediyordu? Zihninde parçaları nasıl ve ne ölçüde birleştirebilmişti
bilmiyordum.
Az önceki sessizliğimiz benim tahmin
ettiğimden çok daha uzun sürmüştü ya da Özgür’ün bahsettiği yarım saati
bulmayacak olan süre gerçekten yarım saatin yarısı kadardı. Çünkü benim solumda
ve Pars’ın da sağında kalan üst yoldan sert bir fren sesi gelmiş ve devamında
araba kapılarının açılıp kapandığını belli eden sesler duyulmuştu.
“Geldiler,” diyerek Pars başını
kıpırdattığında yanağını yasladığı şakağımda sakallarının belirsiz çizdiği
çizgileri hissettim.
Ona Nikolos’un kim olduğunu söylemek için
gerçekten son anı tercih ettiğimi böylece anlayabildim. Yaklaşan adım
sesleriyle bir dakikadan kısa bir süre sonra babamı ve abimi burada bulacağımı
düşünülürse, eğer beş dakika daha susmuş olsaydım Pars’a hiçbir şey
söyleyememiş olacaktım.
Pars’ın omuzu, kokusunun yoğun bir biçimde
burnuma sızdığı boynunun bu denli yakınında oluşum kesinlikle rahattı. Öylesine
rahattı ki, birazdan benzer bir kuytuya çekileceğimi bilmiyor olsaydım herhangi
bir kuvvetle olduğum yerden ayrılmam mümkün değildi.
Benim hareketlenmemle Pars oldukça yavaş
bir biçimde sırtımdaki kollarını gevşetti. Sanki bunu istemeyerek yaptığını
haykırır gibi kollarını tembellikle, inanılmaz yavaş bir biçimde çekmişti
benden.
Artık varlıklarını hissetmemeye başladığım
çakıl taşlarına yaslı dizlerim ve alt bacaklarım hareket ettiğimde biraz
sızladı. Bunu umursamadan Pars’tan tamamen kopan bedenimi geriye doğru
çevirdim.
Çoktan aramızda birkaç adım kalacak kadar
yakına gelmiş olan iki tanıdık yüzü gördüğümde omuzlarım gevşedi. Pars’la
sakinleşmiştim, içine çekildiğim kriz halinde olduğum söylenemezdi ama şimdi üç
ayrı yerden üç güçlü şekilde güvenle sarmalanmışken çok daha sakindim.
Onlar buraya gelmeden önce ayağa kalkmak
istemiştim. Bunun için çabaladığımı Pars fark etti önce. Onun ayağa kalkışı
hızlı ve aniydi. Kalktığı gibi eğilip beni belimden tek koluyla sarıp
doğrulttuğunda dudaklarımdan bu anın beklenmezliğine tepki olarak bir nefes
koptu.
Ayaklarım yere bastığında artık babam ve
Özgür de yanımızdaydı. Babamın yüzümde endişeyle gezinen elalarını izlerken
dengede durmak için alacağım desteği onda bulacağıma olan güvenimle kollarımı
ona uzattım. Beni sıkıca göğsüne bastırdığında yüzümde beliren kocaman
gülümseme ne babama ne de bizi izlediklerine emin olduğum iki adama görünür
değildi, bana kadardı.
“Bebeğim,” diye soludu babam. Nefesi
saçlarımın üzerinden sıyrılıp geçerken yüzümü ona daha fazla bastırdım.
“Babasının bebeği,” diye düzelttim. Yüzüm
ona yaslı olduğundan sesim boğuk çıkmıştı. Göğsü titredi, gülmüştü.
“Babasının bebeği,” dedi beni kırmadan.
“Çok korkuttun beni, Ahu’m.”
Ben
de çok korktum baba, diyemedim o an. İstanbul’a
ayak bastığımdan beri ikinci kez bu denli yakınımda beliren canavarımın beni
kolumdan tutup ondan ayırabileceğine delice bir korkunun eşliğinde inanıyor
olan aklım bulanıktı.
Bir hafta önce, yine bir arabanın
içindeyken yolun karşısındaki bir başka arabada görmüştüm onu. O anın üzerinden
geçen günler içimi soğutmuş değildi. Üstelik tüm bu zamanı da diken üstünde,
her an bir yerden karşıma çıkacak diye düşünerek geçirmiştim.
Başımın arkasında, kokumu çeker gibi derin
bir nefes alarak bırakılan ve kısa sayılamayacak bir öpücük hissettim. Bunun
Özgür’den geldiğini görmesem de biliyordum. Gözlerimi kapattım, zaten babama
yaslandığımda biraz kararmış olan görüşüm tamamen sonlanmış oldu.
Elbette uykuya dalmamıştım bu şekilde
ayaktayken ama o kadar yorgun hissediyordum ki gözlerimi kapattığımda bir daha
açacak kadar halim kalmamıştı.
