Düşten Farksız 48.Bölüm
48.BÖLÜM
- Timur’dan
Elimi yüzüne doğru uzattığımda işaret parmağıma
doğru çarpan ılık nefesin kıymeti, ona kavuştuğumdan beri benim için bir
şekilde hep hissedilebilir haldeydi. Fakat ilk kez o nefesin kıymetini böyle
bin kat artmış şekilde her zerremde hissediyordum.
Düzenli aralıklarla, arada derinleşip
arada kesik bir hal alsa da hiç tükenmeden o küçük nefesler şu anda benim de
nefes alabiliyor olmamın tek sebebiydi.
Uyanmasını delice istememe, mavilerini
açıp yüzümü izlemesi için her şeyimden vazgeçebilecek olmama rağmen
parmaklarımın yüzüne temas etmemesi için dikkat kesilmiştim. Nefesini öyle ara
ara kontrol ediyor değildim, elim yüzünden gerekmedikçe hiç çekilmiyordu.
Gözlerini açana dek onun nefes alıp almadığını kontrol etmek zorundaydım çünkü
aksi olursa delirirdim. Bir an bile aklım yerinde kalamazdı.
Saatler önce yaşadığım o bir dakikadan
uzun sürmeyen ama beni bir dakikadan çok daha uzun süre nefessiz bırakan andan
sonra ben bir şekilde kendimi Ahu’nun benimle olduğuna ikna etmek zorundaydım.
Gözümü kapatmamaya çalışıyor ama kısa bir
an pes ettiğimde dahi beni karşılayan görüntü yüzünden hiçbir şeyden
kaçamıyordum.
Adıyla o evi inletmeme, canımdan can
gidiyormuş gibi haykırmama neden olan görüntü ömrümdeki tüm kâbusların
birleşiminden daha kötüydü.
Soluk, bembeyaz kesilmiş bir yüz vardı o
görüntüde. Ahu’yu uzandığı yatakta gördüğüm an yüzünde bir gram renk
kalmamıştı. Dilim varmasa da aklım çoktan harekete geçmiş, bu görüntünün onun
nefessiz kalışıyla doğduğunu tekrarlamaya başlamıştı.
Uzandığı yerin yanında duran küçük
masadaki iğneler ise son umudumu soldurmuştu.
Yetişemedim
demiştim kendime hiç susmadan. Yetişememiştim. Onu
bulmuştum ancak bulduğumda beni karşılayan, son nefesini ben gelmeden vermiş
bir beden mi olmuştu?
Sol tarafta dizlerinin üstüne düşmüş,
aklında benden farklı bir şeyler dolaşmadığını bildiğim beden hareketsizce
dururken ben de ayakta ondan farksızdım. Belki tek farkım, aşağıdakilerin odaya
koşar adım gelmelerine sebep olacak şekilde dudaklarımdan döktüğüm
haykırışımdı.
Cesur bir adam olduğumu ve göğsümü gere
gere her savaşa girebileceğimi sanarak kendimi kandırdığım yılların ardından bu
konuda aldığım darbeler hep aynı yerdendi. Korkum hep kızımaydı. Yine öyle
olmuştu.
Ona doğru adım atacak kadar cesur
değildim. Olduğum yerde dünyam yıkılmış şekilde kalakalacak kadar korkaktım.
Kapıda ördüğüm duvar bedenim sarsılarak
itildiğinde yıkılmış, kendimi yere çöken bedene doğru kaymış halde bulmuştum.
Ahu’yu ilk gören kişi olan Pars’ın, benim, sesime doluşan Özgün, Özgür ve
Emre’nin aksine eve girmiş olduğunu bile bilmediğim bedendi yatağa doğru koşan.
Mayıs’tı.
Anın gerçekliğiyle sallandığımda gözlerim
yataktaydı, oradan hiç ayrılamıyordu bakışlarım.
Mayıs, ne yüzündeki solgunluğa ne de
kenarda duran iğnelere bir an olsun aldırmadan hızla Ahu’nun üstüne doğru
kapandığında arkasında dizili ondan belki üç kat büyük bedenler olarak
hareketsizdik.
Mayıs, Ahu’nun boynuna doğru yaslandıktan
sonra duvarlardan taşacak şekilde hıçkırmaya başlamıştı. Eğer bundan birkaç
saniye sonra konuşmasaydı, söyledikleri göğsümdeki yangına son anda müdahale
etmeseydi olduğum yerde geberip gideceğimden büyük ölçüde emindim.
“Sıcak,” demişti Mayıs şükreder gibi soluk
soluğa bir fısıltıyla. “Soğuk değil, sıcacık. Annem gibi değil, üşümüyor.”
Bu andan sonrası ise koca bir karmaşaydı.
Görünürde en cılızımız ancak görünemeyecek kadar derinlerde en güçlümüz olan
Mayıs sayesinde yerlerimize çivilenmiş olmaktan aynı anda sıyrılmıştık.
Ahu’nun yanına ilk koşanın kendim olduğunu
sanıyordum ancak bana eş şekilde herkesin yatağa doğru fırladığını çok sonra da
olsa fark edebilmiştim.
Aklı en hızlı yerine gelen, hastaneye
geldikten sonra öğrendiğim kadarıyla Korel’di. Ambulansın biz bunu düşünecek
kadar kendimize gelememişken sirenlerini duyurarak bahçeye gelişi onun
sayesindeydi.
Ahu’yu ambulansa taşırlarken ikinci bir
ambulans sesiyle kulaklarım çınladığında ne olduğunu anlayamadan afallamıştım.
Bu sesin nedeni ise -her ne kadar gerek olmadığını söyleyip ayaklanacak kadar
inatçı olsa da- bir elini göğsünden çekemediğini o an gördüğüm Mirza
Akdoğan’dı.
Kendisine müdahale etmek için yaklaşan
sağlık görevlilerine direnerek kapıları kapanmak üzere olan diğer ambulansa
doğru gitmeye çalışıyordu. Kalbinde bir ağrı yokken yaşına tezat şekilde o
görevlileri durdurabileceğinden emindim ancak belli etmese de ağrısı onu
durduracak kadar çoktu.
Hastaneye geldiğimizde öğrendiğimiz ‘kalp
spazmına’ rağmen babam, torunundan çok daha erken kendine gelmişti. Bunda
odasında durmak yerine yapılan müdahalenin ardından kendisini buraya, bizim
olduğumuz koridora atmak istemesi fazlaca etkiliydi.
Ahu’nun gözlerini aralama isteği ise
dedesinin tam aksiydi. Öyle derin, öyle aralıksız uyuyordu ki verilen serumlar
ve ilaçlarla az da olsa yerine gelen rengi dışında onu o yatakta gördüğüm
halinden farksızdı.
“Tekrar soralım doktora,” diyen Özgür’ü
duyduğumda bakışlarımı kızımdan çekmemiştim. Odanın diğer ucundaki pencerenin
altında, geniş sayılabilecek bir koltuk koyulmuştu. Odadan ayrılmadığı için
koltuk önceliği elbette babamındı. Onun yanında da Mayıs vardı. Mayıs’ın artık
dayanamayarak gözlerini uykuya kapattığı son iki saattir başını yasladığı yer
ise Özgür’ün omuzuydu. Yani üçü yan yana dizilmişlerdi.
Emre, evde bıraktığımız ve habersiz
kaldığı için çıldıran Cemre’nin yanına dönmüştü. Geri dönememe sebebi belliydi.
Cemre buraya gelmek için ısrar etmiş ve buna izin çıkmadığında da onu hapsetmiş
olmalıydı. Burası yeterince kalabalık olduğundan herkesin etrafta bekleyip
perişan olmasının bir anlamı yoktu.
İkna edilebilecek olanlar -Emre ve Korel
dışında kimse bu listeye dahil değildi- gitmiş, geriye göndermeyi denemenin
boşuna çabalamak olacağı isimler kalmıştı.
Koltukta oturuyor olan üçlünün dışında
odanın diğer köşesinde yere çökmüş, sırtı duvara dayalı şekilde oturuyor olan
bir diğer isim de Özgün’dü. Odaya bir sandalye getirebilir, hatta muhtemelen
koltuk taşıtabilirdi ancak umursamadan en köşeye sinmiş ve başını duvara
yaslamış halde bakışlarını yatağa doğru çevirmişti.
Ahu’nun gözlerini aralamayışı sürdükçe
doktorun ilk konuştuğumuzda söylediği olumlu şeylerin anlamı ortadan
kayboluyordu. İyi olduğunu, vücuduna enjekte edilen ilacın ona kalıcı bir zarar
vermediğini söylemiş ancak uyanma zamanını bir türlü söyleyememişti.
Canı sıkıldığında, üzgünken, kızgınken…
Her seferinde uykuya sığınan, bunu bir çeşit savunma mekanizması olarak
kullanan biri için böyle bir durumdan sonra bolca uyumak garip olmamalıydı. Ama
bunu onun özlemiyle; sesine ve bakışlarına olan yoksunluğuyla kavrulan
insanlara kabul ettirmek kolay değildi. Bunu kabul edemeyecekler listesinin
başında ben vardım.
O listenin ikinci sırası, hatta belki de
benimle paylaştığı birinci sırasında ise Pars vardı.
Ahu konusunda ona baştan beri güvenmiş,
güvenimden de hiçbir zaman şüpheye düşmemiştim. Yeni kanıtlara ihtiyacım yoktu.
Fakat eğer olsaydı o odanın kapısını araladığı andan sonraki her bir hareketi yeterli
kanıt olurdu benim için.
Benim içim Ahu diye çağlıyordu. Başka
hiçbir ses duyamıyordum ve tüm hareketlerim bu sebepten kaynaklanıyordu. Her
adımı bana eş, gözü bana çarpsa beni mi taklit ediyor diyebileceğim kadar çok
bendi saatlerdir.
Gözlerini hiçbir şekilde Ahu’dan
ayırmıyor, bulunabileceği kadar yakında bekliyordu. Onu olduğu yerden on kişi
uğraşsa kaldıramazmış gibi kayaya benzer halde oturuyordu tam karşımda. Ahu’nun
iki yanına bıraktığımız sandalyelerden bana ait olmayanı, onundu.
Ahu’nun serum takılı olan kolu benim
tarafımdaydı. Diğer kolu üzerindeki örtünün dışında, dışa bakacak şekilde
dümdüz uzatılmış haldeydi. Pars oraya oturduğundan beri parmaklarını onun avuç
içinde hareket ettiriyordu. Başta onu bir anda uyandıracakmış gibi buna
müdahale etmek istesem de karşımda öyle dalgın ve bitkin duruyordu ki dönüp
ağzımı açamamıştım.
Bir elinin parmakları Ahu’nun avucuna
şekiller çizer gibi oynuyorken diğer elinin parmakları da bileğine, nabzının
üstüne kapanmıştı. Bunun, benim burnundan sızan nefesleri kontrol edişimle aynı
amacı taşıdığı açıktı. Sorgulamam manasız olurdu.
Odaya ilk giren, Ahu’yu o halde cansızmış
gibi gören ikimizdik. Diğerleri geldiğinde Mayıs onların çok sınanmasına
müsaade vermeden harekete geçtiği için durum bir nebze de olsa daha hafifti.
“Dinleniyor,” dediğini duydum Özgün’ün.
Bu, Özgür’ün tekrar doktorla konuşma isteğine bir yanıttı. “Dinlendiğinde
uyanacak.”
Özgün konuştuktan sonra aradan sanıyorum
ki dakikalar geçip gitti.
“Kaç saat oldu?” diye mırıldandı Özgür.
Onu duysam da dönüp bakmadım. Ama dudaklarımı aralamıştım.
“Mayıs’ı götür artık eve, bize gidin. İki
büklüm kaldı, o da yorgun Özgür.” İtiraz edeceğini tahmin ederek devam ettim.
“Baba sen de,” dedim Ahu’nun dudakları ve burnu arasında kalan tenini hafifçe
okşayıp. “Ya Özgür’le bize git ya da Özgün seni eve bıraksın. Ahu uyandığında
hepiniz böyle mi karşısında duracaksınız?”
Bir süre odada sessizlik oldu. Hiçbirinin
gitmek istememesini, hatta Mayıs’ın gözleri aralı olsa tıpkı diğerleri gibi
direneceğini ve bunun nedenini anlıyordum. Yine de odaya doluşmamızın bir
anlamı yoktu. Doktorun söylediklerine göre Ahu uyandıktan sonra tekrar kontrol
edilecek ve bir sorun yoksa taburcu olacaktı.
Uyanmasına da -umuyorum ki- çok
kalmamıştı.
Benim yeterince yorgun oluşum mu yoksa
başka bir sebep mi bilmiyorum ama daha fazla direnmeden bir süre sonra odadan
çıktılar. Babam Özgün’ü de aldığına göre kendi evine gidiyordu ve bu nedenle
odada artık sadece üç kişiydik.
“Sen de geç şu koltuğa, kapat biraz
gözlerini.” dedim kısa bir an bakışlarımı Pars’ın yüzüne çevirip sonra yine
Ahu’ya dönerek. “Gözünde beyaz bir yer kalmamış.”
“Kendine bak sen,” dedi kısık bir sesle
sadece. Bu beni duraksatmıştı.
Yönlendirmeye çalıştığım, dinlensinler
diye uğraştığım herkesten beter haldeydim. Bunu unutmam garipti. Unutmayan tek
kişinin benden beter görünmesi ise daha garip…
Bu andan sonra Pars’a tekrar ağzımı açmaya
çabalamak yerine tamamen sessizleşmiş, tüm odağımı Ahu’ya ayırmıştım.
Benim sessizliğim ona da bulaşır ve sesini
duymam sanıyorken henüz on dakika bile olmadan konuştu.
“Abi,” demişti önce, odada onu benden
başka dinleyen biri var olmasa bile. Yanıt vermedim ama başım biraz kıpırdadı,
bakışlarım ona çevrildi. Onu en son bu halde, bu bitkinlikte gördüğümde saatler
önce kapısından çıktığımız evin bahçesindeydim yine. Aradan dokuz yıl geçmişti,
üstelik yaşananların aynı olmamasına şükretmeliydim belki de ama aklımın bir
köşesi benden annesini yaşatmam için yardım isteyen, yalvaran Pars’ı bin yıl da
geçse unutamayacak kadar bu anı kazımıştı hafızama.
“Bana küs uyanacak,” dedi kurduğu cümleden
iğreniyormuşçasına. “Gözlerini araladığında kırgın bakacak, ağzımı bile açamam.
Kırdım. Ne yapacağım ben?”
Bana soruyor olmaktan çok kendi kendisine
konuşuyordu sanki. Bahsettiği kırılmanın ne olduğunu günler önce, aslında tüm
bu kâbustan haberdar olduğum ilk an öğrenmiştim. Özgür, kızların neden yalnız
ve telefonsuz dışarıda olduğunu anlatırken ayrıntılar vermek zorundaydı;
vermişti de.
Normal bir anda öğrensem Pars’a
bileneceğim, Ahu’nun kalbini kırdığı için öfkeleneceğim bir olay öyle sıkı bir
düğümün içine karışmıştı ki aklımın ucundan dahi bu geçmemişti. Pars zaten
benim öfkemden çok daha büyük bir sınavla yüzleşmişti. Bu saatten sonra benim
ona daha büyük bir ceza verebilmem imkânsızdı.
“Yediğin boku temizleyeceksin,” dedim
sakince. “Cehennemin en kuytusuna da gitse peşinden koşup yetişeceğini adım
gibi bildiğimden güvendim ben sana, doğru mu yaptım? Gider miydin peşinden?”
Bakışlarını kaçırmadan gözlerimin içine
baktı. “Giderdim,” dedi yemin eder gibi. Şaşırmadım, abartı olduğunu
düşünmedim.
“Kızıma da öyle söyleme fırsatın vardı.
Gitmeyi düşündüğünü söylediğinde tepkin ‘ben de gelirim’ olabilirdi.”
“Giderim, nereye gitse peşinde olurum. Ben
onsuz kalabilir rolü bile yapamam artık, o eşiği geçtim. Sadece… Sadece o an
gitmek istiyor, arkada kalacak olmam gözüne bile görünmüyor sandım.” derken
saatlerdir parmaklarını kıpırdattığı avucu eliyle örttüğünü gördüm göz ucuyla.
Parmaklarını Ahu’nun hareketsiz parmaklarına sarmıştı.
“Aptal bir adam değildin sen aslında,”
dedim hayret eder gibi.
Başını iki yana salladı. “Değildim,” dedi
onaylar gibi. “Kızın aptal etti beni, bana tanıdık olmayan her hissi kucak
kucak bağışlayıp içimi doldurup taşırırken o aptal etti beni.”
“Etmese miydi?”
Kaşları çatıldı. “Sordun mu bunu
gerçekten? Beklediğini bile unuttuğun bir umut ışığına aniden kavuşmak ne demek
biliyor musun?”
Dudaklarım ufak, belirsiz bir kıvrımla
hareketlendi. Ne dediğini kendisi de sustuktan biraz sonra fark edebilmişti.
Kaşları eski halini aldı. “Biliyorsun,” dedi yorgunca. “En çok sen biliyorsun.”
“Bahsettiğin umut ışığı o kadar kuvvetli
ki ikimiz de hiç olmadığımız kadar aydınlıktayız, Pars. O ışığın hiç sönmemesi
gerek, anlıyorsun değil mi aslanım?”
Anladığını belli etmek için bir şeyler söylemedi,
buna ihtiyaç da yoktu. Sessizliği, bakışlarını bende daha fazla tutmadan
Ahu’nun yüzüne doğru çevirişi… Bunlar gayet yeterliydi.
Aradan belki on belki de çok daha fazla
dakika geçip gitti. Ne ben kıpırdadım ne de Pars. Sonrasında hareketlenmemize
sebep olan, en beklenmeyen anda kıpırdamaya başlayan Ahu’ydu.
Omuzları gerildi. Pür dikkat ona
bakıyorken bu küçük hareketi kaçırmamız mümkün değildi. Pars’ın sandalyeden
fırlayacak gibi öne doğru geldiğini ona bakmasam da gördüm. Bense bir anlığına
şükreder gibi başımı geriye doğru atmış, yukarı baktığım birkaç saniyenin
ardından gözlerimi sıkıca kapatıp açmıştım.
“Ahu?” diye seslendim başımı yeniden ona
eğer eğmez. Yanında olduğumu anlasın, gözlerini güvende olacağı bir yere
aralayacağını bilsin istemiştim. “Uyan bebeğim, uyan babasının bebeği.
Buradayım.”
Pars sessizdi. Ahu uyandığında kendisine
nasıl bir tepki verecek diye yaşadığı karmaşa onu susturmuşa benziyordu.
Nefesini kontrol etmek için yüzüne yakın
tuttuğum elimi bu kez alnına doğru yaklaştırdım. Saçlarını geriye doğru nazikçe
bastırıp okşarken başparmağım alnında geziniyordu.
Sertçe yutkunmayı dener gibi başı geriye
doğru gerildi. Kirpikleri birbirlerine çarpmaya, saatlerdir örtülü olan
gözkapakları titremeye başlamıştı. Mavilerini göstereceği ilk anı kaçırmamak
için bakışlarımı yüzüne dikmiştim.
Saniyeler sonra gözleri aralandı. Zorla,
kirpikleri birbirine yapışmış gibi güç bela açmıştı gözlerini. Bakışları
kısıktı, görmek için can attığım maviler o capcanlı açık tonda değil; solgun ve
soğuk bir haldeydiler.
Baktığı ilk yer yatış şekli nedeniyle
odanın tavanıydı. Nerede olduğunu anlamasına yetmediğinden olacak ki göğsü
şiddetle şişti, kendini kasıyordu.
“Ahu,” dedim aceleyle. “Geçti, geçti
babam. Bak bana, korkacak bir şey kalmadı. Bitti.”
Sesimi duyduğunda dudakları titrer gibi
oldu. Tereddütle, o tereddüdü açıkça göstere göstere büyük bir yavaşlıkla
bakışları bana çevrildi. Yanaklarına sağanak bir yağıştan farksız şekilde
inmeye başlayan yaşları silmeye girişmedim. Ağlamamasını söylemedim. Sadece
gözlerinin içine baktım.
Gerçekten burada olduğumu görsün,
hissetsin, bir yere kaybolmadığımdan emin olsun istedim.
“Baba,” diye mırıldanırken iki eş ve basit
heceyi zar zor dökebilmişti pürüzlü sesiyle. “Ölsün canına baban,” diye
fısıldadım dayanamayıp yüzüne doğru eğilirken. Islanan yanaklarından, alnından,
burnunun üstünden peş peşe öpücükler çaldım. “Söyle babasının bebeği.”
Bir şey söylemedi. Aslında bakışları çok
şey söyledi, sadece dudakları hiç kıpırdamadı.
Onu anladım.
Bakışlarından, hiçbir şey söylemesine
gerek kalmadan anladım.
Hayatıma dahil olduğu ilk zamanlarda onu,
o konuşmadan anlayamamak benim için her seferinde cehennemdi. Kanımdan olanı
tanıyamıyordum. Onu anlamak için kelimelere ihtiyaç duyuyor, yoldan geçen biri
kadar anlayabiliyordum.
Artık öyle değildi.
“Güvendesin,” dedim yemin eder gibi.
Günlerdir onu bulamayan, acı çekmesine engel olamayan bir adamın yeminine ne
kadar inanırdı bilmiyordum ama yemindi bu.
~
- Pars’tan
“Görünürde hiçbir sorun yok, olağandışı
bir durum olursa mutlaka tekrar hastaneye uğrayın. Şu an eve çıkmanızda bir
engel yok. Geçmiş olsun.”
Sıraladığı cümlelerin ardından odadan
yanındaki diğer görevliler eşliğinde çıkan doktorun arkasından kapı
kapandığında odada bizden başka kimse kalmamıştı.
Az önce teninden ayrılan serum kablosunun
yerine parmaklarını sürten, dikkati kendi kolunda olan Ahu’ya bakarken
dalgındım.
O uyanmadan önce olduğum kadar dalgındım.
Uzun bir süre daha öyle kalacaktım, şüphem yoktu.
Gözlerini açtığından beri bakışları bana
hiç çarpmamıştı. Bunu ilk başta bir küslük olarak yorumlasam da Ahu konuştukça
durum benim sandığımın dışında bir yere evrilmişti.
Nerede olduğundan dahi haberi olmayan bir
bebek gibiydi.
Uyandıktan sonra onunla konuşan Timur
abiye birkaç kez baba diye seslenmiş, duyduğu telkinlerin hiçbirini çok
kabullenmediği belli halde uzanmıştı yerinde. Sonra soruları başlamıştı.
En sık sorduğu isim Mayıs’tı. Nasıl
olduğunu soruyordu, nerede olduğunu soruyordu. Timur abinin en az üç dört kez
cevapladığı sorularını tekrarlıyor, arada isim değiştirip Özgür’ü ya da Özgün’ü
soruyordu.
İyi olduklarını, evde onu bekledikleri
duysa da inanamıyor gibiydi. Biraz bekledikten sonra yinelemesinin tek
açıklaması bu gibi gelmişti bana.
Ne sorularında ne de bakışlarının odağında
yer bulamamak ise benim cezamdı. Sonuna kadar hak ettiğim, çekerken canımı da
verecek olsam sesimi çıkartamayacağım cezam…
Daha fazla dayanamayıp odadan çıkmış,
doktora haber vermiş ve odaya çağırmıştım. Kısaca kontrol ettikten sonra eve
gidebileceğini söylemişti doktoru.
Şu an burada kalmamız için bir sebebimiz
kalmamıştı.
“Benim arabayı otoparkta bırakmış Özgün.
Uzak orası.”
Timur abiyi duyduğumda oturduğum yerden
kalktım direkt. “Kapıya getireyim ben, anahtarı ver.”
“Ben alırım arabayı, siz yavaş yavaş aşağıya
inin. Yetişirim.”
İtiraz edebileceğim bir saniye bile
bırakmadan, yatakta ayakları yere doğru sallanacak şekilde oturuyor hale gelen
Ahu’nun alnından öpüp odadan çıktığında sırtıyla bakıştığım bedenle tek başıma
kalmıştım.
Kapanan kapının ardından kısık bir sesle
‘baba’ diye seslenen Ahu’yu duyduğumda bir an bile beklemeden adımladım. Beni
görebileceği şekilde önüne doğru geçtim. Yalnız kalmadığını, korkmasına gerek
olmadığını görsün istemiştim.
Önünde ayakta durmam onun yüzümü görmek
için boynunu germesini gerektiriyordu. Canı acımasın diye yere çöktüğümde
dizleri göğüs hizamdaydı.
Birden ona temas edip korkutmak
istemediğimden dişlerimi sıka sıka da olsa kendimi tutarak, tıpkı uyandığından
beri ona kuvvetlice yapışmazken olduğu gibi direnerek bekledim.
“Arabayı getirecek, eve gideceğiz.”
Konuştuğum anda, sanki ben konuşana dek
orada olduğumdan asla haberi olmamış gibi bakışları panikle beni arayıp buldu.
Bu, korkunç bir farkındalık yaşatmıştı bana.
Gerçekten uyandığından beri benim odada
olduğumu görmemiş, daha doğrusu algılayamamıştı.
Ağzımı bile açmadığıma, varlığımı belli
etmeyişime içimden küfürler ederek kendimi paralarken dışarıdan sadece yalvarır
gibi ona bakan, önünde diz çökmüş bir adamdım.
“Ahu…” dedim kıyametim kopmuş, son çarem
oymuş gibi. Gibisi çoktu, öyleydi.
Yüzüme baktı. Yüzüme uzun uzun, içli içli
baktı. Bana kırgın bakışlar atma ihtimaline, öfkelenme ihtimaline, görmezden
gelmesine… Hepsine hazır olmaya çalışmıştım saatlerdir. Tamamen hazır olabilmem
mümkün değildi ama denemiştim. Aklıma gelenlerin tümüne hazırlıklı olmaya
çalışmıştım.
Ne kırgın baktı ne öfkeli ne de yokmuşum
gibi…
İki elini kaldırdı. Avuçları yüzüme sanki
kırılacak bir şeymişim gibi kapandı. Dudaklarını büktüğünde o kıvrıma gömülmeyi
diledim. Orada yok olup gitsem, ah etmezdim.
“Geçti,” dedi birden. Duraksadım. Benim
ona söylemem gerekeni o bana söylüyordu.
“Geçti,” dedim onu onaylar gibi.
Yanaklarımı sıkı sıkı tutuyor, gözlerime dikkatle bakıyordu.
“İyisin sen,” dedi sonra. “Canın acımıyor
artık, hiç yanmıyor.”
Yanaklarımdaki ellerine
hissettirebileceğim kadar belirgin şekilde kaskatı kesildim.
“Evet,” dedim yalana sığınarak. İyi
değildim, canım acıyor ve yanıyordu ama şu an ne yapmaya çalıştığını doğru
düzgün anlayamadığım için ona onay vermekten başka bir şey düşünememiştim.
“Seni çok seviyorum,” dediğinde iplerim
kopmuştu. Gözlerimin içine bakarak, beni bir şeylere inandırmak ister gibi
konuşmuştu.
Yüzümdeki ellerine aldırmadan bir an olsun
nefeslenmek ve onun derin bakışlarının hapsinde olmadan düşünebilmek için
yüzümü dizlerine doğru bastırdım. Yanaklarımdaki ellerinin düşmesini
umursamadan saçlarıma doladı parmaklarını. Saçlarımı okşadı sakince.
Boğuk bir ses çıkarttım dizlerine
kapanmışken.
“Ne anlattı sana?” diye mırıldandım
duyamayacağı kadar kısık ve boğuk bir sesle. Bu soruya kendi zihnimde
türettiğim yanıtlardan biri bile… Gerçek olmamalıydı.
~
“Tek
bir şeye odaklanıyor, geriye kalan her şeye gözünü kulağını örtüyor. Her şeye,
herkese yetişebilen o algısının binde biri bile kalmamış sanki.” Araba kullanıyor
ve bakışlarını yolda tutuyor olmasına rağmen sıkça geriye dönüp bakma ihtiyacı
hisseden Timur’du konuşan. Kendi kendine konuşmuş sayılırdı. Arabadaki diğer
iki kişi onu duyamayacak kadar dalgındı.
Despina’nın
sanki bir bebeği sarar gibi sardığı, sırtını göğsüne çekerek tuttuğu Pars ise
arka koltukta Timur’la benzer ancak bir yerde ayrılan düşünceler içerisindeydi.
Kendisine odada varlığını fark ettiği andan beri içi giderek bakan, sıkıca ona
tutunan Despina’nın kolları arasında olmaktan şikâyetçi değildi elbette. Aklını
bu denli kaçırmamıştı.
Pars’ı
endişelendiren, asla beklemediği bu tepkinin sebebiydi.
Timur’u
da hastaneden çıkışlarını gördüğü andan beri şaşırtan, arabayı kullanma işini
Pars’a vermeye çalışmaya bile girişmeden sürücü koltuğuna geçmesine yol açan
bizzat kızıydı. Despina küçük bir çocuğa bakarmış gibi Pars’ı izliyor, elini
sıkıca tutmuş halde ona yakın duruyordu. Timur arabaya binmeden önce Pars’a ‘ne
oluyor’ dercesine baktığında onun halinin kendisinden beter bir karmaşayı
andırdığını görünce ümidi kesmişti.
Araba
binanın otoparkına girdiğinde arabayı park eder etmez inen Timur, Despina’nın
olduğu taraftan kapıyı aralamıştı.
“Ahu’m,
evimize geldik bebeğim.”
Kızının
dikkatini çekmek için önce adıyla seslenmiş, ardından kafasını içeri doğru
uzatmıştı. Araba durduğunda yavaşça doğrulmaya niyetlenmiş olan Pars,
Despina’nın dikkati babasına kaydığında bunu daha rahatça yapabilmişti.
“Mayıs
burada mı?” diye arkadaşını sordu yine Despina. Timur bunun kaçıncı olduğunu
saymaktan vazgeçmişti. “Burada yavrum, yanına gideceğiz. Gel.”
Despina
kendisine uzanan eli tutup arabadan inerken az önce sıkı sıkıya kucakladığı
Pars’ın arabada olduğunun farkında bile değildi şimdi. Timur’un söyledikleri
doğruydu. Aynı anda çok fazla şeyi düşünemeyecek kadar yorgundu. Aklı sadece o
an görüp duyduğuna yetiyordu.
Asansöre
bindiklerinde Despina önde kalmış, arkasına da iki koca dağ gibi Timur ve Pars
geçmişlerdi. Timur kolunu uzatıp asansörü hareket ettirecek olan tuşa dokunmak
için hamle yapacak olduysa da Despina onu geçmişti.
On
altı sayısı yazılı yuvarlak tuşa basarak ışığının yanmasına ve kapıların
kapanmaya başlamasına neden olduğunda, omuzunda babasının bıraktığı bir
öpücüğün baskısını hissetmişti.
Asansör
hareket etmeyi bırakıp kapılarını açtığında dışarıya ilk adımı atan mantıken
Despina olmalıydı ancak o duraksamıştı. Omuzunun üstünden arkasına doğru bakıp
adım attığında arkasından gelmeyeceklermiş gibi şüpheyle iki adamı izlediğinde
Timur bir an bakışlarıyla afallasa da Pars daha hızlı toparlandı.
“İnelim
güzelim, birlikte. Gel.”
Sırtının
ortasına elini yaslayarak varlığını hissettirdiğinde Despina’yı kapanmak üzere
olan kapıdan geçmeye ikna etmiş sayılırdı. Timur gözlerini bir an sıkıca
kapatarak, kızının bu ürkek halinin cezasını kendine keserek bekledikten sonra
peşlerine düşmüştü.
“Basalım
zile, hangi abin daha hızlı koşarsa artık…” Pars’ın niyeti Despina’nın aklını
bir nebze de olsa dağıtmaktı. Tamamen başarısız oldu da denemezdi. Despina zile
basmak için elini kaldırmadan yorgunca onu süzmüştü ancak dudaklarından ‘Özgür’
ismi dökülmüştü.
“Seni
kovalaya kovalaya hızlandı tabii,” diyerek konuşmaya dahil olan Timur’a kimse
odaklanamadan kapı henüz zil sesi tam bitmeden pat diye açılmıştı.
Kapıyı
açan Özgün’dü. Despina tahmininde yanılmıştı.
Zil
sesi duyulur duyulmaz, hastaneden çıkıyor olduklarına dair mesajı aldığından
beri beklediği balkondan fırlamış ve kapıya ulaşmıştı.
Arkasında
beliren Özgür de yavaş sayılamazdı ama elini Mayıs’ın elinden ayırmaya niyeti
yoktu. Abisine yetişemeyişi bundandı. Uyandığından beri Mayıs’ı bir an olsun
gözünün önünden ayırmıyor, evin içinde bir yerde kaybolacakmış gibi tetikte
bekliyordu.
Özgün
kapıyı açıp karşısında duran bedeni gördüğünde önce kaskatı duran omuzlarını
gevşetmiş, birkaç saniye bile kaybetmeden hızla öne doğru uzanıp onu kollarının
arasına çekmişti.
Despina
kemikleri çatlayacakmış gibi sıkıca tutuluyor olmasına rağmen hiçbir
rahatsızlık belirtisi göstermeden Özgün’ün omuzunun altına doğru yanağını
yaslamıştı. Kollarını kaldıramayacak kadar bitkin hissediyordu, Özgün ikisinin
yerine de kollarını sarmıştı zaten.
Özgün
hiçbir şey söylemeden büyük bir sessizlikle sarılmayı sürdürürken tuttuğu
bedeni çoktan içeriye doğru yönlendirmişti.
Timur
ve Pars açılan boşluktan içeriye girdiklerinde evin kapısı kapanmıştı artık.
Pars,
şişmiş gözleriyle dalgın görünen ve Özgür’ün elinin esaretinde yerinde sallanan
kız kardeşine doğru yaklaştı. Onu buldukları andan sonra her şey o kadar üst
üste gelmişti ki bunca saat ne yapıp yapmadığını dahi hatırlamıyordu.
Kardeşine
sıkıca sarılmış mıydı mesela? Belki de sarılmıştı, hatırında değildi.
Yüzünü
Mayıs’ın başının üstüne yasladı. Kıvırcık saçların arasında kaybolarak
gizlenirken Mayıs’ın titreyerek kendisine sokulduğunu hissetmişti. İki kolunu
sıkıca omuzlarının altından doladı, onu sardı. “Abi,” diye sızlanan Mayıs’ı
duysa da ses çıkartamadı. Onu sakinleştirecek, iyi hissettirecek bir şeyler
bulamıyordu.
“Bana
da baban mı sarılsın çığırtkan? Kimse kalmadı.” Boğuk, yorgunluktan kısılan
sesiyle Despina’ya doğru gidip başını eğerek konuştuğunda Özgür’ü duyması
gereken belliydi ancak belki de bir tek o duymamıştı.
Dalgınlığı,
aklının gerçeklikten kopup durması artık Timur ve Pars dışında, Özgün ve Özgür
tarafından da öğrenilmişti böylece. “Despina..?” dedi Özgür bu kez.
Özgün
kollarındaki kızın tepkisizliğine şahit olduğu anda Timur’a bakmıştı. Onda
şaşkınlık yerine sancılı bir ifade gördüğünde ise derin bir nefes almaya
çalıştı. Başını çevirip Despina’nın saçlarının üstünden öptü bastırarak.
“Abisinin güzeli,” dedi kulağına doğru. “Özgür’ü duymuyor musun? Seni bırakasım
yok ama o da sarılacakmış sana.”
Despina,
Özgün’ün sesini duyduktan sonra başını kıpırdatarak çevirdi. Kendisine dikkatle
bakıyor olan Özgür’le karşılaştığında gözlerini kırpıştırdı birkaç kez. “Sarılabilirim,”
derken sesi çocuk gibi çıkınca Özgür onu kollarının arasına almadan önce içi
gidiyormuş gibi bakmıştı yüzüne.
“Sarılabilirsin
tabii, buradasın artık. Geldin.” Büyük ölçüde kendine hatırlatıyordu bunu ancak
bir şey belli etmedi. Sarılmak yetmemiş gibi bir elini kaldırıp Despina’nın
yanağını sevecekken atladığı detay kendisine pahalıya patlamıştı.
“Elin,”
diye sayıkladı Despina. Özgür’ün iki elinde duran beyaz sargılardan biri çoktan
çözülmüş olsa da diğer yara daha derindi. Sargıyı açmayı denediğinde eli her
hareket ettirişinde kan sızdırmaya başlamıştı. Pars’ın da çoktan çözdüğü
sargılar sayesinde eğer bu son sargı olmasa Despina’nın hiçbir şeyden haberi
olmayacaktı.
“Yok
bir şey abim, biraz kesildi elim. Sardık.”
Despina
çoktan panikle geriye doğru çekilmiş ve Özgür’ün sarılı elini sıkıca tutmuştu.
Sargının üzerini parmaklarıyla okşadığı sırada yaşanan hareketlilik Pars-Mayıs
ikilisini de onlara bakmaya itmişti.
“O
mu yaptı?” diye sordu Despina dehşetle. “Sana da mı zarar verdi?”
Gözlerini
irice açmış, bitkin halinden bir anda sıyrılmış gibi telaşla konuşan kızın
tepkisi keskin bir sessizlik yarattı. Söylediklerinin tercümesi ‘bana zarar
verdiği gibi sana da mı zarar verdi’ olmalıydı. En azından bir sonraki cümle
gelene kadar hepsinin düşündüğü buydu.
“Günlükteki
gibi,” demişti Despina. “Bıçak… Bıçakla mı yaptı? İzler kalacak.”
Acil
bir durumun ortasındaymışçasına, yardım ister gibi Pars’a çevirdi bakışlarını.
Sessiz sessiz ağlamaya başladığı an da bu an oldu. Yanaklarından iri iri
damlalar düşerken dudakları titriyordu.
Pars
hastaneyi hatırladı önce. Kendisini fark eder etmez şefkatle bakmıştı. Sonra
arabadaydılar. Despina kendisini bebeği gibi göğsüne yaslayıp saçlarını
sevmişti. Dokunuşlarından merhamet akıyordu. Kırgın olması, kızması gereken
adama bu sonsuz şefkati niyeydi?
Taşlar
az önce yerine tamamen oturmuştu.
“Kalmayacak,”
dedi Pars. “İz kalmayacak, kalmaz.”
Yalandı.
Öyle büyük bir yalandı ki… İshak Eraslan’ın bıraktığı her iz kalıcıydı Pars’ta.
Hepsini tek nefeste sayar, ezberden okurdu.
Despina
başını iki yana salladı. İtiraz eder gibiydi ama Pars ona fırsat vermedi.
“Mayıs’ı soruyordun,” dedi aklını karıştırmak için. “Çok sordun, bak burada.
Görmedin daha onu.”
Bir
durumdan diğerine geçtiğinde arkada bıraktığını şimdilik düşünmüyor olmasından
faydalanmıştı. Bunu onun iyiliği için yapıyordu.
Despina
gösterdiği yerde Mayıs’ı gördüğünde sarsak adımlarla ona ilerlemiş, sıkıca
boynuna dolanmıştı. Mayıs az önceki diyaloğun etkisinde olsa da Despina’dan
aşağı kalır yanı yoktu, aklı dağınıktı. Sarıldıklarında arkalarında kalan dört
adama bakmaya gerek duymamaları bundandı.
Baksalar…
Karşılarında dört koca enkazdan başka bir şey görmeyeceklerdi.
~
- Özgür’den
(itiraf edin… asla beklemiyordunuz :d)
“İçeriye bakayım ben,” diyerek kimsenin
bir şey söylemesine izin vermeden balkondan çıkarken amaçlarım arasında içeriye
bakmak elbette vardı ancak asıl amacım bundan oldukça farklıydı.
Herhangi bir aynayla göz göze geldiğim
anda kızarıklıklarını yeniden görüp sinirlerime dokunan gözlerim ben kendimi
sıktıkça daha çok sızlıyor, mümkünmüş gibi daha çok yanıyordu.
Neye öfkeleneceğimi, kime acıyacağımı
artık bilemez haldeydim. Her saat başka bir faciayı peşinde sürükleyip önüme
çıkarttıkça aklımı yitireceğim eşiğe kadar gelmiştim.
Adımlarım beni odama, balkondaki üçlüye
‘içeriye bakayım’ derken kastettiğim yere ulaştırdığında aralı bırakılmış
kapıyı elimden geldiğince yavaş iterek sessizce odaya girdim.
Yatağımın ortasında birbirlerine dönük,
sıkıca sarılı halde uzanan iki narin bedene kapıyı kapattıktan hemen sonra
olduğum yerden uzunca bakmıştım. Yerimden kıpırdamadan önce birbirlerine
sığınarak daldıkları uykuya uzaktan uzağa şahitlik etmiştim.
Üç gün öncesine kadar onları böyle sarmaş
dolaş uyurken görsem hallerine sırıtır, ikisini de uykularından ederek
sinirlendirirdim. Çünkü ben varken ne demekti birlikte uyumak?
Ama şimdi… Geçen günlerin getirdiği tüm
ağırlıkla hissedebildiğim tek şey yetersizlikti.
Timur abinin balkondayken anlattığı
kadarıyla Despina’nın hastanede gözlerini araladığından beri Mayıs’ı soruyor
oluşu, Mayıs’ın onu bulduğumuz anda bunu bir an bile umursamadan Despina için
geç kaldığımızı söyleyerek çıldırışı, birkaç saat önce birbirlerini görüp
sarıldıklarından beri yapışık ikizlerden farksız halde oluşları… Hepsi özünde
tek bir şeye işaret ediyordu.
Birbirlerine güveniyorlardı.
Birbirlerinden destek alıyorlardı. Birbirlerini hissetmeye ihtiyaçları vardı.
Bunun nedenini anlamak da zor değildi.
Göğsünü gere gere etrafta gezinen, gücü
her şeye yetecekmiş gibi konuşup duran onca adamdık ve eğer Mayıs o aramayı
yapmasaydı… Belki de herkese ve her şeye gerçek anlamda geç kalmış olacaktık.
Bir boka yaradığımız yoktu. Mayıs o evdeki
piçlerden birinin ortada bıraktığı eski telefonu bulup kullanarak, Despina ise
gücünün son kırıntısına kadar direnerek savaşmıştı. Hikâyenin diğer
tarafındakiler olarak etkisiz elemanlardan ibarettik.
Bakışlarım ikisinde olsa da aklım bölünmüş
durumdaydı. Onlar uyuduktan sonra balkonda maruz kaldığım konuşmalar pek iç
açıcı değildi, olmasını da beklemiyordum gerçi.
Pars, Despina benim elimdeki sargıya o
ağır tepkiyi verdiğinden beri sessizdi. Sessizliğinin kaynağını az çok
anlamıştım, anladığım kadarı bile korkunçtu. Diğer tarafta Timur abi hiç
durmadan bir şeyler düşünüp çözüm üretmeye çalışırken çıldırmış gibiydi.
Kendini öyle çok suçluyordu ki buna bir çare aramaktan bitap düşmüştü. Abimse
soğukkanlı kalmaya çalışamayacak kadar durgundu. Timur abiye bir şeyler söylese
de kendinde değildi.
Aralarındaki bu döngüde sıkışmak daha
fazla katlanamayacağım bir hal aldığında içeri kaçmıştım. Mayıs ve Despina’yı
kontrol edeceğimi söylemek en az dikkat çekecek olandı. Onlara sığınmıştım.
Yatağın yanına kadar yaklaştım. Adımlarım
yavaş ve sessizdi. Bulunduğum tarafta uzanıyor olan Despina’nın sırtı bana
dönüktü. Tepeden baktığım için ikisini de görebiliyordum.
Yüzlerindeki ifadelerin normal oluşundan,
bir kâbusla boğuşmadıklarından emin olabilmek için farkında olmadan üstlerine
doğru eğilmiştim. İkisinin de uykusunun bu eğilmeye bölünmeyecek kadar derin
olacağını düşünmek benim hatamdı.
Despina irkilerek gözlerini açtığında
yarattığı sarsıntı direkt olarak Mayıs’ı da uyandırmıştı.
Onlardan farksız bir telaşla geriye
çekildim. “Benim,” diyebildim sonra. “Bir şey yok, korkmayın.”
Mayıs bana rahatça bakabilecek konumdaydı.
Kısık gözleriyle beni süzdükten sonra yanağını yastığa daha sert bastırıp
nefeslendi. Onun iyi olduğunu gördüğümde omuzunun üstünden bana bakan kız
kardeşime döndüm. “Özür dilerim,” dedim bu kez beni görüyorken eğilip.
“Uyandırmak istemedim.”
Bana laf sokmaya çabalamasını, kızgın
kızgın bakmasını ya da en basitinden küskünce surat asmasını bekledim.
Bunlardan birinin yaşanması için, üç gün önce kendisini uyandırsam vereceği
tepkilerden birini vermesi için çaresizce bekledim.
Gözlerimin içine sakince bakmakla yetindi.
“Önemli değil,” dedi sadece.
‘Önemli’ diye bağırarak ortalığı birbirine
katmak, her şeyi yakıp yıkmak istiyordum. Onlara dair her şey önemliydi. Benim
için ikisinden daha önemli ya da öncelikli olabilecek bir şey yoktu.
“Buraya üçümüz sığar mıyız?” diye sorarken
aslında alacağım cevaptan tedirgindim. Normal şartlarda hayır deseler dahi
aralarına yapışıp dalacak olsam da şu an tereddüt etmeye yeltenmeleri bile beni
odadan çıkmaya iterdi. Zorlamazdım, zorlayamazdım.
Bakışları kesişti. İki saniye sonra ise
birbirlerinden hafifçe ayrılarak aralarında ufak bir boşluk yarattılar. O
boşluğa sığışmam mümkün değildi ama gerekirse kendimi ikiye böler yine de
uğraşırdım.
Aniden vazgeçeceklermiş gibi aceleyle
yatağa dizimi bastırıp aralarına doğru geçtiğimde sığmayacağımı fark ederek
biraz daha alan açtılar.
Uzandıktan sonra ilk işim ikisini de
yastıklarıymışım gibi göğsüme doğru çekmek oldu. Böylece rahatça yatağa
sığabildik. Yatak on kişilik olsa da onları göğsüme çekmeyecekmişim gibi
saçmalıyordum aslında. Ne olursa olsun bunu yapacaktım zaten.
Kollarım ikisini de sarabilecek kadar
uzundu. Bunu değerlendirerek sıkıca sırtlarına doladım kollarımı. Ne yaparsam
yapayım yetmiyormuş gibiydi. Sırayla saçlarının üzerinden öptüğümde, eğer
rahatsız olmayacaklarını bilsem hiç durmadan buna devam edebilirdim. Ama
uykularını bölmüştüm, yeniden uyuyabilmeleri için düzgün durmam gerekiyordu.
“Özgür?” diyen Despina’yı duyduğumda
aradan birkaç dakika geçip gitmişti çoktan. “Canım,” dedim direkt.
“Babam, Pars, abim… Neredeler?”
“Balkondalar, hepsi orada. Uykuları yokmuş
onların.”
“Tamam,” diye mırıldandı sessizce.
“Uykuları gelmemiş, iyiler.” Kendi kendini ikna ederek konuştuktan sonra başka
bir şey söylemedi. Gözlerini kapatıp kapatmadığını göremezdim ama göğsümdeki
başı ağırlaştığında ve tişörtümü sıkıca tutarak buruşturduğunda yeniden
uyuduğunu anlamıştım. Böyle geçip giden dakikaların ardından sessizce
beklemekteydim.
Mayıs’ın da Despina’ya eşlik ederek
yeniden uyuyacağını düşünsem de nefesleri bir türlü düzene binmedi. Arada derin
arada yorgun ve kısık nefesler alıp durdu. Uyuyamıyor olduğunu anladığımda
sırtını sıvazladım yavaşça. “Mayıs çiçeği?” dedim mümkün olan en kısık
fısıltıyla. Despina uyanmasın diyeydi çabam.
Üstüne düşen gölgemden uyanmışken,
fısıltım onu uyandıramadı. Bunun nedeni belki de göğsüme gömülü uyuyor ve bana
tutunuyor olmasıydı, bilmiyordum. Ona güvende hissettirebiliyorsam iyiydi,
bundan başka gayem yoktu şu anda.
“Hım?” diyerek mırıldanan Mayıs başını
bana doğru kaldırıp yüzünü görmemi sağladığında gözlerine baktım uzunca.
“Uyumayacak mısın sen?”
Bir şey söylemedi. Bu ‘uyuyamıyorum’
demekti, anlayabiliyordum.
“Ben buradayım,” dedim sırtını sıvazlamaya
ara vermeden. “Güvendesin, uyu sevgilim.”
“Özgür…” dediğinde sesi o kadar kırıktı ki
biri bu sesi duymak yerine ömrümden birkaç yıl alıp götürecek olsa
kabullenirdim. “Çok utanıyorum.”
Afallayarak baktım ona. Başı rahat etsin
diye ben de yüzümü eğmiştim ona doğru. “Ne? O ne demek şimdi?”
“Babamdan… Böyle bir adamın kızı olmaktan
çok utanıyorum.”
Onu bulduğumuz andan beri defalarca kez
ağlamış, bolca gözyaşı dökmüştü. O ağlayışlardan hiçbirinin bu cümleyi kurarken
akıttığı birkaç damla kadar can yakıcı olmadığını fark ettiğimde yutkundum.
“Kimse sana seçim hakkı sunmadı,” dedim
pek beklemeden. Çok düşünmeden, aklıma geleni söyleyerek konuşmuştum.
“Değiştiremeyeceklerin için ne diye utanıyorsun?”
Omuz silkti sessizce. Burnunu çektiğini
duydum. Sümüklerini beynine sürüklediğini söyleyip onunla alay etmek isterdim
ama o günlerden birinde değildik. Ne ben iyiydim ne de o iyiydi.
“Derdi beni yanında görmekmiş gibi
konuşuyor ya hani… Umurunda bile değilim Özgür.” Dümdüz bir sesle konuşup
sustuktan sonra biraz duraksadı. Konuşmaya devam edeceğini anladığımdan araya
girmedim ki girsem de edecek tek kelimem yoktu.
“Öylece kötü biri o. Ne bir derdi var ne
intikam alması gereken bir konu… Bir insan nasıl böyle kanına işleyecek kadar
kötü olabilir?” derken kısık sesi hayretle doluydu. “Ben o kanı taşıyor
olmaktan utanıyorum.”
Göğsümü hareket ettirip Despina’yı
uyandıracağımdan çekinmesem derin bir nefes almaya çabalardım. Mayıs’ın
çaresizce konuşması beni boğazıma sarılı eller varmış gibi nefessiz
bırakıyordu.
“Beni seninle sınadığında,” dedim anmayı
hiç sevmediğim o zamanları dillendirerek. İshak Eraslan ile tanıştığım daha doğrusu
ilk kez yüz yüze geldiğim an çok uzakta değildi. İçinde bulunduğumuz yıl
başlamadan önce, geçen yılın son aylarındaydı. “Gerçekten seni korumaya
çalıştığını zannetmiştim, kısa bir an demiştim ki ‘kızı için yapıyor’.”
Benim ipe sapa gelmeyeceğimi düşünüyor,
beni deniyor zannettiğim; üç beş adamını üstüme salarak beni apar topar kendi
yanına götürttüğü o gün aklımdan önce bunlar geçmişti. Küçük bir ihtimaldi
ancak derdi kızı olabilirdi.
Değildi.
Kimse kızının canının yanacağını bile bile
saçma sapan tehditler savurmaz, kızından ayrılsın diye sevgilisini ‘kızına
zarar vermekle’ tehdit etmezdi.
İshak’ın beni Mayıs’tan ayrılacağım
derecede neyle tehdit ettiğini bilen benim dışımda iki kişi vardı. Biri Timur
abiydi, diğeri de abim.
Ne Mayıs ne de Pars durumun hangi tehditle
böyle büyüdüğünü bilmiyorlardı. Bilmeyeceklerdi de.
Sadece bir şekilde tehditleriyle beni
Mayıs’tan ayrılmaya ittiğini biliyorlardı. Mayıs’ın karşısına geçip ‘senden
ayrılıyorum’ desem bana inanması zordu, bu da beni İshak konusu abim tarafından
çözülene dek soğuklaşmaya itmişti.
İpleri kopartan da buydu.
Mayıs’tan kendimi sakınmam onu öyle
yıkmıştı ki önce karşımda duvar gibi bir Pars Eraslan bulmuştum. Didişsem de,
dövüşsem de canımı gözüm kapalı emanet edebileceğim adamı kendime düşman halde
bulmuştum. Kardeşinin halini gördükçe bilenmiş, ben konuşup kendimi
açıklamadıkça da delirmişti.
“Yaptıklarının ucunun abime dokunacağını
biliyordu. Ona karşı, oğluna karşı öyle öfkeli ve acımasız ki… Ben bahaneydim,
aranızın bozulacağını biliyordu. Arası senle bozulacaktı, Timur abiyle bağı
zedelenecekti, abinle yüz yüze bakamaz halde olacaktı.”
İç çektim. Söylediklerinin hepsi olmuştu.
Her ne kadar ben haksız olduğumu az çok
bilsem de Pars Mayıs’ı üzdüğüm için öyle öfkeliydi ki artık bende de sabır
kalmamıştı. Hem sevdiğim kadını hem de dostumu kaybetmiş olmak mantığımı alıp
götürmüştü.
Her şeyi düzgünce anlatsam ikisini de
yanımda görebilecekken inatla bundan kaçınmış, en sonunda da tüm durumu bok
etmiştim.
Abim İshak’ı bana yakın mahallelerden arabayla
dahi geçemeyecek kadar korkutup ablukaya aldığında ortada tehdit unsuru falan
kalmamıştı. Her şey normale dönebilirdi.
Dönmemişti.
Haftalarca uzak kalıp resmen terk ettiğim
Mayıs elbette ben yanına gidince ‘tamam gel’ dememişti. Mahvetmiştim çünkü onu.
“Sen ‘yeniden deneyelim’ dediğinde, işin
içinde bir şeyler olduğunu anlayabilseydim… Keşke körü körüne her şeye
inanmasaydım.”
Burnumu saçlarına doğru bastırdım. Keşke
dedim içimden ben de ama ona yansıtmadım.
Rolleri değiştirip bu kez Mayıs beni iter
hale geldiğinde ise kendimizi çıkmaz sokakta bulmuştuk. O çıkmaz sokaktan
inatlarımız yüzünden sıyrılabilmemiz imkânsızken, her şey iyice boka sarmışken
gelen mucize olmasaydı bugün ben yine özlemle kavruluyor olurdum.
Bahsettiğim mucizeye, göğsümün diğer
tarafında uyukluyor olan Despina’nın şakağına yumuşak bir öpücük bıraktım.
“Çöpçatanımızı bekledik, yolu uzundu sınırın ötesinden geldi.” dedim Mayıs’a.
“Biraz geç oldu kavuşmamız… Ama bir şey olmadı, iyiyiz.”
“Uyumuyor olsa ‘ne çöpü’ diye sorardı,”
dediğinde sessizce güldüm. Kesinlikle sorardı.
Mayıs sessizleşti. Uyuyacak mı diye
bekledim ama uyumak yerine sadece göğsümde uzandı bir süre. Ben de gözlerimi
yummadım; bazen tavanı izledim, bazen ikisini görebildiğim kadarıyla süzdüm.
Uzun bir süre daha ikisini göğsümde
ağırlayabileceğimi, kimsenin bize bulaşmayacağını düşünüyorken çok geçmeden
odanın kapısı aralandığında içeriye girecek olan kişiye dair tahminim
kuvvetliydi.
Pars’ın içeri gireceğinden emin şekilde
başımı çevirdiğimde beni yanıltan bir manzara görmek düşündürücüydü.
Abime baktım merakla. “Bir şey mi oldu?”
Uyumayan Mayıs da kafasını kaldırıp abime
bakmıştı. Abim bana bakarken çok zaman kaybetmedi. Mayıs’a döndü. Onun
telaşlandığını görmüştü hemen. “Telaşlanacak bir şey yok abicim, uzan.”
Abim ve Mayıs arasında olağan bir iletişim
vardı hep. Ne çok soğuk ne çok sıcak… Ayrı olduğumuz dönemde ise tıpkı Pars’ın
hırçınlaşması gibi Özgün Kılıç da biraz gerilmişti. Elbette Pars’ın gelip bana
yumruk geçirmesi gibi bir gerginlik değildi bu. Sadece Mayıs’a karşı duvarları
oluşmaya başlamıştı.
Despina’dan sonra, hem bizim barışmamız
hem de abilik damarının iyice açılmasıyla Mayıs’a karşı da daha ılımlı olmaya
dönmüştü. Bu üç günün ardından da zaten iyice sakinleşmişti. Mayıs’ı
bulduğumuzda yüzünde beliren ifadelerden bunu anlayabilmiştim.
Mayıs onu duydu ama inanmış değildi.
Avucunu göğsüme bastırıp iyice doğruldu. “Gerçekten mi?”
“Gerçekten tabii,” dedi başını sallayarak.
“Sipariş teslim almaya geldim.”
Anlamsızca yüzüm buruştu. “Sipariş?”
“Sen burada ikisinin yanında dinlenirken
bizim başımız kel mi orada tek başımıza oturuyoruz? Kızları almaya geldim,
salonda uyusunlar biraz diye. Mayıs uyumuyormuş zaten. Sen kalk abicim, düş
önüme. Ben de Despina’yı kucağıma alıp geliyorum peşinden.”
“Siparişi kim verdi? Ben izin vermiyorum,”
dedim sakince.
“Git içerideki ikiliye anlat şikâyetlerini
o zaman. Müşteri temsilcisi miyim ben anasını satayım?”
Abim söylenerek yatağa doğru geldi.
Göğsümde dinlenen Despina’yı saçlarından öpe öpe sakince kucakladığında yerini
yadırgamayan ve bana inat uyanmayan kız kardeşime hayretle bakmıştım. İnsan bi’
gözünü açar, en sevdiği abisinin göğsünden kaldırılışına itiraz ederdi.
Tek darbenin kardeşimden gelmediğini ise
ben ne olduğunu anlayamadan Despina ve abimin peşinden küçük küçük adımlamaya
başlayan Mayıs’ın ardından bakarken fark edebilmiştim.
Arkalarından dertli dertli bakmanın bir
işime yaramayacağını bildiğimden surat asarak da olsa yataktan kalkıp yürümeye
başladım.
Bunca zamanın özlemini gidermeye çalışan tek kişi ben değildim ve bu, önümüzdeki günlerin kolay geçmeyeceğinin garantisiydi.
Yorumlar
Yorum Gönder