Günler Kısa Geceler Sonsuz 26.Bölüm
26.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
- 1,5 ay sonra
-Lal
“Hocanın acil işi çıkmış, derse
gelmiyormuş. İsteyenler çıkış saatine kadar kütüphanede çalışabilir,
sınıftakiler de ses işini abartmasın dedi.”
Son dersimizin başlamasını beklerken
sınıfa tarih hocası yerine giren sınıf başkanının söylediklerinin ardından
sınıftan dağılan kişi sayısı mevcudun neredeyse yarısıydı. Çoğunun kütüphaneye
değil kantine kaçtığına yemin edebilirdim.
Yanımda oturan Sude ile aynı anda arkamızı
dönerek Berke’ye baktık. Neredeyse horlamaya bile başlayacak kadar derin bir
uykuda gibiydi.
“Kış uykusuna yattı bugün galiba, bir
insan üç ders boyunca hiç uyanmadan nasıl uyuyabilir ya?” Sude, öğle arası
bittikten sonra uykuya dalıp asla uyanmamış olan Berke’ye olan hayretini dile
getirirken hafifçe güldüm.
“Uyusun bırak, çıkarken uyandırırız.”
Başını sallayıp dediğimi onayladı.
Ardından yeniden önümüze döndük. Ekim ayının yirmisinde olmamızın etkisiyle
artık eskisi kadar sıcak olmayan sınıfta, ön tarafın camının açık olduğunu
gördüğümde ofladım. “Şu camı kapatıyorum, buz gibi oldu.”
Sınıfta biz dahil en fazla on kişi
kalmışken ayaklanıp cama doğru gittim. Camı kapatıp yerime dönecekken öğretmen
masasının yanında duran Ceren’le göz göze gelmiştim.
Okulun ilk açıldığı günkü konuşmadan -daha
doğrusu tartışmaya evrilen konuşma girişiminden- sonra tek kelime etmemiştik.
Can atarak, Sudelerden uzaklaşacağım ve yalnız kalıp onu haklı çıkartacağım anı
beklediğinden emindim.
Bu yıla dek hiçbir sosyal etkileşim
kurmadan geldiğim ve tek arkadaşım olduğunu varsaydığım Ceren ile bile doğru
düzgün konuşamadığım hesaba katıldığında Ceren’in böyle düşünmesini tamamen
garipseyemiyordum. Sadece bunu belli etme şekli, yalnız kalırsam mutlu
olacakmış gibi davranması kırıcıydı. Saf kötülüktü.
Tuna ile ilgili attığı o ‘sevgilisi var’
yalanından sonra tabii ki onunla eskisi gibi dost olmaya devam etmem imkânsızdı
ama şimdi işler daha da kötü haldeydi. Bunun tek sorumlusu da bizzat oydu.
Gereğinden fazla uzayan bakışmayı tepki
vermeden keserek Sude’nin yanına döndüm. “Belalınmış gibi kesiyor bu kız seni
sürekli, deli midir nedir?” Sıraya oturduğumda homurdanarak omuzuma yatıp aynı
anda da koluma sıkıca sarılmıştı.
Ortada bir sebep olmamasına rağmen beni
Ceren’den kıskanmasına daha öncekilerde olduğu gibi içimden sırıtarak yanağımı
saçlarının üzerine yasladım. Sude ile her geçen gün yakınlaşıyor, paylaştığımız
şeylerin sayısını da arttırıyorduk. Bunda hem aynı sınıfta ve sırada oturuşumuz
hem de Tuna’nın ortak noktamız olması yüzünden okul dışında da dip dibe
oluşumuz etkiliydi.
Kesinlikle bir şikâyetim yoktu. Doğru
düzgün bir arkadaşım olmasını geçin, yakın bir kız arkadaşa sahip olmak rüya
gibi geliyordu.
“Soru çözelim mi biraz, hazır sınıf da
sessizken?” diye öneri sunduğumda Sude mutlu görünmese de onayladı. Ben
derslere sığınıp kalan sorunlarımdan kaçmaya alışkın olduğumdan bu yıl sürekli
soru çözme işinden darlanmasam da aynısı onlar için geçerli değildi.
Kerem ve ben onları zorlayarak çalışmaya
teşvik ediyorduk. Berke bir şekilde bizden kaçmayı başarsa da Tuna bana, Sude
de Kerem’e kıyamıyordu.
Yarım saate yakın bir süre önümüzdeki
sorularla uğraştıktan sonra çıkış ziline beş dakika kaldığını fark ettiğimde
kitabımı kapattım. “Beş dakika kalmış, toparlanalım. Berke anca ayılır zaten.”
Sude bunu bekliyormuş gibi apar topar
eşyalarını çantasına doldururken ona yarım saat boyunca işkence edilmiş gibi
davranmasına göz devirdim. “Berke…” derken tamamen arkamı dönüp ona
yönelmiştim. “Uyan hadi eve gidiyoruz.”
“Yalan söyleme saftirik kadın, hep böyle
kandırıp sonra test çözdürüyorsun bana.” Uyku sersemi ağzının içinde
homurdandığında Sude kıkırdadı. “Travma olmuşsun çocuğa Lalcim, görüyorsun
değil mi?”
Kollarımı göğsümde kavuşturup küsme moduma
geçerken ofladım. “Ne yaparsanız yapın, ben gidiyorum. Kerem’i bulup onunla
test çözerim.”
“Koş koş, iki manyak oturun çalışın.
Sevgilini de bize yolla bari, inekler ve götünü devirmek isteyenler olarak
dağılalım.”
“Turşusunu kur sevgilimin, yatın uyuyun.”
derken omuz silktim. Sude gülerek topladığı çantasını omuzuna takıp ayaklandı.
Yeniden kafasını sıraya gömmüş olan Berke’nin kafasına vurdu. “Kalk be sen de,
evinizde yatak mı yok oğlum sizin?”
“Lan!” diyerek darbenin etkisiyle hızla
doğrulan Berke ona vuranın Sude olduğunu görünce hızla uyku sersemi halinden
sıyrılıp ayağa kalktı.
Sude, başına geleceği anlayarak çoktan
koşturarak sınıfın çıkışına yönelmişti. Berke de arkasından koşunca gözden
kaybolmalarını izledim. Zile bir dakika bile kalmadığı için ben de çantamı ve
Berke’nin çantasını alıp peşlerinden sakince yürümeye başladım.
Sınıftan çıktığım anda zil çalmıştı.
Bulunduğumuz katta sadece 12.sınıflar olduğu için delirmiş gibi çıkışa koşturan
kimse olmayacağını bilerek hızımı arttırmadım. Birinci ve ikinci sınıfların zil
çalınca savaşa gider gibi çıkması beni ürkütüyordu.
Sırtımda kendi çantam ve elimde de
Berke’nin çantası olduğu için kapıya yönelmek yerine iki sınıf ileride olan
Tunaların sınıfının önünde duraksadım. Sınıflar yavaş yavaş boşalırken sonunda
onların kapısı da açılmıştı. Kapıdan çıkan ve bizim de dersimize giren
matematik hocasına gülümseyerek selam verdiğimde aynı şekilde karşılık
vermişti.
Sınıfta hoca olmadığı için onların
çıkmasını beklemeden ben içeri girdim. Kapı tarafının arkaya yakın sırasında
olmalarına artık aşinaydım. “Özlemime beş dakika daha dayanamayıp sınıfıma
gelmişsin galiba gece kuşu?”
“Aslında sen benim özlemime daha fazla
maruz kalıp ağlama diye geldim, ama senin dediğin gibi olsun da rencide olma.”
Tuna’dan çekinme evresini geçirdiğimiz zaman aralığında çoktan geride
bıraktığım için dilimden ne döküldüğüyle hiç ilgilenmiyordum. Tuna da bunun
farkındaydı. Hatta arkadaşlarımızın da bunu fark ettiklerinden emindim.
“Bak sen!” diyerek ayağa kalkmadan
yanağımdan sert bir makas aldığında yüzümü buruşturdum. “Acıdı.”
“Getir ilacını da sürelim o zaman.”
dediğinde bu artık aramızdaki bir jargon olduğu için yanağımı öpeceğini bilerek
eğildim.
Tuna yanağımı ısırır ya da parmaklarıyla
sıkıştırırdı. Ben canım yanmasa da acıdı diye mızmızlanırdım. Sonuç olarak ilacımı sürerdik. Bu, alıştığım ve
hayran olduğum bir döngüydü.
Beni öptükten sonra ayaklandı. Kolunu
omuzuma atmadan önce çantasını sırtına doğru atmıştı. “Koklaşmanız bittiyse
çıkalım, benim delim nerede?”
Kerem’in sorusuna elimdeki çantayı
göstererek cevap verdim. “Berke’nin gazabından kaçıyor.”
“Gideyim de kurtarayım, sonra kurtarmadım
diye bir hafta trip atıyor.” Kerem elimdeki çantayı da alıp kimsenin kalmadığı
sınıftan çıkınca geriye sadece ben ve Tuna kaldık.
“Ee Gece Hanım, biz burada mı kalıyoruz?”
“Eve gidip ders çalışıyoruz sevgilim,
Demir Özkan’a verdiğin sözü hatırlatmamı ister misin?”
Tuna yüzünü buruşturdu. “Sarhoştum
hatırlamıyorum.”
Elimin tersiyle göğsüne yavaşça vurdum.
“Abin hatırlatır sana seve seve.”
“Benim Müge ablaya yalakalık yapma zamanım
gelmiş, sen abimin tarafındasın benden çok.”
Beni ayıplarcasına konuştuğunda omuz
silktim. “Elinden geleni ardına koyma.”
Son girdiğimiz denemenin sonuçları beni
memnun etse de, Tuna umursamadığı için aldığı sonuç vasatın üstüydü. Nilperi
abla kendi çözümlerinin ılımlı kaldığını söyleyerek topu Demir abiye atmıştı.
Demir abinin çözümü ise beni araya katmak olmuştu.
Okul çıkışlarında Tuna benimle eve
geliyor, ben çalışırken tamamen odaklanan bir tip olduğumdan istemse de can
sıkıntısından bir şeyler okuyup çözmek zorunda kalıyordu. Dikkatimi dağıtmak
için amuda kalkmak dışında her yolu denemişti. Denemeye de devam edeceğini
biliyordum.
Eve giderken aniden yoğun yağmur başladığı
için beklediğimiz otobüs gelmesi gereken zamanda asla gelmemişti. Durakta
dursak da çoğu öğrencinin otobüsü geciktiğinden oldukça kalabalıktı. Yarı
ıslanıyor haldeydik.
Serin esinti içimi ürpertince farkında
olmadan dışarıdan da hissedilir bir tepki vermiş olmalıyım ki Tun anında bana
döndü. “Üşüdün mü?”
Dudaklarımı ‘bilmem’ der gibi büktüm.
“Öyle bi içim titredi sadece.”
“Gelmeyecek bu otobüs, gelse de bu
kalabalıkta binemeyiz muhtemelen.”
“Taksi bulabilir miyiz?” diye sorsam da
buna ben de inanmıyordum. İstanbul’da taksi bulmak normalde zaten şans işiyken,
yağmur varsa imkansız bir işe dönüşüyordu.
Tuna telefonunu çıkartınca Demir abiyi
arayacağını düşünerek konuştum. “Geç gelecek bugün, çıkmamıştır şirketten.
Arama boşuna, kalkıp gelir.”
“Biliyorum güzelim, Uras abimi arıyorum
zaten. Olmazsa şansımızı Mert Özkan’da deneriz.”
Telefonu kulağına yasladıktan sonra beni
de kendine doğru çekti. Tek eliyle montumun fermuarını mümkünmüş gibi daha da
yukarı çekiştirirken elinden kurtulmaya çalışıyordum.
“Nasılsın abi?” dedikten sonra kısa bir
süre konuştular. Ardından Tuna sordu. “Evde misin?” Aldığı cevaptan sonra
rahatlamıştı. “Okuldan Lal’le beni alsan olur mu? Yağmur başlad-…” Cümlesi
bitmeden sustu. “Tamam bekliyoruz, duraktayız.”
Tuna telefonu kapatıp cebine koydu ve bana
odaklandı. “Gelir on dakikaya falan, evdeymiş.”
“Gülin de gelse keşke.” dedim hevesle.
Bayağıdır onu görmüyordum. Halime güldü. “Gülin de aynısını senin için
söylüyor, yanında kitapların vardır kesin. Bugün bizde çalışalım, Gülin’i de
görürsün hem.”
Biraz duraksadım. “Emrivaki olur ama öyle,
önceden haber vermemiz gerekirdi.”
“Arabada abime anlatırsın bunları,
pataklarsa karışmam ama.”
Çekinerek yüzümü ceketinin üzerinden ona
bastırdım. Uras abi ve Nilperi abla konusunda neden olduğunu bilmesem de
çekingendim. Neden olduğunu adın gibi
biliyorsun diyen iç sesimi bastırmayı denedim.
Güneş’in dayısının Nilperi ablanın çok
yakın arkadaşı olduğunu biliyordum. Bizden sonra onunla eskisinden çok daha az
görüştüklerini de anlamamak için aptal olmam gerekirdi. Özellikle onlarda
toplanılan ve sıkça gerçekleşen akşamlar ya da hafta sonları ben ve annem orada
olunca Güneş’in dayısı kendi isteğiyle olduğundan emin olamasam da yanımızda
bulunmuyordu.
Anneme bunu söylediğimde konuyu Demir
abiye açacağını söylemişti, ama galiba açtığına pişman olmuştu çünkü o gün
Demir abi saatli bomba gibi gergin hale geçmişti. Bir daha da böyle bir şey
konuşmamıştık. Ben yine de kendimi Nilperi ablaya karşı bir mahcubiyet
hissetmekten alıkoyamıyordum.
Aynı şey hem Çınar konusunda hem de bu
konuda gerçekleşmişti. Tesadüf müydü yoksa tesadüften fazlası mı vardı
bilmiyordum.
Ben Tuna’nın göğsünde düşünmekteyken
aradan on dakika ne zaman geçti anlamasam da Tuna konuşunca başımı kaldırdım.
“Geldi, yağmur da hızlandı bayağı. Hemen bin arabaya.”
Uras abinin arabasına yerleşirken ben arka
koltuğa geçip oturdum. Tuna’nın öne geçeceğini düşünmüştüm ama beni yanıltarak
yanıma oturdu ve kapıyı kapattı.
“Üşümediniz değil mi? Lal?” Uras abi
arkaya doğru dönüp özellikle bana bakarak sorduğunda başımı iki yana salladım.
“İyiyim Uras abi.”
“Taksici miyim oğlum ben? Niye öne
geçmedin?” Ardından Tuna’ya homurdanmıştı. Kıkırdayarak Tuna ile yol boyunca
atışmalarını dinlemeye başladım. Aralarındaki samimiyete bazen hayran
kalıyordum. Bunu Tuna’ya dile getirdiğimde bana Demir abi ile dışardan
görünüşümüzün bundan farksız olduğunu söylemişti. Bu, hevesle dolup taşmama
sebep olmuştu.
Tuna, onlara gidip ders çalışacağımızı
Uras abiye henüz sormadan; Uras abi zaten bizi kendi evlerine götürmeye
başlamış ve asla ağzımı açmama izin vermemişti.
Eve geldiğimizde yağmur iyice hızlanmıştı.
Binaya girene kadar bile bayağı ıslanabilirdik, ama Uras abinin yanında şemsiye
ile gelmesi bizi bundan kurtarmıştı. Yukarı çıkıp zili çalınca kapıdan adım
seslerinden önce bir çığlık duyulunca güldüm.
Gülin’e ait olan çığlık sesi gittikçe
kapıya yaklaşıyordu. En sonunda kapı aralanmış, çığlığın sahibi ve annesini
görebilmiştik.
“Annecim bağırma, tamam bak geldiler.”
Nilperi abla kulaklarının sağlığı için
kızını ikna etmeyi denerken Uras abi ilk içeri giren oldu. Montunu çıkartıp
Gülin’i omuzuna attıktan sonra içeri doğru ilerlemişti. Geriye de Gülin’in
koridoru dolduran bebeksi kıkırtıları kalmıştı.
“Hoş geldiniz, girin hadi. Kaldınız
kapıda.”
Hoş bulduk gibi bir şeyler mırıldanıp
Tuna’nın ardından eve girip montumdan kurtuldum. Çantamı da kenara koymuştum.
“Nasılsın Lal? Bu aralar pek görüşemedik.”
“İyiyim Nilperi abla, siz?”
Senli benli konuşuyor olduğum kadına neden
bir anda mesafeli bir şekilde ‘siz’ deme ihtiyacı duyduğumu bilmiyordum. Bu,
onu da biraz afallatmış gibiydi. “Ben de iyiyim canım.” diyerek cevapladığında
başımı salladım.
“Biraz dinlenelim, sonra başlarız
çalışmaya. Olur mu Gece?” Tuna’ya onaylar bir şeyler mırıldandım. Salona
girdiğimizde Nilperi abla arkamızdan gelmemişti hemen.
Koltukta babasının üzerinde debelenen
Gülin biz içeri girince varlığımızı yeni hatırlamış gibi ayaklandı. “Layl
gelmiş.” dedikten sonra kendisini bana doğru koşturmuştu. Yakındaki koltuğa
oturduğumda o da yanıma yerleşip bana doğru yaslandı. “Beni mi öslediğin için
geldin Layl?”
Bunu kırılmasın diye değil, gerçek olan bu
olduğundan olumlu şekilde cevapladım. “Evet, çok özledim seni bebeğim.” Gülin
biraz utanarak biraz da heyecanla sırıttığında Tuna ve Uras abi de bu haline
gülmüşlerdi.
Gülin bana bir şeyler sormaya devam
ederken salona bir hışımla giren Nilperi abla irkilerek kapıya dönmeme sebep
oldu.
“Tuna?” derken sesini kaplayan hayal
kırıklığı ve sinir karmaşasının nedenini anlayabilmek için elinde sıkıca
tuttuğu paketi görmem yeterli olmuştu.
Nilperi ablanın tutuşuyla neredeyse
tamamen buruşan dikdörtgen paket, bir sigara paketiydi.
Uras abinin ağzının içinde mırıldandığı
küfrü zar zor duyabilmiştim. Gülin ise şaşkın şaşkın annesine bakıyor, bu
halinden gerildiği belli olacak şekilde bana daha da sokuluyordu.
Tuna’ya bakmadan önce kendime birkaç
saniye izin verdim.
‘İçmiyorum
artık, yanımda paket falan yok gece güzeli. Bıraktım.’ İki
ya da üç hafta önce konuştuğumuz, artık bırakmazsa ablasının ya da Demir abinin
haberi olmasını sağlayacağımı söylediğim sigarayı bıraktığına inanmıştım.
Sözleri benim için yeterliydi, bana yalan söylemeyeceğini düşünmüştüm.
Yanıldığımı anlamam zor olmamıştı. Nilperi
ablanın sırtlandığı hayal kırıklığının ikizinin gözlerime oturduğunu bilerek
Tuna’ya baktım.
Ne bana ne de ablasına bakmıyordu. Uras
abiye odaklanmıştı, ondan yardım istiyordu. Bu hali bana durumdan Uras abinin
haberi olduğunu fısıldayınca şaşkınlıkla Uras abiye baktım. Biliyor muydu
sigara içtiğini?
“Peri otur güzelim, konuşalım.” Uras
abinin bu tepkisinden sonra, onun Tuna’nın sigara içtiğini bildiğinden artık
emindim.
Benim Uras abiyi kısacık bir zamandır
tanıyor olmama rağmen anladığım bu gerçek, tabii ki karısı tarafından da
anlaşılmıştı. Nilperi abla, Tuna’da dinlenen bakışlarını aniden ona çevirdi.
“Sakın,” dedi keskin bir sesle. “Biliyordum deme bana Uras, sakın!”
Uras abi bir elini burun kemerine doğru
götürüp orayı sıktı. Derin bir nefes aldıktan sonra önce bana, ardından göğsüme
sinmiş, dolu bakışlarla annesini izleyen kızına baktı. “Lal, Gülin’i odasına
götürür müsün abim?”
Burada kalmak için diretmeme sebep olacak
bir şey yoktu. Saniyeler önce, bana asla yalan söylemeyeceğinden emin olduğum
sevgilimin beni haftalardır kandırıyor olduğunu öğrenmiştim. Bunu hazmedene
kadar uzakta kalmak daha iyi olacaktı.
“Oyun oynayalım mı odanda biraz Gülincim?”
diyerek Gülin’e baktığımda önce tedirgin bir tavırla anne ve babasına baktı;
ardından bana dönüp sessizce ‘tamam’ diye mırıldandı. Onun da tıpkı benim gibi
buradan uzaklaşmak istediğini anlamıştım.
Gülin’in elinden sıkıca tutarak salondan
çıkarken Tuna’ya göz ucuyla bile bakmamaya gayret etmiştim.
Odaya girdiğimizde Gülin’in beni
oyuncaklarıyla çevreleyip sıkıştıracağını zannetsem de beni şaşırtarak odadaki
pufa sırtını yaslayıp yere oturmuştu.
İçerideki gerginliğin onu hızla
etkilediğini anlamak zor değildi. Aklıma üşüşen, çocukluğum neredeyse her
gününü dolduran anıları savuşturmayı deneyerek yanına ilerleyip tıpkı onun gibi
oturdum.
“Canım?” diye seslenerek ilgisini çekmeye
çalıştım.
“Layl?” diyerek merakla bana döndü. “Annem
niye kıjdı danacımla babama? Yaramajlık mı yapmışlay?”
Başımla onayladım. “Evet ablacım, dayın
yaramazlık yapmış. Annen o yüzden kızdı biraz.”
Annesinin kopyası sarı kıvırcık saçlarıyla
tatlı bir uyum içindeki açık renk, seyrek kaşlarını elinden geldiğince çattı.
“Yaramajlık kötü bişe ama.”
“Doğru söylüyorsun, o yüzden kızıyor annen
zaten. Kötü bir şey olduğu için.”
Anlamış gibi kafasını salladı. “Ben hiç
yapmıyom yaramajlık, annem bana kısmıyo o yüsden.”
Arada kendisini övmeyi ihmal etmemesine
kendimi tutamayarak gülümsedim. “Aferin sana o zaman bebeğim, dayına çekmemişsin
neyse ki.” Muhtemelen ne dediğimi anlayamamıştı ama sorgulamadan konuyu
değiştirdi. “Gülin’in uykusu gelmiş.” diyerek üçüncü tekil kişiymiş gibi kendi
derdini anlattığında alnına dökülen saçlarını geriye doğru çektim.
“Uyutalım o zaman Gülin Hanım’ı.” dedikten
sonraki dakikaları Gülin’i yatağına bırakıp ben de bir köşeye ilişip onu
izleyerek geçirmiştim. Gülin çok direnmeden uyusa da yanından kalkıp odadan
çıkmak yerine onu izlemeye devam ettim.
~
“Lal…”
Uras abinin mahcup sesini duysam da ona
dönmek yerine montumu askıdan almak için parmak ucumda yükselme işine devam
ettim. Giyinip evden çıkmak her şeyi çözecekmiş gibi aceleci ve bu işe odaklı
haldeydim.
“Abicim bi’ bekle, yanlış anladın. Nereye
gidiyorsun apar topar?”
Montumu alıp sıkıca göğsüme doğru
bastırırken ona döndüm. Ona baktığımda kulağıma az önce duyduklarım yeniden
çarpmışçasına yenilenmişti.
‘Lal’le
ilgili olabilir, o hayatına dahil olduğundan beri Tuna çok farklılaştı.’ Nilperi
ablanın sesi zihnimde az önce duyduğum cümlesiyle birlikte yankılanınca
omuzlarımın düşmesine engel olamadım.
Hayatlarına girdiğimden beri hepsine
uğursuzluğumu bulaştırdığımı biliyordum. Bunu haftalardır, belki de aylardır
kendime hatırlatıyordum. Ama ilk kez kendim dışında birinden duymak
beklediğimden daha ağır gelmişti.
Tuna’nın sigara içmeye başlamasının benden
önceye dayandığını biliyordum. Sorun bu değildi. Aslında ortada sorun da yoktu.
Ablasının bu konuyu benimle ilgili
zannetmesine kızamıyordum. Tuna bana her konuda iyi gelirken, Nilperi ablanın
benim ona tam tersini yapıyor olduğumu düşünmesine şaşırmamıştım da zaten.
“Peri, Tuna konusunda çok hassas. Bu,
normal sayılamayacak bir hassaslık Lal, aralarındaki bağı bazen ben bile tam
anlayamıyorum. Ona zarar veren bir şey kullandığını öğrenince bu denli tepki
vermesinin sebebi de bu.”
Karısının söylediklerini benim için daha
anlaşılır hale getirmeye çabalayan Uras abiye bir şey demeden öylece bekledim.
“Kastettiği şey senin Tuna’ya zarar
verdiğin değildi, bunu seni kandırmak için söylemiyorum. Karımı tanıdığım için
söylüyorum.”
“Bırak da karın kendisi anlatsın derdini o
halde.” İleriden gelen sesten hemen sonra Uras abi ile aynı anda oraya döndük.
Nilperi abla birkaç adım ötede bekliyordu.
Ben Gülin’in odasından ayrıldıktan sonra
mutfakta konuşmalarına kulak misafiri olunca Uras abi hemen peşimden gelse de
Nilperi abla bir süre oradan ayrılmamıştı. Tuna zaten salondaydı, Gülin ise
halen uyuyor olmalıydı.
Uras abinin rahat bir nefes verdiğini fark
ettim. “Tamam, ben içerdeyim.” dedikten sonra salona ilerledi.
“Konuşalım mı biraz Lal?” Nilperi abla o
kadar yorgun görünüyordu ki, eve yeni girmiş olsaydım günlerdir uykusuz ve
gergin olduğunu düşünürdüm. Dudaklarımı ısırarak çekingen bir tavırla
bulunduğum yerden kıpırdamadığımda ifadesi anlamlandıramadığım kadar hızlı bir
şekilde yumuşadı.
Yanıma gelip kucağımda duran montumu alıp
kenara bıraktı. Ardından kolunu sırtıma doğru sardı. Onlarla tanıştığım ilk
geceyi geçirdiğim misafir odasına doğru benimle birlikte yürüdüğünde itiraz
etmeden uyum sağlamıştım.
Odaya girdiğimizde kapıyı kapatıp yatağa
yöneldi. Aramızda biraz boşluk kalacak şekilde ben de yanına oturdum.
Onu yanlış anladığımı ya da buna benzer
birkaç şeyi söyleyeceğini zannederek girdiğim odadan; bambaşka bir hikâye
dinleyip çıktığımda sırtımdaki bazı yüklerden kurtulacağımı günlerce düşünsem
de tahmin edemezdim.
Nilperi Kalyoncu’yla tanışmıştım ben
birkaç ay önce. Aşkı gözlerinden taşan kocası, kendisinin kopyası minik bir
bebeği, sevgiyle gözlerinin içine bakan kocaman bir ailesi olan; herkesin imreneceği
‘o hayatı’ yaşayan bir kadınla tanıştığımı sanmıştım.
Oturduğum yatağın ucunda, aramızda bir
kişilik boşluk kalmışken bizzat kendisinden dinlediğim Nilperi Özkan ise bambaşka biriydi.
Şimdiki
Nilperi’den bambaşkaydı, ama yanında oturan Lal’e çok yakındı.
~
“Aynı anda bana kırgın olmalarına
dayanamayacağım iki kişiyi birden kıran kafama sıçayım.” Tuna dakikalardır
kendi kendine söyleniyorken Uras abi bıyık altından ona gülüyordu.
Onlar karşıdaki koltuktayken, ben Nilperi
ablanın yanında oturuyordum. Odadan çıktığımızdan beri elini sıkı sıkı tutuyor,
asla bırakmıyordum. Bu halimden şikayetçi olmadığını belli eder şekilde ne
elini çekmiş ne de bir an olsun gevşetmişti.
“Ne diye bırakmadığın halde bıraktım
diyorsun Lal’e? Hadi anladık ablanın gazabından korktun ve sakladın… Ama Lal
kısmı tamamen kendi salaklığın sarı kafa.”
Uras abi yanındaki Tuna’nın ensesine vurup
konuşunca Tuna kaçamak bakışlarla bana baktı. Göz ucuyla da olsa o kadar içli
bakıyordu ki yoğunluktan kaçıp başımı çevirmek zorunda kalmıştım. Aksi halde
muhtemelen Mert abi ve Berke’nin deyimiyle saftirik olduğum için Tuna’ya
kıyamayıp yumuşamaya yüz tutacaktım.
“Biliyorum abi, sağ ol moral konuşman
için.” Tuna ben başımı çevirince Uras abiye homurdandı.
“Neyse aynı anda hem Lal’e hem Peri’ye
yakalanman iyi oldu, yaşadığın adrenalinden sonra nah içersin bir daha.
Tanıyorum ben malımı.” Uras abinin adrenalinden kastı sanırım hem beni hem
ablasını kendisine küstürmesiydi.
“Sen çok konuşma istersen, ne demek
bildiğin halde bana söylememek Uras? Yalan söylemezsin söylemezsin, en önemli
konuda söylemişsin ama… Geçen yıl ben karıma yalan söylemem deyip Mert abimin
doğum günümde bana yapacağı sürprizi bile patlatmıştın. Şov adamısın
gerçekten.”
Kendimi tutamayıp güldüm. Uras abinin
çocuk gibi omuz silkmesi gülüşümü büyüttü. “Patlatmasam benim hediyemden daha
çok beğenirdin onunkini, kocanım ben senin kocan. En çok benim hediyeme
şaşıracaksın, aksi mümkün değil.”
“Üste çıkmaya çalışma, yalancı çoban.”
Birkaç saat öncesine göre herkes
-özellikle Nilperi abla- daha sakindi. İlk andaki o bombanın etkisi gittikçe
azalmış, yalnızca çözülmesi gereken bazı yeni sorunlar oluşturmuştu.
“Gece?” diyerek seslenen Tuna’yı
duymamışım gibi Nilperi ablanın elindeki yüzükle oynadım.
Küsmüştüm ona. Adımı güzel güzel seslenip
dikkatimi dağıtmasa olmaz mıydı?
“Ders çalışacaktık biz, hadi çalışalım.”
Normal şartlar altında kitap kapağını açmaktan bile haz etmemesine rağmen
sunduğu teklife omuz silktim. “Eve gideceğim ben birazdan, sen çalış.”
“Olmaz!” diye aniden bağırır gibi
yükselince irkildim.
“Ne bağırıyorsun oğlum? Ödü patladı
kızın.” Uras abi önce bana sonra Tuna’ya bakıp konuşmuştu.
“Abi gitmesin o zaman, bir şey desene.”
“Doğru söylüyorsun, kalsana burada bu
akşam Lal.” Nilperi ablanın Tuna’yı onaylamasını beklemediğim için şaşkınca ona
döndüm. Tuna da keyifle ona doğru bakıyordu. Keyfi, saniyeler sonra ablasının
konuşmaya devam etmesiyle gerisin geri kaçmıştı. “Tuna’yla Uras’ı da abime
yollarız.”
“Abla,” diyerek başladığı cümlesinin
devamını kırgın çıkan sesi yüzünden bitiremediğinde yerimde rahatsızca
kıpırdandım.
“Çok üzüldü, üzülmesin o kadar.” Nilperi
ablanın kulağına doğru eğilip fısıldadığımda bana yarım ağız güldü. “Biz oltaya
gelelim diye duygu sömürüsü yapıyor, gözünden tanırım ben onu.”
Kaşlarım derince çatılmış halde sinirle
Tuna’ya baktım. Neye sinirlendiğimi anlayamamış halde bana bakakalmıştı.
“Yavrum ne dedin de pamuk şeker gibi kızı
Demir Özkan’a çevirdin?” Uras abi hayretle sorduğunda cevap beklemeden bir soru
daha buldu. “Ayrıca siz odada ellerinizi birbirine mi yapıştırdınız? Lal, ben
tutmadım karımın elini bu kadar abim.”
“O senin sorunun Uras abi, tutsaydın.”
dedim bilmiş bilmiş. Nilperi abla bu halime kıkırdamıştı. Odada konuştuklarımız
aramızda kalacaktı, kimseye bütün her şeyi bildiğimi anlatmayacaktım.
Orta sehpaya ne zaman bıraktığımı
bilmediğim telefonum çalmaya başladığında, telefon Tuna’ya daha yakın olduğu
için hemen kafasını uzatıp ekrana bakmıştı. Göz devirdim. Beni arama ihtimali
olan kişiler bir elin parmağını geçmiyordu, neyi merak etmişti?
“Kimmiş?”
“Annen.” deyince başımı salladım. Yerimden
kalkmaya üşenmiştim. “Aç, yemeğe gelecek miyim diye aramıştır.”
Yoldayken buraya geleceğimi anneme haber
vermiştim. Bu yüzden aklıma gelen tek sebep yemek için arıyor oluşuydu.
Telefon açıldıktan sonra ise duyduklarımın
bu tahminin köşesinden bile geçmiyor oluşu ile karşı karşıya kalmıştım.
Annem yemek için aramıyordu, annem yardım için arıyordu.
---
Demir-Müge Özel Bölüm
5 Ağustos, saat
02.45
- Demir
Uykusu derin olan ya da uyumayı çok seven
biri değildim. Hiç olmamıştım.
Bu gece de diğerlerinden farksız şekilde
henüz uykuya dalamamıştım. Saatin neredeyse üçe yaklaştığını az önce
telefonumdan görmüş olsam da benim için fark etmiyordu.
Su içme ihtiyacı hissetmeye başladığımda
kendi kendime homurdanarak ayaklandım. Ağustos ayının ilk günlerindeydik, hava
geceleri bile boğucu şekilde sıcak oluyordu.
Odadan olabildiğince az ses yapmaya
çalışarak çıktığımda koridora attığım ilk adımda kulağıma dolan ses kaşlarımın
hızla çatılmasına sebep oldu. Kısık tutulmaya çalışan, boğuklaşan hıçkırıkların
kime ait olduğunu tam olarak kavrayamadan kendimi banyo kapısının önüne
ilerlettim.
Kapıya tek bir kez hafif sert şekilde
tıkladığımda hıçkırık sesi aniden kesilmişti. Kapının açılması bekledim ama
beklediğim şey gerçekleşmedi. Sabırlı biri olmadığımı hareketlerime de dökerek
duraksamadan kapıyı açtım.
Daha sık ağlayışına şahit olduğum,
geceleri de zaman zaman kabuslar gören Lal’i karşımda bulacağıma içten içe
kendimi ikna etmişken; aniden Müge’yi lavabonun hemen önünde yanakları ıslak,
gözleri yaşlarla parlıyor halde bulmak birkaç saniye afallamama sebep oldu.
“Müge?” diye mırıldandım şaşkınca. Bu
saatte uykusundan uyanıp bu denli içli şekilde ağlamasına ne yol açmıştı?
İki adımda yanına ulaşmışken, o yanaklarını
ve gözlerini sonuçsuz bir çabayla silerek ağladığını gizleyebilecekmiş gibi
uğraşıyordu. “İyi misin güzelim, ne oldu?”
“Bir şey olmadı,” derken çocuk gibi omuz
silkti. “Sen uyumuyor muydun? Ben mi uyandırdım?”
Konumuz bu olmadığı için sorusunu cevaplamaya
gerek duymadım. “Bak bana,” derken aynı anda da bir elimi çenesine uzatarak
başını hafifçe yukarı kaldırdım. Yüzünü kendime doğru kaldırmayı başarmış olsam
da gözlerinin odağı asla ben değildim. Siyahın en koyusunu üzerine giyinen
irisleri yaşlarla parlıyor, benim yüzüm dışında her yerde geziniyordu.
“Müge,” dedim ısrarcı bir tonla.
Israrlarıma son zamanlarda en çok maruz kalan iki kişi şüphesiz o ve Lal’di.
Lal’i ikna etmek, gözlerinin içine güven
verircesine bakıp onu göğsüme yaslamamla gerçekleşerek beni yormazken; Müge
kesinlikle daha inatçı olandı.
Dışarıdan bakan herkesin Müge’yi tamamen
sakin ve pasif bir karakter olarak göreceği açıkça ortadaydı. O karakterin tam
altında derin bir uykuda olan dikenlerini ise ben çoktan uyandırmıştım. Bunu bilerek
yapmamış olsam da, bana çekinmeden gösterdiği o dikenlere ulaştığım için
memnundum.
Birkaç hafta önce tanıştığım kadının
aslında Müge olmadığını, ardına saklandığı gölgeyle bizi tanıştırıp geriye
çekildiğini fark etmem çok sürmemişti. Birkaç kez damarına basmak, Müge’nin tüm
çıplaklığıyla ortaya çıkmasına yol açmıştı. Ve ben bundan zerre kadar dahi
pişmanlık duymuyordum.
Çenesinin hemen üzerindeki çukura değen
başparmağımı kıpırdatarak tenini belki de hissedemeyeceği kadar hafif bir
şekilde okşadım. “Uykunu ne böldü inci çiçeği? Söyle bana.”
“Hiçbir şey,” diye mırıldandığında
gözlerim yavaşça kısıldı. “Sana da, o küçük kopyana da anlatamıyorum ben değil
mi? Yalan söyleyemiyorsunuz, olmuyor denemeyin artık.”
Gözlerini banyoya girdiğimden beri ilk kez
gözlerime çevirip bana baktı. Gördüğüm bakışlara çökmüş olan yorgunluk, sinirle
bir nefes alıp göğsümü şişirmeme sebep olmuştu.
Müge’ye zaman tanımayı denemek, benim gibi
sabırsızlığın vücut bulmuş hali bir adam için zordu. Ben onu gördüğümden beri
neyin nasıl sonlanacağının gayet farkındaydım, bunu sık sık ona belli de
ediyordum zaten. Fakat yine de sesli olarak dile getirmek ve onu köşeye
sıkıştırmak durumu çıkmaza sokacakmış gibi gelmişti.
Ona, beni anlamlandırabilmesi için zaman
vermiştim. Bahsettiğim zaman, Demir Özkan’ın sınırlarının çokça yukarısındaydı.
Az önce, karanlık derin bir kuyuyu andıran gözleri gözlerime çarptığında ise bu
zamanın sonuna çoktan geldiğimizi anlamıştım.
Çenesinde duran elimi aşağıya doğru
indirip, iki elimle belinin biraz üstünü iki yandan kavradım. Ne olduğunu
anlayamamış bir halde afallamıştı. Ağırlığı benim için pek bir şey ifade
etmeyen bedenini saniyeler içerisinde havalandırıp, önünde durduğumuz lavabonun
kenarındaki geniş boşluğa doğru bıraktım. Oraya oturmasını sağladığımda dolabın
yükseltisi onun, burnu çenemi sıyıracak kadar yükselmesine sebep oldu.
“Demir,” Adımı dudaklarından şaşkınlıkla
döktüğünde bir elimi belinden ayırmadan diğer elimi fayansa yaslayarak ona
doğru yaklaştım. “Hım?” diye mırıldanmaktan başka bir şey yapmadım.
Üzerindeki siyah, saten kumaşa sahip
askılı bir elbiseye benzeyen geceliğin ince kumaşı bana beline direkt olarak
dokunuyormuşum gibi teninin sıcaklığını hissettiriyordu. Elimin neredeyse
tamamen kaplamaya yettiği belini kendimi kontrol edemeyerek sertçe
sıvazladığımda titrek bir nefes aldı. Aldığı nefesi geri bırakırken sıcak
soluğu yanağımı teğet geçerek bana çarptı.
Bir nefes uzağında olmak diye tanımlanan o
mesafe, tam şu an aramızdaydı.
“Değil gözlerinin dolması, artık
dudaklarının aşağıya doğru kıvrılmasına bile tahammülüm yok benim Müge.”
Dudaklarını anarken bakışlarım birkaç saniyeliğine ağlarken muhtemelen
dişlerini geçirerek sızlattığı, kızararak şişen dudaklarına değdi. Birkaç
saniyenin sonunda gözlerimi yeniden gözlerine taşımak için irademin sınırlarını
zorlamam gerekmişti.
Şaşkınlığının etkisiyle tam kapanmayan
dudakları birkaç santim ötemde ve irice açılan gözleriyle bana bakıyorken
çenemi kasarak kendimi sıktım. Hormonları arşa çıkıp iradesiyle sınanan bir
ergen gibi, onu öpmemek için bu denli büyük bir savaş veriyor olmam
inanılmazdı.
İnanılmaz varsaydığım her ne varsa,
karşımdaki kadın çabasızca hepsini tek tek ortaya döküyor; ben müdahale bile
edemeden sarsılmaz sandığım her parçayı yerinden oynatıyordu.
Yıllarca tek tek kardeşlerimin aşkı
bulmasını izlemiş, hepsine en yakından tanıklık etmiştim. Onların zaman zaman
abartıyor olduğunu zannettiğim duyguyu yıllar sonra çarpıcı bir şekilde
deneyimlememin kimin isteği olduğunu düşünmeme gerek yoktu.
Uras’ın bıkmadan usanmadan benim de
kendisinden farksız bir hale düşmem için dil döktüğü anlar zihnime dolarken
dudaklarım kıvrıldı.
Dudaklarımın eski haline dönmesini
beklemeden önce yaptığım hamle ise belindeki elimle bedenini bedenime
yapıştırarak kendime çektiğim Müge’nin aralı kalan dudaklarına kendi
dudaklarımı kapatmak oldu.
Belindeki kumaşı elimde buruşturduğum için
sıyrılan ve zaten çok da uzun olmayan gecelik bacaklarını rahatça hareket
ettirebileceği kadar yukarı toplandığında dizlerini iki yana iterek bedenine
daha yakın olabileceğim bir şekle büründüm. Bacaklarının arasında kalan bedenim
onun birkaç katı olsa da umursamamıştım.
Alt dudağını bedenimde biriken tüm
hislerin yoğunluğuyla savaşmama rağmen nazik bir hareketle, yavaşça emdiğimde
gözlerimin birkaç saniyeliğine kapanmasına engel olamadım.
Beni itebilirdi, başını geriye çekebilir
ve beni kendisinden uzaklaştırabilirdi. Dudaklarına dokunurken bu ihtimalin
varlığı tüm gerçekliğiyle bir köşedeydi, buna rağmen ikinci kez düşünmemiş ve
dolgun alt dudağını ağzımın içine yuvarlamıştım.
Vereceği tepkiyi beklerken dudağını
tamamen serbest bırakmasam da ona hareket edebileceği bir alan tanıyarak
üzerindeki baskımı azalttım. Ağzı ağzıma yaslıyken delirmenin eşiğindeydim. O
eşikte, arafta bekliyordum.
Gözleri o kadar kısılmıştı ki irislerini
görmekte güçlük çekiyordum. Onun da beni görüyor olduğundan şüpheliydim.
Geri çekilmek için kendimi ikna etmeye
çabaladığım saniyelerin tam ortasında, üst dudağımı beni birkaç saniye
hareketsiz kılacak kadar beklenmedik bir hoyratlıkla kavradığında kesik bir
nefes vermeye çalışsam da soluğum ağzının içinde son bulmuştu.
Enseme tırmanan eli, saç diplerime güç
alırcasına tutunduğunda az önceki tavrımın zıttı olacak şekilde alt dudağını
bana katmak ister gibi sıkıca kavrayıp emdim. Başını yana doğru eğdiğinde,
içgüdüyle yaptığı bu hareket onu öpüşümü derinleştirmişti.
Dudaklarından ayrılabilmem bana kaç
dakikaya mâl oldu bilmesem de belli belirsiz dudaklarımız değecek kadar geriye
çekildiğimde göğsü hızla inip kalkıyor, yükselen göğsü benim göğsümü durak
belleyip her seferinde bana çarpıp duraksıyordu. Nefes nefese kalışını hoşnut
bir tavırla izlerken belindeki elimi ilkel bir tavırla sıktım.
“Bitti
inci çiçeği,” dedim dudaklarının üzerine doğru konuşurken. Öpüşümle
katbekat kızarıp şişen dudakları yeniden öpmem için davetkâr bir şekilde
beklerken devam ettim. “Benden kaçman,
geri çekilebilmen için son şansın az önce bitti. Bundan sonra tüm yolların
bana, tüm yollarım sana.”
Cümlem bittiğinde, gülümsedi. Bu, onu
gülümserken gördüğüm ilk an değildi. Ama daha önce bu kadar gözlerine ulaşan
bir gülümsenin dudaklarında can bulduğuna şahit olduğumu hatırlamıyordum.
“Bu gülümsemeyi benden bu kadar zaman
saklamış olmana kızmayacağım,” diye mırıldandım. “Bundan sonra o kadar sık
göreceğim ki, gülümsemiyorken nasıl göründüğünü unutacağız.”
“Unutalım,” diye kısıkça konuştuğunda
yanaklarıma sıkı sıkı tutunan küçük avuçlarının sıcaklığıyla alnımı alnına
yasladım.
Beklemek, sonu geldiğinde anlam bulan
garip bir olgudan ibaretti. Ulaşılan yer beklenilen zamanı ya çöpe atar ya da
değerli kılardı.
Müge’yi beklediğimin farkında bile olmadan
seneler geçirmişken, şimdi kollarımda tuttuğum bedene ulaşmıştım.
Bu, beklediğim tüm zamanları hiç var
olmamışçasına kenara koymama yetiyordu. Yeniden doğmuş, yanı başımda onu bulmuş
gibi hissediyordum. Tamamlanmışım, hep
tammışım gibi…
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder