Gözyaşı Kadehleri 17.Bölüm
17.BÖLÜM
“Uyumadığını
biliyorum.”
Neredeyse güneş
batmadan, henüz evin içi kararmadan kendimi odaya ve devamında yatağa
hapsetmiştim. Asıl amacım sabaha kadar gözlerimi derin bir uykuya kapatmak ve
tüm yaşananlara rağmen aynı yatağı paylaşmak zorunda olduğum -ve tek
zorunluluğumun yatak konusu olmadığı- adamın varlığını unutmaya çalışmaktı.
Başarısızdım.
Kulağıma çalınan
sesi haklıydı. Uyumuyordum. Saatlerdir tek bir an bile uykuya ucundan
kıyısından yanaşamamıştım. Yine de ona haklı olma hazzını tattırmak yerine tüm
oyunculuğumu kullanıp uykuda görünmeye devam ettim.
Sırtım kapıya,
yani onun bulunduğu yere dönük halde kolumun üstünde uzanıyordum. Yüzümü
göremiyor olmalıydı.
Kısa adım sesleri
işittim. Ardından gömleğini giyinme odası yerine burada çıkartıyor olduğunu
anlatan hışırtılı sesler kulağıma doldu.
“Uyuyor rolü
yaparken üstünü açık tut, uykuya daldığın anda üstündeki her şeyi açıyorsun
Seray. Kendini mumyalamışsın, uyuduğuna inanmamı bekleme.”
Duyduklarımla
birlikte bir an için olduğum yerde kasıldım. Bana dair detayların onun zihnine
kazılı olmasına her seferinde şaşkınca kalakalıyordum. Buna öyle kolay kolay
son verebilecek gibi de değildim.
“Ya da üstünü
örterek uyumayı öğrenebilirsin,” dedi biraz sonra. “Bu benim için daha iyi
olur.”
Bir hışımla
yatakta tam tersi yönde döndüm. Artık diğer kolumun üstündeydim. Ancak başımı
yataktan biraz kaldırmıştım. “Her şey senin için yeterince iyi zaten!” dedim
sertçe. “Bu konuda da iyi olmayıversin.”
Örtüyü paldır
küldür üstümden attım.
O yastıkla uyuman
bana iyi geliyor dese yastıksız yatardım, abiye elbiseyle uyumandan nefret
ediyorum dese taşlı elbiselerle uyurdum.
Keyfine batacak
olan en ufak diken bile benim için bulunmaz nimetti.
Örtüyü açtığım
sırada bakışlarım da üstünden gömleğini çıkarmamış ancak tüm düğmelerini açtığı
için gövdesinin yarısı açığa çıkmış olan Cevahir’in üstündeydi.
“Uyumuyormuşsun,” dedi sakince.
Çığlık atmamak
için yanağımın içini ısırdım. Neyse ki bu sırada daha fazla konuşmadan banyoya doğru
adımlamıştı. Arkasından homurtular halinde söylene söylene kendimi sırtüstü
yatağa bıraktım.
Saatin kaç
olduğundan bihaber olduğum için elimi komodine uzatıp telefonumu aldım. On
buçuğa geliyordu. Bu saatte odaya gelmesinin bile bana inat olduğundan o kadar
emindim ki… Çocuk gibi onda mı yatacaktı sanki?
Telefonu geri
bırakıp uzun nefesler vererek tavanı süzmeye başladım. Ben bakışlarımı tavandan
ayırmamışken banyodan çıktı ve yeni varış noktası kapı sesinden anladığım
kadarıyla giyinme odasıydı. Orada da biraz oyalanmış ve geri gelmişti.
Ne yaparsam
yapayım soğumayan içim, üst üste gelen her şeyin altında öyle ağır eziliyordu
ki paramparça hissediyordum. Yanan, parça parça olan içime çare bulamadıkça da
dışıma taşıyordum artık.
Odaya girdiğinde
yaktığı ışıkları söndürmüş, yalnızca kendi komodinindeki lambanın yanık
kalacağı şekilde fazlasıyla loş bir alan yaratıp yatağın ona ait kısmına
ağırlığıyla oturmuştu.
Göz ucuyla ona
doğru baktığımda sırtını gördüm sadece. Kapıya doğru dönük, sırtı bana bakacak
şekilde oturuyordu. Bükülmüş duran kolundan elinde telefonunun olduğu belliydi.
“Kapat ışığı,”
dedim ters ters. “Doğum günü mesajlarına salonda cevap verseydin. Uyuyorum
ben.”
Bana itiraz etmek
yerine uzanıp önce lambayı kapattı, ardından telefonunu komodine bıraktı ve
başı yastığa düşecek şekilde yatağa yattı.
Şaşkınca bu
uyumlu halini izlediğim saniyelerden sonra bir şey diyecek gibi olmuş ancak
kendime hakim olmayı başarıp sessiz kalmıştım.
“Seray,”
dediğinde sustum. Bir kez daha tekrarladı.
“Tanımıyorum öyle
birini,” dedim. “Sussana.”
“Annemle ilgili
aklında ne var?” diye sordu pat diye. Nefesimi tutarak bekledim bir an. “Onun
görüştüğü bir psikiyatristi var zaten, neden bir yenisi olsun istiyorsun?”
“Arif’i görmeye
bahanem olsun ist-…” diyerek damarına basıp konuyu dağıtma fikrine sığınmışken
henüz cümlem bitemeden yatakta deprem etkisi yaratacak şekilde yerinde
kıpırdadığı için susmuştum. Bir yandan içimden özürler diliyordum, evli barklı
adamı sırf yanımdaki deli saçmalıyor diye nelere alet ediyordum?
“Yarın sabah
gelecek bir işi olmasın mı o herifin Seray? Tazminatını da yayılacak haberini
de sikerim, hastaneyle ilişiğini mi keseyim adamın?”
Bazen -ama
gerçekten bazen- Cevahir’in tehditlerinin ne denli güçlü olabildiğini ve bunu
sağlayan kaynağın elinde tuttuğu gücü olduğunu unutabiliyordum.
“Saçma sapan
konuşma,” dedim tavana doğru bakmaya devam ederek.
“Sana eşlik
ediyorum, saçmalamayı kestiğinde ben de eşlik etmeyi bırakacağım.”
“Arif evli,
Cevahir.”
“Ne güzel,” dedi
sinir bozucu bir tonlamayla. “Tesadüfe bak, sen de evlisin. Ortak noktanız
varmış.”
“Eşi bir manyak
değil ama,” dedim hüzünle. “Keşke ortak noktalarımızdan biri de bu olsaydı.”
“Şansına küs,”
dediğinde sırıttım. “Neyse o zaman, kendi özgür irademle seçeceğim kocamın
manyak olmamasına özen gösteririm.”
Ağzının içinde
bir şeyler homurdandı. Hiçbir şekilde anlam ifade etmeyen sözcüklerini
birleştiremediğimde kendimi anlamak için pek fazla yormadım.
Az önce göz
ucuyla ona baktığım için tıpkı benim gibi onun da tavana doğru bakıyor olduğunu
ve bizim gözlerimizi aynı yere dikmiş halde birbirimize dikleniyor olduğumuzu
biliyordum. Belki de bu yataktaki tek manyak Avcıoğlu değildi. Bende de bir
şeyler vardı. Ya da körle yatan şaşı kalkmaya bayağı erken başlamıştı.
Sessizlik biraz
devam ettiğinde en başta sorduğu sorudan garip bir yolla da olsa kaçmayı
başardığımı düşünmüştüm. Sonraki etkinliğimiz uykuya dalmak olacak gibiydi.
Yanılıyordum.
“Cevaba şu herifi
karıştırmadan anlat artık, annemle ilgili neden bir anda böyle bir karar aldın?”
Derince bir
nefesi içime çekerken pencereden sızan cılız ışık dışında hiçbir aydınlık
kaynağı bulunmadığından kararan odanın tavanından ayrılmamıştı.
Cevahir, Arif
konusunda bu denli aklını yitirmiş gibi davranmasaydı şu an dudaklarımdan
açıklayıcı bir şeyler dökme ya da dökmeme ikileminde olmazdım aslında. En
başında aldığım karara uymaya devam edip her şeyi Cevahir’den saklı tutmayı
denerdim. Sınırlarımı zorlamış ve beni bunu yapmaktan alıkoymuştu.
“Fevri
davranmayacağından emin olamıyorum, üstelemesen ve bana güvensen olmuyor mu?”
Sesimi fazla
yükseltmeden, sanki ona değil kendime soruyormuşum gibi konuştuğumda ondan bir
yanıt gelmesi de gecikmeli olarak gerçekleşmişti.
Göz ucuyla ona
baktığımda yüzünü ayrıntılı olarak göremiyor, yalnızca yukarı doğru baktığını
anlayabiliyordum. Sinirle aşağı tekmelediğim örtü ikimizin de üstüne doğru
düzgün değmiyor, yatağın büyüklüğü sayesinde iki yana serili bedenlerimiz
birbirine direkt temas etmekten kurtuluyordu.
“Güvenmediğim bir
kadına soyadımı verip aynı yatağa yatacak değilim, sana güvendiğimi henüz fark
etmemiş olman da senin ayıbın olsun doktor.”
Yanağımda bir
huylanma hissederek aramızda kalan kolumu havalandırdım. Yanağımı parmaklarımla
hafifçe ovaladığım sırada boynunu çevirdiğini ve şu an rengini göremeyeceğim
kadar karanlıkta kalan kahvelerinin yüzümü odağına aldığını duyumsadım.
“Oyununa bir
eşlikçi arıyordun,” dedim sakince. “Bunu fazla büyütüyor ve gerçeği çokça
çarpıtıyorsun.”
Sessiz kaldı.
Sessizliğini beni haklı bulmasına yordum. Öyleydi ya da değildi, umursamadım.
Ona daha fazla bu
kısmı düşünme fırsatı vermeden, biraz aceleyle ve biraz da çekinerek
dudaklarımı araladım tekrar. Çekingenliğim kendime gelecek bir zarardan
kaynaklanmıyordu. Gözlerimin içine bakarak benden yardım isteyen, son ve tek çaresi
bendeymiş gibi karşımda titreyen Nilgün Avcıoğlu için gergindim.
“Annenin doğru
şekilde tedavi edildiğini düşünmüyorum,” dedim bir nefeste.
Yanağı yastığa
doğru değecek şekilde bana çevirdiği başı kıpırdamadı. Ona eşlik ederek ben de
omuzuma doğru eğdiğim başımla yüzüne doğru bakar hale geldim.
“Nasıl yani?”
diye sorarken bir an, çok kısa bir an sesinde beliren titreme beni de baştan
ayağa titretecek gibi oldu.
Konu annesi
olduğunda ya da karşısındaki kişi annesi olduğunda Cevahir’in normalden çok daha
farklı bir adama dönüşüyor olduğunu yeni fark ediyor değildim ama şimdi konu
öyle tehlikeli bir sınırın ucundaydı ki…
“Bilmiyorum,”
dedim aslında birçok şeyden emin olmaya başlamış olsam bile. Güçlü tahminlerim
olsa da bunları Cevahir’e söylemenin bana kazandıracağı tek şey kocamın bir aile faciasına imza atması
olurdu sanırım.
“Seray,” dedi
adımı bastıra bastıra seslenip. Birden doğruldu, sırtını başlığa doğru çekip
otururken bir elini de komodindeki lambaya uzatmış ve ışığı açmıştı.
“Bilmediğin bir şey için mi inatla annemin doktorunun değişmesini istiyorsun?”
Az önce yanağıma
çıkarttığım elimi, neredeyse tamamını örtecek şekilde yüzüme kapattığımda
göğsüm sıkıntılı bir nefesle şişti.
“Bir şeylerden
şüphelendim işte,” dedim apar topar. “Şüphelendim ve kesinleştirebilmek için
güvendiğim bir psikiyatristle görüştüm.”
Bir şeylerden
şüphelenmem bizzat Nilgün Hanım’ın ‘ilaçlarımı değiştiriyorlar’ şeklindeki
bomba açıklamasıyla başlamıştı ama şu an bunu Cevahir’e söylemeyecektim.
“O herif…” dedi
Arif’i anarken kullanmaya bayıldığı şekilde. “Bu konu için mi bir anda dip dibe
gelmeye başladınız?”
Onaylamaya gerek
duymadım. Sorusunun cevabı oldukça basitti.
“Siktir,” diye
soludu. Hatta belki de bu bir fısıltıdan ibaretti ancak aynı odanın ve aynı
yatağın içindeyken dudaklarının en ufak kıpırtısı bile kulaklarıma ulaşıyordu.
“Ne söyledi?”
diye sordu sonra hemen. “Doğru şekilde tedavi olsa… Olabilse annem iyileşir
miydi yani?”
Ona direkt olarak
olumlu bir cevap vermek, hiç büyümeme ihtimali olan tohumları hevesle toprağa
gömmesini sağlamakla aynıydı. O tohumlar, umut tohumlarıydı.
“Bir şey
söylemed-…” diyerek ayrıntıya girmeden yanıtlayacağım sırada birden yüzüme
doğru tuttuğum elimi bileğimden kavradı. Tutuşu ne çok sıkı ne de kendimi
kolayca kurtarabileceğim kadar gevşekti.
“Eğer eminsen,
yapılması gerekenin bu olduğunu düşünüyorsan yarın annem hastaneye gelir
Seray.”
Uzatmasını,
söylediklerimi irdelemesini ya da en azından Arif konusunda sorun çıkartmasını
beklemiştim. Fakat söylemiştim işte, konu annesiyken Cevahir başkaydı.
“Eminim,” dedim
duraksamadan. Elimi gözlerimden biraz kaydırıp aşağı çektiğimde artık
bakışlarım açıktaydı. Oturur halde başlığa sırtını dayamış olan Cevahir’e doğru
baktığımda onun da bakışları bende olduğundan gözlerimiz birbirini bulmuştu.
Başını kıpırdattı
hafifçe. Bu onayın ardından başka bir şey söylememe gerek kalmadığını
anlamıştım. Soracağı, sorgulayacağı başka şeyler mutlaka vardı ama hepsini
kendine saklayarak sessiz kalmayı seçiyordu. Sözümü bana güvenmek için yeterli
bulması içimde bir yere dokunmuş ancak geçtiğimiz günlerde yakıp yıktığı
harabelerin arasında o dokunuş etkisiz kalmıştı.
Başını geriye
doğru atıp boğazındaki sert çıkıntıyı daha da belirgin hale getirerek boynunu
gerdiğinde bakışları benden koptuğu için ona bakarken daha özgürdüm.
Birkaç dakika
-belki sayamadığım daha da fazla zaman- kadar öylece kaldık. Başını
kıpırdatmadan elini uzatıp yeniden odayı karanlığa gömmek üzere lambaya uzandı.
Sarkık duran ipi çektiğinde ışık sönmüş, aynı anda da konuşmuştu. “Uyu hadi.”
O uyumayacak
mıydı?
Bunu sormak
yerine dudaklarımı birbirine bastırıp biraz bekledikten sonra yavaşça olduğum
yerde dönüp ona sırtımı çevirdim. Dizlerimi kendime doğru çekip olduğum yerde
küçüldüm. Gözlerimi sıkıca kapatmam beni saniyeler içinde uykuya çekecekmiş
gibi sonuçsuz bir çabayla boğuşurken az önce büyüklüğünden bahsettiğim yatağa
şu an sığamıyor gibi hissediyordum.
Cevahir’in aklını
okumak istediğim bir an olmuş muydu hatırlamıyordum ancak tam da şu an bunu
yapabilmek için vazgeçebileceğim birden fazla şey vardı. Ne düşünüyordu, neyle
boğuşuyordu?
‘Bir şey iste benden, gamzeli’ diyen saatler önceki sesi zihnime akın
ettiğinde alt dudağımı sertçe ısırdım. Telefonumda gördüğü hatırlatıcının
ardından aniden değişen tavrı, ona büyük bir iyiliğim dokunmuş gibi birden bana
borçluymuşçasına hareket edişi…
“Bir şey
söyleyeceğim sana,” dedim içime içime konuşarak. “Ama ben söyler söylemez
unutacaksın.”
Konuşmamı
beklemediğinden mi yoksa dalgınlaştığından mı bilmiyorum ama tepki verişi hızlı
değildi. “Söz veremem.”
“O zaman
söylemem,” dedim çocuk gibi omuz silkerken.
Burnundan verdiği
kısa nefes sesini duydum. Gülüyor olabilir miydi? Göremiyordum ki yüzünü…
“Tamam,” dedi
beni çok yormadan. Bunu da ilklerimiz köşesine yazıp duvara asmak lazımdı.
Cevahir beni yormayacak olan seçeneği seçmiş, uygulamıştı. “Söz, unutacağım.
Söyle.”
Bir kez
yutkundum. Beş on kez daha yutkunsam da söylerken sesim çok yüksek çıkmayacaktı
gerçi.
“İyi ki doğdun,”
dedim fısıltıyla karışık bir tondan.
Doğum gününü,
bitmesine belki de bir saatten az kalmışken kutluyordum. Eve geldiğimizde
gerçekleşen alarm krizi aslında bir nevi kutlama sayılır mıydı bilmiyordum ama
dibinde olmama rağmen saat on ikiyi vurana dek dudaklarımdan ufak da olsa güzel
bir dilek dökülmezse yarın pişman hissedeceğimi biliyordum.
Onu ne için
suçluyordum?
Birkaç haftadır
yalnız yemek yemiyorum, telefonumun şarjını önceki halinden iki katı hızlı
bitirecek şekilde aranıyorum veya mesaj alıyorum diye her şeye çabuk
alışmıştım. İstediğinde bunları yapmayı bırakabilirdi, bana karşı böyle bir
sorumluluğu mu vardı sanki?
Öğlen yemeğini
tek yemek, aranmamak ne zamandır benim için sorun haline gelmişti? Ben
hayatımın gerçeklerini ne çabuk unutuvermiştim?
Ona doğru
dönmedim. Yerimde sallanmadım bile. ‘İyi ki doğdun’ demiş ve öylece gözlerim
kapalı uzanmaya devam etmiştim.
Sessiz kalacak
oluşu en yüksek oran verdiğim ihtimaldi. İkinci sırada ise insani bir şekilde
teşekkür edecek olma ihtimali yer tutuyordu.
Kapalı gözlerimin
gazabına uğrayarak uykuya yenik düşmeye başladığımda, henüz bilincimi tam
olarak yitirememişken ilk ihtimalin gerçekleştiğine kendimi inandırmıştım.
Sessiz kalmış, tepki bile vermemişti.
Nefeslerim
düzenli hale gelip derin bir uykunun kucağına kıvrılmadan önce yatakta
hissettiğim hareketlilikle birlikte anlık da olsa aklımdaki bulanıklık
kayboldu.
Hareketliliğin
sebebi yatağın diğer yarısına uzanmakta olan koca bedeniydi. Bunu anlayışım da
normalde uzanıyor olduğu alanın çok daha ilerisinde, bana yakın bir yerde
ağırlığıyla çukur açmış olmasıydı.
“Bana söylediğin
en büyük yalan bu muydu?” diye mırıldandığını duydum. “İyi ki değilim, hiç olmadım.”
Kıpırdamadım.
Kıpırdayacak halim de yoktu. Uykuya öyle yakındım ki kaslarımın kontrolü bende
değildi. Tek yapabildiğim sesleri ayırt edebilmekti.
“Neden aklımı yitirmiş
gibi sana saldırdım?” dediğinde genzimde rahatsız edici bir yanma hissettim.
“Konu annemmiş, annem olmasa dahi ben neden o odada olmana bile böyle aklımı
kaybedecek kadar öfkelendim?”
İlk olduğunu sandığım bir dokunuş tamamen uykuya kapılmadan önce
anımsayabildiğim son histi.
Saçlarımın
arasında önce sert bir baskı ve o baskıyı silmek ister gibi gezinen hafif bir
temas hissetmeye başladığımda artık uykunun kollarındaydım.
Saçlarımın
arasında varlığını hissettiren ilk ve sert baskı dudakları, ardından izi
silmeye çabalayan ise peş peşe soluklandığı burnuydu.
~
“Canınızın
istediği başka bir şey varsa hemen hazırlardık Seray Hanım, kahvaltısız
çıkmazdınız evden.”
Mira’nın ısrarına
olumsuz yanıt vereceğim sırada benden önce konuşan Cevahir yüzünden geride
kalmıştım.
“Kahvaltısız
çıkmıyor zaten Mira, kahvesini getir sen.”
Salon ve mutfağın
kapılarının açıldığı koridora az önce indiğimde Mira ile karşılaşmıştım.
Kahvaltı yapmayacağımı, kahve hazırlamasına gerek olmadığını söyledikten sonra
ise Cevahir gelmeden evden çıkmama yetecek olan süreyi Mira’nın ısrarları ile
harcamıştım.
“Tabii Cevahir
Bey,” dedikten sonra hızla aradan sıvışmaya niyetlenen Mira’ya baktım kaşlarımı
kaldırarak. Annesine ve Neşe’ye kıyasla bana daha sıcak yaklaşıyordu, genelde
bir şey isteyeceksem onu bulduğum bir iletişim ağımız vardı. Şimdi beni pat
diye satması hoş muydu?
Dudaklarının
sınırlarını zorlayan koca bir gülümsemeden sonra mutfağa doğru toz olup
kaybolduğunda koridorda beni Cevahir ile tek bırakmıştı.
“Acelem var,
çıkıyordum ben.”
“Kahvaltını hızlı
yaparsın o zaman, on dakikaya çıkarız.”
“Aç de-…” değilim
diyerek ‘aç olmadığımı’ biraz bastırarak dile getireceğim sırada belime kolunu
aniden sarıp beni kendisine doğru çektiğinde neye uğradığımı şaşırmıştım.
Üstümdeki ceket elbisenin
tok kumaşına rağmen ona çarptığım anda bedeninden yayılan sıcaklık beni
çepeçevre sarmıştı. Ceketini giymemiş, kırık beyaz bir gömlekten başka kumaşın
dokunmadığı gövdesiyle karşımdaydı.
Beni kendisine bastırmasının
sebebi adım sesleri eşliğinde görüş açıma girdiğinde, omuzlarım gevşedi. Neşe
elinde tuttuğu servis tabağıyla birlikte mutfaktan çıkmış, koridoru aşarak
salona gidiyordu.
Neşe’ye neden bir
oyun sahnelememiz gerektiğini kavrayamamıştım ancak Cevahir’in neyin peşinde
olduğunu sorgulamak yerine birkaç saniye kendi rahatsızlığıma direndim.
Neşe’nin
adımlarken gözleriyle bizi gereğinden fazla süzdüğünü fark etmiştim. Bu süzüşün
mutfaktan çıktığı andan beri başladığını tahmin ediyordum. Belki de Cevahir’i
beni kendisine yapıştırmaya iten buydu.
Dudağımın
köşesine, gülümsemediğimde dahi belirgin duran gamzemin üzerine dudaklarını
anlık olarak bastırıp çektiğinde göğsümdeki sıkışma da anlık ama bir o kadar
yoğundu.
Neşe’nin çoktan
gittiğini ve bu temasın anlamsızlığını sorgulayacağım sırada olabildiğince
yavaş hareket eden, gerçekten iki adımlık mesafeyi on adımlık sürede giden
Neşe’yi görebildim.
Teması boşuna
değildi.
Neşe’nin salona
girdiğini gördüğüm anda belimdeki kolunun izin verdiği ölçüde kendimi ondan
uzağa doğru ittim. “Farkındasın,” dedim sessizce.
Gözlerini yavaşça
kapatıp açtı. Kahveleri benim ondan bin kat koyu görünen, siyaha çalan
irislerimden ayrılmadı.
Neşe’deki dikkat
çekici saçmalıkların farkındaydı. Onu bu kadar hafife almış olmak benim
hatamdı. Kendi evinde olup biteni göremeyecek kadar kör bir adam değildi.
“Neden
göndermiyorsun?” diye mırıldandım.
“Haber taşıyan
bir güvercini evime yollarken, o güvercinin sadece benim istediğim haberleri
dışarı taşıyabileceğini unuttular.”
Dudaklarımı başka
bir şey söylemek için aralayacağım sırada yüzünü yeniden yüzüme yaklaştırarak
susmama sebep oldu. “Sonra konuşuruz,” dedi sakince.
Üstelemedim.
Usulca başımı salladığımda beni salona doğru ilerletmek için hareketlendi.
“Şimdi kahvaltıya yürü, toplantıda bayılmanı riske atamam.”
Yüzümü
buruşturdum. “Toplantı mı?”
Salona girdiğimiz
sırada Neşe geri çıkıyordu. Hızlı fakat garip bir gülümseme eşliğinde
yanımızdan geçip koridora çıktığında benim derdim ondan çok az önce aldığım
kötü haberdi.
“Evet, toplantı.
Her toplantıyı ekemezsin doktor. Ceylin ilk hastanın dokuz buçukta olduğunu
söyledi bile, bahanen yok.”
Yerimde
silkelenip kolundan kurtuldum. Masaya doğru yürürken bıkkındım. “Patronun
karısıyım ben, toplantıyı iptal bile edebilirim.”
“Hadi ya,” derken
sesi alaycıydı. Umursamadan sandalyemi çekip oturdum. Tasasızca tabağıma bir
iki parça yiyecek alırken dudaklarımı araladım tekrar. “O toplantıya
katılmayacağım Avcıoğlu.”
Bu evliliğin bana
da bir yararı dokunsun istiyordum. Toplantıları ekebilmek de gayet göz alıcı
duruyordu.
“Göreceğiz onu,
Avcıoğlu.”
Kahvaltının pek
uzun sürmemesi, evden çıkarken benim kendi arabamla gitme ısrarım yüzünden bir
anlam ifade edememişti. Kapının önünde yeterince zaman kaybetmiştik.
Direnişimi uzun
tutsam da başarılı ayrılamamıştım. Ön yolcu koltuğunda, güneş olmamasına rağmen
-Cevahir bakışlarımdaki hinliği göremesin diye- taktığım koyu renk güneş
gözlüklerimle yolu izliyordum.
Onu biraz
tanıdıysam ya odama kadar peşimden gelecek ya da Teoman’ı benimle yollayıp
toplantı için yukarı çıktığımdan emin olacaktı.
Hastaneye
geldiğimizde asansörde kendi katına dokunmamış olması ilk seçeneği
doğruluyordu. Odama benimle geliyordu.
Yerine yerleşmiş
olan Ceylin’in masasına kadar geldiğimizde Volkan’ı onun yanında görmüştüm.
“Sabah hastam
yoktu benim sanki, Ceylin. Çaktırmadan hasta mı yazıyorsunuz kızım siz bana?”
Ceylin hızla
öksürdü. Arkasındaki tehlikenin varlığını Volkan’a anlatmaya çalışıyordu. İş
işten geçmişti gerçi.
Ben anlayacağımı
anlamıştım.
Var olduğunu hatırladığım
hastam yok olduğuna ve Volkan mızmızlanmaya başladığına göre durum ortadaydı.
“Günaydın
Volkan,” diyerek seslendiğim anda yarım şekilde yaslandığı masadan doğrulup
bize doğru döndü. Döndüğü anda yalnız olmadığımı görmüş ve hafifçe gerilmişti.
“Eklenen hasta
benim, sana mesaj atmayı unutmuşum.”
Kolum belli
belirsiz Cevahir’in koluna sürtündüğünden açıklamamla birlikte kasıldığını
hissedebildim. Arkamdan iş çevirirken ve buna sekreterimi de alet ederken
nereye kadar saklanacağını düşünüyordu?
Toplantıya
katılmama bahanem olmasın diye hastamı Volkan’a paslamıştı.
“Öyle desene
Ceylin, sıkıntı yok o zaman.” İlk kısımda Ceylin’e, kalanında bana bakmıştı
Volkan. Cevahir’e küçük bir baş hareketiyle selam verdikten sonra odasına
yöneldi. “Hasta gelince direkt içeri alırsın.”
Volkan gözden
kaybolduğunda sırayla Ceylin’e ve Cevahir’e baktım. “Yeni bir ekip mi oldunuz?
Arkamdan iş çevirmeler falan… Üçüncünüz de vardır gerçi sizin.”
“Beni andın gibi
yenge!” diyerek bir anda arkamdan yükselen ses yerimde irkilmeme sebep
olduğunda gözlerimi kırpıştırdım.
Gerçekten onu
anmıştım. Teoman yanımızda belirmişti.
Cevahir’in direkt
Ceylin’le iletişim kurmayacağını biliyordum. Aralarındaki haberci belli ki
Teoman’dı.
“Andım Teo,
andım.”
“İyi insan
lafının üstüne demişler.”
“Bir şey daha
demişler sanki buna benzer…” dediğimde alınmış gibi baktı. “Aşk olsun, it mit
ayıp oluyor yenge.”
Cevahir’in araya
girmesiyle Teoman’ın yenge bombardımanı bölünmüş oldu. “Çantanı bırak da
çıkalım yukarıya artık, geç kalıyoruz yavrum.”
Boğulacakmış gibi
sert bir öksürük boğazımdan koptuğunda Teoman’ın sırıttığını görmüştüm.
Ceylin’in bizi duyuyor olması sebebiyle cümlenin sonuna eklenen sesleniş anlık
olarak şoklanmama yol açmıştı.
“Tamam,” dedim
sakince. “Geliyorum.”
Uysallığımdan bence
işkillenmeliydi ama sözünün dinlenmesine o kadar alışkındı ki bunu yapmayı
unutuyordu.
Odama geçip
çantamı bıraktıktan sonra önlüğümü üstüme geçirmiş ve kartımı takmıştım. Odadan
çıktığımda beni bekleyen ikili asansöre doğru hareketlenmiş oldu. Onların
peşine takılmadan önce Ceylin’e ‘sonra hesaplaşacağımızı’ belirten bakışlar
atıp karşılığında şirince sırıtan bir tepki almıştım.
Asansörü
beklerken oflayıp puflayarak durumdan memnun olmadığımı yeterince belli etmeye
özen gösteriyordum. Kapılar tam açılacakken cebimdeki çağrı cihazı ötmeye
başladığında ise içimde davul zurna çalıyor desem yeriydi.
Elimi hızla
cebime atıp cihazı çıkarttım. Bu sırada ikisinin de bakışları üzerimdeydi.
“Acilden,” dedim açıklayarak. “Çağrı atmışlar.”
Cevahir’in
yüzünde beliren ‘zaferini elinden son anda düşürmüş adam’ ifadesine biraz sonra
keyifle sırıtacaktım. Şu an acelesi olan bir doktordum, vaktim yoktu.
“Öğlen görüşürüz
o zaman yenge,” diyerek benimle vedalaşan Teoman’a pek tepki vermedim. Öğle
yemeğinde yanlarında olmak gibi bir planım yoktu.
Asansöre birlikte
bindik ancak onlar 10. katın tuşuna basmadan benim giriş kata inmem için
beklediler. Asansörden inmeden önce Cevahir’e baktım. “Annen gelirse haberim
olsun,” dedim son anda. Başını sakince sallamış, onaylamıştı.
Acile doğru
yürümeye başlarken arkama hiç bakmadım. Parlak, açık renk zeminde adımlarım
yeri döve döve acilin girişine yöneldim.
Beni girişte
bekleyen Alper yerinde sallanıp durmaktaydı. “Hocam!” diyerek beni görür görmez
yanıma geldi. “Tam dediğiniz dakikada attım çağrıyı, değil mi?”
Kendimi tutamadan
gülümsedim. “Aferin,” dedim. “Tam zamanında attın çağrıyı.”
Arabadayken mesaj
attığım, haber verdiğim andan iki dakika sonra bana acilden çağrı atmasını
istediğim Alper’in söylediklerime uyum sağlaması planımı kusursuzca işletmişti.
Cevahir ilk
hastamı Volkan’a yollayacak kadar şeytansa, ben de şeytanın karısıydım.
~
“Yenge neredeydin
sen gözünü seveyim ya? Hastanenin her köşesine gittim, kimsenin de nerede
olduğundan haberi yok.”
Söylediğini
kanıtlar şekilde yüzünde yorgun bir ifadeyle bana bakıyor olan Teoman’ın
nefeslenmesini beklerken elimdeki yeşil elmayı ısırmakla meşguldüm.
Öğle yemeğine
olması gerekenden erken inmiş ve erken bitirmiştim. Odama dönmek yerine
halletmem gereken bir iş için hastaneden çıktığımda -ve bunu hastanenin taksi
durağı ile yapmadığımda- ise beni bulabilecekleri tüm yolları ellerinden
almıştım.
“Odamdayım işte,”
dedim ağzımdaki elma parçalarını yuttuğumda. “Ne oldu ki?”
“Ne mi oldu?”
dedi Teoman bana komik bir terslikle. “Kocan at gibi beni koşturdu, seni
bulamayıp yanına döndükçe beni geri attı dışarı.”
“Ne için
arıyordunuz beni?”
Duraksadı. “Ne
için arayacağız yenge? Öğle yemeği yemek için.”
Kaşlarımı
havalandırdım. “Öyle mi? Ben artık yemekleri birlikte yemiyoruz diye düşünmüştüm.
Malum…”
Geçen haftanın
sonunda beni aptal gibi açıklama bile yapmadan ortada bıraktıkları andan sonra
bugün sallana sallana onlarla yemek yiyecek değildim.
Elmamdan başka
bir ısırık alıp sandalyemde geriye yaslandığımda Teoman da masamın önündeki
tekli koltuklardan birine oturmuş beni izlemekteydi. Ne diyeceğini bilememiş
bir hali olmasına biraz içim acımıştı. Cevahir’in başının altından çıkanlar
genelde onu da yakıyordu.
“Yenge ben
vallahi yerimizi söylerdim sana ama…”
“Açıklama yapmana
gerek yok Teo, sorun değil. Herkes istediği yerde yesin yemeğini bundan sonra.”
Bir şey
söyleyecek gibi oldu fakat söylemedi.
“Nilgün Hanım’ın
ne zaman geleceğini biliyor musun sen?” diye sordum konu değişsin diye.
“Randevu saatleri
bittikten sonra görüşür doktorla ama birazdan gidip alacağım ben evden. Cevahir
abinin odasında dinlenir.”
Başımı salladım.
Bitmek üzere olan elmanın sapını çöp kutusuna attıktan sonra bakışlarımı
yeniden Teoman’a çevirdim. “Cevahir söylemiştir ama ben de tekrar edeyim. Kimse
Nilgün Hanım’ın ne için buraya geldiğini bilmeyecek Teo.”
“Abim söyledi
yenge, merak etme sır çıkmaz benden.” Cümlesini bitirdikten sonra ne dediğini
fark etmiş gibi bana biraz çekingen bakışlar attı.
Bana ait sırrı
öğrendiği gibi Cevahir’e yetiştirmemiş olsa belki bu söylediğine inanabilmem
daha mümkün olurdu.
“Tamam o zaman,
Nilgün Hanım’ı yukarı çıkarttığında bana da haber verirsin. Bi’ uğrarım.”
Başını
salladıktan sonra ayaklandı. “Çıkayım ben, hastalarının sırasını mı kaptım ne
yaptım bilmiyorum şu an.”
Güldüm
istemsizce. “Kimsenin sırasını kapmadın, korkma.”
“Yok yani korkmak
değil de… Şimdi senin hastalarının büyük bir kısmı hamile ya, Allah korusun
birinin şerrine maruz kalmak istemem. Geriyorlar beni.”
“Hamilelerden
korkuyorsun yani,” dedim kaşlarımı havalandırarak. Bana düz bakışlar attıktan
sonra bir şey söylemeden odamdan çıkıp gitti. Arkasından gülmekle yetinmiştim.
Bir iki saat
boyunca randevulu hastalarımla ilgilenmiş, bugün erken sonlanan randevu listesi
sayesinde saat henüz dörde geliyorken son hastamı da odamdan yolculamıştım.
Odamda kalmak ve
çıkıp bir kahve almak arasında ikilemde kalmışken telefonum çalmaya
başladığında şarja taktığım telefonu almak için ayaklandım. Arayan ismi
gördüğümde direkt açmıştım.
“Efendim Teo?”
“Haber ver
demiştin yenge, odaya getirdim az önce Nilgün sultanı.”
“Tamam, teşekkür
ederim.”
Telefonu
kapattıktan sonra odadan çıkmış, Ceylin’e yukarıda olduğumu haber verip
asansöre yönelmiştim.
Onuncu kata
çıkmam yoğunlaşan asansörler sebebiyle biraz vakit almış olsa da sonunda
kendimi sessiz ve ıssız kata atabilmiştim.
Cevahir’in
odasına doğru ilerlerken doğru düzgün kimseyle karşılaşmadan rahatça
yürümüştüm.
Kapıya tek bir
kez vurup içeriden net bir ses gelmesini beklemeye gerek duymadan kapıyı
açtığımda içeride üçünü de görmeyi beklerken beni sadece masanın önündeki deri
koltukta oturan Nilgün Hanım karşılamıştı.
Cevahir ve
Teoman’ın nereye kaybolduğunu sorgulamadan önce yüzümde sakin bir ifadeyle ona
doğru yöneldim. “Hoş geldiniz, nasılsınız Nilgün Hanım?”
Yüzünü buruşturdu.
“Ben sana demedim mi bana ‘hanım’ deme diye?”
Demişti, evet.
“Karıştırmışım,”
dedim sıyrılmaya çalışarak. “Nasılsın Nilgün teyze?”
Düzeltme
yapmamdan keyif almış gibi görünüyordu. Ben de bu sırada bakışlarından ve
konuşma şeklinden yola çıkarak şu an gayet açık bir bilince sahip olduğuna
kanaat getirmiştim.
Karşısındaki
koltuğa oturacağım sırada oturduğu koltuğun geniş kol kısmına vurdu eliyle.
“Böyle gelsene.”
Onu kırmadan
dediği yere yerleştim. Kalçamı kolçağa yasladığımda ona biraz tepeden bakar haldeydim.
“Cevahir nerede?”
diye sordum dayanamayıp.
Güldü biraz.
“Öyle gelir gelmez koca sorulmaz kaynanaya, çok mu özledin?”
Özleminden bazen
kendimi yerden yere vurduğum oluyordu elbette. Bunu Nilgün teyze ile paylaşmayacaktım ama.
Gözlerimi
kaçırdığımda muhtemelen utandığımı düşünmüştü. Aslında doğru düşünüyordu. Fakat
o kocamı sordum diye utandım sanıyorken benim utancım kendisine yalan söylüyor
olmaktandı.
“Bana içecek bir
şeyler alacakmış, gelir birazdan.”
Cevahir’in odaya
bir şeyler istemek yerine inip kendisi alıyor olmasını garipsemedim. Ona bu
anksiyeteyi biraz da ben aşılamıştım. Annesi ile ilgili diken üstündeydi.
Başını yukarı
doğru kaldırıp bana bakıyorken ben de dikkatle onun yüzüne bakmaya başladım.
“Çok iyi görünüyorsunuz,” dedim gülümseyerek.
Başını omuzuna
doğru eğdi. “Ben sana bir şey söylemiştim son görüştüğümüzde, hatırlayabiliyor
musun?”
Bir an bile
unutamıyorum demek yerine başımı salladım sadece.
“İçiyormuş gibi
yaptım ben ilaçları o günden sonra, ama içmedim. Kötü mü yaptım Seray?”
Gözlerimin irice
açılmasına engel olamadan ona bakakaldım. “Nilgün teyze…” diyebildim şaşkınca.
Yaramazlık yapmış
bir çocuk gibi bana bakıyordu. Konuşmaya devam edeceğim sırada odanın kapısı
açılınca tüm dikkatim dağılmış, refleksle oraya dönmüştüm.
Elinde birkaç
farklı şişe içecekle birlikte odaya giren Cevahir bizi birlikte gördüğünde
içeri girdiği sırada yüzünde duran soğuk ifadeyi dağıtmış, kaskatı duran yüz
hatlarını gevşetmişti.
“Ne getirdin?”
diyerek oğluna dönen Nilgün teyzenin asıl amacının içecekler değil de benim
sorgumdan kaçmak olduğu biraz fazla belliydi. Yine de zorlamadım.
O içeceklerden
birini seçmekle meşgulken ben de oturduğum yerden kalkıp karşıdaki koltuğa
geçerim diye düşünmüştüm ancak hareketlendiğim anda beni fark etmiş ve koluma
dokunarak gitmeme izin vermemişti.
“Burada otur,”
dediğinde onu kırmadım. Yerimde kaldım.
Cevahir masanın
arkasındaki sandalyesine geçmek yerine karşımızdaki diğer koltuğa oturmayı
tercih etmişti. Direkt olarak bize çevirdiği bakışlarının ağırlığını hissedebiliyordum.
Nilgün teyze,
Cevahir’in açtığı şişeden içeceğini yudumlarken Cevahir’in kesintisizce yüzümde
tuttuğu bakışlarına yanıt vererek hafifçe başımı kıpırdattım. ‘Ne oldu’ demeye
çalışmıştım ve beni anladığından da emindim. Ancak ne bakışlarını çekti ne de
bir şey söyledi.
Bir süre odada
kaldık. Nilgün teyzenin yanından kalkmadım, Cevahir’in bakışlarını yüzümde
ağırladım.
Odaya ilk
girdiğimde daha konuşkan ve algısı açık görünürken şimdi biraz daha durulmuştu.
Krizlerinin devamında olduğu kadar kendini kapatmış görünmüyordu ama tam olarak
da iyi değildi.
Uzun süredir
kullanıyor olduğu ilaçları bir anda bırakmış olması tabii ki ona çok iyi
gelmezdi. Aksine yol açabileceği sorunlar vardı. Bu konuyu daha düzgünce
açıklamalıydım kendisine.
“Arif’e haber
vereyim, son hastası ne zaman çıkıyor öğrenelim.” Cevahir konuştuğum anda
dikkat kesilmişti. Dün geceye kadar andığım esnada delirdiği isme bu kez hiçbir
fevri tepki vermemesine utanmasam gözlerimi doldurarak içerlerdim. Köşesindeki
bir kıvrım yontulmuştu, her şey adım adımdı.
“Biz aşağı
inmeyeceğiz, o buraya çıksın. Benim odamda görüşürler.”
İtiraz etmedim.
En sağlıklı olan buydu, hem gizlilik açısından hem de Nilgün teyzenin kendisini
daha rahat hissetmesi açısından.
Arif’le konuşmak
için telefonumu çıkartıp ayaklandığımda Nilgün teyze bana doğru baktı. “Burada
konuş, Cevahir anlattı bana. Doktorum değişecekmiş, senin arkadaşın varmış.”
Gülümsedim
sakince. “Evet, doğru anlatmış. Rahatsız olmayın diye cama doğru gideceğim
sadece. Odadayım.”
Başını salladı. Yakınına
oturmamı istemesi, odadan çıkmama engel olmaya çalışışı… Bana bir şekilde
bağlanıyor olduğunu hissediyordum.
Bundan yana bir
şikâyetim yoktu. Ancak bir gün gelecek ve ben tıpkı oğlunun hayatından
çıkacağım gibi onun hayatından da çıkacaktım. Bana alışmasını sağlamak ona
iyilik miydi kötülük müydü, seçemiyordum.
~
“Hoş geldiniz,”
diyerek kapıyı açan Vildan Hanım’a yanıt veren ben oldum. Zira Cevahir
tepkisizliğin kitabını yazmakla meşguldü, koluma girmiş olan Nilgün teyze de
biraz halsizdi.
“Hoş bulduk
Vildan Hanım, çantamı alabilir misiniz?”
Nilgün teyze ile
rahat yürüyebilmek için çantamı ona uzattığımda direkt almış ve bir adım geri
çekilmişti.
Nilgün
Avcıoğlu’nu daha önce evde misafir etmek isteyişim hüsranla sonuçlanmıştı ancak
bu kez itiraz kabul etmemiştim. Cevahir’in hayır demesine müsaade etmeden
annesini eve getirmesini sağlamıştım.
Benim düşündüğüm
tek engel evdeki yatak kıtlığıydı. Laf arasında Cevahir’in ağzından kaçırdığı
bir detayla birlikte bu engel de toz olmuştu.
Evde bir misafir
odası vardı.
Benim geldiğim
ilk gün gezdiğim odalardan biri değildi, yatak odasının bulunduğu koridorda
kilitli olan ve benim sorgulamadığım oda misafir odasıydı. Cevahir’in evde bir
oda daha olmadığını bilmemin onu yatak odasına almamı sağlayacağını düşünerek
sakladığı gerçekle bugün yüzleşmiştim.
“Yemek hazırsa
çıkabilirsiniz erkenden.” Cevahir ilerlemeden önce Vildan Hanım’a bakarak
konuşmuştu. Vildan Hanım hemen onaylamadı. “Bir ihtiyacınız olur belki,
dilerseniz kalalım Cevahir Bey.”
“Sorun yok, evlerinize
gidebilirsiniz. Şoför dışarıdaydı zaten.”
Vildan Hanım daha
fazla üstelemedi. Göz göze geldiğimizde gülümsemeye çalıştım. Cevahir’le olan
iletişimlerinde hepsinin gerildiğini bilmemem mümkün değildi. Biraz tampon
bölge görevi görüyordum.
“Salona geçelim
Nilgün teyze, burada yorulma.”
Koluma kendi
gücünün tamamını kullanarak tutunan Nilgün teyzeyle birlikte salona doğru
yöneldiğimde arkamızdan adım sesleri gelmedi. Cevahir ya üstünü değiştirecekti
ya da yardımcıların evden çıktığından emin olmak istiyordu. Onu uğraşıyla baş
başa bırakıp odağımı annesinde tuttum.
Nilgün teyzeyi
geniş koltuğa oturttuktan sonra ben de yanına yerleştim. Ellilerinin ortasında
bir kadına oranla yüzünde biraz daha fazla yaş izine sahipti. Bu izlerin yaş
almaktan çok sıkıntı çekmekle biriktiğini duymasam da hissediyordum.
Arif’le
görüştükleri sırada ben Cevahir’i de alıp toplantı odasına geçmiştim. Bir
saatten fazla süre boyunca Cevahir’i bir sorun çıkmayacağına ikna etmek, kendi
düşüncelerimle boğuşmak ve bir yandan da Nilgün teyzenin ne durumda olacağını
düşünmek fazlaca yorucuydu. Bu süre boyunca da eve hep birlikte gelme konusunu
aradan çıkartmıştım ayrıca.
“Uzanıp dinlenmek
ister misin biraz? Burada ya da odada.”
“Gerek yok,” diye
mırıldandı oldukça kısık bir sesle. Israr etmedim. Oturduğu yerde sırtına küçük
bir yastık koyarak rahat etmesine elimden geldiğince yardımcı olduktan sonra
ayaklanacak gibi hareketlendim.
“Ben üzerimi
değiştireyim o zaman.”
Bakışları yüzüme
çevrildi. İtiraz edecek gibi baktı ancak ses çıkartmadı. Ona itiraz etmesi için
güven vermedim çünkü bu doğru bir bağlanma değildi. Burada yalnızken zarar
görmeyecekti, bunun farkına varmalıydı.
Üstümdeki kalın
kumaşlı elbisenin ağırlığından bir an önce kurtulmak için salondan çıktığımda
toparlanıyor olan kızlarla karşılaştım.
“İyi akşamlar,”
dedim merdivenlere doğru gitmeden önce. Mira ve Neşe aynı anda yanıtlamışlardı.
İstemsizce Neşe’de biraz fazla oyalanan bakışlarım yüzünden bir an yerimde
kaldım. Onlar çıkmadan yukarı yönelmek istememiştim.
Nilgün teyze için
düşündüklerimi kendim uygulayamıyordum.
Neşe’nin kaşla
göz arasında kadına zarar verecek hali yoktu. Köstebeklik yapmaktan başka bir
işle uğraşacağını sanmıyordum.
Kızlar ve
ardından onlara yetişen Vildan Hanım evden çıktıklarında omuzlarımı gevşeterek
merdivenlere doğru yürüdüm. Ben çıkmaya başlamadan diğer uçtan adım sesleri
gelmeye başladı ve çok geçmeden Cevahir’in iri bedeni göz önündeydi.
“Vildan Hanımlar
çıktı, annen salonda. Yanına geçersin.”
Üstündeki siyah
tişört ve aynı renk eşofman ile ev rahatlığına geçmişti. Ben de bir an önce
aynı hale gelmek istiyordum.
Cevahir bir şey
söylemeden salona yönelirken ben de merdivenleri çıkmaya başladım.
Hızlıca üstümü
değiştirip aşağıya geri indiğimde, bütün gün üstümde olan ceket bozması elbisemin
yerine giydiğim dizüstü tayt ve açık renk bol tişörtle vücudum hafiflemişti.
Salona girdiğimde
onları yan yana otururken ya da Nilgün teyzenin oğlu tarafından ikna edilip
uzandığı bir halde görmeyi bekliyordum. Karşımda bulduğum manzara ise bunlardan
hayli farklıydı.
Nilgün teyze onu
oturttuğum koltuğun en ucuna doğru kaymış, sırtını geriye yaslamıştı. Koltuğun
ucuna kaymasına rağmen koltuğa zar zor sığarak uzanan Cevahir’in başı ise onun
dizlerindeydi. Nilgün teyzenin bir avucunu Cevahir’in alnına doğru yasladığını
görmüştüm.
Kendisinden cüsse
olarak neredeyse üç kat büyük görünen bir adamı dizlerinde tutuyordu. Cevahir
de olduğu yerde üç kat küçülmüş gibiydi.
Sessizce geldiğim
için girişimi ikisi de fark etmemişlerdi. Yanlarına girmemin bir ihtimal de olsa
bu anı bozacağını düşünerek salona doğru attığım adımı geri çekip arkama
döndüm.
Gözlerimdeki
yanmanın kaynağının ne olduğunu biliyordum.
Kendimi hiçbir
zaman göremeyeceğim bir yerde, bir başkasını görmek garip hissettiriyordu.
Bir annenin
dizinde uzanmak nasıl hissettirirdi, avuçlarından gerçekten şefkat mi akardı;
bilmiyordum.
Mutfağa geçip ada
tezgâhın etrafındaki yüksek sandalyelerden birine oturduğumda bakışlarım da
aklım kadar dalgındı.
Anne ve baba
adaylarıyla, kadınların anneliği somut olarak yaşadıkları ilk anlarla o kadar
haşır neşirdim ki aslında buna bir bağışıklık kazanmam gerekirdi. Uzmanlık
alanımı seçerken bunun gerçekleşeceğine inanmıştım. Öyle olmamıştı.
Kollarıma doğan
hayatlar, henüz ilk nefeslerini soluyor olan ufacık bedenler annelerinin
kucağına kavuşurken her seferinde kendime bile anlatamadığım hislerle dolup
taşıyordum. Az önceki manzara da bana buna benzer hisler duyumsatmıştı.
Annesiz, babasız
hatta her ikisi olmadan büyüyen binlerce çocuk vardı. Birçoğunun acısıyla,
durumuyla kendimi karşılaştırmam bile ayıptı belki de. Fakat ben annesiz ve
babasız değildim, her ikisi de hayattalardı.
Hayatta ve benden
başka çocuklara anne baba olabilecek kadar güçlü…
Yıkımım buydu.
Başıboş, aptal
iki ebeveynin yasını bugüne dek tutmaz; günün birinde onların ne hali varsa
görmesini diler ve içimi soğuturdum. Yapamıyordum.
Annem, annelik
yapmaktan gocunmadığı kızının ricasıyla beni aradığında kanıyordum. Babam
hastanede birden gözümün önünde yıllarca kol kanat gerdiği kızıyla gülüşürken
belirince sızlıyordum.
Sol gözümden
aniden bir damla düştüğünde elimi kaldırıp hızla o damlayı yarı yolda silip yok
ettim.
Ağlamıyordum.
Sadece içim taşmıştı.
Bu aralar bu
taşmalar çok sık oluyor, içim artık herhangi bir toz zerresini dahi
kaldıramıyordu.
Sonumu getirecek
olan da bu taşışlardan biri olacaktı. Hissediyordum.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder