Düşten Farksız 52.Bölüm

 52.BÖLÜM



- 14 Şubat 2003, İstanbul

 

“Evde olsak da olurdu, yanında olmam benim için yeterince özel Timur.”

Timur, kolları arasında tuttuğu ve bir türlü susmak bilmeyen kadını bildiği en kesin yolla susturmak üzere başını eğdi. Dudaklarına kısa fakat yoğun bir baskıyla kendi dudaklarını bastırdığında ezbere bildiği şekilde kollarındaki beden titremiş ve durulmuştu.

“Bazen sırf seni öpeyim diye bu kadar çok konuştuğunu düşünüyorum Yunan kızı.”

Helen parlayan gözlerle başını geriye atmış halde sevgilisine doğru baktı. “Konuşmadığımda da öpüyorsun beni, öpmüyor musun?”

“İçli içli öpülmekten bahsetmeye devam edeceksen eğer haber ver de bu kalabalığın ortasında durmayı keselim, biraz önceki kadar kısa sürmeyecek bir öpücük mü istiyorsun?”

Helen kıkırdadı. Karşı karşıya duruyorlarken kollarını karşısındaki bedenin beline doğru dolamış, göğsüne yanaşmıştı. Ona bakarken başını geriye atıyor olması yorucuydu ama keyfi yerinde olduğundan bu yoruculuğu hissetmiyordu hiç.

“Havaalanındayız, nereye gideceğiz ki?”

Timur bu soruyu ciddiye alıp etrafa bakınmaya başladığında Helen yarı utanç yarı keyif dolu halde yüzünü göğsüne sakladı. Oraya kapandığı anda başının tepesinde peş peşe birkaç öpücük hissetmişti.

“Uçuşa biraz zamanımız var, sıcak bir şeyler içelim o arada.”

Helen geri çekilerek Timur’u onayladı. “Çay mı içeceğiz?”

Timur yarım ağız güldü. “Bir zamanlar çay sevmediğini iddia eden bir kadın vardı, hatırlıyor musun o kadını?”

Helen tavırlı bir bakış attıktan sonra kollarını onun belinden çekerek kendi göğsünde kavuşturdu. “Sen alıştırdın,” dedi kötü bir alışkanlık kazanmış gibi. “Çayı mı seviyorum seninle çay içmeyi mi bilmiyorum gerçi.”

“Beni seviyorsun bence,” dedi Timur sakince. Elalarını kadının açık mavi irislerine dikip. “Bir şeyi benden fazla sevme ihtimalin yok, bunu kararlaştırmamış mıydık?”

Helen gözlerini kırpıştırmakla yetindi. Böyle anlarda Timur öyle kendinden emin konuşuyordu ki ona verecek cevap bulamayıp sessiz sessiz beklemek zorunda kalıyordu.

Bir süre sonra yeni konumları ellerindeki kartondan bardaklarda dolu olan sıcak çaylar eşliğinde havaalanının bekleme koltukları olmuştu.

Kışın en kuvvetli varlığını gösterdiği günlerden birine uçuş planlamış olmak pek akıl kârı değildi aslında. Fakat Timur, ilk sevgililer günü hediyesinin ne olabileceği konusunda düşündükçe kendini bu planın ortasında bulmuştu.

Aylar önce tası tarağı toplayıp doğup büyüdüğü ülkeyi terk eden ve arkasında geçmişini bırakan bir kadına, sesli olarak dile getirmese de özlediğini çok iyi bildiği topraklarda geçireceği birkaç gün hediye etmek istemişti.

Hediye fikri güzeldi. Helen her ne kadar gerek olmadığını söylese de birlikte Atina’ya gidiyor olduklarını öğrendiğinde gözlerinden mutlulukla bolca yaş dökmüştü.

Kader yollarını kesiştirdiğinden beri kendisini adamın üzerinde ağır bir sorumlulukmuş gibi hissetmekten zaman zaman kaçamıyordu.

Hiçbir güvencesi, hiçbir dayanağı olmadan geldiği ülkede kendisini sımsıkı kucaklayan birine kavuşmuştu. Bazen gerçekliğini sorguluyor, bazen de ellerinden kayıp gidecekmiş gibi kaygılanıyordu. Fakat buradaydı işte, yanındaydı, nefesi hep hissedebileceği kadar yakınında yankılanıyordu.

Yan yana oturdukları birleşik görünümlü iki sandalyede Helen bedenini yanındaki adama doğru devirdiği için en fazla bir buçuk kişilik yer kaplıyor sayılırlardı. Timur’un iri bedeniyle kıyaslandığında Helen’in kapladığı yer küçücüktü.

Helen, Timur’un omuzuna yasladığı başını oynatmadan etrafı seyretmeye başladı sessizce. Ortam onun sessizliğine tezat biçimde gürültülüydü gerçi. İncelemesi sürerken gözüne takılan yerde gördüğü ayrıntıyla birlikte başını kıpırdattı. “Timur?” dedi kendisi gibi sessizce oturuyor ve saçlarının uçlarını okşamakla meşgul oluyor olan sevgilisine.

“Söyle güzelim.”

“Şu uçuş bizimki mi? Birden fazla Atina uçuşu yoktur herhalde… Rötarlı görünüyor.”

Timur duyduklarıyla birlikte bakışlarını ilerideki geniş tabelaya çevirdi. Uçuşun saati ve bilgileri kendi uçuşlarıyla eşleşiyordu. Yanındaki kırmızı renklendirilmiş yazıda ise ‘iki saatlik’ bir gecikme notu vardı.

Helen doğrulmuş halde ona doğru dönmüştü. “Evet, bizimki bu.”

“Kar bastırmış demek ki, olsun. Bekleriz.”

Timur, her ne kadar sevgilisi gayet anlayışlı ve sakin görünse de bu gecikmeden rahatsızdı. Bu planı düne ayarlasa daha iyi olurdu belki de. Sevgililer gününü havaalanında boş boş bekleyerek geçirmek tatlı bir fikir değildi çünkü.

Kendi kendisine kızmakla meşgulken onun dışarıya yansıtmadığını sandığı bu tavrını okuyabilen Helen bardağı tutmadığı elini kaldırıp çenesine dokundu. “Mutsuz mutsuz duracaksan, küseceğim. Sokakta kalsak bile bugün seninle geçtikten sonra benim için her şey yolunda, aşkım.”

Bunları öylesine söylemediği, gerçekten mutlu olduğu halinden belli olan Helen’in çabası Timur’u biraz da olsa toparlamıştı. Geçen yarım saatte çayları bitti, oturdukları yerin biraz soğuk olduğunu fark edip yer değiştirdiler, montları yanlarında değil üstlerindeydi artık ama değişmeyen kısım netti. Helen yanındaki bedenin omuzunda usulca dinleniyor, Timur’un burnu ve dudakları onun başının tepesinde geziniyordu.

Timur omuzundaki başın ağırlığı ve kendisine doğru düşen yük biraz artmaya başladığında güldü istemsizce. Bu, Helen sızdı demekti. Yüzünü göremiyor olsa da kadının uykuya yenik düştüğünden emindi.

Saçlarının uçlarıyla oynamayı, zaman zaman sırtını okşamayı sürdürerek uykusunun bölünmeden rahatça devam etmesi için çabalarken aradan biraz daha zaman geçmişti.

Havaalanındaki kalabalık, uçuşların büyük bir kısmının rötarıyla birlikte arttığından sandalyelerin çoğu dolmuş hatta ayaktaki kişilerin sayısı da artmaya başlamıştı. Timur bakışlarını etrafta amaçsızca dolaştırırken bir anda ayaklarının biraz ilerisinde sertçe yere düşen bedeni gördüğünde refleksle öne doğru hareket etti. Hareketliliği Helen’in pek ağır olmayan uykusunu bölmüş, irkilerek uyanmasına neden olmuştu.

“Ne oldu?” diye panikle sorduğunda bakışları Timur’u buldu. Timur’un bakışları ise dizlerinin üstüne ve iki eli zeminde olacak şekilde düşmüş olan ufacık bedendeydi.

Yüzü buruşarak ağlamaya başlayan, iki yandan yüksekçe toplanmış birkaç tutamlık saçıyla şaşkın şaşkın yerine duran küçük kızı gördüğünde, sevgilisinin nereye daldığını anlamıştı Helen.

Kıkırdayarak ayaklandı. Yere yapışmış duran bebeği kollarının altından destekledi. Kimse ona doğru gelmediğine göre belli ki ailesinin yanından uzaklaşmış ve bu hengâmede de düşmüştü.

“Ne oldu sana?” diye mırıldandı Helen küçük kızı ayaklarının üstünde durur hale getirdiğinde. “Uf mu oldu, düştün mü?”

Derdinin dile getirilmesinden memnun olan bebek sakince kafa sallamıştı sadece. Uzun uzun açıklama yapmasına gerek olmaması iyiydi, düşmüştü işte.

Helen bebeğin tozlanan pantolonunun dizlerini eliyle çırptı, katlanan montunu beline doğru indirdi. “Acıyor mu bir yerin?”

“Azıcık uf,” diye sızlanarak kendisine avuç içlerini gösteren bebeğe gülümsedi dayanamayıp. Tanıdığı birinin çocuğu olsa şu an kendisini tutmasına gerek kalmadan şişkin yanaklarını ısırmaya başlayabilirdi.

Avuç içlerini yavaşça okşadı parmaklarıyla. Çöktüğü yerden doğrulduğunda küçük kız panikle bacağına tutunmuştu. Annesinin yanından kaçma fikri kaybolana kadar heyecan vericiydi ancak şu an etrafta kimseyi tanımıyordu. Kendisine sorular soran kadının güvenilir olduğunu düşünebilmişti sadece.

“Timur?” diye seslendi Helen. Ona doğru adımladığında bacağına tutunan kız da yanındaydı. “Anons falan mı ettirsek, kimse bebeğini arıyor gibi değil etrafta.”

Timur’un algısı az önce gördüğü manzarada takılı kalmıştı. Helen’in söylediklerini anlayabilmesi için önce bir bebekle masumca ilgilenen sevgilisinin etkisinden sıyrılması gerekiyordu.

“Timur…” diye yineledi Helen. Yüzünde yamuk bir sırıtmayla onlara doğru bakan adamın kilitlenme sebebini o an tam çözememişti.

“Hım?” gibi bir tepki alabildi sonunda. “Aşkım iyi misin? Bebek için diyorum, anons mu yaptırsak?”

“Yaptıralım,” dedi Timur neye onay verdiğini birkaç saniye sonra anlayarak. Kendisine koca gözlerini açmış, boynunu bükmüş halde bakan bebeğe bakışları takıldığında çenesini sıkmıştı biraz. Her bebek bu kadar tatlı oluyor muydu? Bebeği tatlı kılan Timur’un az önce sürüklendi hayaller miydi yoksa?

“Merhaba,” dedi kendisine dikkatle bakan küçük bedene doğru dönüp.

“Meyaba,” şeklinde tatlı bir yanıt almıştı.

“Adın ne senin?” diye mırıldandı. Onu daha çok konuşturmak istemişti sadece.

“Menim adım mı ney?” diyerek soruyu kendi aklında oturtmaya çalıştı küçük kız. Helen güldü bu tepkiye. Toplu saçlarını parmaklarına dolayıp düzeltti sakince.

“Evet, senin adın.” dedi Timur sabırla tekrar.

Bebeğin aklı karışmış bakışlarına dayanamayan Helen’in gülüşü daha da derinleşti. Timur da bu sırada ayaklanmıştı. “Stresten adını unutmuş olabilir,” dedi sevgilisine cevapsız kalışının açıklamasını yaparak. “Ailesini bulalım bir an önce, meraklanmıştır insanlar.”

Helen’in bacağından ayrılmayan, meraklı bakışları da diğer taraftan onların yanında yürüyen iri bedenden çekilmeyen halde küçük adımlar atan bebekle birlikte güvenliklerden birini bulmak için adımladılar bir süre.

Timur aralarındaki dizine zor ulaşan boyuttaki bedeni gördükçe delirecek gibi hissediyordu. Daha önce böyle bir dürtüyle hiç kaplanmamış, içinde bir bebek olan hayale hiç kapılmamıştı. Yirmilerinin başında çoluk çocuk hayali kuracak kadar aklı olgun olmamalıydı belki fakat Helen’le yan yana gördüğü bu kız çocuğu ona bir dolu hayal kurdurmuştu aniden.

Güvenlik görevlilerinden birinin yönlendirmesiyle ismini söyleyemese de bebek adına anons geçilmişti havaalanının genelinde. Çok da uzun bir süre geçmeden bulundukları konuma nefes nefese gelen bir çiftle karşı karşıya kaldılar.

“Anne!” diye içli içli bağırıp kadına doğru koşturan bebek, herhangi bir sorgulamaya gerek bırakmamıştı. Gelenler belli ki anne-babasıydı.

Islanmış gözleriyle birlikte kızını kucaklayan kadın, ortamdan bağını kopartmışken yanlarında duran adam önce kızın sonra kadının başına birer öpücük bırakıp diğer tarafta bekleyenlere doğru döndü. Güvenliklerle birlikte bebek ailesine kavuşana kadar beklemiş olan Helen ve Timur’a bakmıştı önce.

“Siz mi buldunuz?” diye sordu minnetle.

Helen’in bakışları sarılan anne-kızdaydı. Timur onayladı adamı. “Tesadüfen önümüzde yere düşünce, güvenliğe geldik.”

“Çok sağ olun, bir an gözümüzü ayırdık biletlerle ilgili sorun çıkınca. On dakikada ömrümüzden ömür gitti. Şükür ki size denk gelmiş, bin bir çeşit insanla dolu etraf.”

Timur ‘önemli değil’ dercesine başını kıpırdattı. Ardından güvenliklerin yanından hep birlikte ayrıldılar. Farklı kısımlara dağılacaklarını fark ettiklerinde iki tarafın da adımları duraksadı.

“Annecim bay bay yap, gidiyorlar bak.”

Kadın kucağından bırakmadığı kızının elini sallaması için tuttuğunda bebek hiçbir mızmızlanma belirtisi göstermeden elini salladı Helen ve Timur’a. “Güye güye inşanlar.”

Dört yetişkini de hitabıyla güldürmeyi başarmıştı.

“Sana da güle güle…” diyerek dudakları sarkık halde el salladı Helen. Tatlılığına içi gitmişti.

“Menim adımı hatıyladım!” diye tam ayrılacakları anda heyecanla bağıran bebek hepsini duraksatmıştı bir kez daha. Timur’a döndü minik beden. Sorunun sahibi oydu çünkü.

“Ahu, Ahu!” diye peş peşe seslendirdi adını bilmenin gururuyla. “Ahu menim adım.”

“Memnun olduk, tatlı Ahu.” diyerek çifti daha fazla bekletmemek için el salladı bir kez daha Helen.

Ahu ve ailesi gülümseyerek yanlarından uzaklaşırken Helen arkalarından bakar halde sırtını Timur’un göğsüne doğru yasladı. “Gittiler,” dedi mutsuz mutsuz.

Timur göğsüne yaslanan Helen’i karnından kavrayıp kendine bastırırken iç çekti derince. “Acilen kendimize bir ‘Ahu’ yapmamız gerekiyor, Yunan kızı. Bana kollarımın arasında kaybolup tatlı tatlı konuşan bir kız bebek hediye etmen gerekiyor.”

Helen gülerek karnına sarılan kollara tutundu. “Baba mı olasınız geldi Timur Bey?” diyerek hafifçe alaya aldı sevgilisini. Bebeğin büyüsüne kapılarak böyle konuştuğunu düşünüyordu. Daha önce aralarında böyle bir diyalog hiç geçmemişti, Timur’un bebekleri sevip sevmediğinden bile emin değildi bu ana dek.

“Şaka yapmıyorum,” dedi Timur eğilip çenesini kadının omuzuna doğru yaslarken. “Eğer gerçekleşebilecek tek dilek hakkım kaldıysa bile, bugün onu kullanıyorum. Sana benzeyen bir kız çocuğu, bana baba diyecek bir kız çocuğu diliyorum Helen.”

Timur’un dileği o gün yeri beyaza bürüyen göğe karışıp havalanırken, kalbinden öyle içten kopmuştu ki gerçekleşmemesi mümkün değildi.

Helen’e tıpatıp benzeyen, kendisine baba diyecek bir kız çocuğu dileği gerçekliği bulabilmişti. Bugünden bir buçuk yıl kadar sonra o kız çocuğu gözlerini dünyaya açmıştı. Fakat Timur’un dileklerinde yer bulmayan, kimsenin dileği olamayacak kadar acı çok fazla yanı daha doğumuyla birlikte sırtlanmıştı o kız çocuğu.

Belki de Timur o karlı güne dönebilse, dileğinden vazgeçip dudaklarına kilitler vururdu. Zira kimse kendi canının çok uzaklarda ve onsuz halde kıvranmasına elçilik etmek istemezdi.

Kızı her doğmamayı dilediğinde, Timur bundan habersizce kendi dünyasında nefes alıp vermeye devam etmişti. Yıllar sonra her bir nefesinden nefret edeceğini, kızına bu saatten sonra ne yapsa ilaç olamayacağını bildiği her gün öleceğini tahmin edebilmesi imkânsızdı.

 

 

~

 

- 27 Kasım, günümüz, Yunanistan

*bu kısımdan itibaren italik okuyacağınız cümleler Yunanca olacak. Her seferinde çeviri yapmak kesintiye sebep oluyor diye böyle bir çözüm üretmek istedim.

 

 

“Bu etkinliği turist grubu şeklinde mi yapmalıydık gerçekten? Gerekli miydi yani bu?”

Babamın bitmek bilmeyen homurdanmalarına bir yenisi eklenirken içimden gülüyor olsam da dışıma bunu pek yansıtmıyordum.

“Bizim başımız kel mi abi?” diyen Özgün abime doğru baktım. Kel değildi, saçı kısaydı ama biraz. Yeni kesmişti, kesmeyi de abartmıştı bir tık.

Bakışlarım beni ele vermiş olacak ki Özgür sırıtıp beni gösterdi. “Kellikle durumu birleştirmeye çalışıyor şu an.”

“Kes ya!” diye söylenip ters ters baktım yüzüne. “Seni burada bırakıp giderim, yarım İngilizcenle kendini anlatabilirsen yolu bulursun bir şekilde.”

Ağzını fermuarla kapatmış gibi bir hareket yaptı. “Bu böyle kolay susabilecekse biz hep Atina’da mı kalsak?” Kendi kendime sorgulamakla meşgulken babam bana döndü.

“Özgür’ü bırakıp biz dönsek de olur.”

Kıkırdadım. Aramızdaki tek Özgür fanı dudaklarını araladı. “Çok üstüne gittiniz, gurbette kendini yalnız hissedecek.” Durumu dramatikleştirerek sevgilisine sarılan Mayıs’a göz devirdim. Bu çiftin yapış yapışlığı beni biraz yoruyordu.

Çift demişken…

Bakışlarımı etrafta gezdirip aradığımı bulduğum anda sakince nefeslendim. Bir yere kaybolmamıştı, çaprazımdaydı.

Tüm bu kalabalığın asıl kaynağı, yani Yunanistan ziyaretinin babam ve ben dışına yayılmasının sebebi olan Pars Eraslan gayet rahat bir biçimde olduğu yerde dikiliyordu.

Babamı ‘Pars da bizle gelsin, bensiz duramıyor da hiç’ şeklinde ikna edebilmem ya Pars’ın boğulmasıyla ya da benim ağır bir tavırla karşılaşmama yol açardı. Aynı şekilde Pars’ı da ‘ben bir süre babamla ortadan kayboluyorum, sen beni yine bekle’ diyerek durdurmam pek mümkün olamazdı.

Bütün bunların ışığında bulduğum çözüm, Yunanistan’a olan süresi belirsiz ancak uzun tutulamayacak ziyareti bir aile etkinliğine dönüştürmek olmuştu.

Özgür ve Mayıs’ın kendi kendilerine tatil yapabileceklerini ortaya atmam yetmişti. Abim peşimizden gelmeye dünden razıydı ve Pars zaten ben varsam, vardı.

Asıl kısım babamı bu kalabalığa ikna etmekti. Onu da bir şekilde tamamlamış ve sonuç olarak elimdeki saçma sapan sargılardan kurtulup iyileştiğim ve herkes için uygun olan tarih geldiğinde biletler alınmıştı.

Benim için korku dolu ve genel olarak yalnız yıllardan ibaret olan şehre bu kez yanımda bolca insanla ayak basmıştım. Her biri benim için vazgeçilmez hale gelen küçük kalabalığım, yalnızlığımla boğulduğum yerde hemen yanı başımdalardı.

Havaalanından çıkarken dahi devam eden atışmalarını izlemek, sessiz kalsam bile bakışlarının bana döndüğü anları kollamak kalbimde bir yerlerde kazılı olan izleri usulca silmeye başlamıştı çoktan.

Kalacağımız otelde ikişerli halde bölünmemiz gerektiğini savunan kişi ben değildim fakat oluşturduğum kalma planı sonucunda teklifi sunan ve sevgilisiyle uyumayı düşleyen Özgür’ün tadını kaçırmıştım.

Mayıs’a ve bana ait olan odaya girdiğimizde diğerlerinin hangi şekilde aralarında oda bölüştüğünü bilmiyordum çünkü bir nevi yanlarından kaçmıştık.

Mayıs arkasından çekiştirdiği valizi odanın ucuna doğru götürürken benim ilk işim yatağın ucuna çökmek olmuştu.

Yaşlı teyzeler gibi hızlı halsizleşiyor ve yoruluyordum. Hayatımın temposu bir süredir çok hızlı olduğundan bedenim buna uyum sağlamakta sıkıntılar çekiyordu belli ki.

Bacaklarımı sallayarak odayı inceledim. Fotoğraflardakinden farklı değildi ve temiz duruyordu. Burada uyuyabilmem için gerekli şartlara sahipti.

Uçuşumuz akşam saatlerinde olduğundan bugün için planlanmış bir şey yoktu. Birazdan akşam yemeği için otelin girişinde buluşacak ve benim önderliğini yapacağım turistik gezimizin ilk durağına gidecektik.

Onları istediğim her yere itirazları olmadan götürme fikri kulağa eğlenceli geliyordu. İstanbul’da bile peşimden sürüklüyordum onları aslında, hep aynı yerlerde yemek ve içmek istiyorlardı fakat ben ne kadar deneyim yaşarsam o kadar nefes alıyormuş gibi hissettiğimden ‘trafik vardır, kalabalık orası, saçma sapan bir yer gibi duruyor’ itirazlarını dinlemeden ısrarcı oluyordum.

Şimdi Atina’dayken beni engelleyebilecekleri bilgileri yoktu, bu da at koşturacağım alan daha büyük demekti.

Kendi kendime kıkırdadım. Kıkırdayışım sürecekken bir an buraya asıl geliş nedenimle yüzleşmem gerekti. Ürpermeme neden olan kısmı düşünmeye daldığımda aşağıya indiğimizde babamla bunu konuşmam gerektiğini aklıma not ettim.

Anneme gitmemiz gerekiyordu.

Zihnim her ne kadar bu yüzleşmeden kaçmak için bana unutturmak ister gibi hareket etse de kalbim annemle aynı sınırlar içerisinde olduğumu hissetmiş gibi sık sık onu anımsamama yol açıyordu.

Buraya geldiğimi hissediyor muydu? Hissediyorsa onun yanına gitmediğim her saniye için kalbi parça parça kırılıyor olmalıydı.

Mayıs’ın bana bir şey soruyor olduğunun farkına varamayacak kadar dalgınlaştığımı, önüme kadar gelip koluma dokunduğunda algılayabilmiştim.

“İyi misin Despoşum? Daldın derinlere.”

Başımı salladım hafifçe. “İyiyim, bir şey düşünüyordum.” Yalan sayılmazdı. Elim yanağımı bulmamıştı, bir şey düşünüyordum çünkü ve aslında kötü de değildim. İyiydim. Buraya gelmenin bana tam olarak ne yapacağını bilemezdim ama geldiğimden beri kötü değil iyi hissediyordum.

Uzun zaman sonra burada nefeslenmek, doğduğum ve acıyla yoğrularak da olsa büyüdüğüm yerde bulunmak ruhuma iyi gelmişti.

Kararlaştırdığımız saatte odadan çıkmadığımız için aynı anda ikimizin telefonu birden çalmaya başladığında odada geçirdiğimiz bir saat çoktan geride kalmıştı.

Telefonlarımıza bakıp açmadan önce birbirimizle göz göze geldik. “Babam,” dediğim sırada o da konuştu. “Abim,” demişti arayanın Pars olduğunu belli eder biçimde.

Hepsinin aynı yerde olduğunu, çoktan aşağıya inmiş halde bizi beklediklerini tahmin ediyordum. Bu yüzden telefonu açmakla uğraşmak yerine hazırlanmayı tamamladığımız için odanın çıkışına doğru yöneldim. Mayıs da peşimdeydi.

“İniyoruz baba,” diyerek telefonu odadan çıktığım anda açıp kulağıma yaslamıştım. “Çok şükür,” diye yanıt aldığımda güldüm hafifçe. Ardından telefon kapandı.

Otelin asansöründen inmeden önce üstümdeki uzun kollu, bedenime yapışan kısa elbisenin sağını solunu düzeltmekle uğraşmıştım. Birkaç gün sonra yılın son ayına girecek olmamızın etkisiyle hava keyifle elbiselerimi giyebileceğim kadar ılık değildi. Bacaklarımı saran ince siyah çorabım, dizime kadar çıkan çizmem ve parmaklarıma kadar çekiştirdiğim elbisemin uzun kolları ile üşümemeyi diliyordum.

Mayıs benim gibi risk almak yerine pantolon ve şık bir gömlek giymiş, üşüme ihtimalini de elindeki ceketle sıfıra indirmişti.

“Nerede bekleyeceklerdi? Bu otel başımı döndürdü benim.” diyerek mızmızlanan arkadaşımı koluna hafifçe girerek odalara çıkmadan önce konuştuğumuz kısma doğru yönlendirdim. “Bak, buradalar. Etrafta boy ortalaması bu kadar yüksek başka bir kalabalık yok zaten, kaybolmayız korkma.”

Dördü yan yana duruyorken bin kişinin arasında da olsalar onları seçmek zor olmazdı çünkü hepsi etraftaki diğer bedenlerden sıyrılacak kadar iri ve uzun görünüyorlardı. Aralarındaki en kocaman olana, benim olana, biraz fazla dalarak da olsa yanlarına varabildiğimde Mayıs da peşimdeydi.

“Biz geldik,” dedim hepsinin bakışları zaten üstümüze çevrilmemiş gibi anons geçerek.

“Hoş geldiniz abim, biz beklerdik iki üç saat daha neden acele ettiniz?”

Pişmanmışım gibi dudaklarımı büktüm. “Söyleseydin keşke bunu, boşuna koşturduk.”

Laf sokmasını ve benim bunu asla umursamamamı yarı eğlenir bakışlarla izleyen diğerlerine doğru baktım. “Çıkalım isterseniz, çok uzak değil gideceğimiz yer zaten.”

Sayımız tek bir araba için fazla olduğundan havaalanından sonra iki ayrı araba kiralamıştık. Gelirken olduğu gibi bir arabayı abim bir arabayı Pars kullanacaktı muhtemelen. Otoparka çıktığımızda anahtarının Pars’ta olduğunu bildiğim arabaya doğru adımladım önden önden.

“Nereye Ahu?” diyerek seslenen babama baktım omuzumun üzerinden. “Arabaya bineceğim hemen, üşüdüm çıkınca.”

“Ha özel olarak o arabaya gitmedin yani…” dediğinde başımı iki yana salladım uslu uslu.

Pars yarım ağız gülerek arabanın kilidini tahmin ettiğim gibi cebinde olan anahtarı çıkartıp açtı. Ön kapıya uzandığım sırada arkamdan yine o kutsal ses yükseldi tabii. “Arkaya, Ahu.”

“Yolu tarif etseydim,” dedim babamın yanıma ulaşan bedenine doğru dönüp. “Arka koltuktan edersin babam,” dedim hiç beklemeden.

Ön koltuğa kendisi, sürücü koltuğuna da Pars geçtiğinde ben kendimi arka koltukta bulmuştum.

Arka koltuğun ortasına yerleşip bacaklarımı çaprazladığımda otoparktan çıkana kadar sessiz kaldım.

“Küstün mü ne oldu?” diye soran babama göz ucuyla baktım. “Küssem ne olacak?”

“Keyiflenirdim biraz daha, öyle koştur koştur arabaya gitmekle beni yenebileceğini mi sanıyordun sen?”

“Evet,” dedim dürüstçe. Dürüstlüğüm ve dürüst olma hızım ikisini de kısık bir sesle güldürmüş oldu.

“Sen niye gülüyorsun Pars?” dedim ona doğru kafamı çevirip. Aynı anda da adresi işaretlediğim telefonumu ona doğru uzatmıştım. Telefonumu alıp ön panele yerleştirdiğinde artık otoparkta değildik. Abimin de hemen arkamızdan geliyor olduğunu niyeyse kontrol etmeye çalışarak bir an arkamı dönmüş ve emin olmuştum.

“Tatlılığına gülüyorum güzelim.”

“Oğlum sana bu rahatlığı ben mi tanıdım lan? Kızıma benim yanımda güzelim deme gevşekliği nedir?”

“Abi asker arkadaşımmış gibi mi konuşayım?”

Kendi aralarındaki -konu bendim ama beni dahil etme planları yok gibiydi- konuşma sürerken ben arkama yaslanmış halde ön camdan dışarıyı izliyordum. Bir şekilde tanıdık hissettiren sokak ayrımlarında, bina düzenlerinde takılı kalan bakışlarım kısılarak garip hislerle kaplanmış halde kalmama neden oldu.

Yemek yiyeceğimiz yere, onları getirdiğim restoranın önüne geldiğimizde hemen arkamızda da abim arabayı park etmişti. Hep birlikte içeriye doğru adımlarken ikili gruplara bölünmüştük farkında olmadan.

Pars’a arabayla ilgili bir şey söyleyen abim onu en önden götürüyorken, Mayıs yanındaki Özgür’ün elini bırakmadan diğer elindeki telefonla fotoğraf çekmekle meşguldü. Onun bu şehirde çekilmedik köşe bırakmayacağını tahmin ediyordum zaten, fotoğraflara bayılıyordu. Onlar da abimlerin arkasından giderken en geride olan bizdik.

Ben ve babam…

Babamın adımları diğerlerine göre yavaştı. Ben de ona uyarak biraz yavaşlamış ve aynı hizada kalmamıza neden olmuştum. Kolumun koluna çarpmasına özel olarak çabaladığımda bakışları bir an beni buldu. “Söyle babacım,” demişti hemen.

“Bir şey söylemeyecektim,” dedim omuz silkerek. “İyi misin?”

Bana yalan da olsa direkt olarak ‘iyiyim’ şeklinde cevap vereceğini düşünmüştüm soruyu sormadan önce. Beni yanıltarak araladı dudaklarını. “Bilmiyorum,” dedi sadece.

Göğsüm titrek bir nefesle şişti. “Yemekten sonra anneme gidelim,” dedim uzatmadan. “Bizimkiler otele dönerler, biz diğer arabayla gideriz. Yarına kalsın istemiyorum.”

Babamı sertçe yutkunmaya iten söylemlerim daha önce de olmuştu. Bu da bir yenisiydi. Annemden bahsettiğim ya da bahsettiği her anda olduğu gibi boğazındaki çıkıntı sertçe hareket etmişti.

“Olur,” dedi kısık bir sesle. “Gideriz.”

Artık restoranın girişine varmıştık. Önden ilerleyen ve İngilizce konuştukları anda turist oldukları ortaya çıkacak olan küçük kalabalığıma doğru ilerledim. Girişteki garsonun yanına yaklaşmış olduğu abim de geriye doğru bakarak gözleriyle beni arıyordu zaten.

“İyi akşamlar, altı kişiyiz. Mümkünse iç kısımda bir masaya geçelim.”

Yunancamın konuşmadıkça körelmesi mümkün değildi, doğduğumdan beri konuştuğum anadilimdi. Türkçede yaşadığım deyim facialarını bu dilde yaşamıyor, anlayamayacağım hiçbir kelime olacağını sanmıyordum.

Benim yerime arkamdakilerin anlamaz bakışları parıldıyordu. Dönene kadar da öyle olacaktı belli ki.

Garson bizi benim istediğim şekilde bir masaya götürdüğünde yerleştik bir şekilde. Benim olduğum tarafta ortada ben vardım, sağımda abim solumda ise babam oturuyordu. Karşımda ise Mayıs vardı, Pars abimin Özgür ise babamın karşısına denk gelmişti.

“Ee ne yiyoruz? Adının sonunda bir takım ekler olan Türk yemekleri yiyecekmişiz gibi bir his var içimde gerçi,” diyerek tatsız bakışlarla masayı süzen Özgür’e baktım. Söyleyeceğim şeyi tam bulamayınca yardım istemek için Pars’a döndüm. “Neydi o şey?”

“Zıkkımın kökü mü?”

Elimi şıklattım. “Evet, o.” dedikten sonra Özgür’e döndüm yeniden. “Ondan yemek istemiyorsan, Yunan şakaları yapma bu gezi boyunca.”

Masadan -Özgür dışında- gülüşler yükseldi. Özgür ise bana gözlerini kısarak meydan okur gibi bakmıştı. Yan yan sırıttım. “Gece sevgiline sarılıp uyuyacağım, senin yerine… Kapıya dayansan da gitmeyeceğim.”

“Benim bahtıma da senin sevgilin düştü işte,” dedi dertli dertli. Yataklar ayrılıyormuş çok şükür, bu gece ezerdi beni maazallah.”

Odalara nasıl dağıldıklarını böylece öğrenmiştim. Pars ve Özgür’ün aynı odada kalacak olması fikri beni sesli bir biçimde güldürmeye yetmişti.

“Ezmez aslında, sarılırdın. Gece pek hareket etmez ki Pars.”

Abim ve babam aynı anda henüz yemeklerin siparişini bile vermediğimiz halde öksürdüğünde durumu kavrayarak sırtımı dikleştirdim. Elimle Mayıs’ı gösterdim. “Bana da Mayıs söylemişti, değil mi Mayıs?”

“Hı?” dedi Mayıs dalgın dalgın. Telefonundan fotoğraflara ışık ayarlaması yaptığına yemin edebilirdim. Hepimizin ona baktığını görünce şirin şirin gülümsedi. “Aynen ondan oldu, Despoşum ne diyorsa öyle yani.”

“Ben senin arkanı böyle mi topluyorum ya?” dedim sitemle öne doğru eğilip Mayıs’a bakarken. Kıkırdadı. “Aşkım sen benim arkamı sadece abime karşı topluyorsun o da kırk yılda bir, senin ekip biraz kalabalık. Ne yapayım dalıyorum, iş yüküm fazla!”

Aramızdaki diyalog herkes tarafından duyulduğu için onlara da eğlence çıkmıştı. Hepsinde geniş geniş sırıtışlar hakimdi.

Garson yeniden yanımıza geldiğinde hepsinin damak zevklerini bildiğim için ve neyin güzel olacağını tahmin ettiğim için sipariş verirken bana karışmamışlardı.

Yemekler geldiğinde ve hepsi onlar için seçtiklerimi tatmaya başladığında da bu karardan pişman görünmüyorlardı. Kendi yemeğimi umursamadan onları izliyordum. Şu an açlıktan ölsem bile seçtiklerimi beğenip beğenmediklerini görmek daha önemliydi benim için.

Yemek uzunca bir süre devam etti. Ettiğimiz sohbetler, birbirine karışan sesler ve gülüşler kulağımı da kalbimi de temizliyorken ömrümün sonuna kadar bu anda kalsam hiç şikayet etmezdim aslında.

Yemekten sonra başka bir yere geçsek gibi bir plan normal şartlarda benden çıkabilecek bir plandı. Özellikle herkes bir aradayken mutlaka plan sayısını arttırırdım, buna alışkınlardı. Bu gece için de benzer bir teklif beklediklerinden emindim. Restorandan çıkıp arabalara doğru ilerlediğimiz sırada bu beklentisi dile getiren ilk isim de Özgür oldu.

“İkinci bir durağımız yok mu çığırtkan? Beni şaşırtıyorsun bak,” dediğinde gülümsedim hafifçe. “Bir plan daha var aslında ama sanırım sadece babamı götürebileceğim oraya.”

Yüzümde bir gülümseme asılı dursa da istemeden sesim titremişti. Bu titreme ve yalnızca babamın gelebileceğini söylemem onlar için yeterince açıklayıcıydı. Başka bir şey sormadılar.

Alnımda abilerimden birer öpücük hissettim, onların ardından Mayıs gelip bana sıkıca kollarını sardı ve bir süre sıcaklığıyla mayışmamı sağladı. Mayıs’tan sonra bana yaklaşan ise Pars’tı.

Ona ihtiyaç duyduğumu, şaka da olsa ‘ayrılın’ diyaloğu kaldıramayacağımı herkes anlamış olacak ki Pars beni göğsüne doğru çekip başımın üstünü öperken hiçbir itiraz sesi yükselmedi.

“Seni seviyorum,” diye fısıldadı başını kulağıma doğru eğip. Bunu beklemediğim ama beklemem gerektiğini sonradan fark ettiğim anlarda yapıyordu hep. Sevgisini dile getirme konusunda da hissettirme konusunda da sınırları yoktu, ben birsem o ikiydi bu konuda ve buna bayılıyordum.

“Ben de seni seviyorum,” dedim aynı şekilde kıstığım sesimle.

Pars kendi kullandığı arabanın anahtarını, benden ayrıldıktan hemen sonra babama uzattı. Onlar abimin sürücülüğünde otele doğru yola çıkarlarken gözden uzaklaşmalarına kadar arkalarından el sallamıştım çocuklar gibi.

Uzak bir yere yolluyor, aylarca görmemek üzere uğurluyor gibi abartılıydım. Bu his hep benimleydi. Birkaç saatliğine bile veda etsem kalbim geri dönüşü yokmuş gibi o vedanın matemine kapılıyordu.

“Üşüme daha fazla,” diyen babamın sesiyle havada duran elimi indirdim. Elbisemin üstüne hiçbir şey giymemiştim. Babam arkamda kendi üstünden çıkarttığı ince kabanıyla beni bekliyordu. İtirazsızca, kabanın içinde kaybolacağımı bile bile kollarımı boşluklardan geçirip kabanı giydim.

“Güzel oldum mu?” diyerek başımı kaldırmıştım giyer giymez. Parmağıyla burnuma dokundu hafifçe. “Hep güzelsin, anlamsız sorular sorma hiç.”

Erimiş bakışlarımla onu süzdüm. “Genlerim güzel çünkü,” dedim bilmiş bilmiş.

Annemi hastalığının pençesinde geçirdiği son yıllarını hesaba katmayarak hatırladığımda; parlak mavi gözleri, gür saçları ve belirgin yüz hatlarıyla zihnimde canlandırıyordum. Hastalığı ondan tüm bunları çalmışken bile güzeldi, bu kısım ayrıydı; fakat öncesinde ve özellikle gençliğinden kalma fotoğraflarda ona baktığımda büyülenmiş gibi hissederdim.

Taşıdığım genlerin bir diğer yarısı da karşımdaki adamdandı. Kırk yaşına basalı bir ay olmasına rağmen herhangi bir yirmiliği kolayca alt edebilecek kadar çekiciydi. Elaları, onlarla derinleşen bakışları ve özenle çizilmiş gibi görünen ifadesiyle fazlasıyla yakışıklı bir adamdı.

Bu çiftten var olduğum için kendime ‘çirkinim’ deme hakkı tanıyamıyordum.

“Yesinler genlerini,” dedi bana sıcak bakışlarla bakarken. Arabanın ön yolcu kapısını benim için araladığında yerime yerleştim. Babam ön taraftan dolanıp sürücü koltuğuna geçene kadar ısıtıcısı açık olmadığı için serin olan arabada onun kabanına sıkı sıkı sarılarak ısınmaya çalışmıştım.

“Araba dışarıdan daha soğukmuş,” dedim bindiği anda. Arabayı çalıştırıp ilk işi klimayı sıcak ayarda açmak olurken yan yan bana baktı. “Kış geldi artık yavrum, elbiselerinle hangi ay vedalaşacaksın? Bahar gelsin yine giyersin, dondun bak.”

“Elbiselerin mevsimi yoktur,” dedim önemli bir kuralı ona aktarır gibi. Laftan anlamayacağımı bildiği için çok da uzatmadı. Araba biraz ısınana kadar olduğumuz yerde birkaç dakika geçirdik.

Bu bekleyiş arabanın ısınmasının yanında, biraz sonra gideceğimiz yere olan hazırlığımızdı belki de.

Buradan ayrılmadan, karşımda kimi bulacağımı bile bilmez halde ‘babamı bulmak’ için İstanbul’a gitmeden önce gitmiştim anneme en son. Ona babama gideceğimi, söylediği gibi ona bir şans vereceğimi uzun uzun anlatmıştım.

O zamandan bu zamana hayatım yerden göğe değişmiş, hatta bir nevi tepetakla olmuştu. Yaşananlarla ilgili keşkelere sahip değildim, değişimlerin tümünü bir daha şansım olsa bir daha kucaklamak isterdim.

Sadece, yaşananlara dair geç kalmışlık ağları arasında kıvranıyordum. Şimdi değil iki yıl önce, beş yıl önce, on yıl önce, hatta on dokuz yıl önce bütün her şey değişse neler olurdu diye düşünerek çok zaman geçiriyordum. Ne kadar zaman geçirirsem geçireyim net bir cevaba da ulaşamıyordum.

İnsan yaşamadığı bir paralel evrende işlerin nasıl yürüyor olduğunu bilemezdi. Oradaki şartlar, içinde bulunduğu evrenden farklıydı. İyi görünenler kötüye, kötü görünenler iyiye itebilirdi insanı.

Kendime ‘yıllar önce herkes beni tanıyabilseydi işler yolunda olurdu’ bile diyemiyordum bu yüzden. Belki de her şey daha kötü olurdu, nereden bilecektim?

Aklımdaki karmaşaya yenik düşerek yine dalgınlaşmıştım. Odada Mayıs’ın yaptığı gibi bir dış uyarana ihtiyacım vardı fakat yanımdaki beden benden daha beter bir dalgınlığın esiriydi.

İlk kendine gelen ben oldum.

Bakışlarımı uzun süredir asılı tuttuğum ellerimi oynatarak kendi dikkatimi dağıttım. Başımı yavaşça soluma çevirdiğimde babamı direksiyonun bir kenarına diktiği bakışlarının arkasında düşünceleri ifadesiyle yakalamıştım.

Bir süre onu izledim. Yüzünde yorgun izler vardı. Yorgunluğunun sebeplerini sorgulamaya girişmedim, buna bir başlarsam işin içinden saatlerce hatta belki günlerce çıkamazdım.

“Baba,” diye seslendim mırıldanır gibi.

Sesimi algılayan bir sisteme sahipmiş gibi irkilerek bana döndü hemen. “Babam?” dedi direkt.

“Gidelim mi artık?” derken sesim biraz çekinikti.

Gözlerini yavaşça kapatıp açtı. Başka bir şey söylemedim. Öyle çok gitmemiş olsam bile aklımdan silemeyeceğim adres, ezberimdeydi. Adresi telefonuma işlediğimde önümüzde yarım saatten kısa bir yol görünüyordu.

Telefonu onun görebileceği şekilde yerine bıraktığımda araba hareket etmeye başladı.

‘Anne…’ diye seslendim içimden. ‘Sana kiminle geldiğimi görüyor musun?’

Birazdan ona bu dünyada artık yakın olabileceğim tek yere varacaktık, belki oraya gidince konuşmalıydım kendisiyle uzun uzun ama şimdiden ona geleceğimizi söylemek istemiştim. İçimden bir ses onun beni duyabildiğini, izleyebildiğini fısıldıyordu hep bana. Çünkü aksi mümkün olmamalıydı. Anneler öylece sonsuzlukta kaybolup gidemezdi, buna kendimi ikna edemiyordum.

Beni göremediği, beni duymadığı zamanlara inat artık görüp duymalıydı. Çocukluğum ona sesini hayatta olmasına rağmen duyurmaktan kaçmıştı, büyümüştüm ve şimdi beni duyabilmesi için varımı yoğumu verebilirdim.

Her şey o kadar anlıktı ve o kadar geri dönülemez olabiliyordu ki…

Dünün telafisi yoktu. Yarının güvencesi yoktu.

Sadece bugün vardı. Onu da göz açıp kapayana kadar harcayıp bitiriyorduk.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm