Gözyaşı Kadehleri 16.Bölüm

 16.BÖLÜM



Boğazımdan zorlukla geçen nefeslerin hiçbiri benim için rahatlatıcı olamıyordu.

Kendime bir güvence olarak belirlediğim, sakinleşmek için içimden sayı sayma yöntemim çoktan işe yaramaz hale gelmişti.

En son ne zaman birinin yanında bu denli çok ağladığımı hatırlamıyordum. Yüzümden bir an olsun kıpırdamayan bakışlar eşliğinde gözyaşlarımı döküyor olmam benim için çok uzak bir ihtimaldi. En azından bu an gelene dek öyle sanmıştım.

“Çıkmak istiyorum,” dedim yanaklarım sırılsıklam değilmiş gibi sesimi düzgün çıkartmayı deneyerek. Sesim net çıksa ne olacaktı? Ağlamıyor mu sayılacaktım?

Az önce nefretimi kustuğum dudaklarımdan başka bir şey dökülmemişti. Seslendirmiyor olmam kalbimde hissetmediğim anlamına gelmiyordu gerçi. Kalbimi kaplayan, büyüdükçe büyüyen nefreti kime nasıl dağıtacağımı şaşırmış haldeydim.

“Seray,” diyerek konuşmaya başladığında yüzündeki ifadeyi umursamamalıydım belki ama istemsizce ifadesini ben ağlamaya başlamadan önceki anla karşılaştırmıştım. Soğuk bakışlarla, alayla konuşan adamın yerinde yeller esiyorken karşımda şaşkınlığını gizleyemeyen biri vardı.

“Duymak istemiyorum,” diye fısıldadım sesimin çatlamasına engel olamazken. “Tahammül edemiyorum, kendimden başka kimseyi duymak istemiyorum.”

İnsanlar yalnız olmaktan neden korkuyordu? Yalnızken görmediğim zararın bin katını insanlara elimi değdirdiğim anda görmüştüm. Sorun yalnız kalmak değildi.

Sinirlerim bozulmuş halde elimin tersiyle gözlerimi çekiştirdim. Parmaklarımın üstünü ıslatan yaşların geride kalanlarının boynuma kadar gelip biriktiğini, açık yakamdan aşağıya kaydığını hissediyordum.

Gözlerimi silmiş olmam yüzümün yaşlardan arındığı anlamına gelmiyordu. Ben sildikçe gözlerimden yeni damlalar sızıyor, yüzümü ıslatıyordu.

Asansörün tuşlarına dokunmama engel olan bedenini yana doğru çektiğinde titrek bir nefesle öne uzandım. Bu haldeyken giriş kattan geçmek istemiyordum. Asansörü yeniden çalıştırdıktan sonra girişin altında kalan katın tuşuna dokundum. Depo alanının bulunduğu kısımdan yukarı yürüyüp otoparka varırsam karşılaşacağım kişi sayısı en aza inecekti.

Göğsüm düzensiz bir biçimde şişip sönerken saatlerdir koşuyormuşum gibi yorgundum. Zihinsel olarak kendimi bıraktığım anda bu bedenime de yansımıştı.

“İyi değilsin,” dediği anda gülmek istedim. “Araba kullanma.”

Başımı yana doğru eğdim. Omuzumun üstünden ona baktığımda yüzü allak bullaktı. Ne ciddiyetini giyinmişti ne de alayını.

“İyi olmadığımı fark etmen için bu hale mi gelmeliydim?”

Sorum onu susturdu. Üstelemedim.

Ben iyi olmayalı çok zaman oluyordu. Ağladım diye mi bunu algılayabilmişti? Bilsem, beni sürüklediği yola çıkmadan önce önünde hıçkıra hıçkıra ağlardım.

Asansör eksi birinci katta durduğunda kendimi öne atarak kabinden ilk çıkan ben oldum.

Alt dudağımı ısırarak hızlı adımlar atmaya başlarken amacım bir an önce arabama ulaşabilmekti. Arkamdan susmak bilmeyen adım sesleri geliyordu. Arkamdan gelmesinden rahatsız olarak aniden ona döndüm. Adımlarım bıçak gibi kesildiğinde aynı şekilde durdu.

Aramızdaki bir adımdan kısa mesafeyi uzatmaya da kısaltmaya da çalışmadım. Başımı hafifçe kaldırarak yüzüne baktım. “Pazartesi sabahı bu sınırlara girene dek seni görmek istemiyorum,” dedim bir an bile tereddüt etmeden konuşurken.

Başını iki yana salladı yavaşça. “Eve git,” derken emir kipi kullanıyor olmasına rağmen sesinde daha farklı bir şeyler vardı. Kahverengi irisleri gözlerimin içine doğru odaklanmış, kıpırtısızdı. “Ben gelmem,” diye ekledi. “Sen eve git.”

Yanıt verecek kadar umursamadım söylediklerini. Gözlerim kontrolüm dışında devrilirken arkamı yeniden dönüp otoparka adımlamaya devam ettim.

Arabamın yanına varana dek arkama bir daha bakmamıştım. Peşimden geldiğini duyuyor olduğum için böyle bir hataya düşemezdim.

Çantamdan zar zor çıkarttığım anahtarla arabayı açtığımda sürücü kapısına uzandım hemen. Kapıyı açıp geriye çektiğimde ben kendimi içeri atamadan kapı kolundaki elimin üzerine elimi tamamen kaplayacak kadar büyük bir avuç kapandı.

“Kalmadı sabrım,” dedim öfkeyle. “Sınama artık beni.”

Elimi sertçe elinin altından çektiğimde parmağımı kapının kenarındaki sivri kısma vurmuş olmam beni durdurmadı. Canım yanmıştı ama hissettiğim diğer her şey o kadar kuvvetliydi ki bunun esamesi bile okunmuyordu.

“Senin için söylüyorum,” dediğinde güldüm. “Koskoca Cevahir Avcıoğlu beni mi düşünüyor? Kendisini düşünmekten başka bir şey yapamadığı bu kadar ortadayken…”

Gözleri yüzümde değil, elimdeydi o an. Refleksle ben de başımı elime çevirdiğimde ince kırmızı bir çizgi ile soyulan işaret parmağımı gördüm. Kapıya vurduğumda olmuştu.

“Sinirle hareket ettiğinde tek yaptığın kendine zarar vermek olur, oldu bile. Bunu mu istiyorsun?”

“İsteklerim bugün mü önem kazandı?” diye sordum. “Ne istediğimden sana ne?”

“Seninle ilgili her şeyin beni ilgilendirdiğini ne zaman kabulleneceksin?”

Saçlarına sertçe yapışıp kafasını arabamın üzerinde parçalamak gibi bir dürtüyle ayaklanan içimi sakinleştirmek için nefes aldım peş peşe.

Yanaklarımda kuruyan yaşlar tenimde gergin bir his bırakmaya başlamıştı. Bunun rahatsızlığıyla daha da aceleci bir hale büründüm. Artık ona laf anlatmak yerine arabaya binmek ve uzaklaşmak istiyordum. Zira hiçbir lafım onun için bir şey ifade etmeyecekti.

Bedenimi arabaya yönelttim. Sürücü koltuğuna yerleştiğimde bana fiziksel olarak engel olmamasına bir an şaşırsam da işime geldiğinden sabit kalmıştım. Uzanıp kapımı kapatmaya çalışırken ona doğru bakmadım bile.

Bu büyük bir hata olmuştu.

Bakmadığım birkaç saniyelik süreyi arabanın önünden dolanıp yanımdaki koltuğa geçmek için kullanacağından habersizdim.

Kendi kapım ses çıkartarak kapandığında arabada onun binişiyle yaşanan küçük sarsıntı ve benimkinden daha sakin bir kapı kapama sesi daha yankılandı.

Direksiyona iki elimle yapıştım. Çığlık çığlığa bağırmak istiyordum.

“İnmeyeceksin,” dedim kendi kendime konuşup kabullenerek. Sessiz kaldı. “Tamam,” dedim sakince. “İnme.”

Tavrım ona ne düşündürdü bilmiyorum ama bir an durakladı. Bu duraklayış ve göz ucuyla ona baktığımda gördüğüm tedirgin ifade bana ani bir farkındalık yaşattığında direksiyonu tutan ellerimi sıktım.

Asansördeki patlama anımda yüzünde beliren karmaşa, ben bağırmaya başladığımda normale dönen hali ve şimdi sakin davrandığım anda yeniden dalgalanan ifadesi…

Laf sokan, bağırıp çağıran Seray’ı görmek istiyordu. Tanımadığı, sağını solunu kestiremediği bir ağlayıp bir durulan kadını görmekten kaçmaya çalışıyordu.

Gülümsedim. Bu gülümseyişin altında ne yattığını bilmiyordu. Bilemezdi.

“Eve gidelim o zaman,” dedim sesimi düz tutarak. Arabayı çalıştırdığım sırada gözleri bendeydi. Bakışlarına karşılık vermek yerine ön cama odaklandım.

Otoparktan dikkatli manevralar eşliğinde çıkıp arabayı hastanenin dışına doğru sürdüğümde yüzümdeki ifadeyi sarsmamakta kararlıydım.

Bir şey söyleyecek gibi oluyor ancak ses çıkartmıyordu, bunun farkındaydım. Tepkilerimi ölçmeye, şu an ne halde olduğumu anlamaya çalışıyordu.

İyi değildim. İyi rolü yapmaya kısa bir süre daha devam edecektim.

Araba evin sınırlarından içeri girene dek ne ağzımı açmış ne de göz ucuyla bile olsa ona dönmüştüm. Benden ilk kez beklemediği bir tepki almıştı ve bundan sonra her an beklemediği bir şeyle karşılaşacak olmanın ihtimaliyle hareket edecekti.

Göğsüm sıkışıyordu, biraz önce indirdiğim ve sonrasında aceleyle yeniden etrafıma inşa etmeye çalıştığım duvarlar eskisi kadar sağlam hissettirmediği için gergindim.

Bahçenin garaj girişine açılan demir kapısını vitesin yanında duran küçük kumanda ile açtığımda arabayı yavaşça biraz daha içeriye aldım. Yavaşlayarak bahçenin girişinde arabayı durdurduğumda kapısına uzandı. Kapısının açılmasını beklerken ben de yavaşça kendi kapımı açmak için hareketlendim.

Cevahir arabadan inip kapıyı geri kapattığı anda ise tek yaptığım doğru düzgün açmaya uğraşmadığım kapımı kapatıp arabayı hızla geriye sürmek oldu.

Hastane bahçesinde onunla saatlerce tartışabilir, eve gitmeyeceğim konusunda ısrarcı olabilirdim. Bana kendimi yormak dışında bir şey kazandırmayacak olan bu ısrarı sürdürmek yerine ürettiğim çözüm yolum buydu.

Eve geleceğime ikna olduğu anda arkama bakmadan uzaklaşmak…

Bahçeden yola doğru çıkarttığım araba tamamen uzaklaşmadan önce aynadan kısa bir an geriye bakmış, olduğu yerde kalakalmış şekilde gidişimi izliyor olan Cevahir’i birkaç saniyeden ibaret bir an boyunca süzmüştüm.

Az da olsa, kendime itiraf edemeyeceğim kadar zor da olsa ona alışıyor oluşum bir gerçek haline gelmekteyken her şeyi tek bir günde en başa döndürmüştü.

Cevahir Avcıoğlu kurduğu anlaşmalara fazlasıyla sadık bir adamdı. Belki de aramızdaki anlaşmanın ufak da olsa darbe alma ihtimali onu korkutmuş, bu yola itmişti.

Ona alışmak için değil, ondan nefret etmek için hayatındaydım.

 

~

 

“Başka bir isteğiniz var mı?” derken yüzünde ölçülü bir gülümseme yer bulan garsona başımı iki yana sallayarak yanıt verdiğimde içeriğine çok da dikkat etmeden seçtiğim bitki çayını masama bırakmış ve gözden kaybolmuştu.

Adı duyulmuş şehirde nam salmış bir oteli sığınak seçmek, iki haftadır taşıyor olduğum soyadım nedeniyle mümkün olmadığından Cuma akşamından beri Şile’deki küçük bir pansiyondaydım.

Cevahir’e ‘pazartesi sabahı zorunda kalana dek seni görmek istemiyorum’ deyişimin hakkını vermiş ve o akşam onu bahçede bıraktıktan sonra kendimi burada bulmuştum. Cuma akşamını, gecesini ve dün bütün bir günü geçirdiğim yerde birkaç saat önce Pazar sabahına uyanmıştım.

Uyandım denemezdi aslında. Uyanmak için önce uyumak gerekiyordu. Bense gözlerimi kapattığım anda denizin dibine dalmış gibi boğuluyordum.

Pansiyonda iki elin parmağını geçmeyecek kadar az sayıda çalışan vardı. İlk geldiğimde buranın bu mevsimde pek müşteri bulamadığını, beni el üstünde tutmalarından anlamıştım. Ancak ruh halim öyle kötüydü ki gülümseyen çalışanların yarısını çoktan pes ettirmiş, boş bakan bakışlarımla onların da enerjisini bitirmiştim.

Bu hale gelmeme sebep olan yalnızca Cuma günü değildi. Cevahir bana yüz çevirdi diye oturup ağlayacak değildim. Sadece bardağı taşıran son damlaydı o gün.

Geldiğimden beri odamdan pek çıkmamış olsam da bu sabah midem isyan etmeye başladığından kahvaltı için aşağıya inmiş, denizi net bir şekilde gören küçük restoranda bir şeyler atıştırmıştım. Denizi izleyerek geçirdiğim dakikaların saatlere yuvarlandığını ise çok geç fark etmiştim.

Sıcak olmasını umursamadan, büyük bir fincanda gelen çaydan yudumladığımda boğazımı yakarak geçen sıvı daha mideme inemeden masada duran telefonum titreyerek çalmaya başladı.

Hastaneden oldukça uzakta bulunacağım için Volkan’a haber vermiş, bu hafta sonu gerçekleşecek herhangi bir acil durumda onun Vita’ya geçmesini rica etmiştim. Bu nedenle telefonuma hastaneden bir arama gelmeyeceğinden emindim.

Telefonumun hastane dışında öyle durup dururken çaldığı zamanlar özellikle bir ay öncesine kadar çok sınırlıydı. İşi düşerse annem, hastanede söylemeyi unuttuğu bir şey varsa Oğuz ya da belki arada denk gelen reklam aramaları… Son bir aydır ise bu listeye eklenen iki yoğun kaynak vardı: Cevahir ve Teoman.

Cuma gecesi telefonumun şarjını durduğu yerde bitirecek kadar çok aramış olan Teoman’ın bu işi kendi kendine edinmediği belliydi. O gece boyunca hiçbir aramayı yanıtlamamıştım. Bir daha da telefonum çalmamıştı zaten.

Bulunduğum yeri bulabileceklerini tahmin ediyordum. Fakat Cevahir’in burnu yere düşse eğilip almayacak bir adam oluşuna güvenmiştim. Onu bahçede bırakıp gittiğim halde peşime düşüp beni geri çevirmeye çalışmazdı, Avcıoğlu böyle bir adam değildi.

Telefonuma doğru uzanıp elime aldığımda ekranda gördüğüm isimle birlikte başıma küçük bir ağrı saplandı.

İki ayrı şeyi hatırlamama sebep olan tek bir isim olmuştu.

“Efendim Arif hocam?” diyerek açtığım telefonu kulağıma yaslayarak bakışlarımı denize çevirdim yeniden.

“İyi dinlenmeler hocam, müsait miydin?”

Zihnimde aynı anda Nilgün Hanım’ın ilaçları ve önceki gün Cevahir tarafından maruz kaldığım tavır dolanmaya başlarken omuzlarım aşağıya doğru hareketlenmişti.

“Dinliyorum,” dedim sadece. Konunun ilaçlar ile ilgili olduğunu tahmin ediyordum. Bu da beni biraz olsun kendime getirmeye, onun söyleyeceklerine odaklanmaya itmişti.

“Şu malum konuyla ilgili aradım. Biraz vaktim oldu dün, bir iki meslektaşla da görüştüm. Dediğim gibi Seray, bahsettiğin kadarıyla konuşuyorum tabii hastayla görüşmeden farazi konuşmam doğru değil ancak bu kadar fazla ilaçla müdahale gerektirecek bir şey göremedim ben.”

Gözlerimi sıkıca kapattım. Odasında ilk konuştuğumuzda da buna benzer şeyler söylemiş ancak yine de bir iki görüş daha alacağını söylemişti.

Nilgün Hanım’ı o evden uzaklaştıramayacağımı fark ettiğimde aklıma gelen ikinci ve en hızlı çözüm yolu ilaçlar hakkında benden çok daha iyi yorum yapacak birine danışmaktı. Vita’da birden fazla psikiyatrist vardı ancak iletişiminin diğerlerine nazaran daha düzgün olduğu isim de Arif’ti. Bu yüzden soluğu onun yanında almıştım.

İlaçları fotoğraflamış olmam, eve dönmeden önce ilaçlardan birer hap çıkartıp çantama atmam ve Arif’e durumu anlatırken isim vermemem sayesinde o rastgele bir hastadan bahsettiğimi sanıyordu. Bir tanıdığım demekle yetinmiştim.

Odasında fularımı unutmam, unuttuğum fuların bana değil Cevahir’e ulaşması ve bunun onu fabrika ayarlarına döndürmesi ise planımın dışında gelişmişti. Gerçi bunun yaşanacağını da bilsem o odaya yine girer ve yine Nilgün Hanım için çözüm bulmaya çalışırdım.

Arif’e ses vermediğimi o yeniden konuşmaya başladığında fark edebildim. “Yani doktoruyla iletişime geçebilirsen bir görüş ya da ben görüşeyim telefonla da olsa. Dilersen de bana gelsin, yeniden bir yol çizelim. İlaçların fazla olması aceleyle iyileştireceği anlamına gelmiyor, biliyorsun.”

“Olur,” dedim pürüzlenen sesimle. “İlaçları laboratuvara yollatabildin mi peki?”

“Oradan bir şey çıkmadı merak etme,” dediğinde rahatlamış değildim. Ancak aklımda yerine oturan birkaç taş olmuştu.

İlaçlar kutularındaki isimlerle eşleşiyordu. İlaçlar değiştirilmiyordu. Nilgün Hanım bu konuda biraz gerçeklerden sapmıştı ancak ortada başka bir sorun vardı.

Uzun zamandır kullanması gerekenden fazla ilaç kullanıyordu.

Tümü psikiyatrik olan ilaçlar, ona aklını bulandırmak dışında başka bir zarar vermeyen ancak içten içe tükenmesine yol açan haplar konusunda sokaktan geçen bir insandan fazlasının parmağı olduğu kesindi.

“Zerrin,” diye fısıldadım kendimin bile duyamayacağı kadar kısık bir sesle. O evin sınırlarında gezinen tek doktor, ilaçları bu kadar iyi tanıyabilecek tek kişi oydu. Meleğe benzer bir hali de yoktu. Birbirine uyumlu olmayan yapboz parçaları bu kadar düzgün şekilde yerleşmezdi. Bu işin bir yerinde onun izi vardı, neredeyse emindim.

“Tamam Arif hocam,” dedim onu daha fazla meşgul etmemek için. “Ben hasta yakınlarıyla tekrar görüşeyim, dilerlerse size yönlendiririm. Çok teşekkür ederim, uğraştırdım sizi.”

“Ne demek hocam her zaman, Cevahir Bey’e de selamlar. İyi Pazarlar diliyorum.”

Bir an Cevahir’in selamının bende ne işi olduğunu sorgulayacakken, kocama selam yollamasının gayet normal olduğunu fark eder etmez dudaklarımı birbirine bastırdım. Yeni evliler olarak birbirimizden bir an bile ayrı duramadığımızı düşünüyor olmalıydı.

“İletirim, size de iyi Pazarlar.”

Telefonu kapattıktan sonra masaya geri bıraktığımda başımı geriye doğru atmış ve bir süre hareketsizce öyle kalmıştım.

Sıradaki adım neydi?

Yeterince kanıt edindiğimi kabul ederek bunları Cevahir’e mi anlatmalıydım?

İçimden yükselen çığlık çığlığa bir ses onun hiçbir şey hak etmediğini haykırıyordu. Küçük bir saçmalıktan kopan siniri beni delip geçmişti ve karşısında ne hale geldiğim umurunda olmamıştı. Biriktirdiklerimin taştığı an o an olmasaydı susmadan, durulmadan üzerime gelmeye devam edeceğini adım gibi biliyordum.

Aynı anda hem içim bomboş hem de ağzına kadar dolu gibi hissedebilmem mümkün müydü? Öyle olmalıydı çünkü hissettiklerimin en geniş tabiri buydu.

Göğsüm titrek bir nefesle şişerken gözlerim sımsıkı kapalıydı.

Yalnızlığımı çoğu zaman daha güvenilir bulsam da böyle anlarda yardımını isteyebileceğim, dönüp ‘sence ne yapayım’ diyeceğim birini bulabileceğim bir hayat yaşamıyor olmak vurucuydu. Kimisi için aileden gelirdi bu yardım eli, kimi arkadaşlarına sığınırdı. Bazense o yardım kalbi hızlandıran kişiden gelirdi. Üç yandan da eksiklerle dolu yaşıyor olan ben ise tüm her şeyin ortasında tektim.

“Neredeyse otuz yıldır, belki de dünyaya gözlerini açtığın andan beri aynı olan düzenine neden bu kadar çok isyan ediyorsun son zamanlarda Seray?”

Kendi kendimi sorgularken olduğum yerde sanıyorum bir saat kadar daha kaldım. Bir yudumdan fazla içmediğim çayım buz kesti, başka bir isteğim olup olmadığını sormak için bir iki kez yanıma garson geldi ancak ben kıpırdamadım.

Bir ara üşür gibi oldum. Denizin esintisi tüylerimi ürpertti, arabamın bagajında öylesine duran bir iki parça üstten başka bir şeye sahip olmadığım için giydiğim incecik tişörtümle oturduğum yerde kalmaya devam ettim.

Beni yerimden oynatma kuvveti bir saat kadar önce olduğu gibi telefonumdaydı.

Masada yeniden titremeye başladığında tutulmuş gibi oturduğum yerde hareketlendim. Ekranda belki söylemeyi unuttuğu bir şey için arayan Arif’in adını ya da bir gün ara verdiği aramalarına devam etme kararı alan Teoman’ın adını görmeyi beklemiştim. İlki yüksek, ikincisi düşük ihtimalliydi bana göre.

İki ihtimal de gerçekleşmemişti. Aksine gerçekleşmeyeceğini artık kesinleştirdiğim, yarın sabaha dek asla sesine de kendisine de maruz kalmayacağımı düşündüğüm isimdi arayan.

Düğün gününe dek yanında soyadı da ekli duran, daha sonra buna denk gelir gelmez ‘kocasını adı soyadıyla kaydeden bir eş inandırıcı durmuyor’ diyerek soyadı eklentisini rehberimden sildiren Cevahir arıyordu. Ekranda duran onun ismiydi.

İsmin yanına ekletmeye çalıştığı kalbe engel olmak beni zorlamıştı ancak bir şekilde başarmıştım. Belki de kalp değil ancak şeytan suratlı bir şeyler eklemeliydim. Aklıma not etmiştim.

Telefonu açmadım. Masanın üstündeki telefonuma dokunmadım bile. Yalnızca uzun uzun ekranımı izledim. Telefon sonuna kadar çaldı. Arama durur durmaz ekran yeniden aydınlandı. Üst üste iki kez arıyor olması, iki gündür aramıyor oluşu ile birleştiğinde biraz gerilmeme neden olmuştu.

Bana ulaşmasını gerektiren bir şey mi olmuştu bu sabah?

Merakımın beni telefonu açmaya itmemesi için direnirken ikinci aramanın da sonu geldi. Üçüncü kez arayıp aramayacağına bakarken bu kez ekrana düşürdüğü aydınlık bir mesaj bildirimi sayesindeydi.

Tıpkı aramalar gibi mesajları da peş peşe gelmişti.

Cevahir: Değil Şile’ye Şili’ye de kaçıp gitsen nerede olduğundan haberim olur (11.10)

Cevahir: Yalnız kalmak istedin ve kaldın

Cevahir: Akşam olmadan evde olacak mısın?

Nerede olduğumu bildiğini zaten kabullenmiştim. Plakamı sorgulatmanın onun için çok zorlayıcı olmadığını tahmin ediyordum.

Mesajları kilit ekranından okuyup herhangi bir şekilde gördüğümü belli etmeden ve cevap vermeye girişmeden geriye yaslanacağım sırada son bir mesaj geldi.

Cevahir: Beş dakika içinde bir cevap vermezsen yola çıkacağım. Hızlı karar ver doktor, araba kullanasın yoksa cevapsız bırak beni hatta

Kaşlarım sertçe çatıldı. Gelip beni götüreceğini üstü kapalı şekilde ifade etmesi sinirlerime dokunurken ona karşı yeterince dolu olan öfke bardağım yine taşacak gibiydi.

Kalkıp arabama binmek ve buradan basıp gitmek bir seçenekti. İsterse Şile’ye gelir ve benden ufacık bile bir iz bulamadan delirip dönebilirdi. Ancak bunu yapmanın hayatımı ona göre şekillendirmek olduğunun da farkındaydım.

Yeterince onun zorunda bıraktığı seçenekler arasında sıkışmış, özgürlük alanımı kısıtlamıştım. Şimdi de onun yüzünden kovalamaca oynayıp Pazar günümü yitirmeyecektim.

Zihinsel olarak yorgundum, en azından fiziksel olarak dinlenmiş şekilde yarın sabaha başlamak istiyordum.

Mesajlarına cevap vermeyecektim. Ancak olur da bunun bir tesadüf olduğunu sanabilir diye üşenmeden uygulamaya girmiş ve hepsinin görülmüş hale gelmesine yol açmıştım. Göre göre, bile isteye mesajlarını cevapsız bıraktığımı bilsindi.

Cevahir’in beş dakika içinde cevap vermezsen yola çıkıyorum deyişinin abartı olmadığını az çok tahmin ettiğim için en fazla bir buçuk saatte burada olacağını düşünüyordum. Bu süreyi restoranın masasında geçirmek yerine odama geçmeye karar verip ayaklandığımda adımlarım oldukça yavaş ancak sağlamdı.

Üstümdeki tayt ve kısa tişört ikilisinin beni idare edeceğine inanarak üstümü değiştirmeden kendimi yatağa bıraktığımda sırtım yumuşak yüzeyle buluşur buluşmaz kaslarımda sızılar hissetmiştim.

Tıpkı ruhum gibi bedenim de ikaz ışıkları yakıyor, tüm bunların sonlanması için yalvarıyordu ancak elimde olmayan sebeplerle kimseye istediğini veremiyordum.

Tavanı süzerek, uykusuz olduğum halde doğru düzgün gözlerimi kapatmaya bile çalışmayarak geçirdiğim dakikalar boyunca kendi sessizliğimi dinlemiştim. Sessizliğin ortasına sert bir bomba gibi düşen koridorda yükselen gürültüydü.

Kaşlarım çatılarak seslere odaklandığımda uğultunun içindeki seslerden ikisi tanıdıktı. Bıkkınlıkla oflayıp yerimden doğrulduğumda Cevahir’in küçücük pansiyonda bile terör estirecek ne bulduğunu merak ediyordum.

Odanın kapısına kadar yürüdüm. Kapıyı açtığımda oldukça yakın bir noktada bulacağım isimlerden ikisi Cevahir ve Teoman olacaktı. Peşinden Teoman’ı da sürükleme sebebini bilmiyordum ancak sorgulamayacaktım.

Kapıyı açıp geriye doğru yasladığımda çıkan sesle birlikte gürültü kaynakları aynı anda buraya doğru döndüler. Yüzümde çok tatlı bir ifade olmadığından emindim. Artık durumları iğneleyerek dahi karşılayamıyordum, tüm enerjim tükenmişti. Boş bakışlarla küçük kalabalığı süzerken Cevahir ve Teoman’ın yanında duran iki görevliyi ve önünde dikildikleri kapısı açık odanın girişinde duran genç adamı gördüm.

“Yenge?” diyerek şaşkın şaşkın bana bakan Teoman’ın neye şaşırdığını anlamamıştım. Ta ki konuşmaya devam edene kadar.

“Senin odan orası mıymış?” dedikten sonra bakışlarını benden çekti ve diğer tarafa döndü. “Tamam kardeşim geç içeri sen o zaman.” Odasının kapısında uykulu halde duruyor olan adamı içeri doğru hafif ittirip konuştuğunda adam öfkeyle yerinde sallanmıştı. “Manyak mısınız lan sabah sabah?”

Adamı sakinleştirmek için görevlilerin bir şeyler söylediğini, Teoman’ın da iri bedeniyle horoz gibi öne atıldığını görüyordum. Ancak hiçbiri uykusundan uyandırılan adam için sakinleşmeye yeterli görülmemişti.

Kapımı açtığım andan beri bakışları üzerimden bir an bile ayrılmayan, dikkatle yüzümü süzüyor olan Cevahir’in ne zaman ve nasıl müdahale edeceğini beklerken tepkisizdim. Gözlerimi kapatıp açmak dışında yüzümde mimik oynatmıyor, olabildiğince sakin ve bomboş halde onlara bakıyordum.

Cevahir’in bakışlarını benden ayırdığı an geldiğinde yaptığı tek şey kapıda dikilen adama doğru dönmekti. Dudakları kıpırdamadı, sesini duymadım. Hareket etmedi, parmağını bile oynatmadı. Sadece aramızdaki gerilimin onda birini gözlerinden o adama doğru yansıtması yeterli gelmiş olacak ki adam Cevahir’in kendisine doğru döndüğü anı odasına girmeyi kabul edeceği anla bitiştirdi.

Görevlilerin şaşkın bakışları eşliğinde adam odasına girip kapıyı çarptığında sanırım korktuğu şey sessizliğin habercisi olduğu fırtınaydı. Teoman’ın tehditkâr tavrından ya da kendisine seçenek sunan görevlilerin ılımlılığından etkilenmemişti, Cevahir’in bir sonraki hamlesinin ne olduğunu kestirememek ürkmesine sebep olmuştu.

Görevlilerden biri kapanan kapının ardından bana yöneldi. “Beyefendi eşinizmiş Seray Hanım, biz inanmazdık hemen ama fotoğraf da gösterince…”

Açıklama yapmaya çalışan, yaparken de şekilden şekle giren adamın daha fazla büzüşmemesi için dudaklarımı araladım. “Eşim,” dedim uzatmadan. “İşinize dönebilirsiniz, sağ olun.”

Adam rahatlamış olduğunu ifadesinde göstermekten kaçınmadan diğer görevliyle birlikte koridordan uzaklaştı. Adım sesleri gittikçe azalıp en son kaybolduğunda omuzlarımı oynatacak derin bir nefes almıştım.

Hiçbir şey söylemeden odama dönüp girdiğimde ben yatağa varamadan Teoman hızla yetişmiş ve itmekle uğraşmadığım kapıya yapışıp araya girmişti.

Kapıyı kapatıp onları dışarıda bırakacağımı düşündüğünden kendini paralamış olmasına belki başka bir anda güler, alaya alırdım ancak tepki vermeden bekledim.

“Arabayı al ve dön,” diyen Cevahir’in sesi cümlenin sonuna doğru daha yakından gelmişti. Teoman’ın geliş amacını böylece kavramıştım. Tek gelseydi dönüşte beni kendi yanında tutma şansı yoktu, arabam burada kalacaktı. Ancak şimdi araba sayısını bire düşürüyordu.

Planlı ve değil bir sonraki, on adım sonraki her şeyi düşünen bir adam olduğunu söylerken abartmamıştım.

“Biraz daha kalsa mıydım abi? Sizin ilk takışma anlarınız biraz şey oluyor.”

Başımı yavaşça çevirerek odanın girişinde duran Teoman’a baktım. Benimle aynı anda ve aynı şekilde Cevahir’in de ona baktığını son anda fark etmiştim.

Teoman garip bir şekilde güldü. “Şaka yapıyorum tabii, ortam ısınsın diye.” Saçmalamayı daha fazla sürdürmeden ikimize de kısa bakışlar atıp odadan çıktığında arkasından kapattığı kapının ardında artık Cevahir ile tek kalmıştım.

Odada tekken olduğum kadar rahat hissettiğim söylenemezdi ancak varlığını kendime herhangi bir şey için engel olarak da görmüyordum.

Yatağa oturmak yerine camın önüne bırakılmış küçük berjere adımlayıp yerleştim. Bedenimi rahat edebileceğim bir konuma getirdiğimde bir bacağımı diğerinin üzerine doğru atmış ve aynı anda kollarımı göğsümde çaprazlamıştım. Beden dilimi de yüzümdeki ifadeyi de anlamlar çıkartamayacağı kadar kısıtlı kullanıyordum.

“İyi mi geldi yalnız kalmak?”

Sorusuna düşünmeden yanıt verecek olsaydım ‘yalnız kalmak iyi gelse dünyadaki en iyi insan ben olurdum’ gibi bir şeyler zırvalardım. Direkt iğnelemeye, sinirlenmeye geçer ve Cevahir’i bastıracak ölçüde çok konuşurdum.

Yapmadım. Düşünmeden dudaklarımı aralamak yerine kendime birkaç saniye zaman tanıyıp bekledikten sonra başladım konuşmaya.

“Evet,” dedim başımı sallayarak. İyi falan hissettiğim yoktu oysa.

Net bir şekilde ‘evet’ dememi beklemediği anlık dağılan ifadesinden açığa çıkarken odanın ortasında ayakta kalmayı bırakarak yatağın benim oturduğum koltuğa yakın olarak tarafına geçip oturdu. Aramızda bir kişinin geçebileceği bir mesafe vardı ancak yatak koltuğa oranla daha alçak olduğundan yüzlerimiz aynı hizadaydı.

“Yalnız kalmaya devam etmek için mi öyle alelacele ‘evet’ diyorsun? Yüzünün haline bak… Bu mu iyi halin?”

Damarıma basıyordu. Onun yüzünden kötü olduğumu biliyor, bunu haykırmam için beni tuzağa çekiyordu. Tıpkı hastaneden çıkarken düşündüğüm gibiydi. Sessiz ve hissiz bir Seray görmektense ona bağırıp çağıran kadını arıyordu.

“Çok mu umurundayım?” diye sordum öylesine. Cevabı biliyordum, sesli olarak tekrarlanmasına ihtiyacım yoktu aslında.

Duraksadı. Üstünde ince kumaşlı, koyu renk bir gömlek vardı. Gömleğin bedenine normalde olduğundan daha fazla yapışmasına sebep olacak şekilde gerildiğini görüyordum.

“Değilsin.”

Cevabı bildiğimi kendime hatırlatmama rağmen duymak öyle çok sıradan bir his yaratmamıştı. Yalnızlığı ezbere bilseniz, kendi kendinize yetmeyi yıllardır başarıyor olsanız ve daha önce kimsenin umuru olmayı tatmamış olsanız bile açıkça duymak bir şeyler parçalıyordu içinizde.

İnsan olmanın en büyük derdi de buydu.

İçinde yaşayan her şeyi öldürse de direnmeye kararlı ve çokça aç kalmış bazı yerleri susturamıyordu insan. Bunlardan biri de önemsenme, değer görme isteğiyle titriyor olan o yerdi.

Sabah beni yarım yamalak dalmış olduğum uykumdan kaldıran, geçen hafta bir anlık kararla kurduğum hatırlatıcı alarmı anımsadım o an. Aslında unutmuş da değildim.

Nisan’ın on yedinci günündeydik. Bugüne kurulu bir hatırlatıcımın olmasının sebebi ise Aynı ayın üçüncü gününde elime tutuşturulan kırmızı küçük bir defterdeydi.

İçinde bulunduğum evliliğin bir şakadan ya da bir türlü uyanamadığım bir kâbustan ibaret olmadığını kendime kanıtlamak için ilk günlerde nedensizce evlilik cüzdanıyla fazlasıyla içli dışlı hale gelmiştim.

Resimlerimizin yan yana durduğu, kişisel bilgilerimizin karşılıklı sıralandığı o küçük defterde aklıma kazınan sayılı şey vardı. O sayılı şeylerden biri de gelmesine o zamanlar yalnızca iki hafta kalmış olan 17 Nisan tarihiydi.

Cevahir Avcıoğlu’nun doğduğu tarih…

İki hafta çoktan dolmuş ve o gün gelmişti. İki hafta değil iki yıl geçmiş kadar yoğun ve yorgun hissetsem de hepi topu on dört günden ibaretti.

Bana bu tarihe dair alarm kurduran ise doğum gününü asla atlamak istememem ya da ilk günden beri bu kutlamayı iple çekmem değildi elbette. Sadece kuru bir kutlama cümlesi dökülecekti dudaklarımdan, planım buydu.

Planımın kaynağı da açıktı.

Doğum günleri benim için hiçbir zaman özel olmamıştı, bu fırsat bana tanınmamıştı. Ancak şahit olduğum tüm kutlamalarda odaktaki kişiler için bu günlerin çok özel olduğunu gözlemlemiştim. Bu da beni hayatımdaki yeri ne olursa olsun doğum gününü bildiğim kişilere karşı ufacık bile olsa kutlama cümlesi dile getirme alışkanlığına itmişti.

Bir kez doğum gününü kutladığım birinin doğduğu günü bir daha unutmazdım. Unutacak gibiysem de gereken önlemi alırdım. Bunu yapacağım öyle fazla insan da yoktu zaten.

Şimdi her şeyi bir kenara bırakıp doğum gününü kutlamam mümkün müydü?

“Yarın sabah hastaneye gelmem ve bugün eve dönmem arasında ne fark var?”

Neden kalkıp buraya geldiğini anlamlandırabilmek için sorduğum soruma cevabı gecikmedi.

“Yarın geleceğinin bir garantisi yoktu.”

“Elinde tutuyor olduğun bir iş sözleşmem var,” dedim sakince. “Mesleğim de kafama esince habersiz bırakıp gidilebilecek bir alandan değil.”

“Her ne haltsa, Seray.” dedi birden bire yükselerek. Benim yerime de o öfkeleniyor gibiydi. Buna hakkı olup olmamasını umursamıyordu. Avcıoğlu’nun umursamadıkları belli ki birden çoktu.

“Hazırlanacak bir şeyin varsa hazırla, çıkalım.”

“Akşam döneceğim,” dedim omuz silkerek. “İstersen Teo’yu ara, dönsün. Onu yollarken bana fikrimi sormayı unuttun.” Konuşurken sesim sabit bir yükseklikte ve düzdü.

Bir elini yüzüne doğru kaldırıp dudaklarından çenesine doğru yüzünü ovdu. Bunu sinirle, kontrolünü eline almak ister gibi yapmıştı. Bakışlarımı yüzünde tutmaya, dudaklarımdan başka bir şey dökmemeye dikkat ettim.

“Ne bu?” diye sordu. “Ne çeşit bir şey deniyorsun? Bakışların boş, sesin yolda karşılaştığın bir yabancıymışım gibi olağan… Beni mi sınıyorsun?”

Üstte olan bacağımı değiştirip diğerini yukarı alırken telaşsızdım. Uyuşukluğumun, sakinliğimin onu çıldırttığını görmekten keyif aldığımı itiraf edebilirdim. Bağırıp çağırmama kılı kıpırdamayan bir adam oluşu tanıştığımız günden beri beni çıldırtıyordu ancak artık rolleri değiştirmiştik.

“Kavga mı etmek istiyorsun?”

“Evet,” dedi duraksamadan. “Her zaman yaptığını yap işte, ne bu halin?”

“Ben bu hale neden geldim?” dedim gözlerimi kırpıştırıp. “Bunu hiç düşünme fırsatın oldu mu? Bir gün uyandım ve böyle mi yapmaya karar verdim?”

Dudaklarını birbirine bastırdı. Bunu sertçe, kendini bir şeyler söylemekten alıkoyarmış gibi yapmıştı.

“Susma,” dedim inatla. “Kavga edeceğiz işte, konuşsana Avcıoğlu.”

“Ne işin vardı?” diye soludu. Dudaklarından bir anda çıkan soruya o da şaşırmış gibiydi ama susmadı ve devam etti. “O siktiğimin odasında hastalarını erteleyecek kadar uzun ne işin vardı? Fularını sağa sola düşürecek kadar daldığın neydi?”

Bastıra bastıra, her soruyu ayrı ayrı vurgulayarak konuştuğunda hafifçe ürperdim. Açıkça sormasını beklemiyordum. Üstelik henüz sorularının bitmediğinin farkında da değildim.

“Önceki gecenin köründe mesajla seni odasına çağıran bir herifin yanında ne işin vardı Avcıoğlu?”

Benimle paylaştığı soyadını öyle sertçe telaffuz etmişti ki… Bunun aslında ‘kim olduğunun farkında mısın’ sorusu olduğunu algılamam zor olmamıştı. Bana karısı oluşuma dayanarak hesap soruyordu. Oysa bulunduğumuz odada yalnızdık ve aramızdakinin gerçek bir karı-koca ilişkisi olmadığının gayet farkındaydık.

Mesajdan nereden haberinin olduğunu düşünmedim. Şu an kuramadığım bir bağlantı vardı belli ki. Üstelik bu küçük bir detay olarak kalmıştı diğerlerinin yanında.

“Seni neden ilgilendiriyor?” diye sordum. Yapacağı ilk açıklamayı tahmin ettiğim için konuşmasına izin vermeden nefessiz şekilde devam ettim. “Soyadına bir leke yapışmayacak, dikkat ederim. Merak etme sen.”

Yataktan ani bir şekilde kalktığında istemsizce oturduğum koltukta geriye doğru yaslandım. “Sikerim adı da soyadı da. Sorduğum soruların cevabı bu mu? Kimse duymayacak dedin diye bu durumu kabul mü edeyim?”

Arif’in odasında oluşum, fularımın düşüşü ve bildiğinden yeni haberimin olduğu gece gelen mesaj birleşerek ona gerçeklerden çok farklı bir görsel sunmuştu.

Rahatça kendimi aklayabilir, bir iki cümleyle tüm sorularını cevaplayabilir ve üstümdeki ithamlarını geri çekebilirdim. İçimden beni dürten şeytanı dinlediğim anda ise bunu yapmaktan vazgeçmiştim.

“Et bence,” dedim bacağımı hafifçe titretirken. “Alış yani.”

Kalktığı yerde birkaç saniye donmuş gibi kaldı. Kendisine selam ileten bir adamı, üstelik evli bir adamı neyle suçladığının farkında değildi.

Arif’i tanımıyor olması bir yana… Ben gözünde nasıl bir kadındım? Bulunduğumuz hastaneden bir başkasıyla ilişki yaşayıp rahatça odasında dolanacak bir kadın mıydım?

Başını omuzuna doğru çevirdi. Güldü bir an. Gülüşü en ufak bir olumlu his barındırmıyordu. Tamamen sinirlerinin bozulmasından gülüyor gibiydi.

Yüzü yeniden bana çevrildiği anda öne doğru bir adım attı. “Kalk,” dedi hızla. “Kalk ayağa Seray.”

Onu dinlemedim. Ancak emir verir tavrını yalnızca sözcükleriyle dışa vuracağını düşünmek benim hatamdı. Dirseğimin biraz altından kavrar kavramaz beni yukarı doğru çektiğinde ne olduğunu anlayamadan ayaklanmış ve hızımı ayarlayamadan yüzümü göğsüne çarpacak kadar yakınına gelmiştim.

“Yavaş!” dedim sertçe. Bugün dudaklarımdan dökülen ilk gergin seslenişti.

“İki hafta,” dedi. “Sadece iki hafta önce, düğünden eve geldiğimizde bana ne söylediğini çabuk mu unuttun?”

Neyi kastettiğini bulmak için düşündüm. Sonuca varamadan önce o devam etti. “Evlilik gerçek ya da değil, aldatıldığımı tek bir kişi bile düşünmeyecek demiştin. Hatırlıyorsun değil mi?”

Kendi silahımla vurulduğumu fark etsem de duruşumu bozmadım. Duruştan kastım tamamen psikolojikti. Zira fiziksel olarak onun pençesi altında, ona yaslıydım.

“Senin için geçerliydi,” dedim pişkin pişkin. “Bir yıl boyunca öyle bir kenarda oturamam-…”

Gözlerinde anlık bir parlama belirdi. O parlama elini ağzıma yaslamış gibi bir etki yarattığından devam edemeden susmuştum.

“Mahvederim, Seray.” dedi sadece. Havadan sudan, öylesine bir şeyden bahsediyormuş gibiydi.

Tehditkâr tavrına bir an tedirginlikle baktığımda yüzümde bunu yakalamış olacak ki fısıldadı. “Kılına zarar vermem senin ama o adı karışmaması gereken yere karışan üçüncü kişileri mahvederim. Dilersen pollyanna ol ve bunun içi boş bir tehdit olduğunu san, gerçek değişmeyecek.”

“Sebep?” diye fısıldadım sesimi bulabildiğimde. Başımı geriye doğru atmış yüzüne bakıyordum, kahverengi gözbebeklerindeki kıvılcımlar oldukları yeri yakıp kızıl yansımalar bırakıyorlardı.

Bırakmadığı kolumu başparmağıyla belli belirsiz okşadığını hissettim. “Keyfim ve kâhyası, doktor.”

Nefesinin buğusunu hissedebileceğim kadar yakınında olduğumda bende çalışması gereken birden fazla mekanizma fonksiyonsuz hale geliyordu. Bunlardan biri de mantığımdı. Kısa süreli mantık kaybına uğramama neden olan yakınlığı yüzünden ne geri çekilmeye çalışıyor ne de dudaklarımdan çekilmek istediğime dair bir şeyler döküyordum.

“Hasta herifin tekisin,” diyebildim.

“Evlenmek için bir şifacı bulmam tam yerinde olmuş o halde.”

“Aklına düştüğüm güne lanet olsun, Avcıoğlu.”

Gözlerini kıstı biraz. “Kocandan memnun değil misin yoksa?”

Sırıttım. “Memnun değilsem, değiştirebilir miyim?”

Dişlerini birbirine bastırdığını kasılan çenesinden ve yanaklarından anladığımda başımı hafifçe yana eğdim. “Hım?” dedim inatla. “Seçenek sunsana bana.”

“Çok mu hoşuna gitti?” diye sordu. “Kıskanıldığını zannedip kendini tatmin mi ediyorsun?”

Tutmadığı kolumu kaldırdım. İkimizin arasında yükselen elim yüzüne ulaştı. Kaskatı duran çenesini parmaklarımın arasına alıp kırılacak bir nesneymiş gibi narince tuttum.

“Senin dengesiz ruh hallerini yanlış yorumlayacak kadar toy değilim,” dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan. “İster kıskan, ister kıskanma. Senden başka bir adama her yaklaştığımda delireceğini bilmek tatmin olmama yetip artacak, bundan sonra kork benden Cevahir.

Söylediklerimi sindirmesini beklemeden, onun bu halinden yararlanarak kendimi tutuşundan kurtardım. Geriye doğru geldiğimde bacaklarımın arkası az önce oturduğum koltuğun kumaşına sürtünmüştü. Aramızda çok büyük bir mesafe açabilmiş değildim ancak şu an temas etmiyorduk.

“Annenin yeni bir psikiyatristle görüşmesini istiyorum,” dedim konuyu rahatça değiştirerek. “Arif olabilir ya da istersen başka birini araştır ve bul.”

Yüzü allak bullak bir haldeydi. “Ne?” dedi önce. “Nereden çıktı bu?”

Omuz silktim. “Keyfim ve kâhyası, Cevo.

 

~

 

Arabamın anahtarını Cevahir’e verdiğim için şoförlük yapmadığım ve eve varana dek uyuyormuşum gibi tek bir an gözlerimi açmadığım yolculuk süresi bir saatten fazlaydı.

Cevahir’e psikiyatrist konusunu açtıktan hemen sonra küçük çantamı ve anahtarımı alarak odadan çıkmam, pansiyondan çıkışımı yapmam ve arabaya geçmem peş peşeydi. Onun üst üste binen şaşkınlıklarından faydalandığım için tüm bu yaptıklarım boyunca bana karışamaması işime gelmişti.

Arabadaki ilk dakikalarda adımı birden fazla kez seslenmiş ancak ben direnip sustuğumda daha fazla ısrar etmeden pes etmişti.

Bir ara arabanın sarsıntısından -ya da kahrolası kokusunun artık uyuduğum yatağı anımsatıyor oluşundan- kaynaklı kısa bir uykuya dalmıştım. Gözlerimi sıklaşan dönüşleri hissederek açtığımda artık eve yaklaştığımızı anlayınca yeniden yummamıştım.

Araba tamamen durana dek yerimden kıpırdamayı tercih etmesem de gözlerim açıktı. Kontağı kapattığı anda tuşuma basılmış gibi doğrulup kapıya uzandım. Başını çevirip bana bakmış ancak tek kelime etmemişti. Yol boyunca onu düşünceleriyle baş başa bırakmamın işe yaramış olmasını umuyordum ancak büyük beklentilerim yoktu.

Onu beklemeden eve doğru yöneldiğimde içeride birilerinin olup olmayacağını tam kestirememiştim. Hafta sonları genelde Vildan Hanımlar olmuyordu ancak birkaç haftada bir genel temizlik için kaldıklarını bir ara Mira’dan duymuştum. O hafta sonunun bu hafta sonu olmamasını umuyordum. Şu an evde kalabalık istemiyordum.

Anahtarım, arabadan almaya tenezzül etmediğim çantamda olduğundan zile dokunup şansımı mı denemeliyim diye düşünürken arkamda beliren sıcak gövdeyle birlikte hareketsiz kaldım.

Göğsünü bile isteye sırtıma bastırdığından, bana temas etmeden de kapıyı açabileceğinden emindim ancak dişlerimi sıka sıka tepkisiz kaldım.

Kapı açıldığı anda içeri girip koridoru hızlıca yürüdüm. Odaya geçmek yerine kendimi mutfağa attığımda hedefim hem kendime bir bardak su almak hem de evin nüfusunu kontrol etmekti.

Mutfak tezgâhındaki boş fincanları gördüğümde Cuma’dan beri uğramadıklarını kesinleştirmiştim. Cevahir’in içtiği kahve ve çay bardakları buraya dolmuştu.

Bardağı alıp diğer köşedeki büyük cam şişeye doğru ilerlediğim sırada boş evde kolay yayılan sesler kulağıma kısık da olsa bir melodiyi taşıdı.

Dudaklarımdan fırlayan kısık küfrü kontrol edememiştim. Öyle kolay kolay küfür eden biri değildim ancak bu an tam olarak bunu gerektiriyordu.

Arabada bıraktığımı şu an fark ettiğim, çantama atmak yerine vitesin yanındaki küçük boşluğa attığım telefonumdan gelen ses zil sesimden farklıydı.

Koridora fırladığımda, Cevahir telefonumu benim yerime elinde tutuyor haldeyken yükselen melodi hatırlatıcılarıma aitti.

Ben bir aptal olduğum için hatırlatıcıyı kapatmak yerine yeniden anımsatması için kurmuş olmalıydım ki yeniden telefonum sesini yükseltmişti.

Gözleri ekrana çevrili, elindeki telefonuma bakıyor olan Cevahir’e engel olmak için çok geçti. Ekranda yazılı duran ismini görüyor ve bugünün tarihinin onunla nasıl bir ilgisi olduğunu tabii ki biliyordu.

Mutfağın girişinden dışarıya doğru tek adım atmış, koridorun biraz ilerisinde duran ve buraya yönelmiş bedeninin karşısında bekliyordum. Ona doğru yaklaşmak yerine yutkunarak yerimde kalmıştım.

Çirkefleşerek telefonumu elinden çeksem… Saçmalamaktan öteye gidemezdim.

“Ne olmuş?” diye mırıldandım salağa yatıp. “Telefonum mu çalıyor?”

Bakışlarını telefondan kaldırıp direkt olarak yüzüme baktığı anda onda nasıl bir ifade görmeyi beklediğimi bilmiyordum aslında. Fakat gözlerinde gördüğüme yeminler edebileceğim o heyecanlı parlamayı saliselerden ibaretken bile kaçırmadığımda bir an dondum.

“Cevahir…” diye seslendim garip bir şekilde. İyi miydi?

Bir anda yürümeye başladı. Bana doğru attığı adımların sonunda ne yaşanacağını bilemediğim için geriye kaçmak veya mutfaktan kendimi savunacak bir eşya seçmek arasında kararsızdım.

Başta gözlerinde beliren o parıldama çoktan sönmüştü ancak yüzü gevşemiş, geçtiğimiz saatlerdeki gerginliğinden sıyrılmıştı.

Önüme kadar geldiğinde adımlarını durdurdu. Tam karşımda, gözlerimin en içine bakarken konuştu. “Bir şey dile benden,” diyerek beklentiyle yüzüme baktığında afallamıştım. Bir anda lamba cinine dönüşmüştü.

“Hı?” dedim saflıkla.

“Bir şey iste benden, gamzeli. Yapacağım.”

Gözlerimi kırptım üst üste. Hevesle dudaklarımı açacağımda gözlerimdeki hin alevi görmüş olacak ki bir an sabır dilenir gibi yukarı baktı ve ardından yine bakışlarımız kesişti. “Boşamayacağım seni, başka bir şey bul.”

Ofladım. Her seferinde şansımı deneyecektim, bir gün başaracağıma inanıyordum.

“Tamam,” dedim tadım kaçmış olsa da. Madem ben kurtulamıyordum, hakkımı bir başkasını kurtarmakta harcayacaktım.

“Hiçbir şey sorgulamayacaksın ve annenin Arif’le görüşmeye başlamasına sesin çıkmayacak. Bizden başka kimse bilmeyecek bunu.”

Direkt dudaklarını araladı. İlk üç kelimeme rağmen yapmaya başlayacağı şeyin sorgu olduğunu tahmin ettiğim için işaret parmağımı refleksle dudaklarının ortasına bastırdım. “Sorgulamak yok, Avcıoğlu.”

Gözlerini kırpmadan uzunca gözlerimde tuttu. Parmağımı dudağından çekmekte aceleci olmadım.

Direnmeyeceğinden emin olduğum anda konuştum. “Bildiğim kadarıyla dilekleri doğum günü olanlar diler, neden hakkını bana verdin?” Aklını annesinden uzaklaştırmak ve biraz da cidden bu sorunun cevabını almak istediğimden konuşmuştum.

“Benim olan, senin.” dedi düşünmeden. Parmağımı henüz çekmediğimden konuşurken dudakları parmağıma sürtünmüş, nemini bana bulaştırmıştı.

“Bi’ dünya varlığı olan bir adamken böyle şeyler söyleyemezsin, söylersen borçlu çıkarsın.”

Dudakları kıvrıldı. Parmağımı tutkallanmış gibi dudaklarından ayıramadığım için dışarıdan garip göründüğümüzden emindim.

“Daha önce arkasında durmayacağım bir şey söylediğime şahit oldun mu?”

Gözlerimi devirerek elimi indirdim. Narsistliğini on dakikadan fazla gizli tutamıyordu.

Söylediklerini ağzımın içinde homurdanarak kısık sesle tekrarladığım sırada söylene söylene yanından bir hışımla uzaklaştım. Mutfağa geri girdiğimde arkamdan yükselen sesini duymuştum.

“Kaç, uzaklaş, diren… Bir yıl boyunca dönüp dolaşacağın yer her seferinde benim yanım olacak Seray. Zeki bir kadınsın, boşu boşuna kendini yorduğunu fark etmen çok zaman almayacaktır.”

Kendi kendine mutfak kapısından kafasını uzatıp söylediklerini pek takmadan içemediğim suyuma yöneldim.

“Boş tirat atma işini azalt, Cevo. Yorma beni. Elli haftamız kaldı, mümkünse kırk dokuzunda sus.”

Tek dikişte suyumu içerken bakışlarım ondaydı. Bardağı dudaklarımdan çekene dek bana bakmaya devam etti.

“Siktir,” diye solurken sesi kısıktı. Bunun kendisine olduğunu fark etmiştim, küfrü bir yandan bir şeye şükür gibiydi. Ardından kapıdan görünmeyi kesti, gidiyordu. Ancak giderken fısıldadıklarını yarasadan farksız kulaklarım sayesinde yarım yamalak da olsa duymuştum.

“Şöyle karşılık ver işte hep, o koca gözlerini aça aça niye ağlıyorsun?”

Avcıoğlu’nun radarına ona iğneler batıran dilimle dahil olmuştum. Ancak bunu bırakmamdan bu kadar rahatsız olabileceğini hiç düşünmemiştim.

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm