Aykırı Çiçek 52.Bölüm
52.BÖLÜM
“O halde sıra
sende güzel bebeğim, şimdi senin cezalarını kesmeye başlayacağız.”
Kıvırdığı dudaklarından kopan cümlesi, kopkoyu bir hal
almış olan irislerine de yansımış gibi bakışları derinleşti. Aldığım son nefes
boğazıma takılmışçasına bir ses çıkarttığımda şaşkınlığım, onun sözlerinden
doğan beklentilerimle harmanlanmıştı.
Üzerinde dengede kalmakta normal şartlarda asla sorun
yaşamadığım ince topuklularım, heyecanla titreyen bedenim yüzünden beni her an
yere düşürebilecek olan tuzaklara dönüşmüştü.
Bir adım bile mesafe bırakmadan tam önümde, üzerinde tek
bir kumaş parçası dahi bulunmadan dikiliyor olan Acar’a gözlerimde nasıl bir
yangınla baktığımdan tam olarak haberim olmasa da bakışlarımız kesiştiğinde
kısık bir küfür mırıldandığını duyabilmiştim.
Karnıma düzensiz aralıklarla sürtünen erkekliği, dahası
mümkünmüş gibi görünmese de sertleşmeye ve büyümeye devam ediyordu. “Ne
cezası?” diyerek koşarak buraya gelmişim gibi nefes nefese sorduğumda dudağımın
kenarına ıslak bir öpücük bıraktı. Dudakları oradan çekilir çekilmez çenemi
büyük avucunun içine alıp sıkıca tuttu.
Çenemi yukarıya doğru iterek boynumu gerdiğinde alttan
alttan ona bakıyordum. “Cevabını gayet iyi bildiğin sorular sormak hoşuna mı
gidiyor?”
Başparmağı çenemi usulca okşadığında bir elimi bileğine
uzatıp ona tutundum. Elinin gezinmesini istediğim bambaşka yerler varken ve bu
yerler ihtiyaçla sızlıyorken, beni çocuk oyalar gibi bekletmesi sınırlarımı
zorluyordu.
Tırnaklarımı bir nevi bileğine sapladığımda Acar
bakışlarını çok kısa bir an ellerimize çevirip yeniden bana döndü.
“Kelimelerini kullan Feris. Beden dilinden haftalardır uzağım, seni
anlayamıyorum böyle.”
Aylar da geçmiş olsa beni tek bir hareketimden
anlayabileceğini biliyordum. Gözlerimin içine ‘seni ezbere biliyorum’ der gibi
bakıyordu. Benimle bu kadar iyi oynayabilmesinin en büyük sebebi de buydu.
Bilmediği -ya da belki o sırada hesaba katmadığı- tek şey
ise içimde bir köşede bekleyen; ondan daha arsız ve şeytani düşüncelerle bezeli
bir Feris’in varlığıydı.
“Bensiz kalmaya tahammülün yok değil mi?” derken bundan
duyduğum zevki sesime yansıtmaktan çekinmemiştim. “Buz duvarlı bir adamın bana
böyle basitçe yenilmesi… Nasıl hissettiriyor Merih?”
Dişlerini birbirine bastırdığını, çenesinin kasılı
duruşundan anlamıştım. Bunun söylediklerime sinirlenmesiyle değil, cesaretimin
onu delirtmesiyle gerçekleştiğinden emindim.
“Ağzın çok iyi laf yapıyor zümrüt göz.” dediğinde
gözlerimi kıstım. Çenemde duran elini çekmeden diğer elini ensemden dümdüz bir
çizgiyi takip eder gibi sırtım boyunca hareketlendirdi. Parmak uçları tenimi
dangalar gibi belime kadar ulaştığında ürpertiyle bedenimi yay gibi germiştim.
Vücutlarımızın üst kısımları tamamen birbirlerine
yaslandığında büzüşüp sertleşen göğüs uçlarım onun gövdesine sürtündü. Dudaklarım
aralanıp kesik bir nefesi dışarıya bıraktığımda Acar bu halimden fazlasıyla
memnun duruyordu.
Eteğimin başladığı yere indirdiği eli bel çizgimde belli
belirsiz hareket edip dururken kalçamı oynatıp kasıklarımı da ona çarpmak için
büyük bir hevesle doluydum.
“Acar,” diyerek kedi gibi mırıldandığım adını onlarca
cümlenin yerine koymuştum. Sesimden akan beklenti kulaklarıma çarptığında
pişman olup olmama ikilemindeydim. Ona bu denli ihtiyaç duyduğumu bedenimin
göstermesi yetmiyormuş gibi bir de sesli olarak dile getirmek kalkanlarımı
indirmek, tüm kontrolü ellerine bırakmak demekti.
“Söyle güzel bebeğim.” Dudaklarını yanağıma sürterken
aynı anda konuşuyordu.
Sözcüklerimle olmasa da sesimle ona yalvarır gibi
konuştuğum halde hareketlenmemesi sabır bardağıma son damlayı da düşürmüş,
bardak taşmıştı.
Birbirine yaslı olan üst bedenlerimizin arasına bir
avucumu sızdırdığımda Acar ne yapacağımı sakince bekliyordu. Islak dudakları
yanağım ve dudaklarımın sınırları arasında mekik dokurken karnıma yaslanan erkekliğini
kasıklarına en yakın kısımdan kavradım.
Dokunuşumla birlikte, beni karşılamak ister gibi seğiren
uzunluğu parmaklarımı oldukları yerde kıpırdatarak okşadığımda Acar’ın dişleri
algılayamadığım bir hızla kulak mememe kapandı. Yumuşak eti çekiştirip bıraktıktan
sonra kulağımdan uzaklaşmadan konuştu. “Beni delirtmeye çalışmana gerek yok,
ben oraya çoktan vardım Feris. Ama şansını zorlamaya devam edersen bu işin
sonunda tek delirmiş olan ben olmayacağım.”
Gözlerim kontrolsüzce kapanır gibi geriye kaydığında
kulağımın dibinde yankılanan boğuk ve hırıltılı sesinin etkisindeydim. Reflekse
elimi sıkılaştırdığımda Acar belimi un ufak edecekmiş gibi sıktı. Etimin
ezilmesi canımı yaksa da acı o kadar geride kalmıştı ki tek tepkim
dudaklarımdan döktüğüm kısık inlemeden ibaret oldu.
Elimi hareket ettirmek ve onu sıvazlamak istediğimi fark
ettiğimde bunu yapmama engel olan kuruluk yüzünden anlamsızca bir şeyler
homurdandım. Elimi ondan çektiğimde Acar gözlerini gözlerime dikmişti.
Konuşmasına fırsat vermeden avucumu yüzüne doğru uzattım. Birkaç saniye öylece
bekledi. Avucumu dudaklarına yasladığımda gözlerinde tutuşan alevler
harlanmıştı.
Avuç içime bıraktığı birkaç ıslak öpücüğün ardından
dilini elimin içindeki çizgilerde hissettim. Avucumu diliyle talan ederken artık
ikisi de belime inmiş olan elleri hızla aşağı kaydılar. Eteğin bel kısmını
sertçe çekiştirdiğinde fermuarın patlayarak açılması saniyeler sürmüştü.
Gözlerini gözlerimden ayırmadan yaptıkları yerimde kıvranmama yol açıyordu.
Etek fermuar engeli ortadan kalkar kalkmaz aşağıya doğru
indiğinde tek hareketiyle kumaşın ayaklarıma düşüp orada toplanmasına yol açtı.
Altımda yalnızca siyah ince ipli külotum kalmıştı.
Çamaşırıma dokunmadan kalçamın iki lobunu avuçlarıyla
kavrayıp sertçe yoğurur gibi sıktığında görmesem de parmak izlerinin bedenime
kazındığından emindim.
Kalçamdaki sert hareketten hemen sonra elimi ağzından
çekerek duraksamadan yeniden erkekliğine sardım. Ağzının ıslaklığı avucumdayken
bu kez uzunluğunu baştan sona rahatça sıvazlayabiliyordum. Bir iki kez aynı
hareketi tekrarladığımda Acar avına saldıran bir yırtıcı gibi dudaklarıma
kapandı.
Neredeyse iki dudağım da ağzının içindeyken karşılık
vermekte güçlük çekiyordum. Bu, afallamama ve erkekliğindeki hareketimi
durdurmama yol açtığında kalçamın sağ tarafında hissettiğim sızlamayla gözlerim
irice açıldı.
Avucunu sertçe
kalçama geçirmişti.
Kalçamdaki sızının, zihnime acı olarak ilerlemek yerine
kasıklarıma uğrayıp beni yaktıktan sonra bütün bedenimi titretmesini
beklemiyordum. Acar, vurduğu yeri sertçe okşadığında emdiği dudaklarımı
bırakmamıştı.
Parmaklarım gevşekçe sarılı olsa da şu an onu sıvazlamayı
bırakmıştım. Dudaklarını yavaşça dudaklarımdan çekti. “Canını yak-…”
Duraksamamı tamamen yanlış anladığını fark ettiğimde bunu
devam ettirmesine fırsat tanımadan dudaklarına bu kez ben atıldım. Alt dudağını
ağzımda şeker varmış gibi emdiğimde burnundan keskin bir nefes verdi.
Yaptığı hareketin canımı yakmak yerine bana zevk
verdiğini anlamıştı.
Kalçamı kavrayıp beni havalandırdığında bacaklarımı belinde
çaprazlayıp ona tutunmakta gecikmedim. Öpüşmenin kontrolünü bana bırakmışken
ellerinin altındaki yumuşak etimi sertçe okşamaya devam ediyordu.
Beni kucağına alışının devamında sırtımın yatakla
buluşacağını zannederek kendimi buna hazırlasam da yatağa kendisi oturup beni
kucağında bıraktı. İki yana ayrılan bacaklarım, dizlerine yakın bir yere
yaslanan kalçalarımla üzerinde oturuyordum.
Kucağında olduğum için ondan uzunmuşum gibi öperken
başımı eğmem gerekmişti. Bu beni güldürdüğünde gülüşüm dudaklarının arasında
kayboldu.
“Neye sırıtıyorsun sen?” Boynumdan kavrayıp beni
kendinden azıcık uzaklaştırdıktan sonra sorduğu soruya başımı iki yana
sallayarak yanıtsız kaldım.
“Feris!” diyerek tekrarladığında bu kez sinirlenen taraf
bendim. Kendimi aniden bacaklarının üzerinde kaydırıp kasıklarımı ona
bastırdığımda dudaklarımızdan aynı anda zevk dolu sesler yükselmişti.
Kadınlığımdaki ıslaklık çamaşırın kapattığı küçük alanı
da belirgin hale getirdiği için aramızda hiçbir şey yokmuş gibi erkekliği bana
sürtündü. Dudaklarım aralık kaldığında peş peşe soluklandım. Biraz önce ayakta
duruyorken benimle uğraşıp durduğu sırada ve öncesinde de sevişeceğimiz
beklentisiyle çoktan hazır halde olan kadınlığım kalp gibi atıyordu.
Sızlamalarımı çok yakından hissedebildiğine dair bir
şüphem yoktu. Aleti bana yaslıydı, ıslaklığımı da sızımı da hissettiğinden
emindim.
Dişlerini göstererek şeytani bir tavırla sırıttığında
aralı duran dudaklarımı çenesine yasladım. Orayı yavaşça emdiğimde bir yandan
da belimi kıvırarak ona sürtünüyordum. Külotun ipi kadınlığımın içine doğru
baskı uyguladığında huzursuz bir mırıltıyla kıpırdandım.
“Merih…” İç çekerek adını söylediğimde dilim çenesine değdi.
“Sana mı ceza bana mı ceza, amına koyayım böyle işin
ben!” Acar’ın cümlesi bitmeden külotumu tek hamleyle yana iterek erkekliğini
girişime dayaması ağlar gibi inlememe sebep oldu. “Yavaşça otur bebeğim, al
sıcak kuytuna beni.”
Omuzlarına düşecekmişim gibi sıkı sıkıya tutunmuşken
içgüdülerimle verdiğim savaştan yenik çıkmış, onu dinlemek yerine kalçalarımı
aşağıya doğru sertçe indirerek erkekliğini aniden en derinime yollamıştım.
Hissettiklerimin yoğunluğuyla tiz bir çığlık atarak başımı öne doğru, boynuna
bıraktım.
Bir anda içime gömülmeyi beklemediğini, hırıltılı sesiyle
ettiği ağır küfürlerin peş peşe kulağıma dolmasıyla anlamıştım. Daha önce
hissetmediğim kadar derinimde duran erkekliği içimde büyüyormuş gibi kasılarak
duvarlarımı zorladığında kalçalarımı kıpırdattım. Acar bir elini oraya atıp
hareket etmeye başlamam için beni tuttuğunda yavaşça oturup kalkar gibi hareket
ettim.
Zevkle dolan gözlerimi sıkı sıkı kapatıp dişlerimi
boynuna geçirerek kendimi sıkarken bedenim ne istediğini benden daha iyi
bilerek hareketlerimi hızlandırmaya başladı. Acar iki kolunu da belime sarıp
beni tutarken arada kendisini içime vuruyor ve ulaşamayacağını düşündüğüm
derinlikteki noktalarıma kendini çarpıyordu.
Cesaret hapı yutma aşamasını çoktan geride bırakmışken
yüzümü boynundan çekerek gözlerine baktım. “Yine…” dedim beni anlamasını
umarak. Çok küçük bir parçam bunu istediğim için utanıp utanmamak arasında
arafta kalmıştı ama arsızlığımın onu takacağını sanmıyordum.
“Ne yin-…” diyerek anlamadığını belli edecekken
gözlerimdeki beklenti dolu ifadeyi son anda çözmüş gibi duraksadı. “Hassiktir,”
diye soluduğunda kalçamda yeniden az önceki sızıyı hissetmiştim.
Erkekliği içime çarptıkça, kalçalarım bacaklarına dokunup
geri kalktıkça çıkan sesler odayı doldurmuşken araya karışan şaplak sesi
kulaklarıma dolduğunda; bedenimde artık tükenen güçle üzerindeki hareketimi
hızlandırdım.
Yorulduğumu hantallaşan hareketlerimden anladığı
belliyken belimi sabit tutarak kendisini içime itmeye devam etti. Tepeye
tırmanışım bu hareketiyle hızlanırken geleceğimi anlamasını ister gibi
omuzlarını sıktım. Yüzüm kasılıp biraz sonra tamamen gevşerken içimden akan
sıcaklığın ona bulaştığının farkındaydım.
Birkaç kez daha içimde gidip geldikten sonra boynumu
ıslak bir şekilde öperken o da kendini bırakmış, içime akmıştı.
Çarpıntım varmış gibi hızlanan kalbim ve nefes nefese
kalmış halimle ona yaslanıp dinlenmek için hamle yaptığımda afallayacağım kadar
hızlı bir şekilde sırtım yatakla buluşmuş, bacaklarımın arasına giren Acar da
bedenini üzerime kapatmıştı.
Biraz önce yaşananların kısa bir fragmandan ibaret
olduğunu, dinlenmeye başlamamın öyle kolay gerçekleşmeyeceğini hem bedeni hem
de sözleriyle tescillerken derince yutkunmuştum.
“Kaçmak yok zümrüt göz, ben sana doyana kadar buradan bir yere kaçmak yok. Dua edelim ki
kalktığında bacakların sana ihanet etmesin ve halen kullanabileceğin halde
olsunlar.”
~
“Yavrum uyan artık, kaçıncı ‘5 dakika daha’ bu?”
Omuzumun okşanıyor olması beni uyandırmak yerine daha
derin bir uykuya sürüklüyordu. Acar sözleriyle beni uyandırmaya çalışıyorken
elleriyle tam tersini yapıyor ve yerimden kıpırdamamama davet çıkartıyordu.
“Azıcık daha uyuyalım, niye uyanıyoruz sabahın köründe
ya?” Yarı anlaşılır yarı anlamsız şekilde mırıldandıklarım bittiğinde
üzerimdeki örtüyü çekiştirerek iyice yatağa gömüldüm.
“İşe geç kalıyorsun, kovulacaksın bu gidişle.” diye dalga
geçtiğinde gözlerim kapalı olsa da kaşlarımı çattım. “Sen mi kovacaksın beni?”
Kolumun üzerinde yan bir şekilde uzanıyordum. Acar da
yatağın diğer tarafında oturur halde sırtını başlığa yaslamıştı. Bir eli
omuzumda gezinirken diğeri sinirimi bozmak istercesine yorganımı
çekiştiriyordu.
“Ben kovacağım tabii, patronunum sonuçta. Ne bu
sorumsuzluk?”
“Tamam,” dedim sorun değil der gibi. “Babam ve abim çok
sevinecek. Sen kov da orada başlayayım çalışm-…”
Cümlem bitmeden Acar eğilip yanağıma dişlerini geçirdiği
için cırlayarak geri çekilmeye çalıştım. “N’oluyo ya?”
“Bırakır mıyım kızım ben seni? Seni Yaman’a kaptıracak
göz var mı bende hiç? Bak bi’ bana, var mı?”
Beni lavaşa sarılı bir et parçasıymışım gibi yorganla
birlikte kendisine çevirdiğinde kafam kucağına düştü. “Çok bekler o abin seni
şirketine, benimsin.”
Saçlarımı alnımdan çekerken bir yandan da homur homur
homurdanıyordu. Asla babamı cümleye katmamasına içimden gülmekle yetindim.
Başlarda hiç takmıyormuş, çekinmiyormuş gibi davranarak hepimizi şaşkınlığa
uğratmış olsa da babamı tanıdıkça Acar da ona karşı bir nebze de olsa korku
taşımaya başlamıştı.
Amcam onların ilişkisine ‘deli deliyi görünce sopasını
saklarmış’ olarak yorum yapıyordu. Kendisine göre Acar, babamın otuzlu
yaşlarındaki haline fazlasıyla benziyordu çünkü.
“Benden önce abimle tanışsan sizden çok iyi bir senaryo çıkardı bence Acarcım, tam enemies to lovers içeriğisiniz bak.”
Hevesle ona baktığımda yüzünü buruşturdu. “Uykun açıldı
senin belli ki, kalk hadi.”
Oflayarak bacağına sarıldım. Yüzümü oraya gömerken
uyandığımdan beri kasıklarımda gezinen ağrıları yok saymaya devam ediyordum.
Acar sözlerinin öylesine söylenmemiş olduğunu ispatlamayı
görev edinerek artık parmaklarımı kıpırdatamayacağım hale gelene dek beni rahat
bırakmamıştı. Kendisinin bütün bu gücü nereden bulduğunu anlayamasam da
üzerimden tır geçmiş gibiydim.
“Kahvaltı yapalım, geç gelirsin ajansa istersen. Tek
yemek istemiyorum ama.”
Dizine bıraktığım elimi kavrayıp parmaklarımızın
birbirine dolanmasını sağladığında gülümsedim. Birini sevebilmenin sınırları
nerede son buluyordu bilmiyordum ama bu adama olan sevgimin o sınırları
zorluyor olduğundan emindim.
“Meyve yiyeceksek olur.” dedim şımarık bir tavırla. Sesli
bir şekilde güldüğünü duydum. Ardından eğilip saçlarımın üzerine sıkı bir
öpücük bıraktı. “Yeriz meyve canavarı, tamam. Kalk bakalım.”
Sırtımdan destekleyerek yatakta oturur hale gelmeme
yardım ettiğinde kasıklarıma sağlanan hafif sancıyla kendimi tutamayıp
sızlandım. Acar aniden bana döndüğünde hiçbir şey olmamış gibi sırıtsam da
çoktan yakalanmıştım.
“Ağrın mı var?”
“Yo,” dedim omuz silkerken.
“Feris!”
“Azıcık,” dedim uzatmayıp. Şimdi inansa ayağa kalktığımda
adım atamayınca yine şüphelenecekti zaten.
Sırtımı göğsüne doğru çekip sarılır gibi beni kendisine
yasladığında sıcaklığıyla kedi gibi göğsüne sindim. “Çok mu yordum seni?” diye
sorarken bir avucu karnımın alt tarafına yavaş bir şekilde masaj yapmaya
başlamıştı bile.
Cevap vermedim. Elinin bedenimi gevşetmesine
odaklanmıştım çoktan.
Çenesini omuzuma koyup ara ara şakağımı ve yanağımı
öperek kasıklarıma masaj yapmaya devam ederken yeniden uyumanın eşiğine
yaklaşmıştım. Beni sarsıp uyandıracağını düşünsem de bilincim yavaş yavaş
kaymaya başlarken ondan ne bir ses ne de hareket gelmemiş, uyumama açıkça izin
vermişti.
*
Acar,
kollarında uykuya çekilen bedenin haline gülümserken bir süre daha ellerini onu
rahat ettirmek için kullanmayı sürdürdü. Kendisini yatakmış gibi kullanıp derin
bir uykuya yelken açan sevgilisinin bu tavrına alışkındı.
İzgi uyanır
gibi bir şeyler mırıldandığında onu yatıştırmak için dudaklarını saçlarına
bastırdı. “Uyu güzelim, yok bir şey.”
Dakikalar
sonra İzgi’yi yastığına bırakmış, yorganı sıkıca üzerine sarıp üşümesine engel
olmuştu. Sabahın erken saatlerinde kapatmayı unuttuğu alarmıyla uyandığında
geri uyumak istese de uyuyamamıştı. İzgi onun aksine defalarca uykuya tekrar
dalabilmişken, kendisi saatlerdir uyanık haldeydi. Bu vaktin büyük bir
çoğunluğunu uyuyan sevgilisini izleyerek geçirmiş olduğu için uyanmaktan
şikâyetçi olduğu söylenemezdi.
Yatağı
sarsmamaya dikkat ederek ayaklarını yere basıp kalktıktan sonra İzgi’nin
boynuna hafif ama biraz uzun süren, kokusunu bolca içine çektiği bir öpücük
bırakıp odadan yavaşça ayrıldı.
Eşlik etmesi
için İzgi’yle bolca uğraşmış olsa da başaramadığı kahvaltıyı, tek başına olduğu
için bir iki lokma şeyle geçiştirdikten sonra bozulma ihtimali olan birkaç
kahvaltılığı dolaba kaldırdı. İzgi’nin kısa sürede uyanacağını sanmıyordu, bari
olan peynirlere olmasındı…
Salonda
bıraktığı telefonunun kısık sesi kulağına dolduğunda elindeki bardağı kenara
bırakıp oraya adımladı. Ekranda gördüğü isim ikizine aitti.
“Söyle Melih.”
“Sana da
günaydın canım ikizim, benim sesimi duydun ve günün aydınlandı evet biliyorum,
şımartma beni.” Melih’in abarta abarta uzattığı cümlelerine göz devirirken
koltuklardan birine yerleşti.
“Benim günüm
niye seninle aydınlansın anasını satayım, Çağla’yı ara ona anlat bunları.”
Melih bir süre
sessiz kalıp ardından memnuniyetsizce konuştu. “Aradım da açmadı.”
Acar sesli bir
şekilde güldü. “Yine mi küstürdün kızı?”
“Yok lan, ben
sen miyim birader ne küstüreceğim sevgilimi?”
“Melih!” Acar
dişlerinin arasından tıslar gibi konuşunca Melih sevimli olmasını umarak güldü.
“Şaka!”
“Şakanı siktirme
bana sabah sabah, niye aradın? Konuş, kapat sonra.”
“Odanda
göremedim seni, kargalar birkaç dakika önce kahvaltısını yapmışlar hem de.
Hayırdır niye geç kaldın?”
Her sabah
oldukça erken bir saatte kendisini ajansa atan ikizini odasında bulamayınca Melih
doğal olarak şaşırmıştı. Ona soracağı bir belgeyle kapıda boş boş kalakalınca
da Acar’ı aramıştı.
“Evdeyim, geç
gelirim. Hatta gelmeyedebilirim, bilmiyorum. Sorun olursa ararsın, Nisan’a
haber verdim zaten.”
Asistanını
sabah bilgilendirdiği için rahattı. Bugün önemli bir toplantı ya da görüşme
olmadığından ajansın kendisi olmadan bir gün idare edebileceğini düşünüyordu.
“Ha sen şuna
evdeyiz desene, İzgicim de gelmiyor o zaman. Size hayırlı günler diliyorum,
yengeye hürmetler.”
“O eki alıp
sana geri takmadan önce kapat Melih, boş yapma kardeşim. Hadi.”
Melih birkaç
şaka daha yapıp telefonu kapattıktan sonra Acar rahatça nefes vererek telefonu
kapatıp kenara koydu.
İkiziyle
ilgili hisleri oldukça garipti. Konuştuğunda onu boğası geliyordu, ama birkaç
dakika fazla yaşasın diye gerekirse canını hiç düşünmeden ortaya koyabilirdi
de.
Toprak ve
Rüzgar’ın, İzgi’ye olan tavırları aklına geldiğinde farklılığın üçüz
olmalarından mı yoksa aralarından birinin kız olmasından mı kaynaklı olduğundan
emin değildi. İkinci seçenek daha olası duruyordu gerçi. Rüzgar ve Toprak’ın,
İzgi yokken tıpkı Melih ve kendisi gibi birbirlerini bi’ bıçaklamadıklarının
kaldığına şahit olmuşluğu vardı.
Düşünceleriyle
kendi kendine zaman geçirirken telefonu bir kez daha çaldığında ekrandaki isim
bu kez sevgilisinin en büyük abisine aitti. Sabah sabah Yaman Göktürk’ün
kendisini hayırlı bir şey için aramayacağını haykıran mantığını susturmaya
çalışarak aramayı yanıtladı.
Dün akşam
burada kalacağını İzgi annesine haber vermişti, yani konunun İzgi’nin nerede
olduğu olmadığından emindi. Bu da merakını körüklüyordu.
“Alo?” diyerek
yanıtladığı telefondan gelen ses, tahminlerinin doğruluğunu kanıtlar gibi
sıkıntılıydı.
“Günaydın.”
diyerek normal başlamaya çalışan Yaman’a aynı şekilde karşılık verdiğinde
dayanamayıp devamında soru sordu. “Günaydın da hayırdır sabah sabah?”
“Pek hayır
değil Acar, bugün uygun olduğunda şirkete uğra demek için aradım. Öyle daha
rahat konuşuruz.”
Yaman, Acar’ın
bin soru daha soracağını bildiğinden telefonu hemen kapatınca Acar suratına
kapanan telefonla öylece kalmıştı. Dudaklarından dökülen küfrü engellemeyerek
devam ettirdiğinde bedenine yayılmaya başlayan gerginlik tanıdıktı.
“Burnumuz
boktan kurtulmuyor, sikeceğim böyle işi. Yine ne oluyor acaba?” Kendi kendine
söylenerek adımlarını salonun dışına yöneltti. Sakinleşebileceği tek yere,
İzgi’nin yanına uzandığında sırtüstü yatan kadının göğsüne küçük bir çocuk gibi
sokulup yanağını yasladı.
İzgi, onun
geldiğini uykusunun bir köşesinde de olsa hissedip elini saçlarına atarken Acar
kolunu sıkıca kızın bedenine sarmıştı. “Umarım bu kez konu sana sıçramadan
kapanabilecek kadar basittir zümrüt göz.” derken bu söylediğine kendisinin de
inanıyor olduğu söylenemezdi.
*
“Baba!” diye heyecanla seslenerek kendimi kollarının
arasına bıraktığımda babam beni sıkıca tuttu.
“Söyle can suyum.” derken sırtımı sıvazlıyordu.
“Ben geldim.” dedim ortada olan gerçeği görmüyormuş gibi.
Arkamdaki üç kişilik ekip güldüğünde onları duymazlıktan gelmiştim. “Hoş geldin
meleğim.”
Babam asla hevesimi kırmadan, dün sanki beni görmemiş
gibi heyecanlı davransam da bana ayak uydurarak konuştuğunda ona olan sevgim
kalbimden taşıp kollarımı bedenine daha sıkı dolamama yol açmıştı.
Odasındaki koltuğa benimle birlikte yerleştiğinde kapıda
duran amcam, Yaman abim ve beni buraya getiren sevgilimden oluşan üçlüye baktı.
“Ee, ne bekliyorsunuz?” derken kastettiğinin onların da oturması olduğunu
sanıyorken babam devam etti. “Uzayın odamdan, bekleme yapmayın.”
Abim alınmış gibi kalbini tutarken amcam yazıklar olsun der
gibi bakıyordu. Acar bana kaşla göz arasında sırıttığında babam daha da
hiddetlenerek bir kez daha hepsini odadan kovdu. Üçü de apar topar çıktığında
arkalarından kıkırdamıştım.
Sabah beni uyandırıp duran Acar, ben tekrar uyanınca
ajansa gitti sansam da gözlerimi açtığımda yanımda uzanıyor haldeydi. Şaşırsam
da sorgulamamıştım.
Bugün ajansa gitmeyeceğini söyleyince, ben uyurken o bir
daha acıktığından birlikte yeniden kahvaltı yapmıştık. Devamında ben evde
kalacağımızı ve belki atölyeye uğramak için zaman yaratabileceğimi düşünürken
babam beni arayıp şirkete çağırınca o da benimle gelmişti.
Hiç itiraz etmemesi, evde kalalım gibi olaylara girmemesi
ikinci şaşkınlığım olsa da bunu Acar’ın babama karşı gelmek istemediğine
yorarak bir şey dememiştim.
Acar’ın evinde bıraktığım kıyafetlerimden rahat bir
şeyler giyip hazırlandığımda yola koyulmuştuk. Biraz önce de gelmiştik. Abim ve
amcam katın girişinde bizi karşılarken hep beraber babamın odasına gelmiştik.
“Beni mi özlediniz Savaş Beycim?” diyerek ona sırnaştığımda
bir yandan da beni neden buraya çağırdığına dair meraklıydım.
“Ben seni hep özlüyorum babacım, yeni bir şey değil ki
bu.”
Sıcak tavaya düşmüş bir tereyağı parçası gibi erimeye
başladığımda ‘yiaa’ gibi bir sesin ardından babamı şapır şupur yanaklarından
öptüm.
Sırtını koltuğa yaslamış, beni de göğsüne doğru çekmişti.
Haftalar önce bu odada, aynı bu şekilde ona ilk baba dediğim, onları
kabullendiğim gün oturuyor olduğum aklıma çalındığında gülümsedim.
Her şey o kadar değişmişti ki… Ve hayatımdaki kötüye
meyilli tüm her şeye rağmen bu değişiklikler beni bir an olsun pişman etmeyen,
güzellikleriyle beni delirten değişimlerdi.
“Baba,” dedim ona bir şey söyleyeceğimi belli eden bir
tonla.
“Efendim Deniz?”
“Çok seviyorum ben seni.” dedim duygu dolu bir sesle.
“İyi ki benim babamsın.”
“Kurban olurum sana, niye doldurdun yeşillerini? Ben de
seni çok seviyorum meleğim.” Gözlerimin dolduğunu onun tepkisiyle fark edince
saklanmak ister gibi göğsüne gömdüm kafamı.
Böyle anlarda beni ziyaret etmekte gecikmeyen ‘keşke
ömrümün tamamını onlarla geçirseydim’ düşüncesini dışarı çıkartmamaya elimden
geldiğince dikkat ederek biraz kokusuyla sakinleşmeye çalıştım.
“Doğum gününün üzerinden 12 gün geçti, ama ben sana halen
hediyeni veremedim. Hediyen elime yeni ulaştı çünkü, ulaşır ulaşmaz da dedim ki
gelsin benim kızım da hemen vereyim hediyesini.”
Doğum günümde herkesten -Pamir’in dinozoru da dahildi-
hediye almıştım. Ama babam hiçbir harekette bulunmamıştı. Biraz garip gelse de
tabii ki üzerinde durmamıştım.
Şimdi duyduğum hediye lafından sonra heyecanla başımı
kaldırdığımda babam bu halime güldü. “Uzun süren bir hediye miydi? Kargodan mı
gelemedi?”
“Biraz uğraştırdı beni diyelim. Sen olmadan bu hediyeyi
halletmek beklediğimden zormuş, ama sürprizi buradaydı. Seninle yapamazdım.”
Anlamlandırmaya ve tahmin etmeye çalıştığım hediyem için her saniye daha da
meraklanırken odada etrafa baktım. Görünürde hiçbir kutu ya da poşet yoktu.
“Nerede hediyem?”
Babam ceketinin cebine uzandığında rahat hareket
edebilmesi için biraz geriye çekildim. Ona doğru dönük olacak şekilde oturup
bacaklarımı kendime doğru çektim.
Cebinden çıkan şeyin bir kutu olmasını beklerken bana
doğru uzattığı beyaz dikdörtgen şey bir karta benziyordu. Kaşlarım çatılırken
hızla elindeki kartı aldım. Kart dediğim şeyin bir kimlik olduğunu, bu kimliğin
benim kimliğim olduğunu fark etmem bir iki saniyeme mâl olmuştu.
“Kimliğim sende miydi?” dedim henüz elimdeki kimliği
incelemeye başlamamışken. Hediye diye bana kendi kimliğimi geri mi veriyordu?
“Bendeydi,” dedi sakince. “Biraz değişmesi gerekiyordu
kimliğinin, o yüzden birkaç haftalığına ödünç aldım senden.”
Cümlesinin ardından gözlerim hızla kimliğin üzerine
kaydı. İlk gördüğüm değişim ad kısmındaydı.
Feris İzgi yazmasına aşina olduğum boşluğun başına ilişen
beş harfi gördüğümde aniden bastıran bir yağmur gibi yanaklarım yaşlarla
ıslanmaya başladı. Deniz Feris İzgi…
Hikâyemi bilmeyen birine ‘niye üç isim koymuşlar, çok
saçma’ dedirtip kafasını karıştıracak kadar uzun duran ismime bakıp iç çektim.
Babam, Feris İzgi olmayı bırakmak istemediğimi biliyordu. Yirmi yıllık bir
alışkanlıktan, o isimlerle bana seslenen insanlardan aniden dönemeyeceğimi
biliyordu. bu inceliği düşünmüş olmasına artık şaşırmıyordum.
Savaş Göktürk’ten, konu benken beklemediğim bir incelik
yoktu. Hepsinin altına imzasını atıyor, üzerine koya koya ilerliyordu.
Gözlerim asıl değişmesi gereken iki yere indiğinde
gözyaşlarımın arasında kıkırdadım. Soyadı kısmında yazan Göktürk yazısına ve biraz altında yılı değişmese de ay ve günü
değişen doğum günüme hevesle baktım. 14.11.1999…
“Baba!” dedim hem sitem hem de hayranlık dolu bir sesle.
Sitemim aslında ona değil, bunlar için bu denli geç
kalmamıza sebep olan herkeseydi. Beni ailemden ayıran Bülent Göktürk’e, anne
baba olmayı bilmedikleri halde benden ailem olmadıkları gerçeğini saklayan
Levendoğlu çiftine, bu yalana ortak olan Koray’a ve ailesineydi sitemim.
Hepsine olan hislerim eşit değildi elbette. Ama erkenden
öğrenseydim, gerçek ailemi araştırıp belki de onlara daha önce ulaşmış
olabileceğim bir senaryoyu düşünmeden edemiyordum.
Bülent Göktürk,
benim için değil affedilmek, af dilemesine izin bile verilmeyecek biriydi. Bunu
hak ettiğine inanmıyordum, inanmamaya devam edecektim.
Levendoğlu
çiftine, söyleyecek bir şeyim yoktu. Biri toprağın altındayken,
diğeri de ona hastalıklı bir bağla bağlı olduğundan kendisini toprak altında
hissediyor olmalıydı halen. Karşılarına geçip bağıra bağıra hislerimi dökmek
istesem de bunun bir işe yaramayacağını da içten içe biliyordum. Unutmuş gibi
davranmak en kolayıydı bu yüzden.
Koray’a ve
ailesine de tek kırgınlığım benden sakladıkları gerçeklerin çok
sonra ortaya çıkmasıydı. Eğer gerçek ailemle olan hikâyemin böyle olduğunu
bilselerdi, bir an bile durmazlardı biliyordum. Bu yüzden onlara olan
kırgınlığım da gittikçe azalmış; artık neredeyse yok olmuştu.
Sesimde var olduğunu belirttiğim hayranlık ise tek bir
kişiye aitti: babama…
“Arkasına da bak hediyenin.” derken onun da sesinin
titriyor olduğunu duymuştum. Gözlerimi şimdilik ona çevirmemekte ısrarcı olup
kimliğime bakmayı sürdürdüm. Dediği gibi kimliği çevirdiğimde alt alta yazan
iki ismi gördüğümde dişlerimin tamamı gözükecek kadar büyük bir gülümseme
konmuştu dudaklarıma.
Anne ve baba adı kısımları da değişmiş, anne ve baba
sıfatından uzak o iki isim kimliğimden silinirken yerine annemin ve babamın
isimleri gelmişti.
Parmaklarımla Savaş ve Pınar yazana kısımları bastırırsam
silinecekmiş gibi yavaşça okşadığımda babam beni hızla göğsüne yatırdı. “Canımın
en içi,” diye mırıldandığını zar zor duyarken iç çeke çeke ağlamaya başlamıştım.
Her ne kadar artık iyiyim, sorun yok geçmişimden
kurtuldum diye kendimi avutsam da böyle anlarda o kadar büyük patlamalar
yaşıyordum ki zihnim ve kalbim benimle dalga geçer gibi ‘nah iyisin’ demeye
çalışıyorlardı.
Babam defalarca kez saçlarıma dudaklarını bastırdı,
sırtımı sevdi, kulağıma sakinleşeyim diye beni sevdiğini mırıldandı. Tüm
bunlara rağmen ağlayışımın kesilmesi ve kendime biraz olsun gelmem oldukça
fazla zaman almıştı.
Geriye sadece iç çekişlerim kaldığında gözlerimi babamın
gömleğine sildiğim için bana gülmüş, yaslandığım göğsü titremişti. “Peçete
vardı masada babam, alsa mıydık onu?”
“Gerek yok,” dedim önemsiz bir şeymiş gibi. Bu, babamın
daha çok gülmesine sebep oldu. “Öyle diyorsanız öyledir Deniz Hanım.”
Tamamen sakinleştiğimde bu kez gerçekten babamın
masasındaki peçeteleri kullanmış ve ağzımı burnumu temizleyip insanların benden
ürkmeyeceği bir hale bürünmeye çalışmıştım.
Odanın kapısı çalındığında babam bana baktı. Onay verip
vermemek için benim tepkime baktığını biraz geç de olsa anladığımda başımı
aşağı yukarı salladım.
“Gel!” diye seslendi. Ardından kapı açılmış ve içeri
Elif, yani babamın asistanı girmişti.
“Hoş geldiniz Deniz Hanım,” diyerek önce bana selam
verdiğinde gülümsedim. Biz girerken yerinde yoktu, burada olduğumu yeni
öğrenmişti bu nedenle. “Teşekkür ederim.” dedim samimi bir şekilde.
Bana gıcık asistan klişesi yaşatmadıkları için Elif’e ve
özellikle Nisan’a karşı büyük bir minnet duyuyordum. Onlarca sorunun arasında
son düşünmek isteyeceğim şey bunlar olurdu sanırım.
“Yarın için planlanan toplantıyla ilgili birkaç
değişiklik oldu Savaş Bey, son anda haberiniz olduğunda kızıyorsunuz diye
gelmek istedim.” Elif bunu söylerken, babamın kızdığı sahneleri zihninde
canlandırmış gibi kendi kendine gerilmişti.
Bana pamuk, iş konusunda ise betondan farksız olan babam
ona bir şeyler söylerken amcamın ‘Savaş-Acar’ benzetmesi bir kez daha somut
olarak kanıtlanmıştı.
Elif gerekli şeyleri söyleyip babamdan cevaplar aldıktan
sonra bana gülümseyerek odadan çıkacakken açılan kapıdan içeri doluşan kişiler
kızın feleğini şaşırtmıştı.
Acar ve amcam odaya damdan düşmüş gibi girerken Yaman
abim Elif’in çıkmasına fırsat tanıdı. “Geç Elif, geç.”
Elif, ne ara kızardığını anlayamadığım yanaklarıyla kısık
bir teşekkür mırıldanıp odadan çıktığında abim de içeri girip kapıyı örttü.
Sırtımın yarısı babamın göğsüne yaslıyken amcam 23
Nisan’da koltuğa oturma hevesiyle dolu çocuklar gibi babamın ofis sandalyesine
yerleşmişti. Abim ve Acar da masanın önündeki tekli deri koltuklara oturunca
herkes yerleşmiş oldu.
Amcamın yüzündeki abartı gülümseme, abimin düşünceli hali
ve Acar’ın garip durgunluğu birleştiğinde bir sorun olduğunu anlamam gecikmedi.
“Ne oluyor?” diye sorduğumda hepsi yerlerinde
kıpırdandılar. Sırtımın yaslı olduğu göğüs de aynı şekilde hareketlendiğinde
konudan babamın da haberinin olduğu kesinleşmişti.
Kimseden bir cevap gelmeyince kaşlarım çatılmakta
gecikmedi. “Ne oluyor dedim, duymadınız herhalde. Ne bu suratlarınız? Biriniz
gerginliğini gizlemek için sırıtıyor, diğeri düşüncelere boğulmuş, sonuncunuz
da duvar gibi hissiz…” Sırasıyla amcamı, abimi ve sevgilimi işaret ederek
kurduğum cümlelerin ardından kafamı çevirip babama baktım. “Ve sen de konuya
gayet hâkimsin ki hemen kaskatı kesildin…”
Hepsi birbirlerine bakıp duruyordu. Konuşma görevini
gözleriyle birbirlerine pasladıklarını anladığımda sinirle yerimde doğruldum.
En açık cevabı alacağım kişiye döndüm. Babama bakarak yeniden sordum. “Baba ne
oldu?”
Babam sertçe yutkundu. Gözlerini benden kaçırır gibi oldu
ama dayanamayıp yeniden, ondan çaldığım yeşillerime kendi yeşillerini dikti.
Dudaklarını araladığında dilinden dökülen isim vücudumun
elektrik yemiş gibi titremesine sebep oldu. “Bülent Göktürk,” dedi ve duraksadı. Ona baba dememesine takılmadım,
beni kendisinden koparanının o olduğunu öğrendiğinden beri; yani beni
bulduğundan beri onu baba olarak görmediğini biliyordum. “Ölmüş.” diyerek tamamladığı cümlesi tepkisizce beklediğim bir
dakikalık sürenin başlangıcıydı.
Birinin ölümüne üzülmemek, bir ölümü ifadesizce
karşılayabilmek bana yabancıydı.
Şeyda’nın öldüğünü duyduğumda, bunun beni diri diri
yakmayı bile göze almış birinin ölümü olmasına karşın içimde bir şeylerin
koptuğunu hissetmiştim. Hastalıklı zihninin esiri olan, belki de benim de
ölümüme sebep olacak olan biriydi. Buna rağmen onun ölüm haberinin canımı
yaktığını hissetmiştim.
Şimdi ise o an hissettiğim garipliği dahi
hissedemiyordum. Aldığım haberi o kadar olağan karşılamıştım ki tepki vermeye
tenezzül etmemiştim bile. Benden bir hiç uğruna yıllarımı çalan, çocukluğumu katleden
adamın ölümüne basit bir haber muamelesi yapmam anormal miydi?
Bilmiyordum.
Bülent Göktürk benim için hiç var olmamış biri gibiydi.
Bana saf kötülükten başka bir şeyi dokunmamışken, tek düşündüğüm onun kötü biri
olmak için doğduğuydu. Benim dünyamda insan olarak tanımladığım hiç kimse, içi
ne denli kararmış olursa olsun intikamını -ki
ortada intikam alınacak bir sebep bile yoktu- 3 yaşında bir çocuktan, öz
torunundan çıkartacak kadar gözünü karartamazdı. Ama o yapmıştı.
Aylardır ölüm döşeğinde olduğunu biliyordum. Babamların
benden haberi olmasını sağlayanın da, onun ölüme bile sığınamadığı için vicdan
yükünden kurtulmaya çabalayışından kaynaklandığını öğrenmiştim. Bu duyduğum en
saçma şeylerden biriydi, çünkü o adamda vicdanın var olduğunu düşünmek
aptallıktı.
Uzun bir süredir sessiz kaldığımı, tepkisizliğimin
odadaki dört adamı telaşlandırdığını fark etmem için gözlerimin önüne inen sis
bulutunun çekilmeye başlaması yeterli gelmişti.
“Deniz?” Babamın sorgular gibi çıkan sesi, bunun bana ilk
seslenişi olmadığını belli ediyordu. Öncekileri duyamayacak kadar kendi
düşüncelerimde boğulmuş olmalıydım. “Efendim baba?” dedim sırtıma giydiğim
sakinlik örtüsüyle.
“İyi misin can suyum? Bak bana bakayım.” İtiraz etmeden
yüzümü ona çevirdim. “İyiyim,” dedim. “İyi olmamamı gerektiren bir haber
değildi.”
Bu söylediğimin onun ve amcamın babasının ölümü hakkında
oluşu, bir an tereddüt ederek sırasıyla ikisine bakmama sebep oldu. Amcamın da
tıpkı babam gibi beni iyi olup olmadığımı anlamaya çalışan bakışlarını gördüğümde
daha rahat hissetmiştim.
Canlarının acıyıp acımadığını bilmem imkânsızdı, varsa
acılarına saygısızlık etmek istemiyordum. Bu, şu an için tek korkumdu.
“Avukatı seninle görüşmek istiyormuş.” Amcamın sesini
duyduğumda bu kez tepkisiz değildim. Şaşkınlığım bedenimi kaplarken mutlaka
yüzüme de yansımış olmalıydı.
“Neden?” diye sorduğumda amcam omuzlarını düşürdü.
“Bilmiyorum amcasının güzeli, öğrenemedim. Ama istemezsen görüşmezsin, böyle
bir zorunluluğun yok.”
Yine bir ikilemin ortasında, iki tarafa da eşit
mesafedeydim.
Gittiğim yönün bana ne getireceğini bilemiyorken, bu
seçimi neye göre yapmam gerektiğini nasıl bulacaktım?
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder