Düşten Farksız 42.Bölüm

 42.BÖLÜM



Olduğum yere -olup olabileceğim en rahat yerlerden birine- yaslıyken bakışlarım tek bir yerde durmak yerine etrafımdaki herkeste geziniyordu.

Yanağım babamın göğsünde, vücudum ona ağırlığını bırakmış halde yarı oturur şekildeydim. Yaşanan Leyla ile Mecnun patlamasının ardından verdiği tepkiyle beni yeterince hayranı değilmişim gibi daha da beter bir duruma sokan Timur Akdoğan ona yapışmamdan gayet memnun görünüyordu.

Dedemin arada ters ters süzdüğü Pars ise bana bakarak kendini şarj etmeye çalışıyor, devamında yine çaresiz kalıp dedeme dönüyor ve derisinden geçecek kadar keskin bakışların hedefi olmaktan kaçamıyordu.

Halam ve amcam ise dedemin Pars ve bana yetecek kadar kuvveti olduğundan kendilerini Özgür ve Mayıs ile oyalamayı tercih etmişlerdi. Bugün Mayıs benim üstümdeki baskıyı sürekli yarıya indirme görevi görüyordu ve onun adına üzgün olsam da kendi adıma çok sevinçliydim.

“Biraz daha sırtımı okşarsan uyuyabilirim burada baba,” diyerek babamı uyardığımda elinin hareketini duraksatmadı bile. Başını hafifçe eğip saçlarımın üstünü öptükten sonra beni kendine daha çok çekti. “Uyu istiyorsan bebeğim, yorgun musun çok?”

Dudaklarımı büktüm. Göğsünden kalkmadan yüzümü yukarı doğru kaldırıp ona bakmaya çalıştım. “Halam biraz fazla seviyormuş alışveriş yapmayı,” dedim kısık sesle. “Ben de çok seviyorum ama… Halam kadar değil.”

Babamın gülüşüyle birlikte bedenim hafifçe sarsıldı. “Seni bile bıktırdı yani, öyle mi?”

“Kim bıktırmış?” diye soran dedemi duyunca babamın benim kadar kısık sesli konuşmadığını anlayabildim. “Bu mu?”

‘Bu’ diyerek gösterdiği noktada oturduğu tekli koltuğu hiç boşluk bırakmadan kaplayan Pars vardı. Evin koltuklarının küçük olduğunu söyleyemezdim, küçük olan bir şey yoktu ancak ortada normalden büyük olan bir şey olduğu kesindi.

“Yok,” dedim hemen. “O değil.”

Pars onu savunmaktaki hızıma ve telaşıma muhtemelen benden başka kimsenin dikkat etmeyeceği boyutta bir gülümsemeyle tepki verdi. Dudaklarındaki kıvrıma çok fazla odaklanmadan dedeme baktım tekrar.

“Halamdan bahsediyordu babam.”

Halam hızla elini ağzına kapattı. Dedemden sonra onlar da susup bizi dinlemeye başlamışlardı galiba.

“Sevgilini koruyacaksın diye beni sattın mı sen öylece?”

Aklım karışmış halde omuzlarımı düşürdüm. “Sattım mı?” dedim gözlerimi birkaç kişide gezdirip. “Nasıl sattım?”

Özgür benim anlama engelime ilk tepkiyi vererek sırıttı. “Sistemi hata veriyor böyle arada.”

Kaşlarım çatık halde ona baktım. “Ben en azından arada hata veriyorum, sen hep hatalı geziyorsun.”

Düşünmeye bile zaman ayırmadan çevirdiğim laf kısa bir sessizlik yarattı. Ardından aynı anda Özgür ve ben dışında kalanlardan gülüşler yükseldi.

Özgür sevgilisine dönüp ‘sen de mi’ içerikli bakışlar atarken ben de ‘aferin’ almak için kendi sevgilime baktım. Pars’ın ifadesindeki keyifli parlamayı görebiliyordum.

“Kız halaya benzer diyenler direkt olarak sizden bahsediyor olabilir miydi acaba?” Amcam hayretle önce bana sonra halama baktı. “Bu deli bana yıllarca ne çektirdiyse Despina aynısını Özgür’e uyguluyor gibi geldi şu an.”

“Deli değilim ben.”

Bu kısa cümle az öncekinden çok daha büyük bir kahkaha sesine sebep oldu çünkü halam ve benden aynı anda aynı itiraz yükselmişti. Yanlışlıkla amcamı haklı çıkarttığımız için ofladım.

“Değilim baba, değil mi?” Çoktan göğsünden kalkmış olsam da oldukça yakınımda olan babamın omuzunu parmağımla ittirip sorduğumda babam başını iki yana salladı. “Değilsin yavrum, Emre’yi dinleme sen.”

“Evet,” dedim yeterince ikna olmuş gibi. “Emre’yi dinlemeyeyim.”

“Emre kim kız? Amcanım ben amcan.” Amcam homurdanırken ona küskünlükle baktım.

“Baba sen dahil olma aman, abim kızını korusun falan sen öyle kenarda otur. Kızım üzülmüş deme hiç tamam mı?”

Halam dedeme doğru bakıp dertli dertli başını oynattığında dedemde en ufak bir kıpırtı olmadı. Bu hareketsizliğine gülmemek için yanaklarımı havayla doldurdum. “Baba,” dedim babamı yine dürtüp. “Halam da deli değil, değil mi?”

Halam hevesle bize döndü. Babam ise önce ona bakıp sonra yeniden bana dönmüştü. “Ondan emin değilim tam, biraz düşüneceğim.”

Bu kez gülüşümü kontrol edememiş, sesli bir şekilde gülmeye başlamıştım. Halamın suratında beliren ifade, tepkisiz görünen dedemin bile babamın söyledikleriyle keyiflenmesi… Şartlar oldukça zorlayıcıydı.

Halamın babasına ve abisine olan isyanı devam ederken onun duraksamasına yol açan, salonun kapısındaki hareketlilik oldu.

Evin kapısının açıldığını, kapıdan buraya dek gelen adım seslerini dahi gizleyen uğultumuz son ana dek içeriye girecek olan bedenden habersiz kalmamıza yol açmıştı.

Salonun girişinde, içeri girmesine bir adım kalan gördüğüm kişiyle birlikte aynı anda birden fazla bıçak bedenime saplanmış gibi kasıldım. Gördüğüm anda beni yaşanamayan tüm her şeyi hatırlamaya iten, bu salonda beni hayatında isteyen bir dolu insan olmasına rağmen istenmiyormuşum gibi hissettiren bakışları ve varlığıyla hemen biraz uzağımdaydı.

Canan Akdoğan gelmişti.

Evine gelmesi anormal değildi. Ancak benim burada saatlerce kalıp onun geleceği gerçeğini unutmamam gerekirdi. Yemekten sonra evime dönmeliydim. Bir süredir huzursuzluğun uğramadığı hayatımda bu akşamı koca bir huzursuzlukla kapatmak istemiyordum.

“İyi akşamlar,” dedi içeriye attığı ilk adımla birlikte. “Mirza misafirlerimiz olduğunu söyleyince olabildiğince hızlı geldim. Hiç haber vermiyorsunuz bana.”

Son kelimelerinde çoğul konuşsa da bakışları halamın üzerindeydi. Haber vermesini beklediği kişi oydu anlaşılan. Halam ise benim buraya gelmeme zaten ‘annem yok’ diyerek yol yapmıştı. Tutup onu çağırması garip kaçardı.

“Haber vermelerine gerek mi var Canan, misafir yok aralarında.”

Dedemin sesini duyduğumda bakışlarımı ona çevirmedim. Öyle çok belirgin şekilde değildi ama istemsizce bakışlarım Canan’ın üzerindeydi halen. Bu yüzden dudaklarını aralamadan önce beni bulan bakışlarını kaçırmamıştım. Üç çocuğuna da hediye ettiği elaları, ne babamda ne de ikizlerde onda olduğu kadar yakıcı parıldamıyordu.

“Doğru,” dedi gözleri yüzümde dururken. “Misafir yok burada.”

Laf mı sokuyordu? Rahatsızlık vermek mi istiyordu?

Dilediğini yapabilirdi.

İlk tepki önceliğini ona vermiştim. Bir gram olsun pişman olup olmadığına son kez bakabilmek için kendimi tutmuştum. Cevap açıkça ortadaydı.

“Olsa pek mutlu olmazdınız herhalde,” dedim bir anda. Konuşmamı kimsenin beklediğini sanmıyordum ama umursamadım. “Gitmesi için her yolu denerdiniz değil mi?”

Babama bakmadım. Bakışlarında durmamı ya da susmamı isteyen bir şeyler görmekten korktum ve kaçtım. Annesine nasıl yaklaşmam gerektiğine o karar veremezdi. Kendisi dilediğini yapabilirdi ama ben kendi tavrımı kendim belirlerdim.

“Anlayamadım,” dedi Canan sakince. Dedemin yanındaki boşluğa geçip oturduğu sırada bakışları benden pek kopmamıştı. Anladığından adım kadar emindim oysa.

“Anlatayım mı?” dedim omuz silkerek. “Anlatırım Canan Hanım, hiç susmadan anlatırım ama anlattığıma pişman olursunuz.”

Halam annesinin bana olan tavrını açık olarak biliyordu ancak geçmişten haberi yoktu. Amcam ve dedem ise ne Canan’ın beni istemediğinden ne de annemle yaşananlardan haberdarlardı.

“Timur,” dediğinde elalarını babama çevirmişti. İnat ettim ve babama bakmadım ben yine. “Kızın biraz gergin herhalde, müdahale edecek misin?”

Güldüm. Sesim salondaki herkesi tedirgin edecek şekilde, çok içten güldüm.

“Tanıdığım en yüzsüz insansınız Canan Hanım,” dedim ‘hanım’ kısmını alayla seslendirerek.

Yerinden hızla kalktı. Üstüme doğru gelecek gibi duruyordu ama kıpırdamadan bekledim. Bana bugüne dek yaşananlardan daha kötü ne yapabilirdi? Benden babamı, geçirebileceğim güzel çocukluğu, Nikolos’suz yaşayacağım bir hayatı çalmıştı.

“Saygısız!” diye bağırdı sertçe. “Karşında kim var senin, kendine gel.”

Salonda beni duymasından çekineceğim tek bir kişi bile yoktu. Anlatacaklarımı tam olarak bilen sayısı ise üçtü. Biri kendisi, diğeri başkahramanımız olan Timur Akdoğan ve sonuncusu ise benim öğrendiğim gün yanımda olmasıyla her şeye şahit olan Pars’tı. Kalanların da duyması sorun değildi. Hatta duymalılardı.

Onun gibi ayaklanmak istedim. Yerimde hareketlendiğimde elimi sıkıca tutan, kalkmama engel olan babam ile birlikte ayağa kalkmayı başaramamıştım. “Kendine zarar vermeden,” dedi usulca. “Kendini parçalamadan konuşacaksan eğer devam et. Yapamayacaksan bir saniye bile beklemem, eve götürürüm seni.”

“Otur Canan,” diyerek bakışlarımın babamdan ayrılıp kendisine çevrilmesine sebep olan kişi dedemdi. “Ne oluyor size?”

“Bir şey olduğu yok, çıkacak bu kız evimden. Hemen.”

Beni istemeyişini gizli saklı şekilde anlatmayı ona ‘yüzsüz’ dediğim anda geride bırakmıştı. Artık her şey açık ve ortadaydı.

“Çıkmazsam da bir yol bulup gönderirsin beni,” dedim başımı kaldırıp. Gözlerimi bir tek Canan’ı görecek şekilde onun üzerine çevirmiştim. “Anneme yaptığın gibi, yıllar önce olduğu gibi.”

İki ayrı iç çekiş duydum. Bunların halam ve Mayıs’tan yükseldiğini ayırt edebilmiştim. Dedeme, amcama ya da Özgür’e bakmadım. Onlar da bunu ilk kez duyuyorlardı.

“Anne…” diyerek yalvarır gibi konuşan amcamdı. Benim yalan söylüyor olmamı diliyordu, anlıyordum. Ben de duyduğum ilk anlarda babamın yalan söylüyor olmasını dilemiştim.

“Ne annesi, ne?” diye yükseldi birden Canan Akdoğan. Bakışları alevlendi, köşeye sıkıştığının ve benim bu andan itibaren susmayacağımın farkındalığıyla öfkelenmişti. “Yıllar önce olup bitmiş bir şeyi şimdi bu kız burada diye baştan mı konuşacağız?”

“Canan,” derken dedemin sesini ilk kez bu kadar sert duyduğumu fark ettim. “Ne olup bitmiş yıllar önce?”

Canan sanki o ana dek yanında kocasının oturduğunu unutmuş gibi birkaç saniye donakaldı. Soluna doğru döndüğünde ise bakışlarım nihayet ondan kopmuştu. Kimseyle bakışlarım kesişmeden kendimi duvarlardan birine bakmaya zorladım.

“Bir şey olduğu yok Mirza. Konuşuruz daha sonra.”

“Tam şu an konuşalım, belli ki herkes her şeyi benden çok daha iyi biliyor. Torunumuza olan tavrını da anlamama yardımcı olursun belki.”

Bastıra bastıra ‘torunumuz’ demesi dudaklarımın bir anlığına titremesine sebep oldu. Babamdan da önce beni benimseyen, varlığımı ilk kabullenen kişiydi dedem.

Canan sustu. Ancak ben susmayacaktım. Dedem de bunu anlayarak gözlerini üzerime çevirdi. “Seni dinliyorum boncuk, o mavi gözlerinden niye yangınlar taşırıyorsun anlat.”

Nefeslenmek için bile fırsat tanımadım kendime. Direkt olarak dudaklarım aralandı. “Annemle tanışmışlar, annem buradayken ve babamla birlikteyken.” dedim ilk önce. “Babamın seninle arasının pek iyi olmadığı bir dönem varmış,” derken sesim kısılmıştı. Ayrıntılara girmek istemiyordum ama neyi nereden tutup anlatacağımı da şaşırmıştım. “Bu yüzden annemi annesiyle tanıştırmak istemiş en azından.”

Dedem başını kıpırdattı oldukça yavaş bir hareketle. Hangi zamanlardan bahsettiğimi benden iyi biliyor olmalıydı. Salonda dedem ve benden başka bolca insan olmasına rağmen beni bir tek o duyuyormuş gibi ona anlatmaya devam ettim.

“Babama kalırsa iyi geçmiş, iyi anlaşmışlar o ilk tanışmada. Her şey yolundaymış.” Alayla güldüm. Bakışlarım bir an Canan’ı buldu. Benimle ilk tanışması gibiydi, her şey yolunda rolünü yapmayı çok iyi biliyordu. Oysa ne annemi ne de beni gördüğü andan beri nefretle istemiyor oluşu önümüzde duruyordu.

“Sonra,” dedim biraz duraksamadan önce. “Karınız, oğluna haber bile vermeden annemle görüşmek istemiş tekrar. Görüşmüşler de hatta.”

Gözlerimi kapatıp açtım peş peşe. Annemle empati yapmaya başladığım anda iplerim zihnimde birer birer kopuyordu. Sevdiği adamın annesi tarafından istenmeyişi, gitmesinin istenmesi ve tüm bunlara babamı inandıramaması… Bunlar yaşanırken karnında beni taşıyor oluşu…

“Nefretini, gitmesini istediğini anlatmış karınız ona,” dedim masal anlatır gibi. “Oğlundan uzak durmasını istemiş.”

Dedem duraksadı. Gözlerinin içine içine baktığım için her duygu geçişini kolayca yakalamam gerekirdi ancak mesleğinden güç alıyor ve doğru düzgün hiçbir duyguyu dışarı yansıtmıyordu. İlk kez az önce, ikinci karşılaşmalarını anlattığım anda bakışlarında bir şeyler parçalanmıştı.

“Gitmiş mi annen öylece?” diye soran amcamdı. Bir şeyleri zihninde oturtmaya çalışıyor gibiydi.

Gülümsedim bir an. “Gitmemiş,” dedim başımı iki yana sallayarak. Masalın babamı suçlu çıkartan kısmına geldiğimiz için ona doğru göz ucuyla baktım. “Annesinin ona nasıl davrandığını, neler söylediğini sevdiği adama anlatmış.”

“Ama o adam aptalın tekiymiş,” diyen ben değildim. Babamdı. “Kadına inanmamış, annesine sorduğunda aldığı cevaba, koca bir yalana inanacak kadar aptalmış. Bunu yıllar sonra öğrenebilmiş, hiçbir şeye de gücü yetememiş.”

Başımın hafifçe ağrımaya başladığını hissederek kasıldığımda elim alnıma doğru çıktı. Alnıma bastırdığım parmaklarım gözlerime doğru da gölge yaparken görüş açım biraz kapanmıştı.

“Neden?” diye sordum sadece. Herkesin dili kopmuş gibi sessiz kalıyor oluşuna şaşırmıyordum. Kimisi ne diyeceğini bilemediğinden kimisi ise şaşkınlığından susuyordu, biliyordum. “Annem tek bakışta nasıl nefret ettirdi kendinden bu kadar? Niye ayırmak istedin onları?”

Bu soruların cevapları bana geçen yılların telafisini yapmış olmayacaktı ama içimin az da olsa soğumasına ihtiyacım vardı.

Utançla ya da belki artık pişmanlıkla bakacağını, susacağını ya da konuşursa da konuştuklarının kısık olacağını düşündüğüm kadın benden bile netti cevabında. “Oğlumu kurtardım ben.”

Aklımı yitirecekmiş gibi alnımdaki elimle kafama vurdum sertçe. “Ahu!” diyerek aynı anda seslenen babam ve Pars oldu. Özgür’ün de yerinden her an kalkacak bir halde beni izlediğini görmüştüm.

Ağrıyan başıma bir darbe de kendim vurduktan sonra bu kez babamın engellemesine izin vermeden yerimden kalktım. Kalktığım gibi iki adım atmış ve dedemle birlikte oturuyor olduğu koltuğa yaklaşmıştım.

“Neyde kurtardın, kimden kurtardın?” dedim neredeyse bağırarak. Gözümün önü kararacak kadar öfkeliydim. Annemin oğluna zarar vereceğini nereden çıkartmıştı?

Oturduğu yerden kalkmadı. Aramızda bir adımdan az kalacak kadar yakınına gittiğimden bana bakmak için başını kaldırdı sadece.

“Senden,” dedi dümdüz bir sesle. “Yirmi yaşına yeni basmış oğlumu, gençliğini mahvetmekten kurtardım.”

Sırtıma biri sert bir tekme savurmuş gibi sendeledim. “Biliyordun,” dedim her zerrem titrerken. “Annemin hamile olduğunu anlamıştın.”

Dönüp babama bakmak istedim. Bu kısmı bilmediğinden emindim. Annesinin sözcüklerinin ona ne yaptığını görme isteğiyle dolup taşmıştım. Ancak yapamadım. Bakışlarımı karşımdaki canavardan çekemedim.

“Hemşireyim ben,” dedi. “Hamile olduğunun farkında değildi ama ben farkındaydım. Evli bile değillerdi, ülkesine dönüp orada birine kabul ettirebilirdi çocuğunu. Biliyordum.”

Dedemin üstündeki gömleğin yakasına doğru uzanan düğmelerine uzandığını gördüm. Halam panikle ayaklanarak ona doğru gitti. Dedemin iyi görünmediğini anladığım halde ona elimi uzatamadım. Yerime çakılı kalmıştım.

“Kabul ettirebildi,” dedim fısıltıyla. Kulağına doğru eğildim, dibine kadar girdim. Beni ondan başka kimse duyamayacak kadar yakınında ve o denli kısık bir fısıltıyla konuştum. “Kabul ettirdiği o adam pedofili bir ruh hastasının tekiydi, kabul ettiği o çocuğu yıllarca taciz etti.”

Üvey bir babam olduğunu biliyor ancak kalan ayrıntılardan habersiz yaşıyordu.

Söyleyeceklerim bitip de geri çekildiğimde Canan Akdoğan’ın yüzünde bana karşı ilk kez nefretten ayrı bir şeyler yakaladım. Ama yakaladıklarıma doğru düzgün bakmaya bile çabalamadan adımlarımı ondan uzaklaşmak için attım.

Söylediklerim onda bir vicdan yükü yaratacaksa, bu iyiye işaretti. Beni, annemi ve kendi oğlunu yaktığı ateş yıllarca sönmemişti. Yanma sırası ona geçti diye üzülemezdim. Eğer söylediklerimden hiçbiri vicdanına dokunmuyorsa da, karşımda zaten bir insan yoktu. Onu bu çerçevede değerlendiremezdim.

Babama da bir benzerini hediye ettiği elaları nemlenmiş halde benden kopup arkama, babamın üzerine doğru çevrildiğinde aralarından sıyrıldım. Sağa doğru adımlamış ve halamın birkaç düğmesini açtığı gömleğiyle birlikte nefeslenmeye çalışan dedeme doğru uzanmıştım. Bacağında duran elini sıkıca kavrayıp kaldırdım. Yeşilleri beni bulur bulmaz dudaklarımı kıvırmaya çalıştım. Onu üzmeyi sevmemiştim.

Dedemle aramdaki bakışmayı bölen Canan’ın sesiydi. “Timur,” dedi önce. “Oğl-…” diyerek devam edeceği sırada babamın sesi onu bastırmıştı. “Sakın,” derken babam bağırmamış ancak bağırmış kadar olmuştu. “Beni unut, yokum ben senin için. Böyle bir kadının oğlu değilim, bana bunu yapan bir kadının oğlu değilim.”

Canan başını iki yana salladı hızlıca. Yerinden dengesi bir an bozulur gibi olarak da olsa kalktığında öne doğru adım atmıştı. “Konuşalım, bi’ dinle beni.”

“Asla,” dedi babam. Omuzlarını dik tutmaya çalıştığını görüyordum. Belki diğerleri için bunu zaten başarıyor gibi görünüyor olabilirdi ama ben kendisini nasıl zorladığını hissediyordum. “Yüzümü unut, sesimi unut, varlığımı unut. Ben sana öyle yapacağım, annesiz olmak böyle bir anneye sahip olmaktan daha az yakıcıdır eminim.”

Canan hıçkıra hıçkıra ağlama başladığında bütün dengem sarsıldı. O ağlıyor, dedem boş bakışlarla ikisini izliyor, babam ise bir duvar gibi arkamda bekliyordu.

Bir an, çok kısa bir an bu sahneyi kendim yarattığım için kendime kızmaya niyetlendim. Beni bundan alıkoyan asıl kaynağın hıçkırıkları kulağıma dolan kadın oluşunu hatırlamaktı.

Ben suçsuzdum.

Babamdan kopup annemin rahmine düştüğümden beri yanıyordum ama suçsuzdum. Başkalarının ateşi benim hayatımı cehenneme çevirmişti.

Kül olmuştum.

 

~

 

“Onlar da gelsin,” diye mırıldandım Özgür’ün koluna sarılmış haldeyken. “Gelecekler değil mi?”

Eğilip başımı öptü. “Gelecekler canımın içi, hem bir sürü poşet gördüm ben arabada. Mayıs’la aldıklarınızı deneyip bana gösterirsiniz, defile yaparsınız.”

Araba küçük bir çukura girip çıktığı için sarsılmış, bedenim arka koltukta iyice Özgür’e yapışmıştı. Sürücü koltuğunda büyük bir sessizlikle oturuyor olan babama doğru gözlerimi hiç çevirmemiştim.

“Bir tek sana mı?” diye sordum burnumu çekerken. “Bir tek bana tabii, sümüklü. Eraslan bakamaz.”

“Kime bakamaz? Sevgilisine mi kardeşine mi?”

Duraksadı. Ancak susmadı. “Kardeşime.”

Biraz şefkatinden biraz da sıcaklığından mayışarak koluna yüzümü yasladım.

O evden çıkalı yarım saat olmak üzereydi. Eve dönüyorduk.

Evden çıkış anımız fazla hareketliydi. Babam, annesine ‘onu unutmasını’ haykırdıktan hemen sonra beni sıkıca kavramış ve dışarı yöneltmişti. Dedemin eline tutunan elim ondan koptuğunda ise bu kez Mirza Akdoğan ayaklanmıştı.

Dedemin bizi durduracağını düşünmüştüm ancak tek yaptığı alnımdan sıkıca öpüp saçlarımı sevmek ve babamla gitmeme izin vermekti. Bunun, biz gittikten sonra gerçekleşecek konuşmaları için bir hazırlık olduğunu artık çoktan arabaya binmişken anlayabilmiştim.

Ben babamın arabasının arkasına, Özgür de yanıma binmişken Pars ve Mayıs’ın da arkada kalan Pars’ın arabasında olduğunun bilincindeydim. Arkamızdan gelip gelmediklerini beş dakikada bir kontrol ediyordum. Tanıdık yerlere yaklaştığımızda hâlâ arkada olmalarına bakılırsa bizimle birlikte eve geliyorlardı. Az önce Özgür’e sorduğum soru da bunu tamamen kesinleştirmek istediğimdendi.

Evin önüne geldiğimizde araba yavaşlayarak durdu. Özgür kapısına uzanırken benim aklım başka bir şeyle meşguldü. “Neden garaja girmedik? Gidecek misin?”

Öne doğru uzanmadan, sadece bakışlarımı ön cama çevirerek konuşmuştum. Sorumun babama olduğu açıktı.

Boynunu çevirmeden üstteki aynadan benimle göz göze geldi. “Parslar ile çıkın yukarı, ben garajdan gelirim. Onlar garaja inemeyecek diye girmedim.”

Uzunca açıklamış olmasına gülümsemeyi denedim. Yaklaşık yarım saat önce bir nevi kıyamet kopmuştu ancak sanırım hepimiz bu yaşanmamış gibi davranmayı seçiyorduk.

“Tamam,” dedim başımı sallarken. “Özgür insin, ben seninle gelirim ki.”

“Özgür kim ki zaten?” diyerek dramatikleşen Özgür’e ikimiz de dönmeyince oflayarak arabadan inip kapıyı çarptı. Bu sırada çoktan park etmiş olan Pars’ın arabasına doğru gitmeye başlamıştı. “Mayıs çiçeği!” diye bağırarak sokağı inletirken Pars’ın buruşan suratını gördüğümde dayanamayıp güldüm.

Babam arabayı garaj kapısından içeri alırken o park edene dek sessizce beklemiş, ardından kapıma uzanıp açmıştım.

Poşetlerin neredeyse hepsi Pars’ın arabasında olduğu için bir iki poşet dışında alınacak bir şey yoktu burada. Olanları da babam almış ve bana sadece onun yanında asansöre doğru yürümek kalmıştı.

“İyisin değil mi?” diye sorduğu sırada asansör üst katlardan bulunduğumuz yere doğru iniyordu. “Yani çok iyi hissediyorsundur diye değil… En azından-…”

Onu durdurarak kendim konuşmaya başladım. Ne sormaya çalıştığını anlamıştım.

“İyiyim,” dedim. “Sen ne kadar iyiysen, ben de o kadar iyiyim baba. Bu gecelik bu konuyu erteleyebildiğimiz kadar erteleyelim.”

“Nasıl istersen Ahu’m, sen ne istersen bebeğim.”

Parmak uçlarımda yükselip sakallarının üzerine dudaklarımı bastırdım. Sesli bir şekilde öptüğüm sırada asansör kapılarını açmıştı bizim için.

Binmek için öne gidecekken babam birden diğer yanağını yapıştırdı dudağıma doğru. “Buradan da öp, yarım bırakma.”

Hiç direnmeden az önceki öpücüğün aynısından öteki yanağına da kondurduğumda memnun olmuş bir ifadeyle sırtıma sardığı koluyla beni asansöre itti.

Parmağının uzandığı tuştaki sayıya bakar bakmaz daha önce paylaşmadığım bir şeyi hatırladım. Beni kaldığım otelden apar topar alıp eve getirdiğinde ilk kez zihnimde beliren ve sonra birkaç kez daha andığım ancak hiç babama söylemediğim bir detaydı.

“Baba,” dediğimde bana baktı hemen. “On altı benim uğurlu sayım, biliyor musun?”

Çıktığımız kat ve söylediğim sayı eşleşiyordu. Gülümsedi. “Öğrenmiş oldum yavrum, var mı bi’ nedeni?”

Yutkundum. Vardı fakat şu an söylemek için doğru an mıydı bilmiyordum.

Birkaç saniyeliğine duraklamam babamın kaşlarının hareketlenmesine sebep oldu. “Ahu?”

Yüzüme düştüğünü hissettiğim saçımı geriye iterken, asansörün durmasına iki kat kaldığını gördüğüm anda dudaklarımı araladım. Böylece sustuğum anda kapı açılacak ve kaçacaktım.

“Onun öz babam olmadığını öğrendiğim yaşım on altıydı,” dedim ve hesapladığım gibi kapılar açıldı. Babama hiç bakmadan dışarı çıktığımda henüz kapıyı kapatmamış olan üçlüyü yarım yamalak da olsa görebilmiştim.

En geride duruyor olan Mayıs ayakkabısını çıkartmaya çalışıyordu. Onun bıraktığı boşluktan geçip eve daldığımda beni holde duran Özgür ve Pars karşıladı. Üzerimde dikkatle gezinen bakışlarına normal tutmaya çalıştığım ifademle karşılık verirken babam ve Mayıs da içeriye girmiş, kapı kapanmıştı.

“Ee,” dedim ellerimi birbirine vurup. “Siz salonda oturun, biz giyinip gelelim tamam mı?”

Mayıs’ın elinden tutup çektim kendime doğru. Ne olduğunu anlamadan bana bakıyordu şu anda.

Olan şey basitti. Benim bu akşam düşünmemek için oyalanacak bir işe ihtiyacım vardı. Bunu genellikle uykuya sığınarak yapardım ancak artık yalnız değildim ve oyalanırken yardım alabileceğim bir sürü insana sahiptim.

“Çığırtkan ben ciddi değildim aslın-…”

Özgür’ün cümlesini yarıda kestim. “Ben yeterince ciddiyim, yoksa sadece babam ve Pars mı görsün istersin? Tamam-…”

Eliyle ‘devam etmene gerek yok’ der gibi beni sakinleştirdi. “Gidelim arkadaşlar, oturma düzenini ben ayarlarım.”

“Ne arkadaşı lan?” diyerek aynı anda konuşan babam ve Pars’a alınmış gibi baktı Özgür. “Canım arkadaşlarım, dost demedim diye mi kızdınız?”

İkili söylenerek salona giderken ben arkalarından kıkırdamıştım. Özgür bize göz kırpıp peşlerinden giderken Mayıs’la göz göze geldim. Bu küçük diyaloğun benim aklım dağılsın diye uzadığının farkındaydım, ancak sesimi hiç çıkartmadım.

Benim için küçük bir yaprak kımıldatsalar bile içim içime sığmıyordu. Çünkü benim içindi.

 

~

 

“Çok kötü.”

“Rezalet.”

“Olmamış.”

Sırasıyla Pars, Özgür ve babamdan gelen yorumlara karşı dayanamayarak ellerimi belime attım. İki elim belimde, birazdan üstlerine atlayacakmışım gibi görünüyorken tek tek üçünün üstünde gözlerimi gezdirdim.

“Moda programı jürileri sizden daha insancıl yorumlar yapıyor, birazdan stüdyoyu terk edeceğim.”

Mayıs bir eşi de benim üstümde olan elbisesinin eteğini düzelterek bıkkınlıkla arkada kalan koltuğa doğru geçip kendini pat diye bıraktı. Koltuğa gömülürken suratı asıktı.

“Neresi olmamış, neresi rezalet ve neresi çok kötü? Hızlıca cevaplayın, bekliyorum.”

Birbirleriyle bakıştılar. Ortak bir cevap bulamayacaklarından emindim ama neyi beğenmediklerini biliyordum zaten.

“Sırtı, göğsü ve eteği açık diye mi?”

Özgür yerinde yükseldi. “Açık yerleri sayarken dilin damağın kurudu, bitmedi o açıklıklar listesi. Ne bu be?”

“Özgür.” diyerek tek kelimeyle sevgilisinin yukarı tırmanan bedenini geri çökerten Mayıs bana iki iş bırakmıştı sadece.

“Siz ne diyorsunuz?” dedim babama ve Pars’a doğru dönerek. “Bu adamla aynı fikirde misiniz?”

“Bu adam sensin kızım, çığırtkana bak ya.”

“Ben kadınım,” dedim eteğimin uçlarını tutup etrafımda dönerken.

Gülmemek için yanaklarını şişirdiler karşımda. Yanlış savunma yaptığımı böylece anladığımda ofladım. Üstümdeki beyaz, mini ve askılı elbisenin derin bir sırt ve göğüs dekoltesi vardı. Mayıs ile aldıklarımız arasında ortak olan sayılı şeylerden biriydi. Halam kendisine de almıştı hatta.

“Halam da aldı bu elbiseden,” dedim babama bakıp. “İyi halt etmiş bebeğim, arayıp tebrik ederim birazdan.”

Somurtuk bir suratla Mayıs’ın yanına geçip oturdum. Bir sürü şey denemiştik ve genel olarak karşıdan aldığımız tepkiler hep benzerdi.

“Yarın bunları iade edelim, yenilerini beğenin. Biz geliriz sizinle.”

Özgür kendisini ve Pars’ı göstererek konuştuğunda bakışlarımın hedefinde sevgilim vardı. Gözlerimde gördüğü her neydiyse, Özgür’ü onaylamak yerine sessiz kaldı.

“Ulan, bi’ şeyler desene sen de.” Özgür, Pars’ı dürtüp konuşturmaya çalıştığında kaşlarımı kaldırdım. “Evet,” dedim başımı sallarken. “Bir şey desene Pars, seni dinliyoruz.”

Pars bir şey diyecek gibi değil de daha çok sabır dilenir gibi görünerek başını hafifçe kaldırdı. “Çok güzel olmuşsunuz, ikiniz de göz alıcı görünüyorsunuz.”

Tekrar bize baktığı anda konuşmuş ve hiç duraksamadan cümlesini tamamlamıştı.

“Ya,” diyerek uzatılmış bir hece seslendiren Mayıs’a aynısını gözlerimden taşırarak eşlik ettiğimde ikimiz de Pars’a bakıyorduk.

“O yüzden bu elbiseleri dolabınızın bir köşesine atın ve bir daha bulmayın, anlaştık mı?”

Daha güzel bir şeyler duyacağımızı sanıyorken tamamlama şeklini duyduğumda yüzümü buruşturdum. “Ayı!” diye yükseldim. Mayıs da kollarını göğsünde kavuşturmuştu. “Sevgilinin dediğinden.”

Özgür pis pis sırıttı. “Bastırın kızlarım benim, evet.”

“Sus sen de, sen farklısın sanki!” Mayıs sertçe ona baktığında bu kez ben konuştum. “Sevgilinin dediğinden abicim.”

“Kutup ayısı ve bozayı ile olan sohbetiniz bitti mi?”

“Kutup ayısı ben miyim?” diye soran Özgür oldu. Babam başını iki yana salladı. “Sen bozayısın, saçın başın kahverengi. Kutup ayısı yanındaki.”

Önemli bir ayrımmış gibi açıklamasına gülecek gibi oldum. Kendimi sıktığım sırada kapı çaldı.

Bir an durdum. Beklediğimiz biri var mıydı?

Günü gözden geçirdiğimde kapıda bulma ihtimalim olan birini anımsayarak yerimde aceleyle doğruldum. Ben kalkmadan önce Özgür hareketlendiği için onu durdurmak üzere elimi salladım. “Dur, ben açarım.” Ayaklandım hemen.

“Sen bu elbiseyle balkon kapısını bile açma, Afrodit.”

“Kızıma Afrodit deme lan.”

“Kızına başka neler neler diyordur bu, abi. Bence vuralım gitsin.”

Üçünün birbirine girmesine müdahale etmektense yerimden çaktırmadan ayrıldım. Hızlı adımlarla salondan çıkıp kapıya koştuğumda derin bir nefes alarak kapıya uzanmıştım.

Karşımda bulmayı umduğum biri vardı. Eğer onu göremezsem tüm umutlarım çöp olacaktı.

Kendisine ikinci bir şans vermiş, kahvaltıya kalmasını sağlayamadığım ilk denemeden sonra bu kez gece sonlanmadan yanıma gelmesini istemiştim. Bu şansı da eliyle iterse, benden üçüncü bir şans edinemeyecekti.

Kapıyı açtığım anda karşımda gördüğüm yüzle birlikte tüm kaslarım gevşese de duruşumu bozmadım.

“Buyurun,” diye mırıldandım. “Kime gelmiştiniz?”

Kollarım uzanıp ona sarılmak için uyuşmuş haldeyken kendimi sıktım. Bu sırada beni baştan aşağı süzmüştü. Kaşları havalandı. “Ben,” dedi şaşkınca. “Kaç gündür yoktum ki senin nikahına anca yetiştim?”

Beyaz elbisemi yorumlama şekline içimden bolca güldüm. “Kimsin ki sen?” dedim omuz silkerek. Gideli üç hafta geride kalmış, bir ay olmak üzereydi artık.

“Özgün Kılıç ben,” dedi sakince. “Öğlen adamlarımdan biriyle bana mesaj iletmemiş miydiniz küçük hanım?”

Usulca başımı salladım dayanamayıp. İletmiştim. Mesajımı alacağını biliyordum ama aldığı mesajın sonucunda kapıda belireceğinden yüzde yüz emin değildim şimdiye dek.

“Sabah kalkıp gitmek için geldiysen eğer-…” diyerek bir anda yükseldiğimde bakışları arkama doğru kaydı. Omuzumun üstünden geriye baktığımda salondaki herkesin kapıdan bize bakıyor olduğunu görmüştüm.

“Abini azarlamaya başlamadan önce bi’ sarılsan keşke, çıngıraklı. Sizin köyde adet böyle mi yoksa?”

Ne dediğini doğru düzgün anlamamış olmama rağmen umursamadan kendimi öne attım. Kısacık bir zamanda beni kendisine alıştırmış, alıştırdıktan biraz sonra ise ortadan kaybolmuştu. Onu özlediğimin farkındaydım ama karşımda görene dek aslında ne kadar çok özlem duyduğumun farkına varamamıştım.

Kollarımı sıkıca omuzlarına sardığım anda beni sırtımdan kavrayıp havalandırdı. İç çekerek yanağımı kulağına doğru yasladım. Beni indirmeden eve girdiğinde bir süre daha havada kalmış oldum.

“Çok özledim seni, neden hemen gelmedin?”

“Geldiğimde, hemen dönmem gerekmesin diye çabaladım. Yemin ederim haftalarca öyle boş boş uzağında durmadım abicim.”

“Gerçekten mi?” diye sordum çocuk gibi. “Gerçekten tabii.”

Onu, beni bırakıp gittiği için öyle kolay affetmeyecektim ama bu özlem gidermeyeceğim anlamına da gelmiyordu.

Biraz sarılmam lazımdı, sonra kızacaktım.

 

~

 

“Uyuyor abi rahat rahat, hiç dokunma. Biraz daha dalsın öyle kucaklarsın.”

Timur, Özgün’ün göğsüne sindiği gibi uyumuş olan kızının çoktan derin bir uykuda olduğundan emindi aslında. Akşam olanların ardından direkt olarak uykuya sığınmamasına da şaşkındı hatta. Yaklaşık yarım saat önce evlerine doğru yola koyulan Eraslan kardeşlerin ve devamında gecenin sürprizine dönüşen Özgün’ün de bunda etkisi vardı tabii, biliyordu.

“Çoktan dalmış ki o, surata bak.” Özgür çayının son yudumunu boğazından kaydırırken bakışlarını Despina’nın yüzünde tutuyordu.

“Ölsünler onun suratına, güzel kızım benim.” Timur kısık bir sesle konuşmuş, ardından eğilerek kızının omuzundan öpmüştü. Balkonda bolca yer kaplayan üç iri beden ve bir yarım da Despina olunca pek boşluk kalmamıştı geriye. Bu da hepsinin birbirine yakın olmasına yol açıyordu. Kimsenin şikâyeti de yoktu.

Despina omuzundaki öpücüğü kapalı bilinciyle algılayamamış ancak hafifçe kıpırdanmıştı. Özgün sırtına dokunarak onu yatıştırırken dayanamayıp soran Özgür oldu.

“Abi,” derken bakışları öz abisindeydi. “Dün değil, yarın değil… Neden bugün? Haber bile vermeden geldin kapıya, ne oluyor?”

Özgün kısaca nefeslendikten sonra bugün öğlen yaşananları özetledi karşısındaki iki adama.

“Nerede o piç?” diyerek gerilen Timur’a baktı sakince. “Olması gereken halde abi, rahatı yerinde.”

Kırık kemiklerle ne kadar rahat olunursa, o kadar rahattı tabii.

“Kızın olduğundan haberim olmasa, oturup birkaç ay Despina’yı gözlemlesem kızın olduğunu anlardım. Bazı anlarda direkt sana dönüşüyor.” Özgür’ün cümleleriyle Timur gururla geriye yaslanmış, Özgün ise hafifçe gülümsemişti.

“Bu minik şey abini tehdit ediyor, süreler verip şantaj yapıyor; sen keyifli keyifli şaka yapıyorsun. Öyle olsun Özgür.”

Timur iki kardeşin atışmasına gülerek birkaç saniye önce yaktığı sigarasından çektiği nefesi kızının tam tersi yöne doğru üfledi. Gözlerini aralayıp sigara içtiğini görse delireceğini biliyor, bir miktar da onun bu asabiyetinden çekiniyordu. Belki de Özgür haklıydı, kızı kendisinin bir kopyasıydı. İnsanların kendisinden çekinmesini seviyordu fakat kendisi birinden çekiniyor olmayı henüz tanımlayamamıştı.

“Kalıcısın yani,” dedi Timur ikilinin laf atmaları son bulur bulmaz. “Bir kez daha gidecek ve kızımı arkandan üzecek olursan geri döndüğünde kapının eşiğine gömülü bulursun kendini.”

“Baba kız nasıl tatlılar ya; biri demiş ki bu gece gelmezsen bi’ daha nah gelirsin diğeri diyor ki gidip b’ daha dönersen gömülürsün…”

“Abin anca bundan anlıyor demek ki koçum, ne yapalım?”

Özgür bir an düşündü. Ardından kendisini diğer tarafa daha yakın hissetti. “Doğru,” dedi hemen. “Haklılar abi, kalıcı değilsen bırak kardeşimi ben göğsümde uyuturum.”

Özgün gözlerini devirerek başını çevirdi. “Fırsatçı it, konu uyutmak mı şu an?”

“Ne bileyim şansımı denedim, çok tatlı uyuyor. Belki verirdin.”

“Nah veririm, abim. Bekle sen.”

“Ben çay almaya gidiyorum, döndüğümde umarım Despina uyanmış seni dövüyor olur.”

Özgür söylene söylene balkondan çıktığında Timur bakışlarını ciddileştirerek Özgün’e baktı. “Ne çeviriyorsun?”

Omuz silkti Özgün sadece. “Bir şey çevirmiyorum abi.”

“Başlatma abinden, elimde kalırsın. Öyle üç beş haftada içine battığın bataklıktan sıyrılamayacağını bilmiyor muyum ben? Özgür gerilmesin diye ağzımı açmadım sadece.”

Özgün uzunca nefeslendi. Başını kıpırdatıp çenesini göğsünde uyuyan bedenin saçlarına doğru yasladı. “Bataklıktan çıkmak için başka birini o bataklığa, benle aynı ağırlığı verecek şekilde batırdım. Her şey rayında giderse, bir sıkıntı çıkmayacak.”

Timur çatık kaşlarıyla birlikte neredeyse tüm kaslarını germiş halde ona bakıyordu. “Özgün?” dedi hızla. “Saçma sapan birini, bunların altından kalkamayacak bir masumu-…”

Özgün direkt başını iki yana salladı. “Asla,” dedi itiraz ederek. “Kendi isteği olmayan birini ben o karanlığın kıyısından bile geçirmedim, geçirmem de. Bile isteye yanan, yanmaya razı biri olduğunu bil yeter abi. Babamın emanetine en az benim kadar saygı göstereceğini anladığım anda tamamen elimi eteğimi çekeceğim ve sanıyorum ki buna çok az kaldı.”

Timur karşısındaki adamı şaşkınca süzdü. Öylece tüm yüklerini bir başkasına bırakıp kendisi işten sıyrılacakmış gibi konuşuyordu. Bugüne dek rastlamadığı bir şeydi bu.

Özgün onun bakışlarındaki soruları algıladığında sormasına fırsat vermeden konuştu. “Doğru kişinin karanlığa bulaşması ve kızının beni bu evden bir an bile çıkmamak için ikna etmekte usta olması çakıştı sadece abi. Kendimi adadığım şeylerin hiçbiri daha önce böyle göğsümde huzurla uyuyan birinin hissettirdiği kadar keyiflendirmedi beni.”

“Kimmiş bu doğru kişi?”

Özgün tek nefeste söyledi ismi. Timur için bir şeyler çağrıştırmamıştı bu isim.

“Devran Gümüşdağ.”

*(yn: Bu ismi unutmayın, Df evreninde bir daha karşımıza çıkmaz muhtemelen ancak bu ismi son duyuşunuz olmayacak diye düşünüyorum :p)  

“İrdelemeyeceğim,” dedi Timur sadece. “Yeter ki burada ol, kalanına ben karışmıyorum. Bu evde kalmanı isteyen tek kişi kızım değil, bunu da bil. Asabımı bozma benim.”

Söverek sevmesine aşina olduğundan Özgün, Timur’un bu tavrına sadece gülümsedi. Çenesiyle Despina’nın saçlarını eşelediği sırada içeriye Özgür girmiş ve elindeki çayları masaya bırakmıştı.

“Size de getirdim, gözünüz kalır da boğulurum sonra diye korktum.”

“Çok zarifsin aslanım benim, kim yetiştirdi seni?” diyen Özgün’dü.

“Ne demek istiyorsun lan? Babana mı laf atıyorsun bana mı? Kim yetiştirdi derken?”

Timur gergin gergin yükselince Özgür keyifle arkasına yaslandı. Abisinin kıvranmasını izlemeye bayılıyordu, nadir rastlanan ancak baba-kız tarafından bu sıralar sıklaşan bir durumdu.

Özgün ne diyeceğini bilemeyerek birkaç saniye duraksadığında onu kurtaran göğsündeki beden oldu. Despina gerinerek yerinde sallandığında uykusunun bölünmüş olmasından rahatsız ve mutsuzdu.

“Burası neresi?” diye sorduğunda üç adamın da bakışları üzerine çevrilmişti.

“Sence çığırtkan? Nereye benziyor?”

Despina bakışlarını Özgür’e çevirdi. Yüzünü buruşturdu. “Çok korkunç bir yere benziyor, senin yüzünden.”

Özgür alınmış gibi elini göğsüne koyup dilini damağına vurarak ses çıkarttığında Despina kıkırdadı. Uyku sersemi haliyle Özgür’e laf yetiştirecek gücü bulunması takdir edilesiydi. Ona her zaman gücü vardı.

“Kırdın beni, insan abisine böyle yapar mı?”

“Yedeğin var koçum, ona güveniyor herhalde.” Timur kızının arkasında dururken Despina babasına bakıp şımarık bir gülümseme sundu. Bu, şımarık hallerine bayılıyor olan Timur için nimetti.

“Evet,” dedi Despina Özgün’e yapışırken. “Bak! Yedeğin burada.”

Özgün de Timur gibi keyiflenerek yerinde yayıldı. Ancak kardeşinin kendisi için hazırladığı hain plandan habersiz ve bu plana hazırlıksızdı.

“Küs değil misin sen bu adama? Barıştınız mı tamamen?”

Özgür, Despina’ya Özgün’e olan kızgınlığını hatırlattığında Despina olduğu yerden sertçe kalktı.

“Barışmadık!” diye bağırdı direkt. “Çekilebilir misin?”

Özgün dişlerini birbirine bastırdı. “Çekileyim,” dedi sonra. “Küçük bir işim var zaten.”

Timur ve Despina işin ne olduğunu anlamak için soru sormak üzere dudaklarını aralamışken Özgür çoktan yerinden kalkmış ve salona doğru hızla geçmişti.

Özgün arkasından fırladığında Despina şaşkınca arkalarından bakakaldı.

“Kovalamaca oynuyorlar,” diye konuştu. Ardından uykusundan yeni uyanmanın verdiği sarhoşlukla ayaklandı. “Ben de gideceğim!”

Despina da içeri girdiğinde Timur arkalarından büyük bir kahkaha atmıştı. Birazdan uyumak üzere herkes yataklarına çekilince düşüncelerinin arasında boğulacak ve muhtemelen sabahın ilk ışıklarına dek hiç gözlerini kırpmayacaktı. Şimdilik kendisini çocuklarına odaklamakta ve onların enerjisiyle keyiflenmekte bir sakınca görmemişti.

Hayat geçmişi ve ileriyi düşünüp, anın getirilerine tamamen kör kalmak için çok kısaydı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm