Gözyaşı Kadehleri 17.Bölüm

 17.BÖLÜM



“Uyumadığını biliyorum.”

Neredeyse güneş batmadan, henüz evin içi kararmadan kendimi odaya ve devamında yatağa hapsetmiştim. Asıl amacım sabaha kadar gözlerimi derin bir uykuya kapatmak ve tüm yaşananlara rağmen aynı yatağı paylaşmak zorunda olduğum -ve tek zorunluluğumun yatak konusu olmadığı- adamın varlığını unutmaya çalışmaktı.

Başarısızdım.

Kulağıma çalınan sesi haklıydı. Uyumuyordum. Saatlerdir tek bir an bile uykuya ucundan kıyısından yanaşamamıştım. Yine de ona haklı olma hazzını tattırmak yerine tüm oyunculuğumu kullanıp uykuda görünmeye devam ettim.

Sırtım kapıya, yani onun bulunduğu yere dönük halde kolumun üstünde uzanıyordum. Yüzümü göremiyor olmalıydı.

Kısa adım sesleri işittim. Ardından gömleğini giyinme odası yerine burada çıkartıyor olduğunu anlatan hışırtılı sesler kulağıma doldu.

“Uyuyor rolü yaparken üstünü açık tut, uykuya daldığın anda üstündeki her şeyi açıyorsun Seray. Kendini mumyalamışsın, uyuduğuna inanmamı bekleme.”

Duyduklarımla birlikte bir an için olduğum yerde kasıldım. Bana dair detayların onun zihnine kazılı olmasına her seferinde şaşkınca kalakalıyordum. Buna öyle kolay kolay son verebilecek gibi de değildim.

“Ya da üstünü örterek uyumayı öğrenebilirsin,” dedi biraz sonra. “Bu benim için daha iyi olur.”

Bir hışımla yatakta tam tersi yönde döndüm. Artık diğer kolumun üstündeydim. Ancak başımı yataktan biraz kaldırmıştım. “Her şey senin için yeterince iyi zaten!” dedim sertçe. “Bu konuda da iyi olmayıversin.”

Örtüyü paldır küldür üstümden attım.

O yastıkla uyuman bana iyi geliyor dese yastıksız yatardım, abiye elbiseyle uyumandan nefret ediyorum dese taşlı elbiselerle uyurdum.

Keyfine batacak olan en ufak diken bile benim için bulunmaz nimetti.

Örtüyü açtığım sırada bakışlarım da üstünden gömleğini çıkarmamış ancak tüm düğmelerini açtığı için gövdesinin yarısı açığa çıkmış olan Cevahir’in üstündeydi. “Uyumuyormuşsun,” dedi sakince.

Çığlık atmamak için yanağımın içini ısırdım. Neyse ki bu sırada daha fazla konuşmadan banyoya doğru adımlamıştı. Arkasından homurtular halinde söylene söylene kendimi sırtüstü yatağa bıraktım.

Saatin kaç olduğundan bihaber olduğum için elimi komodine uzatıp telefonumu aldım. On buçuğa geliyordu. Bu saatte odaya gelmesinin bile bana inat olduğundan o kadar emindim ki… Çocuk gibi onda mı yatacaktı sanki?

Telefonu geri bırakıp uzun nefesler vererek tavanı süzmeye başladım. Ben bakışlarımı tavandan ayırmamışken banyodan çıktı ve yeni varış noktası kapı sesinden anladığım kadarıyla giyinme odasıydı. Orada da biraz oyalanmış ve geri gelmişti.

Ne yaparsam yapayım soğumayan içim, üst üste gelen her şeyin altında öyle ağır eziliyordu ki paramparça hissediyordum. Yanan, parça parça olan içime çare bulamadıkça da dışıma taşıyordum artık.

Odaya girdiğinde yaktığı ışıkları söndürmüş, yalnızca kendi komodinindeki lambanın yanık kalacağı şekilde fazlasıyla loş bir alan yaratıp yatağın ona ait kısmına ağırlığıyla oturmuştu.

Göz ucuyla ona doğru baktığımda sırtını gördüm sadece. Kapıya doğru dönük, sırtı bana bakacak şekilde oturuyordu. Bükülmüş duran kolundan elinde telefonunun olduğu belliydi.

“Kapat ışığı,” dedim ters ters. “Doğum günü mesajlarına salonda cevap verseydin. Uyuyorum ben.”

Bana itiraz etmek yerine uzanıp önce lambayı kapattı, ardından telefonunu komodine bıraktı ve başı yastığa düşecek şekilde yatağa yattı.

Şaşkınca bu uyumlu halini izlediğim saniyelerden sonra bir şey diyecek gibi olmuş ancak kendime hakim olmayı başarıp sessiz kalmıştım.

“Seray,” dediğinde sustum. Bir kez daha tekrarladı.

“Tanımıyorum öyle birini,” dedim. “Sussana.”

“Annemle ilgili aklında ne var?” diye sordu pat diye. Nefesimi tutarak bekledim bir an. “Onun görüştüğü bir psikiyatristi var zaten, neden bir yenisi olsun istiyorsun?”

“Arif’i görmeye bahanem olsun ist-…” diyerek damarına basıp konuyu dağıtma fikrine sığınmışken henüz cümlem bitemeden yatakta deprem etkisi yaratacak şekilde yerinde kıpırdadığı için susmuştum. Bir yandan içimden özürler diliyordum, evli barklı adamı sırf yanımdaki deli saçmalıyor diye nelere alet ediyordum?

“Yarın sabah gelecek bir işi olmasın mı o herifin Seray? Tazminatını da yayılacak haberini de sikerim, hastaneyle ilişiğini mi keseyim adamın?”

Bazen -ama gerçekten bazen- Cevahir’in tehditlerinin ne denli güçlü olabildiğini ve bunu sağlayan kaynağın elinde tuttuğu gücü olduğunu unutabiliyordum.

“Saçma sapan konuşma,” dedim tavana doğru bakmaya devam ederek.

“Sana eşlik ediyorum, saçmalamayı kestiğinde ben de eşlik etmeyi bırakacağım.”

“Arif evli, Cevahir.”

“Ne güzel,” dedi sinir bozucu bir tonlamayla. “Tesadüfe bak, sen de evlisin. Ortak noktanız varmış.”

“Eşi bir manyak değil ama,” dedim hüzünle. “Keşke ortak noktalarımızdan biri de bu olsaydı.”

“Şansına küs,” dediğinde sırıttım. “Neyse o zaman, kendi özgür irademle seçeceğim kocamın manyak olmamasına özen gösteririm.”

Ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Hiçbir şekilde anlam ifade etmeyen sözcüklerini birleştiremediğimde kendimi anlamak için pek fazla yormadım.

Az önce göz ucuyla ona baktığım için tıpkı benim gibi onun da tavana doğru bakıyor olduğunu ve bizim gözlerimizi aynı yere dikmiş halde birbirimize dikleniyor olduğumuzu biliyordum. Belki de bu yataktaki tek manyak Avcıoğlu değildi. Bende de bir şeyler vardı. Ya da körle yatan şaşı kalkmaya bayağı erken başlamıştı.

Sessizlik biraz devam ettiğinde en başta sorduğu sorudan garip bir yolla da olsa kaçmayı başardığımı düşünmüştüm. Sonraki etkinliğimiz uykuya dalmak olacak gibiydi.

Yanılıyordum.

“Cevaba şu herifi karıştırmadan anlat artık, annemle ilgili neden bir anda böyle bir karar aldın?”

Derince bir nefesi içime çekerken pencereden sızan cılız ışık dışında hiçbir aydınlık kaynağı bulunmadığından kararan odanın tavanından ayrılmamıştı.

Cevahir, Arif konusunda bu denli aklını yitirmiş gibi davranmasaydı şu an dudaklarımdan açıklayıcı bir şeyler dökme ya da dökmeme ikileminde olmazdım aslında. En başında aldığım karara uymaya devam edip her şeyi Cevahir’den saklı tutmayı denerdim. Sınırlarımı zorlamış ve beni bunu yapmaktan alıkoymuştu.

“Fevri davranmayacağından emin olamıyorum, üstelemesen ve bana güvensen olmuyor mu?”

Sesimi fazla yükseltmeden, sanki ona değil kendime soruyormuşum gibi konuştuğumda ondan bir yanıt gelmesi de gecikmeli olarak gerçekleşmişti.

Göz ucuyla ona baktığımda yüzünü ayrıntılı olarak göremiyor, yalnızca yukarı doğru baktığını anlayabiliyordum. Sinirle aşağı tekmelediğim örtü ikimizin de üstüne doğru düzgün değmiyor, yatağın büyüklüğü sayesinde iki yana serili bedenlerimiz birbirine direkt temas etmekten kurtuluyordu.

“Güvenmediğim bir kadına soyadımı verip aynı yatağa yatacak değilim, sana güvendiğimi henüz fark etmemiş olman da senin ayıbın olsun doktor.”

Yanağımda bir huylanma hissederek aramızda kalan kolumu havalandırdım. Yanağımı parmaklarımla hafifçe ovaladığım sırada boynunu çevirdiğini ve şu an rengini göremeyeceğim kadar karanlıkta kalan kahvelerinin yüzümü odağına aldığını duyumsadım.

“Oyununa bir eşlikçi arıyordun,” dedim sakince. “Bunu fazla büyütüyor ve gerçeği çokça çarpıtıyorsun.”

Sessiz kaldı. Sessizliğini beni haklı bulmasına yordum. Öyleydi ya da değildi, umursamadım.

Ona daha fazla bu kısmı düşünme fırsatı vermeden, biraz aceleyle ve biraz da çekinerek dudaklarımı araladım tekrar. Çekingenliğim kendime gelecek bir zarardan kaynaklanmıyordu. Gözlerimin içine bakarak benden yardım isteyen, son ve tek çaresi bendeymiş gibi karşımda titreyen Nilgün Avcıoğlu için gergindim.

“Annenin doğru şekilde tedavi edildiğini düşünmüyorum,” dedim bir nefeste.

Yanağı yastığa doğru değecek şekilde bana çevirdiği başı kıpırdamadı. Ona eşlik ederek ben de omuzuma doğru eğdiğim başımla yüzüne doğru bakar hale geldim.

“Nasıl yani?” diye sorarken bir an, çok kısa bir an sesinde beliren titreme beni de baştan ayağa titretecek gibi oldu.

Konu annesi olduğunda ya da karşısındaki kişi annesi olduğunda Cevahir’in normalden çok daha farklı bir adama dönüşüyor olduğunu yeni fark ediyor değildim ama şimdi konu öyle tehlikeli bir sınırın ucundaydı ki…

“Bilmiyorum,” dedim aslında birçok şeyden emin olmaya başlamış olsam bile. Güçlü tahminlerim olsa da bunları Cevahir’e söylemenin bana kazandıracağı tek şey kocamın bir aile faciasına imza atması olurdu sanırım.

“Seray,” dedi adımı bastıra bastıra seslenip. Birden doğruldu, sırtını başlığa doğru çekip otururken bir elini de komodindeki lambaya uzatmış ve ışığı açmıştı. “Bilmediğin bir şey için mi inatla annemin doktorunun değişmesini istiyorsun?”

Az önce yanağıma çıkarttığım elimi, neredeyse tamamını örtecek şekilde yüzüme kapattığımda göğsüm sıkıntılı bir nefesle şişti.

“Bir şeylerden şüphelendim işte,” dedim apar topar. “Şüphelendim ve kesinleştirebilmek için güvendiğim bir psikiyatristle görüştüm.”

Bir şeylerden şüphelenmem bizzat Nilgün Hanım’ın ‘ilaçlarımı değiştiriyorlar’ şeklindeki bomba açıklamasıyla başlamıştı ama şu an bunu Cevahir’e söylemeyecektim.

“O herif…” dedi Arif’i anarken kullanmaya bayıldığı şekilde. “Bu konu için mi bir anda dip dibe gelmeye başladınız?”

Onaylamaya gerek duymadım. Sorusunun cevabı oldukça basitti.

“Siktir,” diye soludu. Hatta belki de bu bir fısıltıdan ibaretti ancak aynı odanın ve aynı yatağın içindeyken dudaklarının en ufak kıpırtısı bile kulaklarıma ulaşıyordu.

“Ne söyledi?” diye sordu sonra hemen. “Doğru şekilde tedavi olsa… Olabilse annem iyileşir miydi yani?”

Ona direkt olarak olumlu bir cevap vermek, hiç büyümeme ihtimali olan tohumları hevesle toprağa gömmesini sağlamakla aynıydı. O tohumlar, umut tohumlarıydı.

“Bir şey söylemed-…” diyerek ayrıntıya girmeden yanıtlayacağım sırada birden yüzüme doğru tuttuğum elimi bileğimden kavradı. Tutuşu ne çok sıkı ne de kendimi kolayca kurtarabileceğim kadar gevşekti.

“Eğer eminsen, yapılması gerekenin bu olduğunu düşünüyorsan yarın annem hastaneye gelir Seray.”

Uzatmasını, söylediklerimi irdelemesini ya da en azından Arif konusunda sorun çıkartmasını beklemiştim. Fakat söylemiştim işte, konu annesiyken Cevahir başkaydı.

“Eminim,” dedim duraksamadan. Elimi gözlerimden biraz kaydırıp aşağı çektiğimde artık bakışlarım açıktaydı. Oturur halde başlığa sırtını dayamış olan Cevahir’e doğru baktığımda onun da bakışları bende olduğundan gözlerimiz birbirini bulmuştu.

Başını kıpırdattı hafifçe. Bu onayın ardından başka bir şey söylememe gerek kalmadığını anlamıştım. Soracağı, sorgulayacağı başka şeyler mutlaka vardı ama hepsini kendine saklayarak sessiz kalmayı seçiyordu. Sözümü bana güvenmek için yeterli bulması içimde bir yere dokunmuş ancak geçtiğimiz günlerde yakıp yıktığı harabelerin arasında o dokunuş etkisiz kalmıştı.

Başını geriye doğru atıp boğazındaki sert çıkıntıyı daha da belirgin hale getirerek boynunu gerdiğinde bakışları benden koptuğu için ona bakarken daha özgürdüm.

Birkaç dakika -belki sayamadığım daha da fazla zaman- kadar öylece kaldık. Başını kıpırdatmadan elini uzatıp yeniden odayı karanlığa gömmek üzere lambaya uzandı. Sarkık duran ipi çektiğinde ışık sönmüş, aynı anda da konuşmuştu. “Uyu hadi.”

O uyumayacak mıydı?

Bunu sormak yerine dudaklarımı birbirine bastırıp biraz bekledikten sonra yavaşça olduğum yerde dönüp ona sırtımı çevirdim. Dizlerimi kendime doğru çekip olduğum yerde küçüldüm. Gözlerimi sıkıca kapatmam beni saniyeler içinde uykuya çekecekmiş gibi sonuçsuz bir çabayla boğuşurken az önce büyüklüğünden bahsettiğim yatağa şu an sığamıyor gibi hissediyordum.

Cevahir’in aklını okumak istediğim bir an olmuş muydu hatırlamıyordum ancak tam da şu an bunu yapabilmek için vazgeçebileceğim birden fazla şey vardı. Ne düşünüyordu, neyle boğuşuyordu?

‘Bir şey iste benden, gamzeli’ diyen saatler önceki sesi zihnime akın ettiğinde alt dudağımı sertçe ısırdım. Telefonumda gördüğü hatırlatıcının ardından aniden değişen tavrı, ona büyük bir iyiliğim dokunmuş gibi birden bana borçluymuşçasına hareket edişi…

“Bir şey söyleyeceğim sana,” dedim içime içime konuşarak. “Ama ben söyler söylemez unutacaksın.”

Konuşmamı beklemediğinden mi yoksa dalgınlaştığından mı bilmiyorum ama tepki verişi hızlı değildi. “Söz veremem.”

“O zaman söylemem,” dedim çocuk gibi omuz silkerken.

Burnundan verdiği kısa nefes sesini duydum. Gülüyor olabilir miydi? Göremiyordum ki yüzünü…

“Tamam,” dedi beni çok yormadan. Bunu da ilklerimiz köşesine yazıp duvara asmak lazımdı. Cevahir beni yormayacak olan seçeneği seçmiş, uygulamıştı. “Söz, unutacağım. Söyle.”

Bir kez yutkundum. Beş on kez daha yutkunsam da söylerken sesim çok yüksek çıkmayacaktı gerçi.

“İyi ki doğdun,” dedim fısıltıyla karışık bir tondan.

Doğum gününü, bitmesine belki de bir saatten az kalmışken kutluyordum. Eve geldiğimizde gerçekleşen alarm krizi aslında bir nevi kutlama sayılır mıydı bilmiyordum ama dibinde olmama rağmen saat on ikiyi vurana dek dudaklarımdan ufak da olsa güzel bir dilek dökülmezse yarın pişman hissedeceğimi biliyordum.

Onu ne için suçluyordum?

Birkaç haftadır yalnız yemek yemiyorum, telefonumun şarjını önceki halinden iki katı hızlı bitirecek şekilde aranıyorum veya mesaj alıyorum diye her şeye çabuk alışmıştım. İstediğinde bunları yapmayı bırakabilirdi, bana karşı böyle bir sorumluluğu mu vardı sanki?

Öğlen yemeğini tek yemek, aranmamak ne zamandır benim için sorun haline gelmişti? Ben hayatımın gerçeklerini ne çabuk unutuvermiştim?

Ona doğru dönmedim. Yerimde sallanmadım bile. ‘İyi ki doğdun’ demiş ve öylece gözlerim kapalı uzanmaya devam etmiştim.

Sessiz kalacak oluşu en yüksek oran verdiğim ihtimaldi. İkinci sırada ise insani bir şekilde teşekkür edecek olma ihtimali yer tutuyordu.

Kapalı gözlerimin gazabına uğrayarak uykuya yenik düşmeye başladığımda, henüz bilincimi tam olarak yitirememişken ilk ihtimalin gerçekleştiğine kendimi inandırmıştım. Sessiz kalmış, tepki bile vermemişti.

Nefeslerim düzenli hale gelip derin bir uykunun kucağına kıvrılmadan önce yatakta hissettiğim hareketlilikle birlikte anlık da olsa aklımdaki bulanıklık kayboldu.

Hareketliliğin sebebi yatağın diğer yarısına uzanmakta olan koca bedeniydi. Bunu anlayışım da normalde uzanıyor olduğu alanın çok daha ilerisinde, bana yakın bir yerde ağırlığıyla çukur açmış olmasıydı.

“Bana söylediğin en büyük yalan bu muydu?” diye mırıldandığını duydum. “İyi ki değilim, hiç olmadım.”

Kıpırdamadım. Kıpırdayacak halim de yoktu. Uykuya öyle yakındım ki kaslarımın kontrolü bende değildi. Tek yapabildiğim sesleri ayırt edebilmekti.

“Neden aklımı yitirmiş gibi sana saldırdım?” dediğinde genzimde rahatsız edici bir yanma hissettim. “Konu annemmiş, annem olmasa dahi ben neden o odada olmana bile böyle aklımı kaybedecek kadar öfkelendim?”

İlk olduğunu sandığım bir dokunuş tamamen uykuya kapılmadan önce anımsayabildiğim son histi.

Saçlarımın arasında önce sert bir baskı ve o baskıyı silmek ister gibi gezinen hafif bir temas hissetmeye başladığımda artık uykunun kollarındaydım.

Saçlarımın arasında varlığını hissettiren ilk ve sert baskı dudakları, ardından izi silmeye çabalayan ise peş peşe soluklandığı burnuydu.

 

~

 

“Canınızın istediği başka bir şey varsa hemen hazırlardık Seray Hanım, kahvaltısız çıkmazdınız evden.”

Mira’nın ısrarına olumsuz yanıt vereceğim sırada benden önce konuşan Cevahir yüzünden geride kalmıştım.

“Kahvaltısız çıkmıyor zaten Mira, kahvesini getir sen.”

Salon ve mutfağın kapılarının açıldığı koridora az önce indiğimde Mira ile karşılaşmıştım. Kahvaltı yapmayacağımı, kahve hazırlamasına gerek olmadığını söyledikten sonra ise Cevahir gelmeden evden çıkmama yetecek olan süreyi Mira’nın ısrarları ile harcamıştım.

“Tabii Cevahir Bey,” dedikten sonra hızla aradan sıvışmaya niyetlenen Mira’ya baktım kaşlarımı kaldırarak. Annesine ve Neşe’ye kıyasla bana daha sıcak yaklaşıyordu, genelde bir şey isteyeceksem onu bulduğum bir iletişim ağımız vardı. Şimdi beni pat diye satması hoş muydu?

Dudaklarının sınırlarını zorlayan koca bir gülümsemeden sonra mutfağa doğru toz olup kaybolduğunda koridorda beni Cevahir ile tek bırakmıştı.

“Acelem var, çıkıyordum ben.”

“Kahvaltını hızlı yaparsın o zaman, on dakikaya çıkarız.”

“Aç de-…” değilim diyerek ‘aç olmadığımı’ biraz bastırarak dile getireceğim sırada belime kolunu aniden sarıp beni kendisine doğru çektiğinde neye uğradığımı şaşırmıştım.

Üstümdeki ceket elbisenin tok kumaşına rağmen ona çarptığım anda bedeninden yayılan sıcaklık beni çepeçevre sarmıştı. Ceketini giymemiş, kırık beyaz bir gömlekten başka kumaşın dokunmadığı gövdesiyle karşımdaydı.

Beni kendisine bastırmasının sebebi adım sesleri eşliğinde görüş açıma girdiğinde, omuzlarım gevşedi. Neşe elinde tuttuğu servis tabağıyla birlikte mutfaktan çıkmış, koridoru aşarak salona gidiyordu.

Neşe’ye neden bir oyun sahnelememiz gerektiğini kavrayamamıştım ancak Cevahir’in neyin peşinde olduğunu sorgulamak yerine birkaç saniye kendi rahatsızlığıma direndim.

Neşe’nin adımlarken gözleriyle bizi gereğinden fazla süzdüğünü fark etmiştim. Bu süzüşün mutfaktan çıktığı andan beri başladığını tahmin ediyordum. Belki de Cevahir’i beni kendisine yapıştırmaya iten buydu.

Dudağımın köşesine, gülümsemediğimde dahi belirgin duran gamzemin üzerine dudaklarını anlık olarak bastırıp çektiğinde göğsümdeki sıkışma da anlık ama bir o kadar yoğundu.

Neşe’nin çoktan gittiğini ve bu temasın anlamsızlığını sorgulayacağım sırada olabildiğince yavaş hareket eden, gerçekten iki adımlık mesafeyi on adımlık sürede giden Neşe’yi görebildim.

Teması boşuna değildi.

Neşe’nin salona girdiğini gördüğüm anda belimdeki kolunun izin verdiği ölçüde kendimi ondan uzağa doğru ittim. “Farkındasın,” dedim sessizce.

Gözlerini yavaşça kapatıp açtı. Kahveleri benim ondan bin kat koyu görünen, siyaha çalan irislerimden ayrılmadı.

Neşe’deki dikkat çekici saçmalıkların farkındaydı. Onu bu kadar hafife almış olmak benim hatamdı. Kendi evinde olup biteni göremeyecek kadar kör bir adam değildi.

“Neden göndermiyorsun?” diye mırıldandım.

“Haber taşıyan bir güvercini evime yollarken, o güvercinin sadece benim istediğim haberleri dışarı taşıyabileceğini unuttular.”

Dudaklarımı başka bir şey söylemek için aralayacağım sırada yüzünü yeniden yüzüme yaklaştırarak susmama sebep oldu. “Sonra konuşuruz,” dedi sakince.

Üstelemedim. Usulca başımı salladığımda beni salona doğru ilerletmek için hareketlendi. “Şimdi kahvaltıya yürü, toplantıda bayılmanı riske atamam.”

Yüzümü buruşturdum. “Toplantı mı?”

Salona girdiğimiz sırada Neşe geri çıkıyordu. Hızlı fakat garip bir gülümseme eşliğinde yanımızdan geçip koridora çıktığında benim derdim ondan çok az önce aldığım kötü haberdi.

“Evet, toplantı. Her toplantıyı ekemezsin doktor. Ceylin ilk hastanın dokuz buçukta olduğunu söyledi bile, bahanen yok.”

Yerimde silkelenip kolundan kurtuldum. Masaya doğru yürürken bıkkındım. “Patronun karısıyım ben, toplantıyı iptal bile edebilirim.”

“Hadi ya,” derken sesi alaycıydı. Umursamadan sandalyemi çekip oturdum. Tasasızca tabağıma bir iki parça yiyecek alırken dudaklarımı araladım tekrar. “O toplantıya katılmayacağım Avcıoğlu.”

Bu evliliğin bana da bir yararı dokunsun istiyordum. Toplantıları ekebilmek de gayet göz alıcı duruyordu.

“Göreceğiz onu, Avcıoğlu.”

Kahvaltının pek uzun sürmemesi, evden çıkarken benim kendi arabamla gitme ısrarım yüzünden bir anlam ifade edememişti. Kapının önünde yeterince zaman kaybetmiştik.

Direnişimi uzun tutsam da başarılı ayrılamamıştım. Ön yolcu koltuğunda, güneş olmamasına rağmen -Cevahir bakışlarımdaki hinliği göremesin diye- taktığım koyu renk güneş gözlüklerimle yolu izliyordum.

Onu biraz tanıdıysam ya odama kadar peşimden gelecek ya da Teoman’ı benimle yollayıp toplantı için yukarı çıktığımdan emin olacaktı.

Hastaneye geldiğimizde asansörde kendi katına dokunmamış olması ilk seçeneği doğruluyordu. Odama benimle geliyordu.

Yerine yerleşmiş olan Ceylin’in masasına kadar geldiğimizde Volkan’ı onun yanında görmüştüm.

“Sabah hastam yoktu benim sanki, Ceylin. Çaktırmadan hasta mı yazıyorsunuz kızım siz bana?”

Ceylin hızla öksürdü. Arkasındaki tehlikenin varlığını Volkan’a anlatmaya çalışıyordu. İş işten geçmişti gerçi.

Ben anlayacağımı anlamıştım.

Var olduğunu hatırladığım hastam yok olduğuna ve Volkan mızmızlanmaya başladığına göre durum ortadaydı.

“Günaydın Volkan,” diyerek seslendiğim anda yarım şekilde yaslandığı masadan doğrulup bize doğru döndü. Döndüğü anda yalnız olmadığımı görmüş ve hafifçe gerilmişti.

“Eklenen hasta benim, sana mesaj atmayı unutmuşum.”

Kolum belli belirsiz Cevahir’in koluna sürtündüğünden açıklamamla birlikte kasıldığını hissedebildim. Arkamdan iş çevirirken ve buna sekreterimi de alet ederken nereye kadar saklanacağını düşünüyordu?

Toplantıya katılmama bahanem olmasın diye hastamı Volkan’a paslamıştı.

“Öyle desene Ceylin, sıkıntı yok o zaman.” İlk kısımda Ceylin’e, kalanında bana bakmıştı Volkan. Cevahir’e küçük bir baş hareketiyle selam verdikten sonra odasına yöneldi. “Hasta gelince direkt içeri alırsın.”

Volkan gözden kaybolduğunda sırayla Ceylin’e ve Cevahir’e baktım. “Yeni bir ekip mi oldunuz? Arkamdan iş çevirmeler falan… Üçüncünüz de vardır gerçi sizin.”

“Beni andın gibi yenge!” diyerek bir anda arkamdan yükselen ses yerimde irkilmeme sebep olduğunda gözlerimi kırpıştırdım.

Gerçekten onu anmıştım. Teoman yanımızda belirmişti.

Cevahir’in direkt Ceylin’le iletişim kurmayacağını biliyordum. Aralarındaki haberci belli ki Teoman’dı.

“Andım Teo, andım.”

“İyi insan lafının üstüne demişler.”

“Bir şey daha demişler sanki buna benzer…” dediğimde alınmış gibi baktı. “Aşk olsun, it mit ayıp oluyor yenge.”

Cevahir’in araya girmesiyle Teoman’ın yenge bombardımanı bölünmüş oldu. “Çantanı bırak da çıkalım yukarıya artık, geç kalıyoruz yavrum.”

Boğulacakmış gibi sert bir öksürük boğazımdan koptuğunda Teoman’ın sırıttığını görmüştüm. Ceylin’in bizi duyuyor olması sebebiyle cümlenin sonuna eklenen sesleniş anlık olarak şoklanmama yol açmıştı.

“Tamam,” dedim sakince. “Geliyorum.”

Uysallığımdan bence işkillenmeliydi ama sözünün dinlenmesine o kadar alışkındı ki bunu yapmayı unutuyordu.

Odama geçip çantamı bıraktıktan sonra önlüğümü üstüme geçirmiş ve kartımı takmıştım. Odadan çıktığımda beni bekleyen ikili asansöre doğru hareketlenmiş oldu. Onların peşine takılmadan önce Ceylin’e ‘sonra hesaplaşacağımızı’ belirten bakışlar atıp karşılığında şirince sırıtan bir tepki almıştım.

Asansörü beklerken oflayıp puflayarak durumdan memnun olmadığımı yeterince belli etmeye özen gösteriyordum. Kapılar tam açılacakken cebimdeki çağrı cihazı ötmeye başladığında ise içimde davul zurna çalıyor desem yeriydi.

Elimi hızla cebime atıp cihazı çıkarttım. Bu sırada ikisinin de bakışları üzerimdeydi. “Acilden,” dedim açıklayarak. “Çağrı atmışlar.”

Cevahir’in yüzünde beliren ‘zaferini elinden son anda düşürmüş adam’ ifadesine biraz sonra keyifle sırıtacaktım. Şu an acelesi olan bir doktordum, vaktim yoktu.

“Öğlen görüşürüz o zaman yenge,” diyerek benimle vedalaşan Teoman’a pek tepki vermedim. Öğle yemeğinde yanlarında olmak gibi bir planım yoktu.

Asansöre birlikte bindik ancak onlar 10. katın tuşuna basmadan benim giriş kata inmem için beklediler. Asansörden inmeden önce Cevahir’e baktım. “Annen gelirse haberim olsun,” dedim son anda. Başını sakince sallamış, onaylamıştı.

Acile doğru yürümeye başlarken arkama hiç bakmadım. Parlak, açık renk zeminde adımlarım yeri döve döve acilin girişine yöneldim.

Beni girişte bekleyen Alper yerinde sallanıp durmaktaydı. “Hocam!” diyerek beni görür görmez yanıma geldi. “Tam dediğiniz dakikada attım çağrıyı, değil mi?”

Kendimi tutamadan gülümsedim. “Aferin,” dedim. “Tam zamanında attın çağrıyı.”

Arabadayken mesaj attığım, haber verdiğim andan iki dakika sonra bana acilden çağrı atmasını istediğim Alper’in söylediklerime uyum sağlaması planımı kusursuzca işletmişti.

Cevahir ilk hastamı Volkan’a yollayacak kadar şeytansa, ben de şeytanın karısıydım.

 

~

 

“Yenge neredeydin sen gözünü seveyim ya? Hastanenin her köşesine gittim, kimsenin de nerede olduğundan haberi yok.”

Söylediğini kanıtlar şekilde yüzünde yorgun bir ifadeyle bana bakıyor olan Teoman’ın nefeslenmesini beklerken elimdeki yeşil elmayı ısırmakla meşguldüm.

Öğle yemeğine olması gerekenden erken inmiş ve erken bitirmiştim. Odama dönmek yerine halletmem gereken bir iş için hastaneden çıktığımda -ve bunu hastanenin taksi durağı ile yapmadığımda- ise beni bulabilecekleri tüm yolları ellerinden almıştım.

“Odamdayım işte,” dedim ağzımdaki elma parçalarını yuttuğumda. “Ne oldu ki?”

“Ne mi oldu?” dedi Teoman bana komik bir terslikle. “Kocan at gibi beni koşturdu, seni bulamayıp yanına döndükçe beni geri attı dışarı.”

“Ne için arıyordunuz beni?”

Duraksadı. “Ne için arayacağız yenge? Öğle yemeği yemek için.”

Kaşlarımı havalandırdım. “Öyle mi? Ben artık yemekleri birlikte yemiyoruz diye düşünmüştüm. Malum…”

Geçen haftanın sonunda beni aptal gibi açıklama bile yapmadan ortada bıraktıkları andan sonra bugün sallana sallana onlarla yemek yiyecek değildim.

Elmamdan başka bir ısırık alıp sandalyemde geriye yaslandığımda Teoman da masamın önündeki tekli koltuklardan birine oturmuş beni izlemekteydi. Ne diyeceğini bilememiş bir hali olmasına biraz içim acımıştı. Cevahir’in başının altından çıkanlar genelde onu da yakıyordu.

“Yenge ben vallahi yerimizi söylerdim sana ama…”

“Açıklama yapmana gerek yok Teo, sorun değil. Herkes istediği yerde yesin yemeğini bundan sonra.”

Bir şey söyleyecek gibi oldu fakat söylemedi.

“Nilgün Hanım’ın ne zaman geleceğini biliyor musun sen?” diye sordum konu değişsin diye.

“Randevu saatleri bittikten sonra görüşür doktorla ama birazdan gidip alacağım ben evden. Cevahir abinin odasında dinlenir.”

Başımı salladım. Bitmek üzere olan elmanın sapını çöp kutusuna attıktan sonra bakışlarımı yeniden Teoman’a çevirdim. “Cevahir söylemiştir ama ben de tekrar edeyim. Kimse Nilgün Hanım’ın ne için buraya geldiğini bilmeyecek Teo.”

“Abim söyledi yenge, merak etme sır çıkmaz benden.” Cümlesini bitirdikten sonra ne dediğini fark etmiş gibi bana biraz çekingen bakışlar attı.

Bana ait sırrı öğrendiği gibi Cevahir’e yetiştirmemiş olsa belki bu söylediğine inanabilmem daha mümkün olurdu.

“Tamam o zaman, Nilgün Hanım’ı yukarı çıkarttığında bana da haber verirsin. Bi’ uğrarım.”

Başını salladıktan sonra ayaklandı. “Çıkayım ben, hastalarının sırasını mı kaptım ne yaptım bilmiyorum şu an.”

Güldüm istemsizce. “Kimsenin sırasını kapmadın, korkma.”

“Yok yani korkmak değil de… Şimdi senin hastalarının büyük bir kısmı hamile ya, Allah korusun birinin şerrine maruz kalmak istemem. Geriyorlar beni.”

“Hamilelerden korkuyorsun yani,” dedim kaşlarımı havalandırarak. Bana düz bakışlar attıktan sonra bir şey söylemeden odamdan çıkıp gitti. Arkasından gülmekle yetinmiştim.

Bir iki saat boyunca randevulu hastalarımla ilgilenmiş, bugün erken sonlanan randevu listesi sayesinde saat henüz dörde geliyorken son hastamı da odamdan yolculamıştım.

Odamda kalmak ve çıkıp bir kahve almak arasında ikilemde kalmışken telefonum çalmaya başladığında şarja taktığım telefonu almak için ayaklandım. Arayan ismi gördüğümde direkt açmıştım.

“Efendim Teo?”

“Haber ver demiştin yenge, odaya getirdim az önce Nilgün sultanı.”

“Tamam, teşekkür ederim.”

Telefonu kapattıktan sonra odadan çıkmış, Ceylin’e yukarıda olduğumu haber verip asansöre yönelmiştim.

Onuncu kata çıkmam yoğunlaşan asansörler sebebiyle biraz vakit almış olsa da sonunda kendimi sessiz ve ıssız kata atabilmiştim.

Cevahir’in odasına doğru ilerlerken doğru düzgün kimseyle karşılaşmadan rahatça yürümüştüm.

Kapıya tek bir kez vurup içeriden net bir ses gelmesini beklemeye gerek duymadan kapıyı açtığımda içeride üçünü de görmeyi beklerken beni sadece masanın önündeki deri koltukta oturan Nilgün Hanım karşılamıştı.

Cevahir ve Teoman’ın nereye kaybolduğunu sorgulamadan önce yüzümde sakin bir ifadeyle ona doğru yöneldim. “Hoş geldiniz, nasılsınız Nilgün Hanım?”

Yüzünü buruşturdu. “Ben sana demedim mi bana ‘hanım’ deme diye?”

Demişti, evet.

“Karıştırmışım,” dedim sıyrılmaya çalışarak. “Nasılsın Nilgün teyze?”

Düzeltme yapmamdan keyif almış gibi görünüyordu. Ben de bu sırada bakışlarından ve konuşma şeklinden yola çıkarak şu an gayet açık bir bilince sahip olduğuna kanaat getirmiştim.

Karşısındaki koltuğa oturacağım sırada oturduğu koltuğun geniş kol kısmına vurdu eliyle. “Böyle gelsene.”

Onu kırmadan dediği yere yerleştim. Kalçamı kolçağa yasladığımda ona biraz tepeden bakar haldeydim.

“Cevahir nerede?” diye sordum dayanamayıp.

Güldü biraz. “Öyle gelir gelmez koca sorulmaz kaynanaya, çok mu özledin?”

Özleminden bazen kendimi yerden yere vurduğum oluyordu elbette. Bunu Nilgün teyze ile paylaşmayacaktım ama.

Gözlerimi kaçırdığımda muhtemelen utandığımı düşünmüştü. Aslında doğru düşünüyordu. Fakat o kocamı sordum diye utandım sanıyorken benim utancım kendisine yalan söylüyor olmaktandı.

“Bana içecek bir şeyler alacakmış, gelir birazdan.”

Cevahir’in odaya bir şeyler istemek yerine inip kendisi alıyor olmasını garipsemedim. Ona bu anksiyeteyi biraz da ben aşılamıştım. Annesi ile ilgili diken üstündeydi.

Başını yukarı doğru kaldırıp bana bakıyorken ben de dikkatle onun yüzüne bakmaya başladım. “Çok iyi görünüyorsunuz,” dedim gülümseyerek.

Başını omuzuna doğru eğdi. “Ben sana bir şey söylemiştim son görüştüğümüzde, hatırlayabiliyor musun?”

Bir an bile unutamıyorum demek yerine başımı salladım sadece.

“İçiyormuş gibi yaptım ben ilaçları o günden sonra, ama içmedim. Kötü mü yaptım Seray?”

Gözlerimin irice açılmasına engel olamadan ona bakakaldım. “Nilgün teyze…” diyebildim şaşkınca.

Yaramazlık yapmış bir çocuk gibi bana bakıyordu. Konuşmaya devam edeceğim sırada odanın kapısı açılınca tüm dikkatim dağılmış, refleksle oraya dönmüştüm.

Elinde birkaç farklı şişe içecekle birlikte odaya giren Cevahir bizi birlikte gördüğünde içeri girdiği sırada yüzünde duran soğuk ifadeyi dağıtmış, kaskatı duran yüz hatlarını gevşetmişti.

“Ne getirdin?” diyerek oğluna dönen Nilgün teyzenin asıl amacının içecekler değil de benim sorgumdan kaçmak olduğu biraz fazla belliydi. Yine de zorlamadım.

O içeceklerden birini seçmekle meşgulken ben de oturduğum yerden kalkıp karşıdaki koltuğa geçerim diye düşünmüştüm ancak hareketlendiğim anda beni fark etmiş ve koluma dokunarak gitmeme izin vermemişti.

“Burada otur,” dediğinde onu kırmadım. Yerimde kaldım.

Cevahir masanın arkasındaki sandalyesine geçmek yerine karşımızdaki diğer koltuğa oturmayı tercih etmişti. Direkt olarak bize çevirdiği bakışlarının ağırlığını hissedebiliyordum.

Nilgün teyze, Cevahir’in açtığı şişeden içeceğini yudumlarken Cevahir’in kesintisizce yüzümde tuttuğu bakışlarına yanıt vererek hafifçe başımı kıpırdattım. ‘Ne oldu’ demeye çalışmıştım ve beni anladığından da emindim. Ancak ne bakışlarını çekti ne de bir şey söyledi.

Bir süre odada kaldık. Nilgün teyzenin yanından kalkmadım, Cevahir’in bakışlarını yüzümde ağırladım.

Odaya ilk girdiğimde daha konuşkan ve algısı açık görünürken şimdi biraz daha durulmuştu. Krizlerinin devamında olduğu kadar kendini kapatmış görünmüyordu ama tam olarak da iyi değildi.

Uzun süredir kullanıyor olduğu ilaçları bir anda bırakmış olması tabii ki ona çok iyi gelmezdi. Aksine yol açabileceği sorunlar vardı. Bu konuyu daha düzgünce açıklamalıydım kendisine.

“Arif’e haber vereyim, son hastası ne zaman çıkıyor öğrenelim.” Cevahir konuştuğum anda dikkat kesilmişti. Dün geceye kadar andığım esnada delirdiği isme bu kez hiçbir fevri tepki vermemesine utanmasam gözlerimi doldurarak içerlerdim. Köşesindeki bir kıvrım yontulmuştu, her şey adım adımdı.

“Biz aşağı inmeyeceğiz, o buraya çıksın. Benim odamda görüşürler.”

İtiraz etmedim. En sağlıklı olan buydu, hem gizlilik açısından hem de Nilgün teyzenin kendisini daha rahat hissetmesi açısından.

Arif’le konuşmak için telefonumu çıkartıp ayaklandığımda Nilgün teyze bana doğru baktı. “Burada konuş, Cevahir anlattı bana. Doktorum değişecekmiş, senin arkadaşın varmış.”

Gülümsedim sakince. “Evet, doğru anlatmış. Rahatsız olmayın diye cama doğru gideceğim sadece. Odadayım.”

Başını salladı. Yakınına oturmamı istemesi, odadan çıkmama engel olmaya çalışışı… Bana bir şekilde bağlanıyor olduğunu hissediyordum.

Bundan yana bir şikâyetim yoktu. Ancak bir gün gelecek ve ben tıpkı oğlunun hayatından çıkacağım gibi onun hayatından da çıkacaktım. Bana alışmasını sağlamak ona iyilik miydi kötülük müydü, seçemiyordum.

 

~

 

“Hoş geldiniz,” diyerek kapıyı açan Vildan Hanım’a yanıt veren ben oldum. Zira Cevahir tepkisizliğin kitabını yazmakla meşguldü, koluma girmiş olan Nilgün teyze de biraz halsizdi.

“Hoş bulduk Vildan Hanım, çantamı alabilir misiniz?”

Nilgün teyze ile rahat yürüyebilmek için çantamı ona uzattığımda direkt almış ve bir adım geri çekilmişti.

Nilgün Avcıoğlu’nu daha önce evde misafir etmek isteyişim hüsranla sonuçlanmıştı ancak bu kez itiraz kabul etmemiştim. Cevahir’in hayır demesine müsaade etmeden annesini eve getirmesini sağlamıştım.

Benim düşündüğüm tek engel evdeki yatak kıtlığıydı. Laf arasında Cevahir’in ağzından kaçırdığı bir detayla birlikte bu engel de toz olmuştu.

Evde bir misafir odası vardı.

Benim geldiğim ilk gün gezdiğim odalardan biri değildi, yatak odasının bulunduğu koridorda kilitli olan ve benim sorgulamadığım oda misafir odasıydı. Cevahir’in evde bir oda daha olmadığını bilmemin onu yatak odasına almamı sağlayacağını düşünerek sakladığı gerçekle bugün yüzleşmiştim.

“Yemek hazırsa çıkabilirsiniz erkenden.” Cevahir ilerlemeden önce Vildan Hanım’a bakarak konuşmuştu. Vildan Hanım hemen onaylamadı. “Bir ihtiyacınız olur belki, dilerseniz kalalım Cevahir Bey.”

“Sorun yok, evlerinize gidebilirsiniz. Şoför dışarıdaydı zaten.”

Vildan Hanım daha fazla üstelemedi. Göz göze geldiğimizde gülümsemeye çalıştım. Cevahir’le olan iletişimlerinde hepsinin gerildiğini bilmemem mümkün değildi. Biraz tampon bölge görevi görüyordum.

“Salona geçelim Nilgün teyze, burada yorulma.”

Koluma kendi gücünün tamamını kullanarak tutunan Nilgün teyzeyle birlikte salona doğru yöneldiğimde arkamızdan adım sesleri gelmedi. Cevahir ya üstünü değiştirecekti ya da yardımcıların evden çıktığından emin olmak istiyordu. Onu uğraşıyla baş başa bırakıp odağımı annesinde tuttum.

Nilgün teyzeyi geniş koltuğa oturttuktan sonra ben de yanına yerleştim. Ellilerinin ortasında bir kadına oranla yüzünde biraz daha fazla yaş izine sahipti. Bu izlerin yaş almaktan çok sıkıntı çekmekle biriktiğini duymasam da hissediyordum.

Arif’le görüştükleri sırada ben Cevahir’i de alıp toplantı odasına geçmiştim. Bir saatten fazla süre boyunca Cevahir’i bir sorun çıkmayacağına ikna etmek, kendi düşüncelerimle boğuşmak ve bir yandan da Nilgün teyzenin ne durumda olacağını düşünmek fazlaca yorucuydu. Bu süre boyunca da eve hep birlikte gelme konusunu aradan çıkartmıştım ayrıca.

“Uzanıp dinlenmek ister misin biraz? Burada ya da odada.”

“Gerek yok,” diye mırıldandı oldukça kısık bir sesle. Israr etmedim. Oturduğu yerde sırtına küçük bir yastık koyarak rahat etmesine elimden geldiğince yardımcı olduktan sonra ayaklanacak gibi hareketlendim.

“Ben üzerimi değiştireyim o zaman.”

Bakışları yüzüme çevrildi. İtiraz edecek gibi baktı ancak ses çıkartmadı. Ona itiraz etmesi için güven vermedim çünkü bu doğru bir bağlanma değildi. Burada yalnızken zarar görmeyecekti, bunun farkına varmalıydı.

Üstümdeki kalın kumaşlı elbisenin ağırlığından bir an önce kurtulmak için salondan çıktığımda toparlanıyor olan kızlarla karşılaştım.

“İyi akşamlar,” dedim merdivenlere doğru gitmeden önce. Mira ve Neşe aynı anda yanıtlamışlardı. İstemsizce Neşe’de biraz fazla oyalanan bakışlarım yüzünden bir an yerimde kaldım. Onlar çıkmadan yukarı yönelmek istememiştim.

Nilgün teyze için düşündüklerimi kendim uygulayamıyordum.

Neşe’nin kaşla göz arasında kadına zarar verecek hali yoktu. Köstebeklik yapmaktan başka bir işle uğraşacağını sanmıyordum.

Kızlar ve ardından onlara yetişen Vildan Hanım evden çıktıklarında omuzlarımı gevşeterek merdivenlere doğru yürüdüm. Ben çıkmaya başlamadan diğer uçtan adım sesleri gelmeye başladı ve çok geçmeden Cevahir’in iri bedeni göz önündeydi.

“Vildan Hanımlar çıktı, annen salonda. Yanına geçersin.”

Üstündeki siyah tişört ve aynı renk eşofman ile ev rahatlığına geçmişti. Ben de bir an önce aynı hale gelmek istiyordum.

Cevahir bir şey söylemeden salona yönelirken ben de merdivenleri çıkmaya başladım.

Hızlıca üstümü değiştirip aşağıya geri indiğimde, bütün gün üstümde olan ceket bozması elbisemin yerine giydiğim dizüstü tayt ve açık renk bol tişörtle vücudum hafiflemişti.

Salona girdiğimde onları yan yana otururken ya da Nilgün teyzenin oğlu tarafından ikna edilip uzandığı bir halde görmeyi bekliyordum. Karşımda bulduğum manzara ise bunlardan hayli farklıydı.

Nilgün teyze onu oturttuğum koltuğun en ucuna doğru kaymış, sırtını geriye yaslamıştı. Koltuğun ucuna kaymasına rağmen koltuğa zar zor sığarak uzanan Cevahir’in başı ise onun dizlerindeydi. Nilgün teyzenin bir avucunu Cevahir’in alnına doğru yasladığını görmüştüm.

Kendisinden cüsse olarak neredeyse üç kat büyük görünen bir adamı dizlerinde tutuyordu. Cevahir de olduğu yerde üç kat küçülmüş gibiydi.

Sessizce geldiğim için girişimi ikisi de fark etmemişlerdi. Yanlarına girmemin bir ihtimal de olsa bu anı bozacağını düşünerek salona doğru attığım adımı geri çekip arkama döndüm.

Gözlerimdeki yanmanın kaynağının ne olduğunu biliyordum.

Kendimi hiçbir zaman göremeyeceğim bir yerde, bir başkasını görmek garip hissettiriyordu.

Bir annenin dizinde uzanmak nasıl hissettirirdi, avuçlarından gerçekten şefkat mi akardı; bilmiyordum.

Mutfağa geçip ada tezgâhın etrafındaki yüksek sandalyelerden birine oturduğumda bakışlarım da aklım kadar dalgındı.

Anne ve baba adaylarıyla, kadınların anneliği somut olarak yaşadıkları ilk anlarla o kadar haşır neşirdim ki aslında buna bir bağışıklık kazanmam gerekirdi. Uzmanlık alanımı seçerken bunun gerçekleşeceğine inanmıştım. Öyle olmamıştı.

Kollarıma doğan hayatlar, henüz ilk nefeslerini soluyor olan ufacık bedenler annelerinin kucağına kavuşurken her seferinde kendime bile anlatamadığım hislerle dolup taşıyordum. Az önceki manzara da bana buna benzer hisler duyumsatmıştı.

Annesiz, babasız hatta her ikisi olmadan büyüyen binlerce çocuk vardı. Birçoğunun acısıyla, durumuyla kendimi karşılaştırmam bile ayıptı belki de. Fakat ben annesiz ve babasız değildim, her ikisi de hayattalardı.

Hayatta ve benden başka çocuklara anne baba olabilecek kadar güçlü…

Yıkımım buydu.

Başıboş, aptal iki ebeveynin yasını bugüne dek tutmaz; günün birinde onların ne hali varsa görmesini diler ve içimi soğuturdum. Yapamıyordum.

Annem, annelik yapmaktan gocunmadığı kızının ricasıyla beni aradığında kanıyordum. Babam hastanede birden gözümün önünde yıllarca kol kanat gerdiği kızıyla gülüşürken belirince sızlıyordum.

Sol gözümden aniden bir damla düştüğünde elimi kaldırıp hızla o damlayı yarı yolda silip yok ettim.

Ağlamıyordum. Sadece içim taşmıştı.

Bu aralar bu taşmalar çok sık oluyor, içim artık herhangi bir toz zerresini dahi kaldıramıyordu.

Sonumu getirecek olan da bu taşışlardan biri olacaktı. Hissediyordum.

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm