Düşten Farksız 42.Bölüm
42.BÖLÜM
Olduğum yere -olup olabileceğim en rahat
yerlerden birine- yaslıyken bakışlarım tek bir yerde durmak yerine etrafımdaki
herkeste geziniyordu.
Yanağım babamın göğsünde, vücudum ona
ağırlığını bırakmış halde yarı oturur şekildeydim. Yaşanan Leyla ile Mecnun
patlamasının ardından verdiği tepkiyle beni yeterince hayranı değilmişim gibi
daha da beter bir duruma sokan Timur Akdoğan ona yapışmamdan gayet memnun
görünüyordu.
Dedemin arada ters ters süzdüğü Pars ise
bana bakarak kendini şarj etmeye çalışıyor, devamında yine çaresiz kalıp dedeme
dönüyor ve derisinden geçecek kadar keskin bakışların hedefi olmaktan
kaçamıyordu.
Halam ve amcam ise dedemin Pars ve bana
yetecek kadar kuvveti olduğundan kendilerini Özgür ve Mayıs ile oyalamayı
tercih etmişlerdi. Bugün Mayıs benim üstümdeki baskıyı sürekli yarıya indirme
görevi görüyordu ve onun adına üzgün olsam da kendi adıma çok sevinçliydim.
“Biraz daha sırtımı okşarsan uyuyabilirim
burada baba,” diyerek babamı uyardığımda elinin hareketini duraksatmadı bile.
Başını hafifçe eğip saçlarımın üstünü öptükten sonra beni kendine daha çok
çekti. “Uyu istiyorsan bebeğim, yorgun musun çok?”
Dudaklarımı büktüm. Göğsünden kalkmadan
yüzümü yukarı doğru kaldırıp ona bakmaya çalıştım. “Halam biraz fazla
seviyormuş alışveriş yapmayı,” dedim kısık sesle. “Ben de çok seviyorum ama…
Halam kadar değil.”
Babamın gülüşüyle birlikte bedenim hafifçe
sarsıldı. “Seni bile bıktırdı yani, öyle mi?”
“Kim bıktırmış?” diye soran dedemi duyunca
babamın benim kadar kısık sesli konuşmadığını anlayabildim. “Bu mu?”
‘Bu’ diyerek gösterdiği noktada oturduğu
tekli koltuğu hiç boşluk bırakmadan kaplayan Pars vardı. Evin koltuklarının
küçük olduğunu söyleyemezdim, küçük olan bir şey yoktu ancak ortada normalden
büyük olan bir şey olduğu kesindi.
“Yok,” dedim hemen. “O değil.”
Pars onu savunmaktaki hızıma ve telaşıma
muhtemelen benden başka kimsenin dikkat etmeyeceği boyutta bir gülümsemeyle
tepki verdi. Dudaklarındaki kıvrıma çok fazla odaklanmadan dedeme baktım
tekrar.
“Halamdan bahsediyordu babam.”
Halam hızla elini ağzına kapattı. Dedemden
sonra onlar da susup bizi dinlemeye başlamışlardı galiba.
“Sevgilini koruyacaksın diye beni sattın
mı sen öylece?”
Aklım karışmış halde omuzlarımı düşürdüm.
“Sattım mı?” dedim gözlerimi birkaç kişide gezdirip. “Nasıl sattım?”
Özgür benim anlama engelime ilk tepkiyi
vererek sırıttı. “Sistemi hata veriyor böyle arada.”
Kaşlarım çatık halde ona baktım. “Ben en
azından arada hata veriyorum, sen hep hatalı geziyorsun.”
Düşünmeye bile zaman ayırmadan çevirdiğim
laf kısa bir sessizlik yarattı. Ardından aynı anda Özgür ve ben dışında
kalanlardan gülüşler yükseldi.
Özgür sevgilisine dönüp ‘sen de mi’
içerikli bakışlar atarken ben de ‘aferin’ almak için kendi sevgilime baktım.
Pars’ın ifadesindeki keyifli parlamayı görebiliyordum.
“Kız halaya benzer diyenler direkt olarak
sizden bahsediyor olabilir miydi acaba?” Amcam hayretle önce bana sonra halama
baktı. “Bu deli bana yıllarca ne çektirdiyse Despina aynısını Özgür’e uyguluyor
gibi geldi şu an.”
“Deli değilim ben.”
Bu kısa cümle az öncekinden çok daha büyük
bir kahkaha sesine sebep oldu çünkü halam ve benden aynı anda aynı itiraz
yükselmişti. Yanlışlıkla amcamı haklı çıkarttığımız için ofladım.
“Değilim baba, değil mi?” Çoktan göğsünden
kalkmış olsam da oldukça yakınımda olan babamın omuzunu parmağımla ittirip
sorduğumda babam başını iki yana salladı. “Değilsin yavrum, Emre’yi dinleme
sen.”
“Evet,” dedim yeterince ikna olmuş gibi.
“Emre’yi dinlemeyeyim.”
“Emre kim kız? Amcanım ben amcan.” Amcam
homurdanırken ona küskünlükle baktım.
“Baba sen dahil olma aman, abim kızını
korusun falan sen öyle kenarda otur. Kızım üzülmüş deme hiç tamam mı?”
Halam dedeme doğru bakıp dertli dertli
başını oynattığında dedemde en ufak bir kıpırtı olmadı. Bu hareketsizliğine
gülmemek için yanaklarımı havayla doldurdum. “Baba,” dedim babamı yine dürtüp.
“Halam da deli değil, değil mi?”
Halam hevesle bize döndü. Babam ise önce
ona bakıp sonra yeniden bana dönmüştü. “Ondan emin değilim tam, biraz
düşüneceğim.”
Bu kez gülüşümü kontrol edememiş, sesli
bir şekilde gülmeye başlamıştım. Halamın suratında beliren ifade, tepkisiz
görünen dedemin bile babamın söyledikleriyle keyiflenmesi… Şartlar oldukça
zorlayıcıydı.
Halamın babasına ve abisine olan isyanı
devam ederken onun duraksamasına yol açan, salonun kapısındaki hareketlilik
oldu.
Evin kapısının açıldığını, kapıdan buraya
dek gelen adım seslerini dahi gizleyen uğultumuz son ana dek içeriye girecek
olan bedenden habersiz kalmamıza yol açmıştı.
Salonun girişinde, içeri girmesine bir
adım kalan gördüğüm kişiyle birlikte aynı anda birden fazla bıçak bedenime
saplanmış gibi kasıldım. Gördüğüm anda beni yaşanamayan tüm her şeyi
hatırlamaya iten, bu salonda beni hayatında isteyen bir dolu insan olmasına
rağmen istenmiyormuşum gibi hissettiren bakışları ve varlığıyla hemen biraz uzağımdaydı.
Canan Akdoğan gelmişti.
Evine gelmesi anormal değildi. Ancak benim
burada saatlerce kalıp onun geleceği gerçeğini unutmamam gerekirdi. Yemekten
sonra evime dönmeliydim. Bir süredir huzursuzluğun uğramadığı hayatımda bu
akşamı koca bir huzursuzlukla kapatmak istemiyordum.
“İyi akşamlar,” dedi içeriye attığı ilk
adımla birlikte. “Mirza misafirlerimiz olduğunu söyleyince olabildiğince hızlı
geldim. Hiç haber vermiyorsunuz bana.”
Son kelimelerinde çoğul konuşsa da
bakışları halamın üzerindeydi. Haber vermesini beklediği kişi oydu anlaşılan.
Halam ise benim buraya gelmeme zaten ‘annem yok’ diyerek yol yapmıştı. Tutup
onu çağırması garip kaçardı.
“Haber vermelerine gerek mi var Canan,
misafir yok aralarında.”
Dedemin sesini duyduğumda bakışlarımı ona
çevirmedim. Öyle çok belirgin şekilde değildi ama istemsizce bakışlarım
Canan’ın üzerindeydi halen. Bu yüzden dudaklarını aralamadan önce beni bulan
bakışlarını kaçırmamıştım. Üç çocuğuna da hediye ettiği elaları, ne babamda ne
de ikizlerde onda olduğu kadar yakıcı parıldamıyordu.
“Doğru,” dedi gözleri yüzümde dururken.
“Misafir yok burada.”
Laf mı sokuyordu? Rahatsızlık vermek mi
istiyordu?
Dilediğini yapabilirdi.
İlk tepki önceliğini ona vermiştim. Bir
gram olsun pişman olup olmadığına son kez bakabilmek için kendimi tutmuştum.
Cevap açıkça ortadaydı.
“Olsa pek mutlu olmazdınız herhalde,”
dedim bir anda. Konuşmamı kimsenin beklediğini sanmıyordum ama umursamadım.
“Gitmesi için her yolu denerdiniz değil mi?”
Babama bakmadım. Bakışlarında durmamı ya
da susmamı isteyen bir şeyler görmekten korktum ve kaçtım. Annesine nasıl
yaklaşmam gerektiğine o karar veremezdi. Kendisi dilediğini yapabilirdi ama ben
kendi tavrımı kendim belirlerdim.
“Anlayamadım,” dedi Canan sakince. Dedemin
yanındaki boşluğa geçip oturduğu sırada bakışları benden pek kopmamıştı.
Anladığından adım kadar emindim oysa.
“Anlatayım mı?” dedim omuz silkerek.
“Anlatırım Canan Hanım, hiç susmadan anlatırım ama anlattığıma pişman
olursunuz.”
Halam annesinin bana olan tavrını açık
olarak biliyordu ancak geçmişten haberi yoktu. Amcam ve dedem ise ne Canan’ın
beni istemediğinden ne de annemle yaşananlardan haberdarlardı.
“Timur,” dediğinde elalarını babama
çevirmişti. İnat ettim ve babama bakmadım ben yine. “Kızın biraz gergin
herhalde, müdahale edecek misin?”
Güldüm. Sesim salondaki herkesi tedirgin
edecek şekilde, çok içten güldüm.
“Tanıdığım en yüzsüz insansınız Canan
Hanım,” dedim ‘hanım’ kısmını alayla seslendirerek.
Yerinden hızla kalktı. Üstüme doğru
gelecek gibi duruyordu ama kıpırdamadan bekledim. Bana bugüne dek yaşananlardan
daha kötü ne yapabilirdi? Benden babamı, geçirebileceğim güzel çocukluğu,
Nikolos’suz yaşayacağım bir hayatı çalmıştı.
“Saygısız!” diye bağırdı sertçe. “Karşında
kim var senin, kendine gel.”
Salonda beni duymasından çekineceğim tek
bir kişi bile yoktu. Anlatacaklarımı tam olarak bilen sayısı ise üçtü. Biri
kendisi, diğeri başkahramanımız olan Timur Akdoğan ve sonuncusu ise benim
öğrendiğim gün yanımda olmasıyla her şeye şahit olan Pars’tı. Kalanların da
duyması sorun değildi. Hatta duymalılardı.
Onun gibi ayaklanmak istedim. Yerimde
hareketlendiğimde elimi sıkıca tutan, kalkmama engel olan babam ile birlikte
ayağa kalkmayı başaramamıştım. “Kendine zarar vermeden,” dedi usulca. “Kendini
parçalamadan konuşacaksan eğer devam et. Yapamayacaksan bir saniye bile
beklemem, eve götürürüm seni.”
“Otur Canan,” diyerek bakışlarımın
babamdan ayrılıp kendisine çevrilmesine sebep olan kişi dedemdi. “Ne oluyor
size?”
“Bir şey olduğu yok, çıkacak bu kız
evimden. Hemen.”
Beni istemeyişini gizli saklı şekilde
anlatmayı ona ‘yüzsüz’ dediğim anda geride bırakmıştı. Artık her şey açık ve
ortadaydı.
“Çıkmazsam da bir yol bulup gönderirsin
beni,” dedim başımı kaldırıp. Gözlerimi bir tek Canan’ı görecek şekilde onun
üzerine çevirmiştim. “Anneme yaptığın gibi, yıllar önce olduğu gibi.”
İki ayrı iç çekiş duydum. Bunların halam
ve Mayıs’tan yükseldiğini ayırt edebilmiştim. Dedeme, amcama ya da Özgür’e
bakmadım. Onlar da bunu ilk kez duyuyorlardı.
“Anne…” diyerek yalvarır gibi konuşan
amcamdı. Benim yalan söylüyor olmamı diliyordu, anlıyordum. Ben de duyduğum ilk
anlarda babamın yalan söylüyor olmasını dilemiştim.
“Ne annesi, ne?” diye yükseldi birden
Canan Akdoğan. Bakışları alevlendi, köşeye sıkıştığının ve benim bu andan
itibaren susmayacağımın farkındalığıyla öfkelenmişti. “Yıllar önce olup bitmiş
bir şeyi şimdi bu kız burada diye baştan mı konuşacağız?”
“Canan,” derken dedemin sesini ilk kez bu
kadar sert duyduğumu fark ettim. “Ne olup bitmiş yıllar önce?”
Canan sanki o ana dek yanında kocasının
oturduğunu unutmuş gibi birkaç saniye donakaldı. Soluna doğru döndüğünde ise
bakışlarım nihayet ondan kopmuştu. Kimseyle bakışlarım kesişmeden kendimi
duvarlardan birine bakmaya zorladım.
“Bir şey olduğu yok Mirza. Konuşuruz daha
sonra.”
“Tam şu an konuşalım, belli ki herkes her
şeyi benden çok daha iyi biliyor. Torunumuza
olan tavrını da anlamama yardımcı olursun belki.”
Bastıra bastıra ‘torunumuz’ demesi
dudaklarımın bir anlığına titremesine sebep oldu. Babamdan da önce beni
benimseyen, varlığımı ilk kabullenen kişiydi dedem.
Canan sustu. Ancak ben susmayacaktım.
Dedem de bunu anlayarak gözlerini üzerime çevirdi. “Seni dinliyorum boncuk, o
mavi gözlerinden niye yangınlar taşırıyorsun anlat.”
Nefeslenmek için bile fırsat tanımadım
kendime. Direkt olarak dudaklarım aralandı. “Annemle tanışmışlar, annem
buradayken ve babamla birlikteyken.” dedim ilk önce. “Babamın seninle arasının
pek iyi olmadığı bir dönem varmış,” derken sesim kısılmıştı. Ayrıntılara girmek
istemiyordum ama neyi nereden tutup anlatacağımı da şaşırmıştım. “Bu yüzden
annemi annesiyle tanıştırmak istemiş en azından.”
Dedem başını kıpırdattı oldukça yavaş bir
hareketle. Hangi zamanlardan bahsettiğimi benden iyi biliyor olmalıydı. Salonda
dedem ve benden başka bolca insan olmasına rağmen beni bir tek o duyuyormuş
gibi ona anlatmaya devam ettim.
“Babama kalırsa iyi geçmiş, iyi
anlaşmışlar o ilk tanışmada. Her şey yolundaymış.” Alayla güldüm. Bakışlarım
bir an Canan’ı buldu. Benimle ilk tanışması gibiydi, her şey yolunda rolünü
yapmayı çok iyi biliyordu. Oysa ne annemi ne de beni gördüğü andan beri
nefretle istemiyor oluşu önümüzde duruyordu.
“Sonra,” dedim biraz duraksamadan önce.
“Karınız, oğluna haber bile vermeden annemle görüşmek istemiş tekrar.
Görüşmüşler de hatta.”
Gözlerimi kapatıp açtım peş peşe. Annemle
empati yapmaya başladığım anda iplerim zihnimde birer birer kopuyordu. Sevdiği
adamın annesi tarafından istenmeyişi, gitmesinin istenmesi ve tüm bunlara
babamı inandıramaması… Bunlar yaşanırken
karnında beni taşıyor oluşu…
“Nefretini, gitmesini istediğini anlatmış
karınız ona,” dedim masal anlatır gibi. “Oğlundan uzak durmasını istemiş.”
Dedem duraksadı. Gözlerinin içine içine
baktığım için her duygu geçişini kolayca yakalamam gerekirdi ancak mesleğinden
güç alıyor ve doğru düzgün hiçbir duyguyu dışarı yansıtmıyordu. İlk kez az
önce, ikinci karşılaşmalarını anlattığım anda bakışlarında bir şeyler
parçalanmıştı.
“Gitmiş mi annen öylece?” diye soran
amcamdı. Bir şeyleri zihninde oturtmaya çalışıyor gibiydi.
Gülümsedim bir an. “Gitmemiş,” dedim başımı
iki yana sallayarak. Masalın babamı suçlu çıkartan kısmına geldiğimiz için ona
doğru göz ucuyla baktım. “Annesinin ona nasıl davrandığını, neler söylediğini
sevdiği adama anlatmış.”
“Ama o adam aptalın tekiymiş,” diyen ben
değildim. Babamdı. “Kadına inanmamış, annesine sorduğunda aldığı cevaba, koca
bir yalana inanacak kadar aptalmış. Bunu yıllar sonra öğrenebilmiş, hiçbir şeye
de gücü yetememiş.”
Başımın hafifçe ağrımaya başladığını
hissederek kasıldığımda elim alnıma doğru çıktı. Alnıma bastırdığım parmaklarım
gözlerime doğru da gölge yaparken görüş açım biraz kapanmıştı.
“Neden?” diye sordum sadece. Herkesin dili
kopmuş gibi sessiz kalıyor oluşuna şaşırmıyordum. Kimisi ne diyeceğini
bilemediğinden kimisi ise şaşkınlığından susuyordu, biliyordum. “Annem tek
bakışta nasıl nefret ettirdi kendinden bu kadar? Niye ayırmak istedin onları?”
Bu soruların cevapları bana geçen yılların
telafisini yapmış olmayacaktı ama içimin az da olsa soğumasına ihtiyacım vardı.
Utançla ya da belki artık pişmanlıkla
bakacağını, susacağını ya da konuşursa da konuştuklarının kısık olacağını
düşündüğüm kadın benden bile netti cevabında. “Oğlumu kurtardım ben.”
Aklımı yitirecekmiş gibi alnımdaki elimle
kafama vurdum sertçe. “Ahu!” diyerek aynı anda seslenen babam ve Pars oldu.
Özgür’ün de yerinden her an kalkacak bir halde beni izlediğini görmüştüm.
Ağrıyan başıma bir darbe de kendim
vurduktan sonra bu kez babamın engellemesine izin vermeden yerimden kalktım.
Kalktığım gibi iki adım atmış ve dedemle birlikte oturuyor olduğu koltuğa yaklaşmıştım.
“Neyde kurtardın, kimden kurtardın?” dedim
neredeyse bağırarak. Gözümün önü kararacak kadar öfkeliydim. Annemin oğluna
zarar vereceğini nereden çıkartmıştı?
Oturduğu yerden kalkmadı. Aramızda bir
adımdan az kalacak kadar yakınına gittiğimden bana bakmak için başını kaldırdı
sadece.
“Senden,” dedi dümdüz bir sesle. “Yirmi
yaşına yeni basmış oğlumu, gençliğini mahvetmekten kurtardım.”
Sırtıma biri sert bir tekme savurmuş gibi
sendeledim. “Biliyordun,” dedim her zerrem titrerken. “Annemin hamile olduğunu
anlamıştın.”
Dönüp babama bakmak istedim. Bu kısmı
bilmediğinden emindim. Annesinin sözcüklerinin ona ne yaptığını görme isteğiyle
dolup taşmıştım. Ancak yapamadım. Bakışlarımı karşımdaki canavardan çekemedim.
“Hemşireyim ben,” dedi. “Hamile olduğunun
farkında değildi ama ben farkındaydım. Evli bile değillerdi, ülkesine dönüp
orada birine kabul ettirebilirdi çocuğunu. Biliyordum.”
Dedemin üstündeki gömleğin yakasına doğru
uzanan düğmelerine uzandığını gördüm. Halam panikle ayaklanarak ona doğru gitti.
Dedemin iyi görünmediğini anladığım halde ona elimi uzatamadım. Yerime çakılı
kalmıştım.
“Kabul ettirebildi,” dedim fısıltıyla.
Kulağına doğru eğildim, dibine kadar girdim. Beni ondan başka kimse duyamayacak
kadar yakınında ve o denli kısık bir fısıltıyla konuştum. “Kabul ettirdiği o
adam pedofili bir ruh hastasının tekiydi, kabul ettiği o çocuğu yıllarca taciz
etti.”
Üvey bir babam olduğunu biliyor ancak
kalan ayrıntılardan habersiz yaşıyordu.
Söyleyeceklerim bitip de geri çekildiğimde
Canan Akdoğan’ın yüzünde bana karşı ilk kez nefretten ayrı bir şeyler
yakaladım. Ama yakaladıklarıma doğru düzgün bakmaya bile çabalamadan adımlarımı
ondan uzaklaşmak için attım.
Söylediklerim onda bir vicdan yükü
yaratacaksa, bu iyiye işaretti. Beni, annemi ve kendi oğlunu yaktığı ateş
yıllarca sönmemişti. Yanma sırası ona geçti diye üzülemezdim. Eğer
söylediklerimden hiçbiri vicdanına dokunmuyorsa da, karşımda zaten bir insan
yoktu. Onu bu çerçevede değerlendiremezdim.
Babama da bir benzerini hediye ettiği
elaları nemlenmiş halde benden kopup arkama, babamın üzerine doğru
çevrildiğinde aralarından sıyrıldım. Sağa doğru adımlamış ve halamın birkaç
düğmesini açtığı gömleğiyle birlikte nefeslenmeye çalışan dedeme doğru
uzanmıştım. Bacağında duran elini sıkıca kavrayıp kaldırdım. Yeşilleri beni
bulur bulmaz dudaklarımı kıvırmaya çalıştım. Onu üzmeyi sevmemiştim.
Dedemle aramdaki bakışmayı bölen Canan’ın
sesiydi. “Timur,” dedi önce. “Oğl-…” diyerek devam edeceği sırada babamın sesi
onu bastırmıştı. “Sakın,” derken babam bağırmamış ancak bağırmış kadar olmuştu.
“Beni unut, yokum ben senin için. Böyle bir kadının oğlu değilim, bana bunu
yapan bir kadının oğlu değilim.”
Canan başını iki yana salladı hızlıca.
Yerinden dengesi bir an bozulur gibi olarak da olsa kalktığında öne doğru adım
atmıştı. “Konuşalım, bi’ dinle beni.”
“Asla,” dedi babam. Omuzlarını dik tutmaya
çalıştığını görüyordum. Belki diğerleri için bunu zaten başarıyor gibi
görünüyor olabilirdi ama ben kendisini nasıl zorladığını hissediyordum. “Yüzümü
unut, sesimi unut, varlığımı unut. Ben sana öyle yapacağım, annesiz olmak böyle
bir anneye sahip olmaktan daha az yakıcıdır eminim.”
Canan hıçkıra hıçkıra ağlama başladığında
bütün dengem sarsıldı. O ağlıyor, dedem boş bakışlarla ikisini izliyor, babam
ise bir duvar gibi arkamda bekliyordu.
Bir an, çok kısa bir an bu sahneyi kendim
yarattığım için kendime kızmaya niyetlendim. Beni bundan alıkoyan asıl kaynağın
hıçkırıkları kulağıma dolan kadın oluşunu hatırlamaktı.
Ben suçsuzdum.
Babamdan kopup annemin rahmine düştüğümden
beri yanıyordum ama suçsuzdum. Başkalarının ateşi benim hayatımı cehenneme
çevirmişti.
Kül olmuştum.
~
“Onlar da gelsin,” diye mırıldandım
Özgür’ün koluna sarılmış haldeyken. “Gelecekler değil mi?”
Eğilip başımı öptü. “Gelecekler canımın
içi, hem bir sürü poşet gördüm ben arabada. Mayıs’la aldıklarınızı deneyip bana
gösterirsiniz, defile yaparsınız.”
Araba küçük bir çukura girip çıktığı için
sarsılmış, bedenim arka koltukta iyice Özgür’e yapışmıştı. Sürücü koltuğunda
büyük bir sessizlikle oturuyor olan babama doğru gözlerimi hiç çevirmemiştim.
“Bir tek sana mı?” diye sordum burnumu
çekerken. “Bir tek bana tabii, sümüklü. Eraslan bakamaz.”
“Kime bakamaz? Sevgilisine mi kardeşine
mi?”
Duraksadı. Ancak susmadı. “Kardeşime.”
Biraz şefkatinden biraz da sıcaklığından
mayışarak koluna yüzümü yasladım.
O evden çıkalı yarım saat olmak üzereydi.
Eve dönüyorduk.
Evden çıkış anımız fazla hareketliydi.
Babam, annesine ‘onu unutmasını’ haykırdıktan hemen sonra beni sıkıca kavramış
ve dışarı yöneltmişti. Dedemin eline tutunan elim ondan koptuğunda ise bu kez
Mirza Akdoğan ayaklanmıştı.
Dedemin bizi durduracağını düşünmüştüm
ancak tek yaptığı alnımdan sıkıca öpüp saçlarımı sevmek ve babamla gitmeme izin
vermekti. Bunun, biz gittikten sonra gerçekleşecek konuşmaları için bir hazırlık
olduğunu artık çoktan arabaya binmişken anlayabilmiştim.
Ben babamın arabasının arkasına, Özgür de
yanıma binmişken Pars ve Mayıs’ın da arkada kalan Pars’ın arabasında olduğunun
bilincindeydim. Arkamızdan gelip gelmediklerini beş dakikada bir kontrol
ediyordum. Tanıdık yerlere yaklaştığımızda hâlâ arkada olmalarına bakılırsa
bizimle birlikte eve geliyorlardı. Az önce Özgür’e sorduğum soru da bunu
tamamen kesinleştirmek istediğimdendi.
Evin önüne geldiğimizde araba yavaşlayarak
durdu. Özgür kapısına uzanırken benim aklım başka bir şeyle meşguldü. “Neden
garaja girmedik? Gidecek misin?”
Öne doğru uzanmadan, sadece bakışlarımı ön
cama çevirerek konuşmuştum. Sorumun babama olduğu açıktı.
Boynunu çevirmeden üstteki aynadan benimle
göz göze geldi. “Parslar ile çıkın yukarı, ben garajdan gelirim. Onlar garaja
inemeyecek diye girmedim.”
Uzunca açıklamış olmasına gülümsemeyi
denedim. Yaklaşık yarım saat önce bir nevi kıyamet kopmuştu ancak sanırım
hepimiz bu yaşanmamış gibi davranmayı seçiyorduk.
“Tamam,” dedim başımı sallarken. “Özgür
insin, ben seninle gelirim ki.”
“Özgür kim ki zaten?” diyerek
dramatikleşen Özgür’e ikimiz de dönmeyince oflayarak arabadan inip kapıyı
çarptı. Bu sırada çoktan park etmiş olan Pars’ın arabasına doğru gitmeye
başlamıştı. “Mayıs çiçeği!” diye bağırarak sokağı inletirken Pars’ın buruşan
suratını gördüğümde dayanamayıp güldüm.
Babam arabayı garaj kapısından içeri
alırken o park edene dek sessizce beklemiş, ardından kapıma uzanıp açmıştım.
Poşetlerin neredeyse hepsi Pars’ın
arabasında olduğu için bir iki poşet dışında alınacak bir şey yoktu burada.
Olanları da babam almış ve bana sadece onun yanında asansöre doğru yürümek
kalmıştı.
“İyisin değil mi?” diye sorduğu sırada
asansör üst katlardan bulunduğumuz yere doğru iniyordu. “Yani çok iyi
hissediyorsundur diye değil… En azından-…”
Onu durdurarak kendim konuşmaya başladım.
Ne sormaya çalıştığını anlamıştım.
“İyiyim,” dedim. “Sen ne kadar iyiysen,
ben de o kadar iyiyim baba. Bu gecelik bu konuyu erteleyebildiğimiz kadar
erteleyelim.”
“Nasıl istersen Ahu’m, sen ne istersen
bebeğim.”
Parmak uçlarımda yükselip sakallarının
üzerine dudaklarımı bastırdım. Sesli bir şekilde öptüğüm sırada asansör
kapılarını açmıştı bizim için.
Binmek için öne gidecekken babam birden
diğer yanağını yapıştırdı dudağıma doğru. “Buradan da öp, yarım bırakma.”
Hiç direnmeden az önceki öpücüğün
aynısından öteki yanağına da kondurduğumda memnun olmuş bir ifadeyle sırtıma
sardığı koluyla beni asansöre itti.
Parmağının uzandığı tuştaki sayıya bakar
bakmaz daha önce paylaşmadığım bir şeyi hatırladım. Beni kaldığım otelden apar
topar alıp eve getirdiğinde ilk kez zihnimde beliren ve sonra birkaç kez daha
andığım ancak hiç babama söylemediğim bir detaydı.
“Baba,” dediğimde bana baktı hemen. “On
altı benim uğurlu sayım, biliyor musun?”
Çıktığımız kat ve söylediğim sayı
eşleşiyordu. Gülümsedi. “Öğrenmiş oldum yavrum, var mı bi’ nedeni?”
Yutkundum. Vardı fakat şu an söylemek için
doğru an mıydı bilmiyordum.
Birkaç saniyeliğine duraklamam babamın
kaşlarının hareketlenmesine sebep oldu. “Ahu?”
Yüzüme düştüğünü hissettiğim saçımı geriye
iterken, asansörün durmasına iki kat kaldığını gördüğüm anda dudaklarımı
araladım. Böylece sustuğum anda kapı açılacak ve kaçacaktım.
“Onun öz babam olmadığını öğrendiğim yaşım
on altıydı,” dedim ve hesapladığım gibi kapılar açıldı. Babama hiç bakmadan
dışarı çıktığımda henüz kapıyı kapatmamış olan üçlüyü yarım yamalak da olsa
görebilmiştim.
En geride duruyor olan Mayıs ayakkabısını
çıkartmaya çalışıyordu. Onun bıraktığı boşluktan geçip eve daldığımda beni
holde duran Özgür ve Pars karşıladı. Üzerimde dikkatle gezinen bakışlarına
normal tutmaya çalıştığım ifademle karşılık verirken babam ve Mayıs da içeriye
girmiş, kapı kapanmıştı.
“Ee,” dedim ellerimi birbirine vurup. “Siz
salonda oturun, biz giyinip gelelim tamam mı?”
Mayıs’ın elinden tutup çektim kendime
doğru. Ne olduğunu anlamadan bana bakıyordu şu anda.
Olan şey basitti. Benim bu akşam
düşünmemek için oyalanacak bir işe ihtiyacım vardı. Bunu genellikle uykuya
sığınarak yapardım ancak artık yalnız değildim ve oyalanırken yardım
alabileceğim bir sürü insana sahiptim.
“Çığırtkan ben ciddi değildim aslın-…”
Özgür’ün cümlesini yarıda kestim. “Ben
yeterince ciddiyim, yoksa sadece babam ve Pars mı görsün istersin? Tamam-…”
Eliyle ‘devam etmene gerek yok’ der gibi
beni sakinleştirdi. “Gidelim arkadaşlar, oturma düzenini ben ayarlarım.”
“Ne arkadaşı lan?” diyerek aynı anda
konuşan babam ve Pars’a alınmış gibi baktı Özgür. “Canım arkadaşlarım, dost
demedim diye mi kızdınız?”
İkili söylenerek salona giderken ben
arkalarından kıkırdamıştım. Özgür bize göz kırpıp peşlerinden giderken Mayıs’la
göz göze geldim. Bu küçük diyaloğun benim aklım dağılsın diye uzadığının
farkındaydım, ancak sesimi hiç çıkartmadım.
Benim için küçük bir yaprak kımıldatsalar
bile içim içime sığmıyordu. Çünkü benim
içindi.
~
“Çok kötü.”
“Rezalet.”
“Olmamış.”
Sırasıyla Pars, Özgür ve babamdan gelen
yorumlara karşı dayanamayarak ellerimi belime attım. İki elim belimde, birazdan
üstlerine atlayacakmışım gibi görünüyorken tek tek üçünün üstünde gözlerimi
gezdirdim.
“Moda programı jürileri sizden daha
insancıl yorumlar yapıyor, birazdan stüdyoyu terk edeceğim.”
Mayıs bir eşi de benim üstümde olan
elbisesinin eteğini düzelterek bıkkınlıkla arkada kalan koltuğa doğru geçip
kendini pat diye bıraktı. Koltuğa gömülürken suratı asıktı.
“Neresi olmamış, neresi rezalet ve neresi
çok kötü? Hızlıca cevaplayın, bekliyorum.”
Birbirleriyle bakıştılar. Ortak bir cevap
bulamayacaklarından emindim ama neyi beğenmediklerini biliyordum zaten.
“Sırtı, göğsü ve eteği açık diye mi?”
Özgür yerinde yükseldi. “Açık yerleri
sayarken dilin damağın kurudu, bitmedi o açıklıklar listesi. Ne bu be?”
“Özgür.” diyerek tek kelimeyle
sevgilisinin yukarı tırmanan bedenini geri çökerten Mayıs bana iki iş
bırakmıştı sadece.
“Siz ne diyorsunuz?” dedim babama ve
Pars’a doğru dönerek. “Bu adamla aynı fikirde misiniz?”
“Bu adam sensin kızım, çığırtkana bak ya.”
“Ben kadınım,” dedim eteğimin uçlarını
tutup etrafımda dönerken.
Gülmemek için yanaklarını şişirdiler
karşımda. Yanlış savunma yaptığımı böylece anladığımda ofladım. Üstümdeki
beyaz, mini ve askılı elbisenin derin bir sırt ve göğüs dekoltesi vardı. Mayıs
ile aldıklarımız arasında ortak olan sayılı şeylerden biriydi. Halam kendisine
de almıştı hatta.
“Halam da aldı bu elbiseden,” dedim babama
bakıp. “İyi halt etmiş bebeğim, arayıp tebrik ederim birazdan.”
Somurtuk bir suratla Mayıs’ın yanına geçip
oturdum. Bir sürü şey denemiştik ve genel olarak karşıdan aldığımız tepkiler
hep benzerdi.
“Yarın bunları iade edelim, yenilerini beğenin.
Biz geliriz sizinle.”
Özgür kendisini ve Pars’ı göstererek
konuştuğunda bakışlarımın hedefinde sevgilim vardı. Gözlerimde gördüğü her
neydiyse, Özgür’ü onaylamak yerine sessiz kaldı.
“Ulan, bi’ şeyler desene sen de.” Özgür,
Pars’ı dürtüp konuşturmaya çalıştığında kaşlarımı kaldırdım. “Evet,” dedim
başımı sallarken. “Bir şey desene Pars, seni dinliyoruz.”
Pars bir şey diyecek gibi değil de daha
çok sabır dilenir gibi görünerek başını hafifçe kaldırdı. “Çok güzel
olmuşsunuz, ikiniz de göz alıcı görünüyorsunuz.”
Tekrar bize baktığı anda konuşmuş ve hiç
duraksamadan cümlesini tamamlamıştı.
“Ya,” diyerek uzatılmış bir hece
seslendiren Mayıs’a aynısını gözlerimden taşırarak eşlik ettiğimde ikimiz de
Pars’a bakıyorduk.
“O yüzden bu elbiseleri dolabınızın bir
köşesine atın ve bir daha bulmayın, anlaştık mı?”
Daha güzel bir şeyler duyacağımızı
sanıyorken tamamlama şeklini duyduğumda yüzümü buruşturdum. “Ayı!” diye
yükseldim. Mayıs da kollarını göğsünde kavuşturmuştu. “Sevgilinin dediğinden.”
Özgür pis pis sırıttı. “Bastırın kızlarım
benim, evet.”
“Sus sen de, sen farklısın sanki!” Mayıs
sertçe ona baktığında bu kez ben konuştum. “Sevgilinin dediğinden abicim.”
“Kutup ayısı ve bozayı ile olan sohbetiniz
bitti mi?”
“Kutup ayısı ben miyim?” diye soran Özgür
oldu. Babam başını iki yana salladı. “Sen bozayısın, saçın başın kahverengi.
Kutup ayısı yanındaki.”
Önemli bir ayrımmış gibi açıklamasına
gülecek gibi oldum. Kendimi sıktığım sırada kapı çaldı.
Bir an durdum. Beklediğimiz biri var
mıydı?
Günü gözden geçirdiğimde kapıda bulma
ihtimalim olan birini anımsayarak yerimde aceleyle doğruldum. Ben kalkmadan
önce Özgür hareketlendiği için onu durdurmak üzere elimi salladım. “Dur, ben
açarım.” Ayaklandım hemen.
“Sen bu elbiseyle balkon kapısını bile
açma, Afrodit.”
“Kızıma Afrodit deme lan.”
“Kızına başka neler neler diyordur bu,
abi. Bence vuralım gitsin.”
Üçünün birbirine girmesine müdahale
etmektense yerimden çaktırmadan ayrıldım. Hızlı adımlarla salondan çıkıp kapıya
koştuğumda derin bir nefes alarak kapıya uzanmıştım.
Karşımda bulmayı umduğum biri vardı. Eğer
onu göremezsem tüm umutlarım çöp olacaktı.
Kendisine ikinci bir şans vermiş,
kahvaltıya kalmasını sağlayamadığım ilk denemeden sonra bu kez gece sonlanmadan
yanıma gelmesini istemiştim. Bu şansı da eliyle iterse, benden üçüncü bir şans
edinemeyecekti.
Kapıyı açtığım anda karşımda gördüğüm
yüzle birlikte tüm kaslarım gevşese de duruşumu bozmadım.
“Buyurun,” diye mırıldandım. “Kime
gelmiştiniz?”
Kollarım uzanıp ona sarılmak için uyuşmuş
haldeyken kendimi sıktım. Bu sırada beni baştan aşağı süzmüştü. Kaşları
havalandı. “Ben,” dedi şaşkınca. “Kaç gündür yoktum ki senin nikahına anca
yetiştim?”
Beyaz elbisemi yorumlama şekline içimden
bolca güldüm. “Kimsin ki sen?” dedim omuz silkerek. Gideli üç hafta geride kalmış,
bir ay olmak üzereydi artık.
“Özgün Kılıç ben,” dedi sakince. “Öğlen
adamlarımdan biriyle bana mesaj iletmemiş miydiniz küçük hanım?”
Usulca başımı salladım dayanamayıp.
İletmiştim. Mesajımı alacağını biliyordum ama aldığı mesajın sonucunda kapıda belireceğinden
yüzde yüz emin değildim şimdiye dek.
“Sabah kalkıp gitmek için geldiysen
eğer-…” diyerek bir anda yükseldiğimde bakışları arkama doğru kaydı. Omuzumun
üstünden geriye baktığımda salondaki herkesin kapıdan bize bakıyor olduğunu
görmüştüm.
“Abini azarlamaya başlamadan önce bi’
sarılsan keşke, çıngıraklı. Sizin köyde adet böyle mi yoksa?”
Ne dediğini doğru düzgün anlamamış olmama
rağmen umursamadan kendimi öne attım. Kısacık bir zamanda beni kendisine
alıştırmış, alıştırdıktan biraz sonra ise ortadan kaybolmuştu. Onu özlediğimin
farkındaydım ama karşımda görene dek aslında ne kadar çok özlem duyduğumun
farkına varamamıştım.
Kollarımı sıkıca omuzlarına sardığım anda
beni sırtımdan kavrayıp havalandırdı. İç çekerek yanağımı kulağına doğru
yasladım. Beni indirmeden eve girdiğinde bir süre daha havada kalmış oldum.
“Çok özledim seni, neden hemen gelmedin?”
“Geldiğimde, hemen dönmem gerekmesin diye
çabaladım. Yemin ederim haftalarca öyle boş boş uzağında durmadım abicim.”
“Gerçekten mi?” diye sordum çocuk gibi.
“Gerçekten tabii.”
Onu, beni bırakıp gittiği için öyle kolay
affetmeyecektim ama bu özlem gidermeyeceğim anlamına da gelmiyordu.
Biraz sarılmam lazımdı, sonra kızacaktım.
~
“Uyuyor
abi rahat rahat, hiç dokunma. Biraz daha dalsın öyle kucaklarsın.”
Timur,
Özgün’ün göğsüne sindiği gibi uyumuş olan kızının çoktan derin bir uykuda
olduğundan emindi aslında. Akşam olanların ardından direkt olarak uykuya
sığınmamasına da şaşkındı hatta. Yaklaşık yarım saat önce evlerine doğru yola
koyulan Eraslan kardeşlerin ve devamında gecenin sürprizine dönüşen Özgün’ün de
bunda etkisi vardı tabii, biliyordu.
“Çoktan
dalmış ki o, surata bak.” Özgür çayının son yudumunu boğazından kaydırırken
bakışlarını Despina’nın yüzünde tutuyordu.
“Ölsünler
onun suratına, güzel kızım benim.” Timur kısık bir sesle konuşmuş, ardından
eğilerek kızının omuzundan öpmüştü. Balkonda bolca yer kaplayan üç iri beden ve
bir yarım da Despina olunca pek boşluk kalmamıştı geriye. Bu da hepsinin
birbirine yakın olmasına yol açıyordu. Kimsenin şikâyeti de yoktu.
Despina
omuzundaki öpücüğü kapalı bilinciyle algılayamamış ancak hafifçe kıpırdanmıştı.
Özgün sırtına dokunarak onu yatıştırırken dayanamayıp soran Özgür oldu.
“Abi,”
derken bakışları öz abisindeydi. “Dün değil, yarın değil… Neden bugün? Haber
bile vermeden geldin kapıya, ne oluyor?”
Özgün
kısaca nefeslendikten sonra bugün öğlen yaşananları özetledi karşısındaki iki
adama.
“Nerede
o piç?” diyerek gerilen Timur’a baktı sakince. “Olması gereken halde abi,
rahatı yerinde.”
Kırık
kemiklerle ne kadar rahat olunursa, o kadar rahattı tabii.
“Kızın
olduğundan haberim olmasa, oturup birkaç ay Despina’yı gözlemlesem kızın
olduğunu anlardım. Bazı anlarda direkt sana dönüşüyor.” Özgür’ün cümleleriyle
Timur gururla geriye yaslanmış, Özgün ise hafifçe gülümsemişti.
“Bu
minik şey abini tehdit ediyor, süreler verip şantaj yapıyor; sen keyifli
keyifli şaka yapıyorsun. Öyle olsun Özgür.”
Timur
iki kardeşin atışmasına gülerek birkaç saniye önce yaktığı sigarasından çektiği
nefesi kızının tam tersi yöne doğru üfledi. Gözlerini aralayıp sigara içtiğini
görse delireceğini biliyor, bir miktar da onun bu asabiyetinden çekiniyordu.
Belki de Özgür haklıydı, kızı kendisinin bir kopyasıydı. İnsanların kendisinden
çekinmesini seviyordu fakat kendisi birinden çekiniyor olmayı henüz
tanımlayamamıştı.
“Kalıcısın
yani,” dedi Timur ikilinin laf atmaları son bulur bulmaz. “Bir kez daha gidecek
ve kızımı arkandan üzecek olursan geri döndüğünde kapının eşiğine gömülü
bulursun kendini.”
“Baba
kız nasıl tatlılar ya; biri demiş ki bu gece gelmezsen bi’ daha nah gelirsin
diğeri diyor ki gidip b’ daha dönersen gömülürsün…”
“Abin
anca bundan anlıyor demek ki koçum, ne yapalım?”
Özgür
bir an düşündü. Ardından kendisini diğer tarafa daha yakın hissetti. “Doğru,”
dedi hemen. “Haklılar abi, kalıcı değilsen bırak kardeşimi ben göğsümde
uyuturum.”
Özgün
gözlerini devirerek başını çevirdi. “Fırsatçı it, konu uyutmak mı şu an?”
“Ne
bileyim şansımı denedim, çok tatlı uyuyor. Belki verirdin.”
“Nah
veririm, abim. Bekle sen.”
“Ben
çay almaya gidiyorum, döndüğümde umarım Despina uyanmış seni dövüyor olur.”
Özgür
söylene söylene balkondan çıktığında Timur bakışlarını ciddileştirerek Özgün’e
baktı. “Ne çeviriyorsun?”
Omuz
silkti Özgün sadece. “Bir şey çevirmiyorum abi.”
“Başlatma
abinden, elimde kalırsın. Öyle üç beş haftada içine battığın bataklıktan
sıyrılamayacağını bilmiyor muyum ben? Özgür gerilmesin diye ağzımı açmadım
sadece.”
Özgün
uzunca nefeslendi. Başını kıpırdatıp çenesini göğsünde uyuyan bedenin saçlarına
doğru yasladı. “Bataklıktan çıkmak için başka birini o bataklığa, benle aynı
ağırlığı verecek şekilde batırdım. Her şey rayında giderse, bir sıkıntı
çıkmayacak.”
Timur
çatık kaşlarıyla birlikte neredeyse tüm kaslarını germiş halde ona bakıyordu.
“Özgün?” dedi hızla. “Saçma sapan birini, bunların altından kalkamayacak bir
masumu-…”
Özgün
direkt başını iki yana salladı. “Asla,” dedi itiraz ederek. “Kendi isteği
olmayan birini ben o karanlığın kıyısından bile geçirmedim, geçirmem de. Bile
isteye yanan, yanmaya razı biri olduğunu bil yeter abi. Babamın emanetine en az
benim kadar saygı göstereceğini anladığım anda tamamen elimi eteğimi çekeceğim
ve sanıyorum ki buna çok az kaldı.”
Timur
karşısındaki adamı şaşkınca süzdü. Öylece tüm yüklerini bir başkasına bırakıp
kendisi işten sıyrılacakmış gibi konuşuyordu. Bugüne dek rastlamadığı bir şeydi
bu.
Özgün
onun bakışlarındaki soruları algıladığında sormasına fırsat vermeden konuştu.
“Doğru kişinin karanlığa bulaşması ve kızının beni bu evden bir an bile
çıkmamak için ikna etmekte usta olması çakıştı sadece abi. Kendimi adadığım
şeylerin hiçbiri daha önce böyle göğsümde huzurla uyuyan birinin hissettirdiği
kadar keyiflendirmedi beni.”
“Kimmiş
bu doğru kişi?”
Özgün
tek nefeste söyledi ismi. Timur için bir şeyler çağrıştırmamıştı bu isim.
“Devran
Gümüşdağ.”
*(yn: Bu ismi
unutmayın, Df evreninde bir daha karşımıza çıkmaz muhtemelen ancak bu ismi son
duyuşunuz olmayacak diye düşünüyorum :p)
“İrdelemeyeceğim,”
dedi Timur sadece. “Yeter ki burada ol, kalanına ben karışmıyorum. Bu evde
kalmanı isteyen tek kişi kızım değil, bunu da bil. Asabımı bozma benim.”
Söverek
sevmesine aşina olduğundan Özgün, Timur’un bu tavrına sadece gülümsedi.
Çenesiyle Despina’nın saçlarını eşelediği sırada içeriye Özgür girmiş ve
elindeki çayları masaya bırakmıştı.
“Size
de getirdim, gözünüz kalır da boğulurum sonra diye korktum.”
“Çok
zarifsin aslanım benim, kim yetiştirdi seni?” diyen Özgün’dü.
“Ne
demek istiyorsun lan? Babana mı laf atıyorsun bana mı? Kim yetiştirdi derken?”
Timur
gergin gergin yükselince Özgür keyifle arkasına yaslandı. Abisinin kıvranmasını
izlemeye bayılıyordu, nadir rastlanan ancak baba-kız tarafından bu sıralar
sıklaşan bir durumdu.
Özgün
ne diyeceğini bilemeyerek birkaç saniye duraksadığında onu kurtaran göğsündeki
beden oldu. Despina gerinerek yerinde sallandığında uykusunun bölünmüş
olmasından rahatsız ve mutsuzdu.
“Burası
neresi?” diye sorduğunda üç adamın da bakışları üzerine çevrilmişti.
“Sence
çığırtkan? Nereye benziyor?”
Despina
bakışlarını Özgür’e çevirdi. Yüzünü buruşturdu. “Çok korkunç bir yere benziyor,
senin yüzünden.”
Özgür
alınmış gibi elini göğsüne koyup dilini damağına vurarak ses çıkarttığında
Despina kıkırdadı. Uyku sersemi haliyle Özgür’e laf yetiştirecek gücü bulunması
takdir edilesiydi. Ona her zaman gücü vardı.
“Kırdın
beni, insan abisine böyle yapar mı?”
“Yedeğin
var koçum, ona güveniyor herhalde.” Timur kızının arkasında dururken Despina
babasına bakıp şımarık bir gülümseme sundu. Bu, şımarık hallerine bayılıyor
olan Timur için nimetti.
“Evet,”
dedi Despina Özgün’e yapışırken. “Bak! Yedeğin burada.”
Özgün
de Timur gibi keyiflenerek yerinde yayıldı. Ancak kardeşinin kendisi için
hazırladığı hain plandan habersiz ve bu plana hazırlıksızdı.
“Küs
değil misin sen bu adama? Barıştınız mı tamamen?”
Özgür,
Despina’ya Özgün’e olan kızgınlığını hatırlattığında Despina olduğu yerden
sertçe kalktı.
“Barışmadık!”
diye bağırdı direkt. “Çekilebilir misin?”
Özgün
dişlerini birbirine bastırdı. “Çekileyim,” dedi sonra. “Küçük bir işim var
zaten.”
Timur
ve Despina işin ne olduğunu anlamak için soru sormak üzere dudaklarını
aralamışken Özgür çoktan yerinden kalkmış ve salona doğru hızla geçmişti.
Özgün
arkasından fırladığında Despina şaşkınca arkalarından bakakaldı.
“Kovalamaca
oynuyorlar,” diye konuştu. Ardından uykusundan yeni uyanmanın verdiği sarhoşlukla
ayaklandı. “Ben de gideceğim!”
Despina
da içeri girdiğinde Timur arkalarından büyük bir kahkaha atmıştı. Birazdan
uyumak üzere herkes yataklarına çekilince düşüncelerinin arasında boğulacak ve
muhtemelen sabahın ilk ışıklarına dek hiç gözlerini kırpmayacaktı. Şimdilik
kendisini çocuklarına odaklamakta ve onların enerjisiyle keyiflenmekte bir
sakınca görmemişti.
Hayat geçmişi ve ileriyi düşünüp, anın getirilerine tamamen kör kalmak için çok kısaydı.
Yorumlar
Yorum Gönder