Pars’ın babam ve Özgür’e, babamların da
ona söyleyecekleri olduğunu biliyordum. Bu gece yaşananlar babamlarda, daha
önce olanlar ise Pars’ta eksikti. Birbirlerini tamamlayabilirlerdi. Çünkü ben
çoktan cevap veremeyecek kadar silik bir bilinçle kendimi olduğum yerden resmen
silmiştim.
Bir çeşit kaçış yolu olsa gerekti ki
bilincim bayılmışım gibi kendini kilitlemiş, o kilitli kapının ardında
saklanıyordu.
Bedenimin kucaklandığını, ayaklarımın
yerden kesildiğini hissettiğim an en son anımsadığım ve farkına varabildiğim
andı.
Yeniden gözlerimi açtığımda kendimi
yumuşacık bir yerde uzanır halde buldum.
Başım yastığa yaslı, ipince de olsa bir
örtü üstüme örtülmüş şekilde yatıyordum. Gözlerimi araladığımda son uyanışımın
beni karşıladığı kâbus senaryonun aksine bulunduğum yer tanıdık ve fazlasıyla
güvenliydi.
“Günaydın çığırtkan,” diyen Özgür’ü çoktan
görmüş olduğum için irkilmedim. Benim uzandığım yatakta, o da yanımdaydı ama
sırtı başlığa yaslı şekilde oturuyor haldeydi.
Günaydın demesine rağmen günün henüz
aymamış olduğunu içerideki loşluktan anlamıştım. Koridordan gelen ışık
sayesinde içerisi biraz aydınlanmıştı ama pencereden güneşe dair hiçbir sızıntı
yoktu.
“Gün aymamış,” diye mırıldandım. Sesim
uykumun ve uykudan önceki boğazımı mahveden anların etkisiyle garip çıkıyordu.
Yine de tepkimle Özgür’ü gülümsetmiş oldum.
“Henüz aymadı evet, bir iki saat oldu
çünkü sen uyuyalı.”
“Ben uyuyunca eve mi geldik?” diye sordum.
Yan dönüp tamamen bedenimi Özgür’e çevirmiştim. Başını sallayıp onaylayınca
dudaklarımı büktüm öne doğru. “Babam…” diye fısıldadım. “O nerede?”
Yanımda Özgür’ün olması kötü değildi tabii
ki, ama uykularımı babamla uyumaya alışkındım. Gözlerimi açtığımda onu görmeyi
seviyordum.
“Pek seveceğin bir yerde değil,” dediğinde
kaşlarımı çattım. Doğrulmak için yatağa tutunduğumda Özgür omuzuma dokunup bana
engel oldu hemen. “Bi’ dur deli, dur. Sigara içiyor balkonda, onu diyorum.”
“O zaman öyle deseydin!” dedim sitemle.
“Beni nöbetçi olarak bıraktı buraya,
uyanırsan diye… Harbiden uyandın, sensörlü müsün kız sen? Baban beş dakika
gitti diye açtın koca gözlerini.”
Yalnız uyanmamış olmam için Özgür’ü burada
bırakmış olmasına içim erirken dudaklarım kıvrıldı. “Aşık aşık sırıtma öyle, tipe
bak ya…” Dalga geçiyor gibi konuşsa da aslında sesinde hissedilir bir şefkat
vardı. Özgür’ün duygusallığını başka türlü belli edemediğini bildiğimden
garipsemedim.
Bu
arada aşık aşık demişken…
“Babam tek mi balkonda?” diye sordum
gözlerimi Özgür’ün yüzüne dikmiş halde. Kaşları havalandı. Birkaç saniyenin
sonunda kaşları normal hale dönmek yerine derince çatıldı. “Evet tek,” dedi.
“Eraslan’ı tutup attı on altı kattan aşağıya az önce. Artık baban balkonda
tek.”
Niye bu soruyu sorduğumu anlamış olduğu
Eraslan diyerek Pars’ı anmasından belliydi.
“Yalan söylediğin çok belli oluyor,”
dedim. “Babam Pars’ı nasıl kaldırıp balkondan atsın, çok ağır ki o.”
“Ya sabır,” diye düz bir şekilde
konuştuktan sonra birden aynı sözcükleri yükselen sesiyle tekrarladı. “Ya sabır!”
Gözlerimi kırpıştırırken yavaşça yerimde
doğruldum. Bu kez Özgür kendi derdine düştüğünden bana engel olmamıştı.
Pars’ın burada olup olmadığını doğru
düzgün anlayamamıştım. Üstelik babamı görmem de fazlasıyla acilen gerekiyordu.
Yataktan kalktığımda üstümde hâlâ çiçekli
elbisem vardı. Özgür’ün ters bakışları altında çıplak ayaklarımla yerde
görünmez izler bıraka bıraka odamdan çıktım.
Salona doğru gidip balkon kapısına
yanaştığımda saçımın başımın ne halde olduğu çok da umurumda değildi. Sadece
babamı bulup ona sarılmaya odaklıydım.
Balkonun açık kapısının önüne vardığımda
artık balkonu net bir biçimde görebiliyordum. Özgür’ün yalanları direkt ortaya
çıkmıştı.
Babam balkonda tek değildi.
Bizi
bu halde bırakmayacağını biliyordum ben zaten, abini dinleme beni dinle işte… Pars’ı
kırk yıldır tanıyormuş gibi kendinden emin konuşan iç sesimi boş vererek adım
seslerim sayesinde bakışları çoktan bana dönmüş olan ikiliye baktım.
Aynı anda ellerindeki sigaralar küllüğü
boylamış, bitmemelerine rağmen söndürülmüşlerdi.
Pars daha kapıya yakın sandalyede
oturuyorken, babam onun yanında ama benim durduğum noktadan daha uzaktaydı.
“Yavrum, neden uyandın sen hemen?” Babamın
ayağa kalkıp bana gelecek gibi hareketlenerek sorduğu sorusu bitmeden eşikten
geçip balkona çıktım. O bana gelmeden ben ona gidiyordum.
Pars’ın bacaklarını uzattığı, daralan
kısımdan geçmem gerektiği için tenim eşofmanla sarılı da olsa bacaklarına
sertçe sürtünmek zorunda kalmıştı. Onu aşıp babama ulaştığımda yerim çoktandır
belliymiş gibi sağ dizine kalçamı yasladım.
Timur Akdoğan’a böyle bir çıkış
yapabilecek kuvvette olmanın hevesiyle kaşlarımı çattım. “Sigara içme demedim
mi ben sana?”
Babam dudaklarını birbirine bastırdı.
Savunma yapmasına fırsat vermeden başımı iki yana salladım. “Çok ayıp, baba.”
Dizine oturduğumda belime doğru sardığı
kolu taş kesildi. Gözlerini tek bir kez, ağır bir biçimde kapatıp açtı.
Bilinçsiz değildim, uyku arasında
değildim, hıçkırıklarla ağladığım bir krizin ortasında değildim. Tam anlamıyla
kendimdeydim. Ona tüm bu farkındalıkla ‘baba’ diye seslenmiştim.
“Ne?” diye mırıldandı.
Omuzlarımı düşürdüm. “Diyorum ki çok
ayıp.”
“Ahu,” dedi yalvarır gibi. Gözlerimin
içine öylesine derin bakıyordu ki bir an daha uzatasım gelmemişti durumu. Onu
yeterince beklettiğimi, bizim zaten çoktandır zaman kaybetmekten başka bir şey
yapmayan bir baba-kız olduğumuzu düşünerek dudaklarımı araladım.
“İyi
ki seninleyim, baba.”
Kesik bir nefes aldığını duyumsadım.
Saniyeler içinde beni bebeği gibi omuzuna yatırdı. Yanağıma bıraktığı kısa
öpücüğü gözlerimi kısarak karşılamıştım.
“İyi
ki, babasının bebeği.”
Bakışlarım bir an çok da fazla
sayılamayacak mesafeyle ileride oturuyor olan koca bedeni buldu. Onun koyu
mavileriyle çarpışan gözlerimi peş peşe kapatıp açtım.
Dudaklarındaki yarım gülümsemenin burukluğunu
kalbimin ortasında bir yerde, çok derinde hissettiğimde babamın göğsünde duran
elimi sıkıca kapatıp yumruk yaptım.
Pars ona bakışlarımda ne buldu, beni ne
kadar ve ne şekilde anladı bilmiyorum ama tek gözünü yavaşça kırptığında bunun
bir ‘her şey yolunda’ mesajı olduğunu kavrayabildim.
Mesajının geleceğe taşan doğruluğu
tartışılırdı. Yine de bu an için yeterince doğruyu yansıtıyor olduğunu bilerek
buna tutundum.
Başımı yukarı itip babamı çenesinden
öptükten sonra onun sıkıca bana sarılışının arasında Pars’a bakmayı
bırakamadım.
Omuzunda yattığım adamı az önce dört
harften ibaret bir sözcükle huzura kavuşturduğumu biliyordum, bundan çok da
memnundum hatta. Ancak aynı anda, bakışlarımın üstünde gezinmesiyle dahi ruhu
dinleniyor olan bir diğer adamın halini henüz fark edebilmiş değildim.
Fark ettikçe alışacak, alıştıkça
kopamayacaktım.
Kimseye ilaç olmayı bilmeyen, her yeri yara bere olmuş biriydim; aklımın ucunda daha önce bir adamın en etkili ilacı olacağım hiç yer etmemişti.
Yorumlar
Yorum Gönder