Düşten Farksız 31.Bölüm

 31.BÖLÜM



- 6 yıl önce, Ocak 2017, Yunanistan

Adamın oturduğu yerden, dizlerinde duran karısının başını çekmeden kalkmasının bir yolu yoktu. Uykusunun hafif olmayışına güvenerek, hareketlerini olabildiğince yavaş ve az sarsıntılı tutup karısını dizlerinden kaldırmak için ellerini kadının başının altına doğru uzattı.

Dizlerindeki başı, uyuyan bedeni uyandırmadan koltuktaki yastığa bırakmayı başardığında birkaç dakikasından olmuştu çoktan. Koltuktan kalkmadan önce izledikleri filmin devam ediyor oluşunun yarattığı sesi kesmek için kumandaya uzanıp televizyonu kapattı. Filmde yükselecek herhangi bir sesin kadını uyandıracak olma ihtimalini göze alamazdı.

Ayağa kalktığında birkaç saniye koltukta uzanan kadına bakınarak bekledi. Düzenli nefeslerle, kıpırtısız şekilde uyuyan kadının uzun bir süre daha bu şekilde kalacağına artık kesin gözüyle bakmaya başladığında adımları salonun çıkışına, kapıya yönelmişti.

Salondan çıktığında, salonun kapısını tam olarak kapatmadı fakat ses çıkartmadan çekebileceği kadar çekti.

Derin bir nefes aldı. Yürümeye başladığında varacağı yeri düşünmek dudaklarında belirgin bir kıvrım yaratmıştı.

Evin içinde hayalet gibi attığı adımların sebebinin dışarıdan bakan biri için nasıl garip görüneceğini düşünmüyordu. Sessizliğinin karısının uykusunun bölünmesine kıyamayışından değil, o uyanırsa gidemeyeceği yere olan bağımlılığından olduğunu kendisinden başka kimsenin bildiği yoktu.

Hastalıklı bir zihnin, o zihnin elinde tutamadığı insanlık dışı güdülerin esiriydi Nikolos Matris.

Kendisini birkaç adımda salonun uzak çaprazında kalan kapalı kapının önünde bulduğu anda onu tutan en ufak bir şey yoktu. İçinde ona durmasını, yapmamasını ya da yaptığının doğru olmadığını savunan bir fısıltı bile bulunmuyordu.

Tıpkı evin içindeki adımları gibi, kapıyı açışı da ölüm sessizliğindeydi.

Gece lambasının ışığının belli belirsiz vurduğu beden, bundan beş ay sonra on üç yaşına basacaktı.

Uyumadan önce zifiri karanlıkta olmaya henüz alışamadığından başucundaki gece lambasının cılız ışığında, en az annesi kadar derin bir uykuda soluklanan Despina bedeninin bir kısmını yorganının altına saklamış olsa da odasının sıcaklığı dışarıya oranla arttığından üstündeki ince pijamalarıylaydı.

Odasının her zaman sıcak oluşu, kış kendini göstermeye başladığı andan itibaren Nikolos’un asla kapattırmadığı kaloriferlerdendi. Özellikle onun odasının asla soğuk olmasına izin vermiyordu. Despina bunun rahatlığıyla evde olabildiğince ince ve çoğu zaman kısa giysilerle dolanıyordu. Nikolos’un amacının yine iyi olan değil, canavarca olan olduğunu ise öğrenmesine biraz daha zaman gerekiyordu.

Nikolos odaya girdiğinde, alışkın olduğu şekilde, kapıyı yarı örtmüş ve küçük adımlarla odanın içinde ilerleyip ortada duran yatağın kenarına doğru yaklaşmıştı.

Yatağın kenarında, Despina’nın ufak bedeniyle kaplayamadığı boşlukta kendine yer bulup otururken yatakta yarattığı sarsıntı kızı uyandıramayacak kadar azdı.

Dokunduğu her yeri yakan, kendisine ait korkunç izi dokunduğu yerlerde bırakan kalın parmakları uykusunun ortasında huzurla dinlenen kızın yüzüne uzandı. Yanağını parmağının tersiyle sıyırdığında hissettiği yumuşaklıkla dilini sertçe ısırdı. Dokunuşlarını sertleştirmemek için bunu yapmak, kendisini sıkmak zorundaydı. Parmakları yanağından başlayan yolun devamında hafif aralı bir biçimde duran dudaklarına uğradığında gözünü kırpmadan önündeki bedeni izliyordu.

Bu yaşanan an, ne ilk ne de sondu.

Nikolos’un neredeyse her gece uykularının şeytanı olup yanında belirdiğini Despina fark edene dek aradan geçen zaman kısa sayılamayacak kadar uzundu. Farkına vardığında ne olduğunu anlayamaması, iç sorgusunun uzun sürüşü ise bu kez başka bir sebeptendi. Bütün bunları yapan adamın öz babası olduğunu zannediyordu. Bir babanın dokunuşunda böylesi kötülük aramak mantığına da kalbine de sığmamıştı.

Despina’nın kilitli kapılar ardında uyumaya başlayışı, bir tesadüf eseri annesinin ve Nikolos’un kan gruplarını belirttiği rutin bir kontrol sırasında öğrendiği terslikten sonraydı.

Bu ikilinin kendisinin kan grubuna ait bir çocuğa sahip olmasının imkânsız olduğunu öğrendiğinde büyük bir şokla baş başa kalmıştı. On altı yaşının ortasında, sekiz yaşından beri babasının döndüğünü bilerek geçirdiği yılların yalan olduğunu öğrenmişti.

Helen söylediği yalanın yıllar sonra yakasına yapışmasıyla ve bunun oldukça ani gelişmesiyle donarak bir süre kalakalmıştı. Devamında yapması gereken, basitti. Kızına öz babasının kim olduğunu ve çocukken üzülmesin diye ona bu yalanı söylediklerini anlatacaktı.

Öyle de yaptı.

Tabii küçük bir eklentiyle… Nikolos’tan çıkan, Helen’in altında herhangi bir art niyet aramadığı yeni bir yalan Despina’nın on altısında doğmuştu bu kez. Sekiz yıl önce bir başka adamı öz babası sanarak sırtlandığı yalan, şimdi biraz daha ağır hale bürünmüştü.

İki yıl boyunca, Helen ölümün ağına kurtulamayacak kadar kötü takılmışken ağzını gerçeklere açana dek Despina’nın zihninde büyüyecek yeni yalan öncekinden çok daha kötü olduğundan değil, bu kez umut vermek yerine umutların hepsini söndürdüğünden korkunçtu.

‘Baban hayatta değil’ demişti Nikolos’tan aldığı bu aklın aslında nasıl çürük olduğunu anlayamayan Helen, kızına.

Bir kız çocuğu babasından ne kadar çok yara alabilirse, o kadar çok yara almıştı Despina. Hepsi birden belki bir başkasının taşıyamayacağı kadar ağırlaşsa da ömrünün en tasasız geçirmesi gereken yıllarını bu yükle geçirmişti hep.

Öz babasının aslında ona küçücük bir yara bile açmayacağından hatta gelecek her yarayı canı pahasına engelleyeceğinden on dokuz yıl boyunca habersiz kalmıştı.

 

~

 

Uykudan uyanmanın birden fazla yolu vardı. Hatta belki binden fazla… Bu yolların yarısı tatlı hislerle sıkıca sarılmanıza neden olurdu; belki küçük bir öpücükten ya da kulağa dolan tatlı bir ezgiden kaynaklanırlardı. Kalan yarısı ise uyandığınıza pişman olacağınız sarsıntılar yaratırdı; belki rahatsız edici bir alarm sesi ya da kapalı gözlerinize zorla sızmaya çalışan güneş ışıkları…

Beni uykudan uyandıranlar listesinde bulunduramadığım, çünkü daha önce hiç yaşamadığım bir şekilde önce bilincim ve bunun aniliği sebebiyle direkt olarak gözlerim açıldığında ilk birkaç saniyeyi algılarım tamamen kör bir halde yaşamıştım.

Gözlerimi aralamama sebep olan, uyuduğum yerin sertçe sarsılması ve dolayısıyla bu yerin yatağım olmadığını fark edişimdi.

Bulunduğum yerde gözlerimi açar açmaz ilk gördüğüm şey arabanın üst kısmı olduğunda parçaları birleştirmeye çalıştım. Ön koltukta olmama rağmen uzanır bir haldeydim, bunun nedeni de koltuğun neredeyse tamamen geriye yatırılmış olmasıydı.

Beni uyandıran sarsıntının aynısı bir kez daha yaşandı. Bu sefer kaynağını çözmem zor olmamıştı. Araba hızlanıp sürekli şerit değiştirdikçe böyle bir sarsıntı yaşanıyordu.

Gözlerimi kapatmadan önceki son anı hatırlamak için kendimi biraz zorladığımda, aynı anda başımı da sürücü koltuğuna çevirdiğim için algımın yerine gelmesi çok uzun sürmedi.

Uzun bir süre Pars’ın omuzunda ağladığım, ağlayışımın yorgunluğuyla da gittikçe uykuya doğru çekildiğim anlar gözümün önüne gelirken beni sıkıca saran emniyet kemerinin izin verdiği ölçüde bedenimi doğrulttum.

Hareketliliğimle aynı anda dudaklarımı da aralayıp adını mırıldanmıştım. Beni uyandırmadan arabaya bindirmiş ancak uyanmamı umursamadan bu hızla araba kullanıyor olması aklımı karıştırmıştı.

Bakışları çok kısa, hatta üstümde durduğunu bile söyleyemeyeceğim kadar kısa süre bana doğru döndü. Ağzının içinde kalan, bana ulaşamayan homurdanmasının ne içerdiğini bilmiyordum.

“Ne oluyor?” diye sordum. “Bir yere mi yetişiyoruz neden-…”

Cümlemin devamı gelemeden, söyleyeceklerimi tamamlamak için kullanacağım aklımı yerinden oynatan bir şey oldu.

Araba, benim olduğum taraftan bir başka arabanın darbesiyle birlikte sola doğru kaydı.

Tiz bir ses çıkarttım. Avucumu kapıya uzatıp tutunabileceğim bir yer aradım.

“Amacın ne orospu çocuğu?” diyerek hırlar gibi sesi yükselen Pars’ı duysam da duyduğumu algılayamıyordum. Pars kontrolü sağlayamasaydı şu anda araba kesinlikle düzgün bir biçimde yol almaya devam ediyor olmazdı.

“Ne oluyor?” diye yineledim soruyu bu kez resmen bağırarak.

Bakışlarım sağımdaki cama, arabanın bize resmen çarptığı tarafa doğru çevrildi. Az önce dibimize kadar girmiş olan arabanın şimdi biraz geride kaldığını görmüştüm.

“Bilmiyorum!” derken Pars’ın gerginliği ellerimle tutabileceğim kadar büyümüş ve içeriyi kaplamıştı. Gerginliğinin bana da yansıyacak olduğunu son anda fark etmiş olacak ki hızla devam etti. “Korkma,” dedi hemen. “Birazdan anayola geçmiş olacağız, araçlar artacak.”

Pars’ın bizi götürdüğü deniz kenarından fazla uzakta olmadığımızı etraftaki araç azlığından anlayabiliyordum. Arabaya bindikten sonra çok uzun süre geçmiş olamazdı.

“Kaza mı yaptırmaya çalışıyor bize?” diye sorarken henüz apar topar uyandığım uykudan yeni yeni kendime geliyordum.

Pars sessiz kaldı. Sürekli aynaları kontrol ederek, bakışlarını dikkatle yola odaklayarak araba kullanmaya devam ediyordu.

“Durdurmaya çalışıyor,” dedi bir dakika bile geçmeden. “Kaza yapmamı isteseydi çoktan sebep olurdu, sıkıştırıp durdurmaya çalışıyor arabayı.”

Kaşlarım çatılırken başım ağrımaya başlamıştı. Bakışlarımı daha düzgün bir biçimde camdan dışarıya, arabanın olduğu yere doğru çevirdim. Arabanın az önceye göre daha yakınımızda oluşu bu kez şansımaydı. Ya da şanssızlığıma…

Sürücü koltuğundaki bedeni tanımıyordum, kim olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Ancak onun hemen yanında oturan yüzü ezbere biliyordum.

Midem kasılıp karnıma bir sancı girmiş gibi öne doğru kıvranmama sebep oldu.

“Pars,” dedim panikle. Başka bir soru soracağımı sanarak dikkatini dağıtmak yerine beni duymazdan geldiğinde bu kez bağırdım. “Pars!”

Sesime yansıyan korkunun az önceki kıl payı gerçekleşmeyen kazaya olan korkumdan birkaç kat artmış olması koyu mavilerini bir iki saniyeliğine yüzümde ağırladı.

“Tanıyorum,” dedim kalbim ağzıma doğru tırmanıp orada hızla atıyorken. “Arabadaki adamı tanıyorum.”

Bulunduğumuz araç sarsıldı ancak bu kez diğer arabanın sebep olduğu bir sarsıntı değildi bu. Pars’ın benden gelen cümleden sonra direksiyonu bir anlığına gevşetmesiyle yaşanmıştı.

“Ne?” dedi sadece.

Aynı anda birden fazla ve birbirinden kötü senaryolar üretmeye başlamış olan zihnimde tüm bunlardan kaçış yolu ararken yolumu kaybetmiştim. “Lütfen,” dedim fısıltıdan fazlasını çıkartamadığım sesimle yalvarırcasına. “Lütfen durma, ne olursa olsun durma.”

 

~

 

Depodan, Pars ve Despina gözden kaybolduktan hemen sonra, Özgür ve Mayıs da ayrılmışlardı. Özgür Mayıs’ın dünden kalan düşünceli haline ve sessizliğine kıyamadığından, sevgilisini bu halde bırakmaya asla içi elvermeyeceğinden bir saatten fazlasını onunla birlikte evlerinde geçirmişti. Mayıs sessizliği seçerek sadece ona sığınmakla yetinince de uyum sağlamıştı.

Mayıs erkenden uyuyacağını çoktan belli edip kendini kapatmaya başladığında ise daha fazla yorulmasını istemediğinden Özgür’ü bir şekilde ikna edip evine yollamıştı. Özgür bin bir ısrarla da olsa eve geçmek için sonunda hareketlenmiş, çok geçmeden de eve varmıştı.

Eve girişinden sonra çok da uzun bir zaman geçmeden kapıdan anahtar sesi gelmiş, Timur da eve girmişti.

Salonda gözleri kapalı yarı uzanır halde olan Özgür’ü gördüğünde kaşları havalanmıştı. “Ne oldu, sabah barışmadınız mı siz? Odaları ayırmışsınız şimdi de.”

Timur’un, Despina odasında sanarak söylediklerinden hemen sonra Özgür gözlerini aralayıp doğrulmuştu.

“Kızın eve girmek nedir bilmiyor abi!” diyerek abartılı oyunculuğuna giriştiğinde Timur kaşlarını derince çattı. “O ne demek öyle? Birlikte değil miydiniz siz?”

“Başkalarını bana tercih etti, gelmedi eve.”

Timur, Özgür konuştukça sabrının zorlandığını hissettiğinden içinden bolca sabır diledi. “Oğlum sen benim sınavım mısın?”

“Öyle miyim?”

Özgür, yanına çoktan yaklaşmış olan Timur’dan ensesine sert bir darbe aldı. “Tek kalmaması gerektiğini bilmiyor musun?”

“Tek değil,” dedi Özgür somurtarak. “Pars’la.”

Timur tepesine tırmanmış olan sinirlerinin istemeden de olsa bir nebze azaldığını hissetti. Az önce kızının güvende olmadığını düşündüğünden delirmişti, şimdi ise böyle bir güvenlik sorunu yoktu. Ancak deliliği tamamen de kaybolmuş değildi. Ne demek Pars’laydı?

“Niye?” diye sordu Timur. Özgür omuz silkti. “Çünkü kızın bakışlarıyla insanı suya götürüp susuz getirebiliyor, içli içli bakıp durmamasını söyle bi’ ara.”

Timur iyice kafası karışmış halde ona bakıyorken, bu andan biraz sonra birlikte balkona çıkmış ve konuşmayı orada devam ettiriyorlardı. Timur, Despina evdeyken içmemeye gayret ettiği sigaraları peş peşe yakıp söndürürken Özgür de susmadan Pars ve Despina hakkında fikir sunmakla meşguldü.

Susmamasına ve her şeyi abartmasına rağmen Timur’dan beklediği gibi bir tepki alamamak Özgür’ü bayağı şaşırtmıştı. “Sen duyuyor musun beni abi?”

“Duyuyorum koçum, seni duymamak mümkün mü bu konuşma sıklığınla?”

Özgür ters ters baktı yanındaki sandalyede oturan adama. “O zaman neden kalkıp kıskançlıkla masayı falan devirmiyorsun? Ne bu sakinliğin?”

“Kör değilim, Özgür. Sen söylemeden önce hiçbir şey fark etmemiş olabilir miyim sence?”

“Farkındasın ve halin bu mu yani?” Özgür hayatının en büyük şoklarından birini şu an yaşıyor olabilirdi.

“Bunu iki göz süzmeye baş başa kalmalarına müsaade eden sen mi soruyorsun?”

Özgür kendi silahıyla vurulmayı beklemediğinden bir an duraksamak zorunda kaldı. “Despina üzülse miydi?” diyerek birkaç saniye sonra kendini hızla savunmaya giriştiğinde karşısındaki adamdan ‘kimi kandırıyorsun’ içerikli bakışlar kazanmıştı.

“İçin rahat etmeseydi ağlasa da sızlansa da izin vermezdin, başka şekilde gönlünü alırdın ama kızım şu an evde olurdu Özgür.”

Özgür uzun bir nefes bıraktı burnundan. Aynı anda da oflamıştı. Timur istediği farkındalığı ona kazandırdığını anlayınca sessizce geriye yaslandı. Yeni bir sigara yakmak yerine gözlerini gökyüzüne doğru çevirip bakışlarını kıstı.

“Kıskanmıyor musun yani şimdi sen?”

Timur gelen soruya cevabını vermeden önce omuzunun üzerinden Özgür’e baktı. “Daha önce böyle bir kıskançlık hissetmemiştim, damarlarım çatlayacak gibi geliyor.”

Özgür yarım ağız sırıttı. Aradığı Timur Akdoğan buydu işte. Ancak onun sevinci uzayamadan Timur devam etti. “Ama kızım eliyle koymuş gibi sesimi çıkartmaya içimin elvermediği bir herifin peşinden sürüklenmeye başladı. Pars dışında, iyilik meleği bir çapsızı da bulsa asla rahat durmazdım. O gitti ve Pars’ı buldu.”

Timur birazdan çocuk gibi huysuzlanmaya başlayacak halde söylenirken Özgür dikkatle onu dinliyordu.

“Yıllar önce bir kadını çok üzdüğü için kendini cezalandıran, kimseye yaklaşmayan adamı nasıl çekip çıkarttı koca İstanbul’dan ben anlayamıyorum.”

Timur’un söyleyecekleri bitmiş, ancak zihnindeki sesler susmamıştı.

“Utanmasan Mayıs’a dönüşüp aralarını yapmak için çabalamaya başlayacaksın abi. Gerçekten bitmişiz ya.”

Özgür, sevgilisinin yanına eklenen çok daha güçlü bir isim daha bulunca kendisini cephede hepten yalnız hissetmeye başlamıştı. Fevri yönünü dinlediğinden böyle hissediyordu gerçi, içinden bir sesin çoktan sevgilisini ve karşısındaki adamı haklı bulmaya başladığından haberi yoktu.

Balkonda artık sessizliği paylaşmaya başlayan ikilinin bu anı yaklaşık on beş dakika kadar sonra Timur’un telefonu çalmaya başladığında bölündü. Cebindeki telefonunu çıkartıp eline aldığında ekranda gördüğü isim Timur’un hafifçe gülümsemesine yol açtı.

“Efendim bebeğim,” diyerek telefonu kulağına yasladı hemen.

Karşı taraftan kızının tatlı sesini, muhtemelen ‘bebeğim’ dediği için hevesle cıvıldayışını duymayı umuyordu. Ancak değil umduğunu bulmak, kâbustan farksız bir biçimde soluk soluğa olan sesi duymak zorunda kalmıştı.

“Ahu!” diye seslendi yerinde doğrulurken. Onun gerilmiş hali Özgür’ün kaşları çatık bir biçimde her an ayağa kalkacak bir duruma gelmesine neden olmuştu.

Telefonun ucundan hışırtılar duyuldu. Bu seslerin ardından Timur kulağına çalınan sözcüğü, üçüncü kez duyuyordu aynı kişiden. İlk iki seferin bilinçsizce, sonrasında hatırında kalmayacak anlarda gerçekleşmesinin üzerine üçüncü seferin de bambaşka bir açıdan korkunç halde gerçekleşmesi nasıl bir tesadüftü?

“Baba!” diyerek iki hecede, sesi titrerken konuşan kızını duymak Timur’da aynı anda çok fazla yere dokunmuştu.

“Babam, nefes al yavrum. Ne oldu? İyi misin sen?” Olabildiğince sesine yansıtmamaya çalıştığı gerginliği eşliğinde sorular sormuş, cevaplar bekliyordu.

“Baba, ben… Pars…”

Asla birleşmeyen sözcükleriyle nefes nefese bir şeyler anlatmaya çabalayan Despina, karşı tarafa hiçbir şey aktaramadığının farkında değildi.

“Pars’a ver telefonu,” dedi Timur. “Yanında mı? Ver telefonu hadi.”

“Değil,” demesiyle Despina’nın boğuluyormuş gibi ağlamaya başlaması aynı anda gerçekleşti.

Timur gözlerini bir an için sıkıca kapattı. “Nerede?”

Despina düzgün nefesler alıp konuşmak için güç toplamaya zorladı kendini. Kısık sesiyle de olsa konuşmayı başardığında dudaklarından sadece iki kelime dökülebilmişti.

“Nikolos’un yanında.”

 

~

 

Boğuk çığlıklar atıyor, nasıl kollarından kaçabileceğimi bilmediğim krizin içinde sıkışıp kaldığımın farkında olmama rağmen asla kendimi durduramıyordum.

Bir avucumla tutunduğum ensesine kendime göre sıkıca sarılmıştım. Ancak parmaklarımda olmayan güçle ona aslında belli belirsiz tutunuyor olduğumu anlayamıyordum.

Saçlarımda, yüzümün rastgele her yerinde baskılar hissediyor; bu baskıların kollarında olduğum adamın beni iyileştirmeye çalıştığı öpücükleri olduğunu algılıyordum.

Nefes alamadığımı fark ettiğinde beni hızla kucaklayıp, uzaklaşamadığımız denizin kıyısına doğru taşımış ve ferahlayacağımı düşünmüştü. İkimizin de dizleri yerdeki taşlara yaslı halde, oturduğumuz yerde kalakalmışken benim bir elim ensesine sarılı diğeri ise kalbim parçalanıyormuş gibi hissettiğimden göğsüme bastırılmıştı.

Yanaklarıma kapattığı avuçlarıyla yüzümün tamamını kapatabilecek kadar beni örtmüştü. Dakikalardır durmadan yanağımı ıslatan yaşlar artık yoktu ama yanağımdaki nemin üstünde duran avuçlarının ıslandığından emindim.

“Gitti,” dediğini duydum. Bu, bana ulaşabilen ilk sözcüğüydü. Oysa dudaklarının kıpırtısına bakılırsa bundan önce de bir şeyler söylüyor olmalıydı.

“Gitti, güzelim. Sadece ben varım yanında. Nefes al.”

Boğazım sızlıyordu. Ağlayışlarım, susmayan çığlıklarım boğazımı öylesine yormuştu ki fısıldayacak kadar bile gücüm kalmamıştı.

“Geçti,” dedi sonra. Bu bir yalandı, hiçbir şey geçmiyordu. “Bak bana, deniz gözlerini bana göster hadi. Güvendesin.”

Son yarım saati öylesine ağır bir kıyametin eşiğinde yaşamıştım ki kendime gelebileceksem de bunun geçen yarım saatin kat kat fazlasını gerektireceğini hissediyordum.

Ona arkamızdaki arabada var olan kişiyi tanıdığımı söylediğim andan sonra her şey birbirine karışmıştı. Ben durmaması için yalvarmıştım, ancak söylediklerimin Pars’ı anlık da olsa dikkatten yoksun bırakması arkadaki araba için fırsat doğurmuştu.

Boş yolda aniden durmak zorunda kaldığımızda Pars’ın saniyeler içinde yaptığı ilk hamle arabadan hızla inmek ve beni arabada kilitli bırakmaktı. Arabada beklerse yanımıza geleceklerini düşündüğünden yaptığını anlamıştım ancak onun bu hareketiyle dünyam tersine dönmüştü.

Birden bire zarar görecek olma korkusunu kendim dışında, tamamen Pars için hissetmeye başladığımda aklımı yitirir hale gelmiştim. Telefonuma sarıldığımı, babamı aradığımı biliyordum ama ona ne söylediğimi bile hatırlamıyordum.

Pars’ın arabadan inişi, bizimle birlikte durmuş olan arabaya yaklaşması peş peşeydi. Gözlerimle takip ediyor olduğum anın devamında ne yaşandığını görememiştim. Aradan geçen zamanın saniyelerle mi dakikalarla mı ölçüleceğini dahi anlayamamıştım. Tek yaptığım deli gibi ağlamaktı.

Arabadaki canavardan öylesine korkuyor ona olan korkumu yıllardır öylesine besliyor ve büyütüyordum ki Pars’ın gücünün akıl almazlığı, Nikolos’un gücünün aslında ona yetemeyeceği gibi ortada olan detaylar benim için görünmez hale bürünmüştü. Pars’ın arabaya dönüp kapımı açtığı anda asla rahatlayamayışım da bundandı.

Aklım bir türlü böyle zararsız bir biçimde Nikolos’un kaçıp gittiğini, Pars’ın da benim de hiç canımızın yanmadığnıı ve benim Nikolos tarafından götürülmediğini tam olarak almıyordu.

Dizlerimi acıtıyor olan sahildeki taşları umursamadan yükümü oraya vererek titreyen bedenimi zapt etmeye çalıştım. Ancak güçsüzce öne doğru düşecek gibi olmuştum.

Pars yanaklarımdaki ellerini indirip, birini sırtıma yaslayarak beni kendisine doğru çekti. Göğsüm ona çarpıp yüzüm omuzuna denk geldiğinde kokusunu soludum. Bunun için özel bir çaba harcamama da gerek yoktu aslında, aldığım her nefes onun kokusunu ciğerlerime taşıyordu.

“Konuş benimle, Ahu. Sesini duyayım, hıçkırıklarını ve çığlıklarını değil seni duyayım artık.”

İç çektim. Yanağımı omuzuna yaslamış, gözlerimi boynuna dikmişken sarhoş gibiydim.

Aradan çok zaman geçmeden ikinci kez aynı pozisyondaydık ve tek fark kucağında olmayışımdı. Deniz kenarında onun kollarında ağlamayı aynı gece içinde bir kez daha tekrarlıyordum.

“Pars,” dediğimde sesim günlerdir hastaymışım gibi pürüzlüydü. Buna rağmen mırıltım ona ulaşır ulaşmaz derin bir nefes aldı. Aldığı nefesi hem duymuş hem de şişen göğsünü göğsümde hissetmiştim.

“Buradayım, minik tanrıça. Yanındayım her şey yolunda, benimleyken güvendesin.”

Onunlayken güvende hissediyordum. Yani bu geceden öncesinde zaten böyleydi hislerim. Şimdi kastettiği ise başkaydı. Somut olarak korkumun ne olduğunu gözleriyle görmüştü, korkumun karşısına geçmiş ve onu püskürtüp benden uzağa itmişti.

“Güvendeyim,” diye tekrarladım. Gözlerim acımaya başladığı için kısık tutmak zorunda kalmıştım. Tekrarladığım sözcük bana bir kişiyi çağrıştırınca dudaklarımı ıslattım düzgünce konuşabilmek için. “Babam…”

“Babana mı gitmek istiyorsun?” diye sordu. Çenesiyle saçlarıma belli belirsiz bir şekilde baskı yapıyordu. Varlığını hissedebilmem ve asla unutmamam için beni çepeçevre sarmıştı. Asla şikâyetim yoktu.

“Babamı aramıştım,” dedim başımı kıpırdatıp yanağımı omuzuna sürterken. “Sen gidince…”

Pars bir küfür mırıldandı. “Delirmiştir, nerede olduğumuzu söyleyebildin mi?”

“Ne konuştuğumu hatırlamıyorum, arar mısın babamı? Telefonum arabada.”

Ona sıkıca tutunuyor, kollarının benden ayrılması ihtimaline karşı tüm gücümle savaşıyordum. Sanki kollarını benden ayırsa birden bire beni ondan alacaklarmış gibiydi.

Cebindeki telefona sırtıma sarılı olmayan koluyla uzandı. Telefonu çıkarttıktan sonra yaptıklarını göremedim ama kulağına yasladığı telefonu boynuna doğru yattığım için görebildim.

Kulağına yasladığı anda telefon açıldı. Karşıdan gelen yüksek ses hoparlörde olmamasına rağmen rahatlıkla bana da ulaşmıştı. Bu, yakınında olmama ya da etrafın sessizliğine değil babamın sesinin yüksekliğine bağlanabilirdi.

Ses gelse de ne söylediğini anlayamadım babamın. Pars’ın konumumuzu belirten bir şeyler söylediğini duydum sadece. İyi olduğumu birkaç kez tekrarlamıştı, babamın buna dair bir soruyu birden fazla sefer sorduğunu anlamıştım bu yüzden.

Telefonu kulağından çektiğinde kapatacağını düşündüm ancak yaptığı şey telefonu benim açıkta olan kulağıma doğru yaslamak oldu.

“Ahu’m, iyi misin bebeğim?”

Babamın sesini duyduğumda dudaklarım istemsizce büküldü. İyi değildim, ancak ona bu şekilde bir cevap vermemeliydim sanırım. Telefon konuşmamın içeriğini hatırlamıyordum ancak az önceki haline bakılırsa tek yaptığım babamı endişeden delirtmekti.

“Evet,” dedim yalan söyleyerek. Kolum yorgunlukla da olsa yanağıma doğru çıkıp parmaklarımın tenimi aşındıracağı bir fırsat yarattı. Pars’ın kulağımda telefonu tutan eline çarpmıştım bu sırada.

“Çıkıyorum, yanına geleceğim şimdi babam.”

Sen gelme, biz geliriz; mantıklı olan bu… Demek isterdim ancak bir kez daha arabaya binmek ve benzer bir anın yaşanabileceğini düşünmek beni tam olarak içinden kurtulamadığım krize geri sürüklemek üzereydi.

Baba,” diye mırıldandım. Bu -benim hafızama göre- bir ilkti. Bundan sonra geri dönmeyeceğim, artık kendimi geri tutmayacağım seslenişin başlangıcıydı.

“Babasının bebeği,” dedi beni nasıl sakinleştireceğini bilerek.

“Hemen gel,” dedim yarı açık gözlerimle. “Tamam mı?”

“Tamam,” dedi. “Tamam tabii.”

Yalan söylerken yanağıma yasladığım elimi indirirken yarı yolda durmuş, Pars’ın kulağımda telefon tutan bileğine doğru hareketlendirip ona sarmıştım. “Yalnız mı geleceksin?”

Söyleyeceklerimi kontrol edemiyordum. Aklıma ilk geleni söylemek zorundaymış gibi dilime engel olamıyordum.

“Abini de getireceğim, yavrum.”

Dudaklarımı hafifçe kıvırdım. “Tamam” dedim soruyu sormaktaki amacım zaten bu olduğundan. “Abimi de getir.”

Sesi hiç çıkmadığından karşı tarafta telefonun hoparlörde olduğundan asla haberim yoktu. Yani Özgür ben onu anar anmaz konuşana dek olmamıştı.

“Abin tek lokmada yiyip yutacak bir gün seni, yarım saat sürmeden oradayız güzelliğim. Arabaya bindik bile.”

“Bekliyorum ben sizi.”

Telefonun diğer ucundan bir iç çekiş geldi ancak hangisine ait olduğunu bulamamıştım.

Kulağıma garip bir ses geldi. Telefon bildirimi gibiydi. Sesi Pars da duymuştu.

“Şarjım bitiyor,” dedi yüksek sesle. Babamlara da duyurmuştu bunu. “Kapanırsa birazdan ondan dolayı, telaşlanmayın.”

“Kapanmadan telefonu Pars’a verir misin bebeğim?”

“Seninle konuşacakmış,” dedim kulağımdaki telefonu alması için Pars’a. Bekletmeden telefonu kendi kulağına doğru çekti.

Bir süre karşıyı dinledi. Yüzü gevşediğinde ben omuzunda yatıp yukarı diktiğim gözlerimle onu inceleme işiyle meşguldüm.

“Eyvallah abi,” dedi sakince.

Babamın ne dediğini, nasıl bir konuşmanın böyle bir tepki gerektirdiğini asla bilmiyordum. Tek yaptığım sessizce onu dinlemekti bu nedenle.

“Kapandı telefon,” diyerek Pars telefonu kulağından çekti. Cebine geri koyduğu telefonunun ardından telefonunu tutmaya ayırdığı kolunu da bana sardı tıpkı diğer kolu gibi.

Yüzümü refleksle boynundaki sıcaklığa doğru yaklaştırdım. Başını bana eğerek şakağıma yanağını yaslamış oldu. “İyisin,” diyerek kısık sesle konuştuğunda benimle değil kendisiyle konuşuyor gibiydi. Bunun farkındalığıyla sessiz kaldım.

Beş dakika, on dakika ya da belki daha fazlasını hiç kıpırdamadan olduğumuz yerde; denizin kıyısında, bedenlerimiz birbirine yaslıyken öylece durduk.

Babamların gelmesine ne kadar zaman kaldığını bilmiyordum. Bu sürenin bana ne denli yeteceğini de öyle… Ama dudaklarım o an aralanmayı seçmiş, dakikalardır susuyorken bir anda konuşmaya ve Pars’a bir şeyler anlatmaya karar vermiştim.

“Üvey babamdı,” dedim sesimi yüksek tutmaya gerek duymadan. Kulağının çok az altında, boyun çukurundaydım. Nefeslerimi bile net bir biçimde duyduğu ortadayken mırıldanışı duymaması olanaksızdı.

Sırtımdaki güçlü kolları kasıldı ve bedenimi daha sıkı sardı. Sormak isteyeceği türlü türlü sorular olabileceğini tahmin ediyordum. Kendi karşıma geçip hayatımı, başıma gelenleri izliyor olsaydım benim de soracak çok fazla sorum olurdu. Aslında bu haldeyken bile kendi hayatıma soracak sorularım yok değildi…

Onun soramadığı sorulara cevaplar veremezdim. Hatta belki sorsa dahi cevaplayamazdım birçoğunu.

Beni bu denli korkutan, olur olmadık bir yerde peşimizde beliren bir adamın üvey babam olduğunu söylemem onun için ne ifade ediyordu? Zihninde parçaları nasıl ve ne ölçüde birleştirebilmişti bilmiyordum.

Az önceki sessizliğimiz benim tahmin ettiğimden çok daha uzun sürmüştü ya da Özgür’ün bahsettiği yarım saati bulmayacak olan süre gerçekten yarım saatin yarısı kadardı. Çünkü benim solumda ve Pars’ın da sağında kalan üst yoldan sert bir fren sesi gelmiş ve devamında araba kapılarının açılıp kapandığını belli eden sesler duyulmuştu.

“Geldiler,” diyerek Pars başını kıpırdattığında yanağını yasladığı şakağımda sakallarının belirsiz çizdiği çizgileri hissettim.

Ona Nikolos’un kim olduğunu söylemek için gerçekten son anı tercih ettiğimi böylece anlayabildim. Yaklaşan adım sesleriyle bir dakikadan kısa bir süre sonra babamı ve abimi burada bulacağımı düşünülürse, eğer beş dakika daha susmuş olsaydım Pars’a hiçbir şey söyleyememiş olacaktım.

Pars’ın omuzu, kokusunun yoğun bir biçimde burnuma sızdığı boynunun bu denli yakınında oluşum kesinlikle rahattı. Öylesine rahattı ki, birazdan benzer bir kuytuya çekileceğimi bilmiyor olsaydım herhangi bir kuvvetle olduğum yerden ayrılmam mümkün değildi.

Benim hareketlenmemle Pars oldukça yavaş bir biçimde sırtımdaki kollarını gevşetti. Sanki bunu istemeyerek yaptığını haykırır gibi kollarını tembellikle, inanılmaz yavaş bir biçimde çekmişti benden.

Artık varlıklarını hissetmemeye başladığım çakıl taşlarına yaslı dizlerim ve alt bacaklarım hareket ettiğimde biraz sızladı. Bunu umursamadan Pars’tan tamamen kopan bedenimi geriye doğru çevirdim.

Çoktan aramızda birkaç adım kalacak kadar yakına gelmiş olan iki tanıdık yüzü gördüğümde omuzlarım gevşedi. Pars’la sakinleşmiştim, içine çekildiğim kriz halinde olduğum söylenemezdi ama şimdi üç ayrı yerden üç güçlü şekilde güvenle sarmalanmışken çok daha sakindim.

Onlar buraya gelmeden önce ayağa kalkmak istemiştim. Bunun için çabaladığımı Pars fark etti önce. Onun ayağa kalkışı hızlı ve aniydi. Kalktığı gibi eğilip beni belimden tek koluyla sarıp doğrulttuğunda dudaklarımdan bu anın beklenmezliğine tepki olarak bir nefes koptu.

Ayaklarım yere bastığında artık babam ve Özgür de yanımızdaydı. Babamın yüzümde endişeyle gezinen elalarını izlerken dengede durmak için alacağım desteği onda bulacağıma olan güvenimle kollarımı ona uzattım. Beni sıkıca göğsüne bastırdığında yüzümde beliren kocaman gülümseme ne babama ne de bizi izlediklerine emin olduğum iki adama görünür değildi, bana kadardı.

“Bebeğim,” diye soludu babam. Nefesi saçlarımın üzerinden sıyrılıp geçerken yüzümü ona daha fazla bastırdım.

“Babasının bebeği,” diye düzelttim. Yüzüm ona yaslı olduğundan sesim boğuk çıkmıştı. Göğsü titredi, gülmüştü.

“Babasının bebeği,” dedi beni kırmadan. “Çok korkuttun beni, Ahu’m.”

Ben de çok korktum baba, diyemedim o an. İstanbul’a ayak bastığımdan beri ikinci kez bu denli yakınımda beliren canavarımın beni kolumdan tutup ondan ayırabileceğine delice bir korkunun eşliğinde inanıyor olan aklım bulanıktı.

Bir hafta önce, yine bir arabanın içindeyken yolun karşısındaki bir başka arabada görmüştüm onu. O anın üzerinden geçen günler içimi soğutmuş değildi. Üstelik tüm bu zamanı da diken üstünde, her an bir yerden karşıma çıkacak diye düşünerek geçirmiştim.

Başımın arkasında, kokumu çeker gibi derin bir nefes alarak bırakılan ve kısa sayılamayacak bir öpücük hissettim. Bunun Özgür’den geldiğini görmesem de biliyordum. Gözlerimi kapattım, zaten babama yaslandığımda biraz kararmış olan görüşüm tamamen sonlanmış oldu.

Elbette uykuya dalmamıştım bu şekilde ayaktayken ama o kadar yorgun hissediyordum ki gözlerimi kapattığımda bir daha açacak kadar halim kalmamıştı.

Pars’ın babam ve Özgür’e, babamların da ona söyleyecekleri olduğunu biliyordum. Bu gece yaşananlar babamlarda, daha önce olanlar ise Pars’ta eksikti. Birbirlerini tamamlayabilirlerdi. Çünkü ben çoktan cevap veremeyecek kadar silik bir bilinçle kendimi olduğum yerden resmen silmiştim.

Bir çeşit kaçış yolu olsa gerekti ki bilincim bayılmışım gibi kendini kilitlemiş, o kilitli kapının ardında saklanıyordu.

Bedenimin kucaklandığını, ayaklarımın yerden kesildiğini hissettiğim an en son anımsadığım ve farkına varabildiğim andı.

Yeniden gözlerimi açtığımda kendimi yumuşacık bir yerde uzanır halde buldum.

Başım yastığa yaslı, ipince de olsa bir örtü üstüme örtülmüş şekilde yatıyordum. Gözlerimi araladığımda son uyanışımın beni karşıladığı kâbus senaryonun aksine bulunduğum yer tanıdık ve fazlasıyla güvenliydi.

“Günaydın çığırtkan,” diyen Özgür’ü çoktan görmüş olduğum için irkilmedim. Benim uzandığım yatakta, o da yanımdaydı ama sırtı başlığa yaslı şekilde oturuyor haldeydi.

Günaydın demesine rağmen günün henüz aymamış olduğunu içerideki loşluktan anlamıştım. Koridordan gelen ışık sayesinde içerisi biraz aydınlanmıştı ama pencereden güneşe dair hiçbir sızıntı yoktu.

“Gün aymamış,” diye mırıldandım. Sesim uykumun ve uykudan önceki boğazımı mahveden anların etkisiyle garip çıkıyordu. Yine de tepkimle Özgür’ü gülümsetmiş oldum.

“Henüz aymadı evet, bir iki saat oldu çünkü sen uyuyalı.”

“Ben uyuyunca eve mi geldik?” diye sordum. Yan dönüp tamamen bedenimi Özgür’e çevirmiştim. Başını sallayıp onaylayınca dudaklarımı büktüm öne doğru. “Babam…” diye fısıldadım. “O nerede?”

Yanımda Özgür’ün olması kötü değildi tabii ki, ama uykularımı babamla uyumaya alışkındım. Gözlerimi açtığımda onu görmeyi seviyordum.

“Pek seveceğin bir yerde değil,” dediğinde kaşlarımı çattım. Doğrulmak için yatağa tutunduğumda Özgür omuzuma dokunup bana engel oldu hemen. “Bi’ dur deli, dur. Sigara içiyor balkonda, onu diyorum.”

“O zaman öyle deseydin!” dedim sitemle.

“Beni nöbetçi olarak bıraktı buraya, uyanırsan diye… Harbiden uyandın, sensörlü müsün kız sen? Baban beş dakika gitti diye açtın koca gözlerini.”

Yalnız uyanmamış olmam için Özgür’ü burada bırakmış olmasına içim erirken dudaklarım kıvrıldı. “Aşık aşık sırıtma öyle, tipe bak ya…” Dalga geçiyor gibi konuşsa da aslında sesinde hissedilir bir şefkat vardı. Özgür’ün duygusallığını başka türlü belli edemediğini bildiğimden garipsemedim.

Bu arada aşık aşık demişken…

“Babam tek mi balkonda?” diye sordum gözlerimi Özgür’ün yüzüne dikmiş halde. Kaşları havalandı. Birkaç saniyenin sonunda kaşları normal hale dönmek yerine derince çatıldı. “Evet tek,” dedi. “Eraslan’ı tutup attı on altı kattan aşağıya az önce. Artık baban balkonda tek.”

Niye bu soruyu sorduğumu anlamış olduğu Eraslan diyerek Pars’ı anmasından belliydi.

“Yalan söylediğin çok belli oluyor,” dedim. “Babam Pars’ı nasıl kaldırıp balkondan atsın, çok ağır ki o.”

“Ya sabır,” diye düz bir şekilde konuştuktan sonra birden aynı sözcükleri yükselen sesiyle tekrarladı. “Ya sabır!”

Gözlerimi kırpıştırırken yavaşça yerimde doğruldum. Bu kez Özgür kendi derdine düştüğünden bana engel olmamıştı.

Pars’ın burada olup olmadığını doğru düzgün anlayamamıştım. Üstelik babamı görmem de fazlasıyla acilen gerekiyordu.

Yataktan kalktığımda üstümde hâlâ çiçekli elbisem vardı. Özgür’ün ters bakışları altında çıplak ayaklarımla yerde görünmez izler bıraka bıraka odamdan çıktım.

Salona doğru gidip balkon kapısına yanaştığımda saçımın başımın ne halde olduğu çok da umurumda değildi. Sadece babamı bulup ona sarılmaya odaklıydım.

Balkonun açık kapısının önüne vardığımda artık balkonu net bir biçimde görebiliyordum. Özgür’ün yalanları direkt ortaya çıkmıştı.

Babam balkonda tek değildi.

Bizi bu halde bırakmayacağını biliyordum ben zaten, abini dinleme beni dinle işte… Pars’ı kırk yıldır tanıyormuş gibi kendinden emin konuşan iç sesimi boş vererek adım seslerim sayesinde bakışları çoktan bana dönmüş olan ikiliye baktım.

Aynı anda ellerindeki sigaralar küllüğü boylamış, bitmemelerine rağmen söndürülmüşlerdi.

Pars daha kapıya yakın sandalyede oturuyorken, babam onun yanında ama benim durduğum noktadan daha uzaktaydı.

“Yavrum, neden uyandın sen hemen?” Babamın ayağa kalkıp bana gelecek gibi hareketlenerek sorduğu sorusu bitmeden eşikten geçip balkona çıktım. O bana gelmeden ben ona gidiyordum.

Pars’ın bacaklarını uzattığı, daralan kısımdan geçmem gerektiği için tenim eşofmanla sarılı da olsa bacaklarına sertçe sürtünmek zorunda kalmıştı. Onu aşıp babama ulaştığımda yerim çoktandır belliymiş gibi sağ dizine kalçamı yasladım.

Timur Akdoğan’a böyle bir çıkış yapabilecek kuvvette olmanın hevesiyle kaşlarımı çattım. “Sigara içme demedim mi ben sana?”

Babam dudaklarını birbirine bastırdı. Savunma yapmasına fırsat vermeden başımı iki yana salladım. “Çok ayıp, baba.”

Dizine oturduğumda belime doğru sardığı kolu taş kesildi. Gözlerini tek bir kez, ağır bir biçimde kapatıp açtı.

Bilinçsiz değildim, uyku arasında değildim, hıçkırıklarla ağladığım bir krizin ortasında değildim. Tam anlamıyla kendimdeydim. Ona tüm bu farkındalıkla ‘baba’ diye seslenmiştim.

“Ne?” diye mırıldandı.

Omuzlarımı düşürdüm. “Diyorum ki çok ayıp.”

“Ahu,” dedi yalvarır gibi. Gözlerimin içine öylesine derin bakıyordu ki bir an daha uzatasım gelmemişti durumu. Onu yeterince beklettiğimi, bizim zaten çoktandır zaman kaybetmekten başka bir şey yapmayan bir baba-kız olduğumuzu düşünerek dudaklarımı araladım.

“İyi ki seninleyim, baba.”

Kesik bir nefes aldığını duyumsadım. Saniyeler içinde beni bebeği gibi omuzuna yatırdı. Yanağıma bıraktığı kısa öpücüğü gözlerimi kısarak karşılamıştım.

“İyi ki, babasının bebeği.”

Bakışlarım bir an çok da fazla sayılamayacak mesafeyle ileride oturuyor olan koca bedeni buldu. Onun koyu mavileriyle çarpışan gözlerimi peş peşe kapatıp açtım.

Dudaklarındaki yarım gülümsemenin burukluğunu kalbimin ortasında bir yerde, çok derinde hissettiğimde babamın göğsünde duran elimi sıkıca kapatıp yumruk yaptım.

Pars ona bakışlarımda ne buldu, beni ne kadar ve ne şekilde anladı bilmiyorum ama tek gözünü yavaşça kırptığında bunun bir ‘her şey yolunda’ mesajı olduğunu kavrayabildim.

Mesajının geleceğe taşan doğruluğu tartışılırdı. Yine de bu an için yeterince doğruyu yansıtıyor olduğunu bilerek buna tutundum.

Başımı yukarı itip babamı çenesinden öptükten sonra onun sıkıca bana sarılışının arasında Pars’a bakmayı bırakamadım.

Omuzunda yattığım adamı az önce dört harften ibaret bir sözcükle huzura kavuşturduğumu biliyordum, bundan çok da memnundum hatta. Ancak aynı anda, bakışlarımın üstünde gezinmesiyle dahi ruhu dinleniyor olan bir diğer adamın halini henüz fark edebilmiş değildim.

Fark ettikçe alışacak, alıştıkça kopamayacaktım.

Kimseye ilaç olmayı bilmeyen, her yeri yara bere olmuş biriydim; aklımın ucunda daha önce bir adamın en etkili ilacı olacağım hiç yer etmemişti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm