Günler Kısa Geceler Sonsuz 27.Bölüm

 27.BÖLÜM



İyi okumalar!

 

~~~

 

- Lal

 

“Lal!” derken sesi daha önce hiç duymadığım kadar yüksek çıktığı için Uras abinin adımı bağırmış olduğunu algılamıştım. Fakat duymuş olmam, bedenimin ona tepki verecek kadar kendinde olduğunu göstermiyordu.

“Kâbus,” diye mırıldandım kendi kendime. Tıpkı dakikalardır olduğu gibi yine dilimden bundan başka bir şey dökülmemişti.

“Değil abicim, kâbus değil. Ama geçecek, her şey yolunda. Bak bana bi’.” Yanaklarımı kavrayan ellerini hissettim, ben mi buz kesmiştim yoksa elleri çok mu sıcaktı bilmiyordum ama yanaklarım yanıyormuş gibi irkilmiştim tutuşuyla birlikte.

Haftalar önce gördüğüm, gerçekliğe dönmem için tıpkı Uras abinin yaptığı gibi Demir Özkan tarafından telkin edildiğim kâbusumu dünmüş gibi hatırlıyordum. Göğsüne saplanan metal parçasını, annemin durdurmaya çalıştığı ama başaramadığı kanları hatırlıyordum.

Yine bir kâbustaydım. Yine aynı kâbustaydım.

“Uras, baban arıyor telefonuna bak bi’ sen. Ben buradayım.” Araya karışan ses Mert abiye aitti. O konuştuktan sonra yanaklarımdaki eller yavaşça çekildi. Alnıma konulan küçük öpücüğü hissettim, sonra ellerin ve dudakların sahibi yanımdan uzaklaştı.

Sırtımı yasladığım duvara mümkünmüş gibi daha da yaklaşıp soğuğun sırtıma geçmesine neden oldum. Dakikalardır olduğu gibi titremeye devam ediyordum. Ne kadar zaman önce olduğunu hatırlayamadığım, annemden gelen o çağrıdan sonra ben hiç durmadan titriyordum.

Tuna’nın beni buraya gelene dek sıkıca sarması, Nilperi ablanın dakikalarca benimle konuşmayı denerken sarf ettiği sakinleştirici cümleler, etrafımda dört dönen kişilerin vermeye çalıştıkları güven ne titremelerimi alabilmiş ne de zihnimi uğultulardan arındırabilmişti.

“Gidecek,” diye mırıldandım dudaklarım çölde kalmışım gibi kuruyken zar zor. “Annem gidecek.”

Mert abinin omuzuma sardığı koluyla beni kendisine doğru çekmeye çalıştığının farkındaydım ama buna bir şekilde engel olabildim. “Annem gitmesin, n’olur gitmesin.”

“Şş, sus abim. Aklına neden en kötüsünü getiriyorsun sen hemen? Annen bizimle, gitmiyor hiçbir yere.”

Çok fazla kan kaybetmiş, ameliyata almışlar direkt. Kesin bir şey söylenebilecek bir durum değil. Oktay abinin, buraya geldikten sonra doktorlardan biriyle bir kenarda konuşurken aldığı cevaplardı bunlar. Duyduğumdan beri aklımda yankılanmaya devam ediyorlardı.

“Çok geç kalmışım,” dedim sesimi bulabildiğim anda. “Eve gitmedim, ben niye eve gitmedim?”

“Yapma Lal, senin yapabileceğin bir şey yoktu ki canım benim.”

Aklım ermeye başladığından, hatta belki de o bile gerçekleşmeden öncesinden beri annemi korumak benim için en önemli sorumluluktu. Sorumluluktan da fazlasıydı. Gündüzleri genelde evde bulunmayan Ümit Taşer, akşam eve girdiği andan sonra benim için anneme karşı bir tehlikeden ibaret olurdu. Önce uykularımla sonra da onunla savaşırdım. Savaşı kaybetmek demek, annemi kaybetmek demekti ve bu benim için ölümden farksızdı.

Doğduğumdan beri, geçtiğimiz birkaç ay tamamlanana dek annemden başka kimse hayatımda bulunmadığından ömrüm pamuk ipliğiyle anneme bağlıydı hep. O iyiyse iyiydim, onun canı yanıyorsa canım yanardı. O bana, ben ona tutunmuşken bizi yıllarca ayakta tutan hep birbirimizdik.

Şimdi, biraz olsun hayatımız yoluna girmeye başlamışken kıyametin kucağına düşmek beklenmedikti. Kıyameti kimse beklemezdi, evet; ama cennetin kapısında olduğunu sanırken kıyamete tutulmak hepsinden daha beterdi.

Bulunduğumuz hayatın artık ikimizden ibaret olmaması, tutunabilecek yeni dallara sahip olmamız aklımı bulandırmış olmalıydı ki annemi yalnız bırakmama konusunda kendime izin vermiştim. Bulunduğumuz o evde öylesine büyük bir güven bulutu etrafı sarıyordu ki içeri kimse gelemez, kimse bize zarar veremez sanmıştım ama yanıldığımı böylesine acı bir yolla öğreneceğimi bilmiyordum.

Ümit Taşer’in, damarlarımda kanının akmasına lanetler ettiğim o adamın, bize olan kaynaksız nefretini uzağımızda diye sönmüş sanmıştım. O nefretin, kör bir bıçağı annemin göğsüne saplamasına neden olacak kuvvetle daha da harlandığını hesaba katamamıştım.

Tunaların salonunda, annemden gelen aramayı cevapladığımızda hoparlörden salona dolan ses annemin zar zor çıkan sesiydi. Sesini duyduğumda, bunun bir yıkımın başlangıcı olduğunu algılamakta zorlanmamıştım.

Telefonuna hemen ulaşamamış olduğunu, beni aramadan önce aradan zaman geçtiğini kan kaybının fazlalığını öğrendiğimizde anlamıştık. Yardım istemiş olmalıydı, yardım için seslenmiş olmalıydı ama kimse duymamıştı. Bizi yıllarca kimsenin duymadığı gibi annemi de kimse duymamıştı. Onu duyması gereken bendim ama yanında bile değildim.

“Buradan kalkalım Lal, sandalyeye oturalım birlikte güzelim hadi gel.” Mert abi bir süre beni buna ikna etmek için bir şeyler söyledi. Sırtımı destekleyerek beni kaldırmak istedi ama tepkisizdim.

Değil yerimden kıpırdamak, ağzımı açmak bile yük gibiydi şu an bana.

“Abi tamam, ısrar etme artık.” Tuna’nın sesini duyduğumda dudaklarımı birbirlerine sıkı sıkı bastırdım. Çığlıklar atarak ağlamak ve sessizlik yemini ederek tek kelime etmemek arasında gidip geliyordum buraya geldiğimizden beri, Tuna’yı duymak beni ilk seçeneğe iten etkenlerden biriydi. Kuvvetli bir etkendi, karşı koymam zordu.

Mert abi uzunca bir nefes verdikten sonra başını onaylar anlamda salladı. Yanağımı hafifçe okşadıktan sonra doğrularak yanımdan uzaklaştı. O uzaklaşırken, sindiğim duvarın dibine bedenini bırakan Tuna’yı dönüp bakmasam da hissediyordum.

Benim gibi sırtını duvara yasladı, bacaklarını kendine doğru çekti. Sağ kolu sol koluma belli belirsiz değiyordu. Derince burnunu çektiğini duydum. Benim aksime, Tuna ağlama konusunda bir ikileme sıkışıp kalmamıştı.

“Müge abla çıkacak birazdan oradan, biliyorum ben. Hiçbir şeyi yok.” Bunu, bana değil de kendisine inandırmak ister gibi söylemişti daha çok. Parmaklarımı dizlerime bastırarak anlamsız şekiller çizerken Tuna’nın nefes seslerini dinliyordum.

“Eve gitmem gerekiyordu,” dedim yine. Belki de ilk kez Tuna’yla geçirdiğim bir vakte lanet ediyordum, ama eve gitmiş olmayı; onunla okuldan çıktıktan sonra tek başıma veya onunla birlikte bir şekilde eve gitmiş olmayı çok isterdim. Annemin yanında olabilmeyi, onu koruyabilmiş olmayı…

Keşkelerimi arttırmak zor değildi ama bir işe yaramıyordu bunu yapmak. Anneme bir yararı dokunmuyordu, kimseye iyi hissettirmiyordu.

“Biliyorum,” dedi buruk bir sesle. Abisinin aksine o, söylediğimi reddetmemiş ya da susmamı istememişti. Bu, başımı yavaşça ona çevirmeme sebep oldu. “Bizim eve gitme fikrini ortaya atmasaydım, her gün yaptığımız gibi sizde çalışırdık. Özür dilerim.”

Peş peşe yutkundum. Boğazımdaki sızı geçmemişti elbette.

“Dileme,” dedim. “Kabul etmeyebilirdim, annemi yalnız bırakmamam gerektiğini aklından çıkaran benim Tuna. Sen niye özür dileyesin ki?” Şu ana dek kurduğum en uzun cümle bu olmuştu büyük bir ihtimalle. Tuna da bunu fark etmiş olmalı ki başı hızlıca bana döndü.

Şaşkınca açılan gözlerine kısa bir an baktıktan sonra yeniden bakışlarımı kaçırdım. Uzun bir süre gözlerine bakmaya devam edemiyordum. Gözlerindeki nem, bakışlarındaki korkuyla birleşerek bana korkunç bir manzara sunuyordu. Aynaya baksam kendimde de görebileceğim bu görüntüye bakmaktan kaçınıyordum.

Tuna yanıma geldikten sonra dakikalar gelip geçti, en son konuştuklarımız dile getirdiğimiz son cümlelerdi. Yanımdan gitmeden benimle sessizliği paylaştığı için içten içe memnundum. Konuşmak istemiyordum evet, fakat bu yalnız kalmak istediğim anlamına gelmiyordu.

Bir gözüm hep ilerideki buğulu camlara sahip kapıdaydı. Üzerinde kocaman harflerle ameliyathane yazan yere, her an annem oradan çıkacakmış gibi dikkatle bakıyordum. Etraftakilerde ara ara hareketlilikler oluyordu. Bunun, Ümit Taşer’in aranıyor olmasıyla bağlantılı olduğunu ve Kadir amcadan gelen haberlerin hararetli konuşmalara sebep olduğunu biliyordum. Önceliğim annem olduğundan hiç bulaşmamıştım o diyaloglara.

Nilperi abla ve Uras abi en başından beri buradalardı, haberi aldığımda onların yanındaydım zaten. Mert abi de daha sonra gelmişti, Oktay abi de kendi çalıştığı hastaneden çıkabildiği kadar erken ayrılıp yanımıza gelmişti. O olmasaydı içeriden bu kadar net bilgiler alamayabilirdik belki de. Gülin’i buraya getirmeyip evde bırakmıştık. Babaannesi yanındaydı, Yasemin teyzenin Nilperi ablayı sık sık arayıp bir gelişme var mı diye sorduğunu duymuştum çokça.

Yalnız hissetmemeliydim bu sahnede. Etrafta dört dönen birden fazla insan vardı. Ama o kadar yalnız hissediyordum ki daha önce hissettiklerim bunun yanında hiçbir şeydi.

“Su vereyim mi sana da biraz Lal?” Elindeki şişeyi bana uzatan Oktay abiye doğru başımı kaldırdım. İtiraz etmeden elindeki şişeyi aldığımda dudakları hafifçe kıvrıldı. Oturduğum yerin hemen yanındaki sandalyeye yerleştiğinde başım dizlerinin hizasındaydı.

“Ne zaman bitecek sence ameliyat?” diye sordum burada bu soruyu sormanın en mantıklı olacağı kişiye.

“Belki birkaç dakika sonra, belki de birkaç saat… Kesin bir şey söylemem hiç kolay değil.”

Herkesin pür dikkat bizi dinlediğinin farkındaydım yine de onlara bakmaya gerek duymadım. “Şimdiye kadar bitmedi ya hani…” dedim sesim gittikçe kısılırken. Aklımda dönüp duran sorularımı dökmek için onu seçmiştim. “Bu iyi bir şey değil mi? Ona bir şey olmadı, dayanıyor yani…” cümlem bitemeden burnum sızlamaya başlamıştı.

“Dayanıyor tabii abicim, dayanmaya da devam edecek. En çok senin için dayanacak.”

Doktor oluşuna tutunarak söylediklerine tüm kalbimle inanmaya zorladım kendimi. Diğerleri belki beni avutmak için konuşuyordu ama o biliyordu sonuçta böyle bir durumun nasıl sonuçlanacağını… Bana boş umutlar vermezdi değil mi?

Bedenimi dik tutmaktan yorulduğumda sağa doğru atılarak yanağımı Oktay abinin dizinin biraz üstüne yasladım. Biraz önce bir yudum alabildiğim su şişemi yere bıraktıktan sonra sol elimi de Tuna’ya uzatmıştım. Parmaklarını parmaklarıma dolamakta hiç gecikmedi, elimi sıkıca tuttu.

“Saatlerdir gözün kimi arıyor biliyorum,” Oktay abinin bana doğru eğilerek sessizce konuşmasıyla gözlerimi gözlerine çevirdim. Sesli olarak dile getirmesem de bunun dışarıdan fark edilebilmiş olmasına çok da şaşırmamıştım. “Ama o da kendine gelmeye çalışıyor, senin yanına gelmek için güç toplamaya çalışıyor. Senden daha beter duruyorken sana iyi gelmeyeceğini söylemese de biz anladık.”

“Ona kim iyi gelecek peki?” dedim yalnız olduğunu düşünüp sıkıntıyla kıpırdanırken. Kadir amcanın yanında olabileceğini düşünmüştüm, ama Oktay abinin söylediklerine bakılırsa yanılmaktan öteye gidememiştim. Buradaydı, sadece yakınımızda değildi.

Oktay abi sessiz kaldığında iç çektim. Yorgunluğum fiziksel değil, ruhsaldı ve bu ilk seçenekten kesinlikle daha can yakıcıydı. “Nerede olduğunu biliyorsan yanına gidip Lal seni çağırıyor der misin?”

“Derim ama…” devamını getirmesine izin vermeden yavaşça başımı dizinden kaldırdım. “Sen sadece bunu söyle, o gelir.” dedim. Geleceğinden kendi adımdan daha emindim.

Onun yanına ben de gidebilirdim ancak anneme ne kadar yakın olursam o kadar iyiydi. Uzaklaşmak istemiyordum. Hem burada olması anneme de iyi gelirdi, belki onu hissederdi.

Oktay abi ayaklandığında herkesin dikkati bize çevrildi. “Nereye?” diye soran Uras abiydi.

“Geliyorum birazdan,” diyerek tam açıklamadan koridorda gözden kayboldu. Konuştuklarımızı duyabilen tek kişi Tuna olmuştu. Elimi tutuşunun sıkılaşmasından anladığım kadarıyla fikrimi mantıklı bulmuş gibiydi.

Birkaç dakika gelip geçerken suyumu bitirmiştim. Bakışlarım ise koridorun diğer ucundaydı.

Oktay abiyi gördüğümde, bir adım arkasından geliyor olan bedeni gördüğüme şaşırmamıştım. Dediğim gibi, biliyordum geleceğini.

Sabah gördüğüm, işe giderken giydiği takım elbisenin ceketi artık üzerinde değildi. Kırık beyaz gömleği ise her zaman olduğundan çok daha dağınık haldeydi. Yaklaştıkça ayrıntılar netleşmeye başlamıştı. Açılan iki düğmesi, kayan yakaları ve buruşmuş kumaşıyla gömlek çoktan dağılmıştı.

Asıl dağınık olanın ne olduğunu anlamam içinse hem biraz daha yaklaşmaları hem de bakışlarımın gövdesinden yüzüne doğru yol alması gerekmişti.

Yüzünde alışkın olduğum ifadelerinden hiçbiri yoktu. Aslına bakarsanız yüzünde bir ifade yoktu zaten. Mavi gözlerinin etrafına yerleşmiş kırmızılığın, rengindeki solukluğun dışında sanki öylesine bir gündeymiş gibi ifadesizdi. Başkalarının yanında giyindiği ciddi ifadesini takınmıştı.

Fakat daha önce Demir Özkan ile birkaç günden fazlasını geçiren herkesin açıkça görebileceği, hayatında yer etmiş olanların kolayca ayırt edebileceği hisler gözlerinde bekliyordu. Çoktan dolmuş, hatta belki taşmış ve bir daha dolmuş gibi yüklü duran mavileri üzerimde durduğunda aramızdaki mesafeyi bir iki adıma indirecek kadar yaklaşmışlardı bize.

Buraya geldiğimden beri onu hiç görmemiştim ve dediğim gibi bu, beni hastanede olmadığını düşünmeye itmişti. Şimdiyse karşımdaydı.

Onu gördüğümde, tıpkı Tuna’nın sesini duyduğumda olduğu gibi ağlamamı isteyen tarafımdan yükselen isyanlar artmıştı. Sanırım güvenli bölgemde hissetmek ağlama güdümü tetikliyordu. Tuna’ya bir şekilde karşı koyabilmiştim ama Demir Özkan konusunda ne denli başarılı olabileceğim tartışmaya açıktı.

“Biz bir hava alalım, getirdiğimiz sular da bitti onları da yenileriz.” Mert abinin ayaklanması ve peşinden diğerlerini de kaldırması hızlı gerçekleşmişti. Halen elini tutuyor olduğum Tuna haricinde herkes ayaktaydı şimdi. “Tuna sen de gel ablacım.” Nilperi ablanın ona doğru konuşmasıyla Tuna’nın bakışları bana ve ardından biraz ileride duruyor olan en büyük abisine döndü. Ne gördü ve bu onu yanımdan ayrılmaya nasıl ikna etti bilmiyorum ama elimi dudaklarına götürüp parmak boğumlarıma sıkı bir öpücük bıraktıktan sonra elimi bıraktı ve ayaklandı. “Birazdan geliriz gece güzeli.” dediğini duymuştum en son.

Olumlu bir mırıldanmayla ses çıkartarak tepki verdiğimde bir dakika bile geçmeden hepsi koridorun sonunda gözden kaybolmuşlardı. Sandalyelerden birine yerleşeceğini düşündüğüm adam ise hâlâ ayaktaydı. Bana yakın olan ikili sandalyenin hemen dibinde bekliyordu.

Göğsümü titrekçe havalandıran bir nefesi uzun uzun verirken gözlerimi ondan çekmemiştim. Yüzüme bakarken, yüzümde gördüklerinden hoşnut olmadığı açıktı. Az önce Oktay abinin oturduğu, yanımdaki sandalyeye yavaşça yerleştiğinde bacağında duran eline yapışmamak için kendimi kontrol etmeye çalıştım. Onda kalan son gücü de alıp kendime saklayacak kadar bencil davranmak istemiyordum.

“Yerde beklemek için mi çağırdın beni?” diye sordu. Sesini duyduğumda huysuzlanan bir bebek gibi ağlamaya başlamak istedim.

Başımı iki yana salladım. “Annemin yanına gel diye çağırdım.”

Çenesi kaskatıydı. “Annen burada değil Lal.” dediğinde kaşlarımı çattım. “Burada, gelecek birazdan.” Bu kez başını iki yana sallayan o oldu. Sinirle dolduğumda avuçlarımı bacağına yaslayarak güç alıp ayağa kalkmak için hareketlendim.

Şimdi ben ayakta, hemen önünde duruyordum. O ise uzun boyunun avantajıyla bana çok tepeden bakma fırsatı tanımasa da aşağımda kalmıştı. “Konuşsana!” dedim haykırır gibi. “Gelecek, evet desene!”

Onun her kelimesi benim için yemindi. Bugüne dek kurduğu hiçbir cümlenin yalan tarafıyla ya da gerçekleşmemesiyle karşılaşmamıştım. “Sen söylersen olur, annen iyi olacakmış desene,” dedim artık sesim ilk ana göre kısılmaya başlamışken.

Ona konuş deyip durmama rağmen konuşmasına fırsat tanımadan önce, boğazımda saatlerdir dışarıya çıkmayı bekleyen hıçkırıklar peş peşe dışarı dökülmeye başladıklarında tüm bedenim sarsılıyordu.

“Lütfen,” dedim bölük pörçük hecelerle. Birkaç kez bunu tekrarlamaya çalıştım. Gözlerimden hızla inen yaşlar yanaklarımı ıslatmış, çoktan boynuma doğru akmaya başlamışlardı.

“Gel buraya.” gibi bir şey fısıldadığını zar zor duyabildim. Önünde yarım yamalak ayakta kalabiliyor olan bedenimi sırtımın ortasından sıkıca tutarak sağ dizine doğru çektiğinde oraya oturur hale gelmiştim. Bacaklarım iki bacağının arasında kalmışken, tek dizinde oturuyordum. Sol kolum ona yaslıydı.

Temasıyla birlikte içim sökülüyormuş gibi ağlamaya başladım. Sağ kolumu kaldırıp boynuna sıkıca dolamıştım. Yüzüm kulağının biraz altına yaslıydı. Gözyaşlarım artık kendi boynuma değil onun boynuna akıyordu. Sırtımı bebek yatıştırır gibi sıvazlarken iç çekerek ağlamayı sürdürüyordum.

“Gitmesin annem.” dedim nefes nefese. “İzin verme gitmesine, n’olur.”

“Vermem.” dedi ihtiyacım olanı sonunda bana bahşederek. Net bir sesle, dümdüz söylediği bir kelime benim için kocaman bir umut ışığıydı. Boynuna daha sıkı tutundum. “Bizi bırakmasına izin vermem, kara böcek.”

Yere belli belirsiz basıyor olduğum ayaklarımı dizlerimin altından kavrayıp havalandırdı. Diğer bacağının üzerine doğru uzattığında artık yan bir biçimde tamamen kucağındaydım. Olduğum yerde küçülebilecekmiş gibi bedenine yaslandım.

Kocaman kollarını bana doladığı için amacıma ulaşmam kolaylaşmıştı. Kucağında kaybolmuş gibiydim. Bugün, annem beni aramadan bir iki saat önce Nilperi ablayla konuştuklarımız zihnime dolduğunda burnumu çektim.

“Biliyor musun eskiden Nilperi ablanın sana baba diyesi geliyormuş?”

“Öyle miymiş?” dedi. Ama bunu zaten bildiğinin farkındaydım. Onaylar bir mırıltı çıkarttım.

“İyi ki dememiş ama,” diye eklediğinde şaşkınca duraksadım. Ağlamam, iç çekişlerim… Hepsi durmuştu. “Baba denilmesini hak etmiyorum.”

Yüzümü boynunda sakladığım kuytudan ayırarak ıslak kirpiklerimin arasından bakışlarımı gözlerine diktim. “Bunu sen hak etmiyorsan, dünyadaki başka hiçbir adam da etmesin.” dedim dürüstçe. Gözlerimi kaçırmadan dikkatlice ona bakıyordum.

İkna olmuş gibi durmuyordu. Sanki aklında benim aklıma gelmeyen ve onu söylediklerime inanmaktan alıkoyan başka bir şeyler vardı.

“Koy kafanı yine oraya, dinlen biraz.” dediğinde bakışlarımdan ve cümlelerimden kaçmaya çabaladığını anlayabilmiştim. İstediğini yapmadım. “Çok iyi bir babasın ki sen,” dedim omuz silkerek. “Hem Nilperi abla için, hem de…” dedikten sonra dudaklarımı birbirine bastırarak aniden sustum. Yanlışlıkla zihnimi ve kalbimi fazla açmıştım.

Az önce istediği şeyi şimdi gerçekleştirerek yüzümü hızla boynuna bastırdım. Ondan, onu kullanarak saklanmaya çalışıyordum.

“Lal…” dedi sessizce. Bunu söyleyebilmesi birkaç saniyesini almıştı, duraksamış ve ardından konuşabilmişti. “Hem de ne?”

Sesimi çıkartmadan yüzümü olduğu yere daha çok bastırdım. Parmaklarımla da sıkıca yakasına tutunmuştum. “Hem de ne fıstığım?” diye mırıldandı. Sesi yorgun çıkmıştı ama yorgunluğun arkasında gizlenemeyecek kadar büyük bir merak ve heves var gibiydi.

Saçlarımın üzerini koklayarak öptü. Gömleğinin yakasına tutunan elimi tüy hafifliğinde dokunuşlarla sıvazlıyordu. “Biri için daha mı babayım yoksa ben?” diye açıkça sorduğunda panikledim.

“Tuna!” diye cevapladım aklıma gelen ilk seçeneği yalana çevirerek.

Burnundan kesik bir nefes verdi. Saçlarımın üzerinde sonlanan nefesinin ağırlığını hissetmiştim. “Tuna’nın baba demek istese kime diyeceğini ikimiz de biliyoruz kara böcek; o kişi ben değilim.”

Tuna’nın baba olarak rol vermek için birini seçmesi gerekse bunun Uras abi olacağını biliyordum. Onlara anne-baba demiyor olsa bile ablası ve eşi onun için ‘anne ve baba’ydılar. Tıpkı benim gibi Demir Özkan da bunu bildiğinden yalanım da basitçe sönmüş, değil yatsıya akşama kadar bile dayanmamıştı.

“Sus tamam,” dedim telaşla. “Yanlışlıkla yaptım, susalım.”

“Ne yaptın ki yanlışlıkla, kalbinin kapakları açıldı sadece. Bunda bir yanlışlık göremiyorum ben.”

Derin bir nefes aldım. “Kızmadın mı?”

“Lal?” derken asıl şimdi kızdım demiş gibiydi sesi. “Niye kızacağımı düşündün?”

“Garip gelir sana belki diye…”

“Sana baba gibi hissettirebilmek için haftalardır çırpınıyorken, bunu başardım diye garip mi gelecekmiş?”

“Ben babalar nasıl hissettirir bilmiyordum ki,” dedim üzerime çöken dinginlikle. Ama hissedince anlaşılıyormuş zaten, benim bir şey yapmama gerek yokmuş.”

Bedenimdeki kollarının sıkılaştığını hissederken ekledim. “Birine baba deme güdüsüyle dolmak için damarlarında onun kanını taşımaya ihtiyaç yokmuş, kalbine baba sıcaklığının sızması her şeye yetermiş.”

 

 

~

 

 

4 saat sonra

- Tuna

 

Elimdeki içi çayla dolu karton bardağı ablama uzatırken itiraz edeceğini belli eden bakışları yüzümde dolanmaya başlayınca ona fırsat vermeden araya girdim. “Kocanı başıma sarma benim, içsin demişti.”

Gözlerini hafifçe devirerek de olsa elimdeki bardağı aldığında ben de yanına oturdum.

Müge abla bizi büyük bir korkuyla baş başa bırakalı saatler geçmişti. Bizim evin salonunda telefon açıldığından itibaren peş peşe gelip geçen saatler hem çok hızlı hem de bir o kadar yavaş gibiydi. Apar topar alındığı ameliyatın uzun sürmesi, herkesi çok korkutmuştu. Üç saat önce, Oktay abimin ameliyat bitti haberini vermesine kadar geçen zamanda uzun süredir olmadığı kadar çok korkmuştum.

Onu tanıyalı çok bir zaman geçmemişti fakat bazı insanları kısacık bir süre tanısanız bile yıllara meydan okurlardı, benim için tıpkı kızı gibi kendisi de öyleydi.

Ameliyattan sonra hemen yoğun bakıma alınmıştı, bir süre durumunu orada takip edeceklerdi. Lal’in yoğun bakım kısmını duyunca korkuyla sızlanışını az önce olmuş gibi zihnimde yaşıyordum. Bunun bir prosedür olduğunu, ameliyattan sonra hemen uyanmasının ve normal odada olmasının mümkün olmadığını kabullendirmek için bolca dil dökmüştük.

Şimdi de herkes yavaş yavaş bir yerlere dağılmıştı. Lal, yoğun bakımın önünden ayrılmama yemini etmiş halde olduğundan Demir abimle birlikte oradaydı. En son yorgunluktan uyuyacak gibi bakıyordu, çoktan uyumuş olduğuna kalıbımı basabilirdim.

Mert abim ve Oktay abim şu an hastanede değillerdi. Bir şey olursa onlara haber vermemizi defalarca tekrarlayarak evlerine dönmüşlerdi. Biz de ablamla hastanenin içindeki kafedeydik. Yukarının havası boğuculaşmaya başladığında ve yoğun bakım katında kalabalık yapmamamız rica edilince ikimiz elenmiştik doğal olarak.

“Kötü bir gündü,” diye mırıldandı ablam. Kahve bardağını sağa sola çevirerek oynarken. “Daha da kötüleşebilirdi, ama en azından bizi sadece korkutmakla yetindi.”

Başımı salladım hafifçe. “Aksini hayal etmek bile istemiyorum.”

“Lal ve Müge’nin hayatlarının, bizim hayatımıza bu denli benziyor olması çok garip geliyor bazen. Sana da öyle oluyor değil mi?” diye sordu. Gözlerimi kapatıp açtım yavaşça. Onayladığımı belli etmiştim.

Lal sanki bunu hissetmiş ve âşık olmak için beni seçmiş gibiydi.

Masanın üzerinde duran telefonu titrediğinde ekranda Gülin’in babası yazısını gördüğüm için ister istemez güldüm. Bir ara ona küsüp telefondaki kalpli böcekli adını buna çevirmişti ve belli ki hâlâ değiştirmemişti.

“Efendim,” diyerek telefonu kulağına yasladı. “Kafedeyiz girişteki, yukarı çıkmadık.” dedikten sonra ‘tamam’ deyip telefonu kapattı.

“Ne oldu?” diye sordum. “Gelmiş, babam da geldi sanırım. Birlikteler.”

Kadir amcanın uğrayacağını biliyordum, bu yüzden bir şey demedim.

Birkaç dakika içinde, saatin neredeyse gece yarısına yaklaşmasından dolayı tek tük insan bulunan kafenin girişinde baba oğul belirdiler. Masaya yaklaştıklarında Uras abim oturmadan saçlarımı karıştırıp tam yanımdaki sandalyeyi çekmişti. Ablam ise ayaklanıp Kadir amcaya sarılmıştı.

“Gözlerin küçücük kalmış Nil, eve götürsün Uras seni de dinlen biraz kızım.” Geri çekildikten sonra ilk söylediği bu olurken ablam omuz silkti. Daha önce biz de aynısını söylemiştik ama ikna olmamıştı. Belki Kadir amca başarabilirdi.

“Lal’i de alabilirsek belki kabul ederdim baba,” dedi. Zeki bir kadındı, Lal’i buradan kıpırdatamayacağımızı biliyordu.

“Abin bırakmaz onu, kendi de gitmek istemez zaten.”

Uras abim cevapladığında ben de kafamı salladım. “İmkânı yok, uyurken eve götürmeyi başarsak da uyanınca çok üzülür.”

Kadir amca ve ablam da sandalyelere yerleştiler. “Neyse, şimdilik öyle olsun bakalım. Duruma göre hareket ederiz.”

“O pisliği buldular değil mi? Emniyette artık.” Ablam merakla sormuştu. “Buldular, kaçmaya da çalışmamış zaten.” derken Kadir amcanın büyük bir rahatsızlık duyduğu belliydi. “Eski karısının ve kızının yanına gitmiş, Müge’nin yanından ayrılır ayrılmaz. Yakalanacağını, bir daha da kurtulamayacağını biliyordu belli ki. Son kez onların yanına gitmiş yani.”

“Uzaktan duyan da o adamın birilerine sevgi duyabilecek biri olduğunu zannedecek, nasıl korkunç biri bu böyle?” Ablam sıkıntıyla yüzünü buruştururken bir yandan da konuşmuştu. Ben de tıpkı onun gibi hissediyordum.

“Birkan’la konuştum, ablasının da Güneş’in de eve polisler gelene dek hiçbir şeyden haberi olmamış. Onlar da şoktalar anladığım kadarıyla.” Uras abi konuştuğunda aklıma aniden Çınar geldi. Müge ablanın ölümden dönmesine sebep olan o canavarın Lal ile görüşmesine sebep oldukları günü hatırlayarak sinirle dolmuştum. Ya Lal’e de ciddi bir zarar vermiş olsaydı?

“Nasıl bir adam olduğunu bu kadar olaydan sonra anlayamayıp yeniden şans vermek onların tercihiydi, bazen tercihlerimizle sınanırız. Onların sınavı da bu. Lal’e ve Müge’ye inanmamayı seçtiler, gözlerini yumdular.”

Ablam masaya diktiği gözleriyle konuşurken aklı fazlasıyla dolu gibi duruyordu. Ben daha yüzündeki ifadeyi yeni okuyabilmişken, kocası çoktan analizini bitirmiş ve bedenini göğsüne doğru çekmişti. “Şimdi o piç hepsinin hayatından sonsuza kadar çıkıp gitti. Hepsi rahatça nefes alıp kendi hayatlarına odaklanacak, iyileşecekler.”

Bu hikâyede, birden fazla kişiyi suçlu bulmak doğru değildi. Tek bir suçlu vardı, o da Uras abimin dediği gibi bir daha kimsenin hayatına dokunamayacaktı. Şimdiye kadar sebep olduğu her şey bir anda ortadan kaybolmazdı elbette ama zamanla izleri silinecekti.

Bir süre hepimiz sessiz kaldık. Herkes düşünceliydi, saatler gelip geçmiş olsa da hissettirdikleri henüz tazeydi.

“Lal ve Demir’i de bir göreyim, sonra eve geçeyim ben artık. Yasemin de yerinde duramıyor, Gülin’i bir kenara koyup ‘sen bekle ben geliyorum babaannem’ diyecek gibi bir hali var.” Kadir amcanın söylediklerine kısaca güldük. Yasemin teyze sık sık ablamı arayıp durum güncellemesi almıştı ama buraya gelemediği için içi bir türlü rahat etmemişti.

“Ben de geleyim yukarıya,” dedim ve Kadir amca ayaklanırken sandalyemi geriye ittim. “Gel gel.”

Uras abinin göğsünde durgunca soluklanıyor olan ablama göz ucuyla baktım. “Giderken uğrarım tekrar yanınıza,” Kadir amca bunu söyledikten sonra birlikte asansöre yöneldik.

Bulunduğumuz kata gelmesi için tuşa dokundum. Kadir amca kolunu omuzuma atmıştı bu sırada. “Allah’tan elin ayağın düzgün de küçük Nil’i âşık etmişsin kendine. Yoksa nereden bulacaktık biz onları?”

Lal’in ailedeki genel takma adı buydu: küçük Nil.

Hem ablamın Uras abiyi buluşu gibi beni eliyle koymuşçasına bulmasından hem de benzer yaşlarda onun gibi birçok güçlüğe göğüs gerip savaşlar vermesinden dolayı kazandığı bu isim özellikle Kadir amca ve ara sıra da Mert abimin dilindeydi.

“Elin ayağın düzgün demeyeceksin Kadir amca, etkileyiciliğimden, yakışıklılığımdan düzgün bahseder misin rica etsem?” dedim alayla.

Sırıttı hemen. “Sen yakışıklı görmemişsin oğlum, bir ara hatırlat da gençlik fotoğraflarımı göstereyim sana.”

Ben de güldüm. “Hatırlatırım amcaların en mütevazısı, ne demek.”

Asansöre binip yoğun bakım katına vardığımızda abimlerin nerede olduğunu bildiğim için sol tarafa saptım. Kadir amca da hemen yanımdaydı.

Boş sayılabilecek geniş koridorun son kısmında, camlı kısmın hemen karşısındaki sandalyelerde duran bedenleri gördüğümde adımlarımı hızlandırdım. Müge ablanın yattığı yeri camın ardından görebiliyorduk, yüzünde ve vücudunda değişik şeyler bulunduğundan onu görmek biraz zor ve biraz da üzücü olsa da ameliyathanede hiçbir şeyden habersiz bekleyişimizden daha iyiydi bu durum.

“Sızmış birileri,” dedi Kadir amca abimin göğsünde gözleri kapalı dinlenen sevgilimi başıyla işaret ederek.

Demir abim bizi gördüğünde yalnızca başını hareket ettirebilmişti. Lal’i sıkıca tuttuğu için bedenini ve kollarını ona destek olarak kullanıyordu.

Kadir amca onun omuzunu dostça patpatladıktan sonra Lal’in saçını sevip karşıdaki sandalyeye yerleşti. Ben, abimlerin yanında ayakta kalmayı tercih etmiştim.

“Geçmiş olsun koçum, hepimize çok geçmiş olsun.” Kadir amca, abime bakarak çok yüksek tutmadığı sesiyle konuşurken derin bir nefes aldım.

“Sağ ol abi, henüz geçmedi ama geçecek. En kısa zamanda geçip gidecek.”

“İnşallah abim,” Kadir amca samimiyetle yanıtladı. Bakışlarımı masumca uyuyor olan Lal’e diktiğim için onların sadece seslerini duyuyordum. Melek gibi duran sevgilim varken iki koca adamı inceleyecek kadar saf değildim. Onları Yasemin teyzeyle Müge abla incelesinlerdi doya doya.

“Şu an düşünmek, ayrıntısını bilmek istemiyorum ama içim rahat etmiyor sormadan.” dedi abim. Devamında ne geleceğini az çok anlamıştık zaten. Bu yüzden Kadir amca devam etmesine gerek bırakmadı. “Emniyette, yakalandı. Bundan sonra çıkamayacağı deliğe tıkılmasına çok az kaldı. Sen sadece düşünmen gereken iki kişiyi düşün yeter, gerisi çoktan halloldu.”

Abimin biraz da olsa rahatlamış olmasını umdum. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim, bir daha da görmek istemezdim.

“Eyvallah abi.”

Gözleri kırpışmaya başlayan Lal’in uyanmanın eşiğindeki hareketlerini dikkatle seyrederken sesimi çıkartmadım. Kadir amca ve abim de susmuşlardı. Fakat ses çıkartanın Lal olması sessizliği bölmüştü.

“Baba,” diye mırıldandığında kaşlarım derince çatıldı. Lal’in bu kelimeyi huzurla zikrettiğine hiç şahit olmamıştım. Ya nefretle ya hüzünle anıyor ya da hiç söylemeden adını kullanıyordu o herifin. Şimdi, bu olaylar olmuşken neden mırıl mırıl ‘baba’ diyordu?

“Buradayım fıstığım, bir şey yok.” Abimin birkaç kelimeden ibaret cümlesinin ardından elimi hızla omuzuna bastırdım.

“Sana mı dedi onu?” dedim şok içindeyken.

Lal yarı uyanık yarı uykuda halde gözlerini araladığında henüz etrafı algılayamadığı belliydi. Tek yaptığı kafasını kaldırıp abimin varlığını kontrol ettikten sonra yeniden gözlerini kapatmak oldu. Bu kez göğsüne değil omuzuna yatmıştı.

Kadir amcanın gülümsediğini göz ucuyla görmüştüm. Bir tek ben mi şok olmuştum anasını satayım?

“Bana dedi, Tuna.”

Elimin tersini abartı bir oyunculukla alnıma yasladım. “Ne yani ben sevgilimin amcası mı oldum şimdi?”

Kadir amca kendini tutamayıp ufak çaplı bir kahkaha atarken ben dertli dertli abime bakıyordum. Abim de dudaklarını kıvırmıştı. Bugün onu gülümsetmeye yetecek tek gücün Lal olmasına şaşırmamıştım ama gücün kullanım şekline kesinlikle şaşkındım.

“Kötü mü olmuş?” dediğinde abimdeki bakışlarımı Lal’in yarım yamalak görebildiğim yüzüne çevirdim. “Şu görüntüye bakıp, kötü olmuş diyebilenin aklı yoktur abi. Çok güzel olmuş.” dedim toparlanmak için daha da gecikmeden.

Mis gibi olmuştu.

Hem Lal’in hem de abimin buna oldukça ihtiyaç duyduğunun etraflarındaki küçük insan topluluğu olarak gayet farkındaydık zaten. Sadece bugün gerçekleşmesi beni şaşırtmıştı biraz.

Abim Lal’in saçını öptü birkaç kez. Dudaklarımı büktüm. “Ben de öpeyim, çok canım çekti sen öyle şey edince.”

Yaklaşmaya çalıştığımda abim beni eliyle ittirdi. “Höst!”

“Ne höstü ya ne höstü? Sevgilimi öpeceğim.”

“Yo,” dedi dümdüz. “Öpmeyeceksin kızımı.”

“Abi!” dedim sinirim bozulmuş bir biçimde. Ne anlatıyordu bu adam şu an ya?

“Yıllardır kız abisi modunu açamıyor Uras resmiyete döktü işi diye, kız babası modu hayırlı olsun hepimize. Özellikle de sana sarı kafa.” Kadir amca hevesli hevesli konuşurken ben ağzım yarı açık kalakalmıştım.

Ne yani çocukken ettiğim ‘büyüyünce Uras abim olacağım ben’ naralarımın böyle gerçekleşesi mi tutmuştu gerçekten? Demir Özkan’ın kız kardeşine âşık olarak hayatının bir kısmını işkenceyle geçiren Uras Kalyoncu’dan sonra, kızına âşık olarak ortaya çıkan yeni hedef ben miydim?

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm