Düşten Farksız 36.Bölüm
36.BÖLÜM
İttiğim kapı farkında olmadan biraz fazla
güç uyguladığım için sert bir sesle ardımdan kapandığında artık odamda ve
yalnızdım.
Sağlıklı bir zihne ve ruha sahip olmadığımı
her yeni günde tekrar hatırlıyor, hatta hiç unutma fırsatı bulamıyordum. Gün
içerisinde dahi değişen ruh hallerimden hangisinin üzerime daha uygun olan
olduğunu bulamıyordum.
Kimdim?
Az önce yaptığım gibi asla kendinden başka
bir şeyi düşünmeden aklına eseni söyleyen, kendisini savunan kadın mıydım?
Küçük bir şefkat zerresi arayışında kendini kaybeden, aradığını bulduğunda
şımaran küçük bir kız çocuğu muydum?
Yatağa adımlayıp bir kenara yerleştim.
Dizlerimi kendime doğru çekmiş, yüzümü de oraya yaslayıp etrafta kimse olmasa
da sanki biri beni görebilecekmiş gibi saklanmıştım.
Odanın kapısında tek fakat güçlü bir vuruş
duyulduğunda aradan çoktan dakikalar geçmişti. Olduğum yerden kıpırdamadan
kendimi soru yağmuruna tutmayı -bulamadığım cevapların beni delirteceğini bile
bile- hiç bırakmamıştım.
Sesli bir onay vermedim. Sessizliğimin
kapıdaki kişi için onay sayılacağını tahmin ediyordum. Öyle de oldu.
Yüzümü dizlerimden kaldırıp kapıya doğru
baktığım sırada kapı açılmış, ardından küçük boşluktan Özgür’ün başı içeri
uzanmıştı.
“Gelebilir miyim?” diye sorduğunda başımı
küçücük bir hareketle olumlu anlamda sallamakla yetindim.
Odaya girdikten sonra kapıyı tamamen
kapatmadı ama neredeyse kapanacağı kadar ittirmişti ileri doğru.
Bana bir şeyler söyleyeceğini ya da en
azından konuşmam için beklentiyle karşımda duracağını düşünmüştüm. Oysa beni
tamamen haksız çıkartarak yatakta oturduğum yerin hemen yanına yerleşmeyi ve
ağzını hiç açmamayı seçmişti.
Saniyeler dakikaları kovalarken onunla
sessizliği paylaşmaktan rahatsız değildim. Şu anda sessizliğe ihtiyacım vardı
ama yalnız olmayı sevmiyordum. Kısacası Özgür bana dilediğim ortamı ben hiç
istekte bulunmadığım halde sağlamıştı.
Yüzümü dizlerime gömmeyi bırakıp yanağımı
oraya yasladım. Bakışlarımın odağı soluma denk gelen Özgür olduğunda onun
dikkatli bakışlarını bendeyken yakalamıştım.
“Gözlerin kızarmış,” dediğinde bir şey
söylemedim. Gözlerim genellikle ağladığımda kızarırdı ancak bu akşam gözümden
doğru düzgün damla düşmüş değildi. Bu seferki kızarıklık sanırım kendimi fazla
sıkıp zorlamaktandı.
“Özür dilerim,” diyerek yeniden konuşunca
kaşlarım istemsizce çatıldı. “Neden?” diye sordum pürüzlü bir sesle.
“Ağzımı açıp seni savunmam gerekirken
yanında aptal gibi dikilmekle yetindim. O susmazken ben susturmalıydım, senin
tepkini beklememeliydim.”
Aklımın ucundan bile geçmemiş bir konu
hakkında özür dilemesini dinlerken yanağımı dizlerimden kaldırdım. Yatakta daha
düzgün bir hale geçip bedenimi ona doğru çevirdiğimde hareketlerimi kaçırmadan
seyrediyordu.
“Sence neden hareketsiz kaldın?” diye
mırıldandım. Bu soruma ikimiz de çok net bir cevap verebilirdik. Ortada büyük
ve tek bir gerçek vardı çünkü.
Dudakları aralanmadı.
O kadın karşımda rahatça saçmalarken
dayanamayıp dilimden döktüğüm gerçeklerin onu hareketsiz kıldığını ikimiz de
biliyorduk oysa.
Dört beş gün önce sırayla babamı ve Pars’ı
sarsan ne varsa, dakikalar önce aynısını Özgür’e de duyurmuştum. Özgür’e ve
Özgün’e…
Derdim kendimi savunabilmek, karşımdaki
kadının ne kadar kara bir kalbe sahip olduğunu ona anlatmakken hesaba iki
yanımda duruyor olan kardeşleri katamamıştım.
“Despina,” diye çaresiz bir sesle adımı
seslendiğinde aradan belli bir süre geçmişti artık. Göğsüne doğru diktiğimin
farkında olmadığım bakışlarımı yüzüne kaldırdım. Gözlerine ulaşan bakışlarım
bana alışkın olduğum Özgür’den tek bir parça bile gösteremiyordu.
İç çektim sessizce. Beni yıllardır yakan
gerçeğin onlara da sıçrayıp yanmalarına sebep olmasından memnun değildim.
Bilmelerini iyi ya da kötü olarak ayıramazdım ama bu tepkilerle beni hiç
olmadığım kadar küçülmüş hissetmeye itiyorlardı.
“Bence sarılalım,” diye söylendim. Buna
birden fazla açıdan ihtiyacım vardı. Gözlerine bakmamalı ve aynı anda da bir
sıcaklığa sığınmalıydım.
Cümlemin sonu bile gelemeden kollarının
arasındaydım.
Omuzuna doğru yaslandığımda kolları
sırtımda sıkıca dolanmış, beni kaçacakmışım gibi sarmıştı. Sırtımı yavaş yavaş
okşadığı sırada odanın kapısı açılınca bakışlarım refleksle orayı buldu.
“Götünde sensör mü var senin?”
Geçtiğimiz günleri Özgür ve Özgün ile
bolca çekiştirilerek yaşamıştım. Özgür’le çok daha uzun süredir tanışıyor
olmamıza rağmen Özgün asla durmuyor ve arayı kapatabilmek için her boşluğu
benim dibimde geçiriyordu. Ben halimden memnundum tabii ama ikisi için aynı
şeyi söylemek zordu.
“Var tabii,” dedi Özgün. “Hissettim fazla
yapışmışsın, çekil yeter artık.”
Özgün’ün odaya girişinin bu sebeple
olduğunu düşünmüyordum ama konunun böyle bağlanması biraz aklımı dağıtmış ve
anlık da olsa gevşememe yol açmıştı.
“Uza yanımızdan abi,” diyen Özgür’e çenemi
göğsüne bastırıp alttan baktım. “Uzasın mı?”
Özgün küçük bir kahkaha attı. Bir şeyleri
anlayamamamdan Pars’tan sonra en çok keyif alan sanırım Özgün’dü. Bu hali onu
kapıda gördüğüm ilk halinin tamamen tersiydi. Duvara benzeyen suratı artık sık
sık bu durumdan sıyrılıyordu.
“Gülme,” dedim ona doğru bakıp. “Komik
mi?”
“Komik tabii çıngıraklı.”
“Yılan değilim ben.” diye sızlandım.
Anlamını öğrendiğimde ona uzunca küsmüştüm, hiç ders almıyordu hatalarından.
“Küs abim, küs ben arkandayım.” Özgür’ün
beni abisine küsmem için desteklemesine göz ucuyla bakıp yerimde doğrulmaya
çalıştım. Özgür’ün kollarından kurtulmak kolay olmamıştı ama başarmıştım bir
şekilde.
“Biraz da bana sarıl, canım çekti.”
“Ne gerek var?” diyen Özgür’e ‘çok ayıp’
der gibi baktım. Yataktan kalktığımda bir an için başım dönünce yerimde
sendelemiştim. Özgür sırtıma hızla elini bastırıp beni dengelerken Özgün de öne
doğru büyük bir adım atıp dibimde belirdi.
“Yavaş kızım, yavaş biraz.” Özgün beni iki
elimden tuttu. “Bana sarılacaksın diye bu kadar heyecan yapma, kaçmıyorum bir
yere.”
Dengemin bozuluşu muhtemelen yaşananların
yoğunluğundandı ancak bunu dile getirmek yerine Özgün haklıymış gibi onayladım.
“Tamam,” dedim sakince. Hemen sonrasında da kollarının arasına girmiştim zaten.
Özgün’ün hayatımda henüz sadece birkaç gün
geçirebilmişken benimle ilgili çok fazla şey öğrenmiş olmasından rahatsız olup
olmadığımı kendime sorduğumda net bir cevap alıyordum. Rahatsız değildim.
“Babam nerede?” diye sorduğumda Özgün’ün
kolları arasındaki birinci dakikam çoktan dolmuş olmalıydı.
Odaya gelişimin ardından tek tek onlar
peşimden gelmişti ancak Timur Akdoğan ortalıkta görünmüyordu. Yine kendini
evden dışarıya attıysa, bu kez peşinden gidip onu geri çağırmak için
çırpınmayacaktım.
“İçeride.”
Özgün’ün cevabıyla birlikte kendimi ondan
geriye doğru çektim. “Yanıma neden gelmiyor?” diye sordum küskünce.
Eski sevgilisini kapıdan kovup hakaret
etmem ya da devamında annesine şeytan muamelesi yapmış olmam biraz abartılı mı
olmuştu?
“Gelmesini istemeyeceğini düşündü, biraz…
Biraz gerginsin ya hani.”
Omuzlarımı düşürdüm. “Gelmesini
istemeseydim gelemeyeceği bir yere gitmeye çalışırdım.”
“Yine Eraslan’ın yanına kaçardın değil mi?
Fırsatçı çığırtkan.”
Özgür’ün arkamdan gelen sesiyle
dayanamayıp kıkırdadım.
“Pars aklından hiç çıkmıyor,” dedim ona
omuzumun üstünden bakıp. “Aranızdaki engel bensem…”
Özgün göğsü sarsılacak şekilde güldü.
Özgür ise önce abisine sonra bana ‘yazıklar olsun’ temalı bakışlar atmakla
meşguldü.
“Neyse,” dedim sakince. Akşamın ortasında
sinir patlamasıyla içimden tanımadığım bir kadın fırlamış olsa da şimdi daha az
gergindim. Sanırım o an, günlerdir biriktirdiğim her şeyin taşışı olmuştu bir
yandan da. “Ben gidip yanıma gelmediği için küs olduğumu babama belli
edeceğim.”
Arkamı dönüp odadan çıkarken Özgür’ün
‘delirdi iyice’ gibi bir şey mırıldandığını duyduğum için geri dönmesem de
kapının önünden homurdandım. “Sensin o!”
En büyük yeteneklerimden -yetenek
sayılıyorsa tabii- biri hızlı toparlanmaktı bana göre. Daha doğrusu hızlı
toparlanmış görünmek…
Üstüme bu yeteneğin getirisi olan örtüyü
örtüp salona doğru ilerlediğimde ne koltuklarda ne de balkonda kimseyi
bulamamıştım. Salondan çıkıp mutfağa da göz atınca yine babamı göremediğim için
bu kez yönümü odasına çevirdim.
Kapalı kapıya hafifçe vurduğumda içeriden
ses gelmedi. Benim Özgür’e yaptığım gibi o da onayı sessiz kalarak vermiş
olacak ki kapıyı araladığımda yatağının kenarında otururken bulmuştum babamı.
“Sonra konuşalım Özgün,” dedi başı öne
doğru eğik, gözleri kapalıyken. Kucağına doğru bakıyor gibi görünüyordu ama
gözleri örtülmüştü.
“Biz de mi sonra konuşalım?” diye sordum.
İlk sözcüğüm ağzımdan çıkar çıkmaz başını kaldırmıştı direkt. Elaları beni
bulduğunda başımı istemsizce omuzuma doğru yatırdım biraz.
Hızla ayaklandı. Sanki o yanıma gelmese
ben kendi ayağımla geldiğim odadan kaçacakmışım gibi yakınlaştı. “İyi misin?”
dediğinde başımı onaylar anlamda salladım. Aksini yapmışım gibi mırıldandı.
“Değilsin.”
Kaşlarım çatılarak yüzüne baktım. “Ne?”
“İyi değilsin, benim de karıştığım bir
düğümün içindesin ve iyi değilsin. Benim yüzümden…”
Derin bir nefes aldım. Söylediklerinin
tersini söylemedim ya da onu reddetmek için herhangi bir harekette bulunmadım.
Doğru söylüyordu.
“Bir şansın olsa,” dedim dudaklarımı
aralayıp. “Bütün bunları engellemek için bir şansın olsa bunu yapar mıydın?”
Cevabını biliyordum ama yine de duymak
istemiştim o an.
“Yapardım, her şey üstüne yeminler
edebilirim ki yapardım Ahu.” Ona inanmam için yalvarır gibi konuştuğunda
dudaklarım kıvrıldı. Gülümsemeye çok yakın bir kıvrımdı.
“O zaman iyiyiz,” dedim kısık bir sesle.
“Ben seni elinde olmayan şartlar için suçlamıyorum baba.”
Başını hafifçe eğip dudaklarını alnıma,
saçlarımın başladığı çizgiye bastırdı. “Bebeğim benim,” diye konuşurken ben de
kendimi hemen ona doğru yapıştırmıştım.
Tıpkı onun bana kızamayışı gibi ben de ona
hiç kızamıyordum. Bu baba kız olmanın özü müydü yoksa biz yıllarca
birbirimizden bu denli kopmuşken şimdinin değerini çok daha iyi mi biliyorduk;
emin olamıyordum.
Zil sesi benim içeri girerken kapatmadığım
kapıdan odaya sızdığında alnımdaki baskının huzurla kapatmama sebep olduğu
gözlerim kocaman açıldı.
“Yeter ama artık!” diye soludum. Babam ne
olduğunu anlayamadan yanından ayrılıp kendimi koridora atmıştım. Kovulmaktan da
anlamıyor, geri mi geliyordu o kadın?
Ben dış kapıya ilerlerken fazlasıyla
hızlıydım. Ses odamdan neden çıkmadıklarını bilmediğim Özgür ve Özgün’ü de
dışarı yöneltmişti ama hızım kapıya ilk ulaşan kişi olmama yetecek kadar
fazlaydı.
Kapıya asılıp sertçe açtığımda gözlerimden
sanıyorum ki alevler çıkıyordu. Kapıyı geriye ittiğimde karşımda göreceğim
bedenin Meltem’e ait olacağına o kadar odaklanmıştım ki gözlerim onunla
alakasız bir yüze çarptığında duraksadım.
“Merhaba?” diyerek benim uzun süren
duraksamama tereddütle yaklaşan kişiyi tanımıyordum.
“Merhaba…” dediğimde sesim kısıktı.
Karşımdaki yabancıya onu öldürecekmişim gibi bakarak yarattığım ilk izlenimi
düzeltmeye çalışıyordum şu an.
“Üst komşunuzum ben,” derken kendini bir
an önce tanıtmak ister gibiydi. Kapıyı tam olarak açmak yerine kendim dışarıyı
görecek kadar açmıştım, bu da kapıdaki bedenin evin içini ve evin içindekilerin
de kapıdaki bedeni görebilmesine engel oluyordu. “Birkaç gün önce taşındım,
Yusuf adım.”
“Evet?” dedim ‘yani bu bilgilerle ne
yapmam gerekiyor’ dercesine. Açıklamaya girişmeden önce dişlerini bolca
gösterecek bir şekilde gülümsedi. “Siz?”
Adımı sorduğunu varsayarak dudaklarımı
aralayacakken birden kafamın üstünden uzanan bir el kapıyı duvara doğru itti.
Kapı sonuna kadar açıldığında artık evin içi fazlasıyla görünür haldeydi.
“Özgür ben, birader. Memnun olduk
ailecek.”
Sırtım göğsüne çarptığında dibime girmiş
olan Özgür’ü fark ettim. Çekilmekle uğraşmadım. Gelenin Meltem olmaması benim
için şu an gereken tek önemli bir bilgiydi. Geriye kalan detaylar ilgimi çekmiyordu.
“Ailecek?” Yusuf’un soru sorar gibi
tekrarlamasıyla arkamdan iki ayrı öksürük yükseldi. Babama ve Özgün’e ait olan
öksürükler çocuğun bakışlarını bulundukları yere taşımıştı. İçeriyi süzüşü kısa
sürdü, sanırım kalabalığı pek sevmemişti.
“Memnun oldum ben de,” dedi birden. Hemen
sonrasında ekledi. “Genel yani, hepinizle tanışmak açısından. İyi akşamlar o
zaman.”
Gözleri bir daha bana değmeden apar topar
merdivenlere yöneldiğinde arkasından şaşkınca baktım. Omuzumun üzerinden biri
dibimde, diğer ikisi birkaç adım arkamda olan adamları süzdüm.
Korkulacak ne vardı? Çok tatlı insanlardı
aslında, bir tanısa…
“Puşta bak, tek olsa kendini eve davet
ettirecekti sanki.”
Özgür’ün homurdanmasını dinlerken babama
ve Özgün’e doğru baktım. “Siz tanışmadınız komşumuzla.”
“Sikerim öyle komşuyu, bir daha kapıyı
açma buna. Dışarıda karşılaşırsan da çığlık at.”
“Çığlık mı atayım?” dedim Özgün’ün fikrine
şaşkınca tepki verirken.
“Evet, yavrum. Milleti topla başına,
yapışık bir şeye benziyor.”
Kendi kendilerine ilginç bir senaryo
kurgulamaya başlamalarına göz devirdim. “Adını söyledi ve adımı sordu sadece.”
“Bir sonraki sorusu da ‘yalnız mı
yaşıyorsun’ olacaktı Özgür kafasını sokmasaydı.”
“Ee,” dedim bana ne der gibi. “Babam ve
abilerim var derdim, yalan söyleyip tek yaşıyorum mu diyeceğimi
düşünüyorsunuz?”
Üzerinde düşünmeden içimden geldiği gibi
konuşmuştum. Cümlemde Özgün’ü duraksatacak detaylar bulunduğunu fark etmem
sustuktan hemen sonra gerçekleşti.
“Neyim var diyecektin, ne?”
Nedensizce tekrarlamak beni biraz utandırdı.
Yerimde sallanıp başımı kaldırarak yardım ister gibi önce babama, sonra Özgür’e
baktım.
Özgün’ün kısa ama yoğun geçen birkaç günde
bana olan yakınlığı beni bunu söylemeye, daha doğrusu hissetmeye itmişti.
“İlk söylediğinde ikincisini söylememek
için direniyor. Ben omuzuma atıp balkondan sarkıtmaya çalışmıştım tehdit
amaçlı.”
Özgür önemli bilgileri abisiyle
paylaşırken Özgün’e baktım korkuyla. Bana doğru adımladığında ise bayağıdır
dudaklarımdan fırlamayan çığlığım duvarlara çarpıp yankılanmıştı. “Gelme!”
“Geliyorum.”
“Ama gelme!”
“Yok, geleceğim.”
Benimle dalga geçmesine sızlanarak
olabildiğince hızlı bir hamleyle bedenimi babama doğru attım. “Baba,” diye
mırıldanıp arkasına saklandığımda kollarımı öne doğru uzatıp karnının üzerine
dolamıştım. “Gelmesin.”
“Bebeğim bu Özgür değil ki, beni
dinlemeyebilir.”
“Yazıklar olsun, terk edeceğim ben bu
evi.” Özgür babamın söylediklerinin ardından küsmüş gibi konuşurken dikkatim
dağılmış ve yanıma yaklaşan Özgün’ü son ana dek fark edememiştim.
Bu fark edemeyiş bana Özgün’ün kolları
arasında bir esaret hediye ettiğinde dudaklarımdan ‘abi’ seslenişi dökülene dek
özgür kalamamıştım.
Özgür normal şartlarda bu sesleniş için
kıyamet kopartma potansiyeline sahip olsa da üç harften oluşan sözcüğüm
Özgün’ün yüzünü öyle bir aydınlatmıştı ki Özgür de abisine kıyamamış ve
gıcıklık yapmak yerine gülümseyerek bize bakmakla yetinmişti.
Varlıklarından dahi haberimin olmadığı bu
iki adamın eksikliği, bu habersizliğime rağmen bende yıllardır hissedilir
gibiydi. Bu denli tamamlanmış olmamın, gerçekten abilerim varmış gibi
hissediyor olmamın başka bir açıklamasını bulamıyordum.
Onların kız kardeş dilekleri mi yoksa
benim şefkat dilenen çocukluğum mu istediğine kavuşturulmuştu, bilmiyordum. Ama
fark etmiyordu.
Buradaydım, onlarlaydım, tamdım.
~
“Yeniden
akşam oldu, artık kalksan mı uykucu?”
Özgür
söylene söylene adımlarını Despina’nın odasına yöneltirken sürekli ağzına bir
şeyler tıkıştırmamış gibi açlığından yakınıyordu içten içe.
‘Gece
pek uyumadı, kendi kalkmadan odasına girme uyusun.’ diyerek sabah evden
çıkmadan önce kendisini tembihleyen Timur’a rağmen artık direnemiyordu.
Kapıyı
olabildiğince sessiz şekilde araladığında örtünün altına sığınmış bedeni
görmesi gecikmemişti. Oda fazlasıyla sıcaktı, ağustosun ilk haftasında camı
kapalı ve klimasız bir odanın ne kadar serin olabileceği zaten düşündürücüydü.
Buna rağmen iyice her yerini örtmüş olan Despina’ya yargılayıcı bakışlar attı.
Yatağa
doğru ilerlediğinde kapıya sırtı dönük olduğundan diğer tarafa dolanmış ve
yüzünü görebilir hale gelmeye çalışmıştı.
“Despina,”
diye seslendi fazla yüksek tutmadığı sesiyle. “Uyansan mı artık abisinin küçük
ayısı, bir iki saat daha beklersen hava kararacak bak.”
Kendisine
ayı deyip duran kızın bugün resmen kış uykusuna yatmış olması çelişkiliydi
Özgür için.
Özgür
seslenmesinin yeterli olmadığına kanaat getirdiğinde yatağın kenarına doğru
oturdu. Örtünün kapladığı omuzuna doğru dokunup Despina’yı uyandırmayı umdu
ancak dokunuşu karşısında tepki alamamıştı.
Kaşları
çatılarak elini direkt olarak kızın yüzüne uzattı. Yastığa yaslı olmayan,
açıkta kalan yanağını kavradığında aynı anda birden fazla şey gerçekleşti.
Despina
bütün vücuduna yayılacak şekilde titredi. Özgür avucundaki anormal sıcaklığı
hissettiğinde ağır bir küfür savurdu. Bu sırada da hızla Despina’nın üstündeki
örtüyü bacaklarına doğru açmıştı.
“Sikeyim,
yanıyorsun abim sen.”
Saatlerdir
bu halde miydi diye düşünürken kendisine kızdı Özgür. Erkenden odaya girip onu
kontrol etmediği için kendine öfkeliydi.
Evde
ateşini ölçebileceği herhangi bir şey yoktu. Timur da kendisi de öyle sık sık
ateşlenip hastalanacak bünyelere sahip değillerdi. Şimdi evlerinde kendilerine
tezat narinlikte biri vardı, en yakın zamanda bazı eksikliklerin halledilmesi
lazımdı.
“Despina!”
diye seslendi bu kez sesinin yüksek olmasını sağlayıp. Üstüne doğru eğilip
yanağından tutmuşken başını sarstı hafifçe. “Uyan çığırtkan, duyuyor musun
beni?”
Dudaklarından
anlamsız mırıltılar dökülmeye başlamasıyla Özgür bunu iyiye mi yoksa kötüye mi
yorsa bilememişti.
“Soğuk,”
deyişi o ana dek Özgür’ün mırıldanmaların arasından tutup anlamlandırabildiği
tek sözcüktü.
“Ateşin
var çünkü, yazın ortasında nasıl ateşlenebilirsin ki?” Kendi kendine
homurdanırken Despina’nın refleksle bacaklarındaki örtüye uzanan elini havada
yakaladı.
Ne
yapması gerektiğini bilemeden birden fazla fikirle aklı çalkalanmaya
başlamışken ilk ulaştığı yer içeriye bıraktığı telefonuydu.
Önceliğini
ateş düşürme konusunda daha fikir sahibi olabileceğini umarak ve diğer
seçeneklerden sakin kalacağını düşünerek Mayıs’ı aramak olarak belirlemişti.
Ancak bunun sonucunda Despina’nın ateşinden tek haberi olan Mayıs olarak
kalmamıştı.
Biraz
sonra ise Özgür yapacağı diğer aramalarla farkında olmadan ortalığı fazlasıyla
velveleye verecek, evi bir kaosun ortasına sürükleyecekti.
~
Daha önce dişlerimin birbirine vuracağı
kadar çok soğukta kalmış gibi hissetmiş olduğumu sanmıyordum. Çünkü tam şu anda
hissettiğim bu soğuğu daha önce deneyimlemediğimden emindim.
Üşüdüğümü belirtmek için dahi dudaklarımı
aralayamayacak kadar çok titriyor, bir mucize gerçekleşsin ve sıcağın kollarına
geçeyim istiyordum.
“Yok,” diyen bir ses duydum. “Böyle
geçecek bir şey değil bu, hastaneye gidelim artık.”
Etrafımda konuşulanları uğultudan farksız
duyuyorken ilk kez düzgünce algılayabildiğim ses Özgün’e aitti. Algıladığım
sözcüklerden yeteri kadar sıkıntıya düşmüştüm.
Hastaneye mi gidecektim? Yatağımda sakince
ölmeyi tercih ederdim. Hastanelerden akıl almaz ölçüde rahatsızdım.
Olumsuz bir şeyler mırıldandım. Ses
çıkartmam sanırım etraftakiler için önemli bir olaydı ki küçük bir sessizlik
oldu.
“Bebeğim, duyuyor musun babam bizi?”
Babamın kulağıma yakın bir yerden konuşmasıyla sıcaklığını hissettim.
Tutunabileceğim sıcak bir şey bulduğum için hevesle kollarımı ona uzatmaya
çalıştım. Bu sırada da gözlerimi az da olsa aralamayı başarmıştım.
Kollarım havada kaldığında hüzünle babamın
yüzüne baktım. “Sarıl,” diye mırıldandığımda yüzü gerildi. “Vücut sıcaklığını
yükseltecek hiçbir şey yapmaya iznin yok Ahu, şimdi değil yavrum.”
Sarılmayışının özrünü diler gibi yanaklarımdan peş peşe öptü.
Öpücükler umurumda değildi, sarılıp beni
ısıtması gerekiyordu.
Ağlamaya az kalmış halimle sızlanarak
yüzümü diğer tarafa çevirdim. Odamda ve yatağımda olduğumun farkına varmıştım.
Uzandığım yerde yanımda babam oturuyordu, odanın diğer tarafına bakınca da
Özgün’ü görmüştüm. Seslerini de duymuş olduğum için onları görmek şaşırtıcı
olmamıştı.
Bakışlarım biraz kayıp kapıya doğru
döndüğünde ise gözlerimi peş peşe kırpıştırmama sebep olacak yüzleri gördüm.
Özgür’ün varlığı normaldi ancak onun
yanında duruyor olan Mayıs’ı görmeyi beklemiyordum. Asıl şokumu ise biraz
yanlarında bekleyen iri bedeni gördüğümde yaşamıştım.
“Aa Pars!” diye mırıldandım. Ateşim vardı,
anlamıştım bu kısmı ama ateşim bana hayal gördürecek kadar yüksek miydi
gerçekten?
Bir anda alnımda buzdan farkı olmayan
ıslak bir ağırlık hissettiğimde dudaklarımdan tiz bir ses çıktı. Kolumu
kaldırıp soğukluğu başımdan atmak istiyordum ama bedenimde güç yok gibiydi.
“Çekin bunu,” dedim yalvarır gibi. “Ne koydunuz kafama?”
“Ateşin başka türlü düşmez, kıpırdanma
çıngıraklı.”
Soğukluğu kafama bırakanın Özgün olduğunu
anlayınca ona ters ters bakmak için bakışlarımı kaydırmaya niyetlendim. Bunu
yapmadan önce bakışlarımı ayıracağım için Pars’ın hayaline dudaklarımı
kıvırmıştım önce.
Gülümsememle birlikte Mayıs’ın kıkırtısına
üç ayrı homurdanma karıştı. Babam ve Özgün bu huysuz seslerle yetinmişken
Özgür’ü duydum. “Şeytan diyor hasta masta dinleme, kovala koştur evde. Tipe
bak, ateşten gözünü zor açıyor ama millete otuz iki diş gülümsemeyi biliyor.”
“Siz de mi görüyorsunuz Pars’ı?” diye
sordum merakla. Babam içinde ‘sabır’dan başka bir şey geçmeyen bir şeyler
mırıldanırken ince askılı bir tişörtten başka bir şey olmayan üst bedenimde
açık kalan yerler de başımdaki ıslak soğukluğa benzer hislerle kaplandı.
Panikle yerimde kıvrandım. Neden beni
dondurmaya çalışıyorlardı? Daha çok hasta olacaktım.
“Bebeğim bir dur, sakin ol güzel kızım
hadi.”
Babam yanağımı avucuyla kavrayıp yüzüme
doğru baktığında dudaklarım aşağıya doğru sarktı. Üşümekten aklımı yitirmiş
gibi içli içli ağlamaya başladığımda gözleri sıkıntıyla kısıldı. “Çok
üşüyorum,” dedim çıkarabildiğim en yüksek sesle.
“Biliyorum Ahu’m, biliyorum ama ateşini ya
böyle düşüreceğiz ya da hastaneye gideceğiz. Sen seç o zaman.”
İki seçeneğin de iğrenç olması sinirlerimi
iyice bozarken ağlayışımı durdurmadan gözlerimi kapattım. “Hastaneye
gitmeyelim.”
“Gitmeyeceğiz, tamam.”
“Abi hasta hasta mızmızlanıyor diye
dinlemesek mi acaba? Bi’ serum falan taksalardı, böyle suyla bezle nereye kadar
iyileşecek?”
Özgün’ün konuşmasıyla gözlerimi iri iri
açıp ona döndüm. “Sus!” diye sızlandım. “İstemiyorum serum ben.”
“İğneden korkuyor,” diyerek açıklama yapan
babam odadaki herkese bu bilgiyi aktardığında biraz utanmıştım. Ama hiç
sevmiyordum, korkunç bir şeydi.
“İğne senden korksun abicim, sen neden
korkuyorsun? İki lafınla iğneyi hayatından kopartırsın sen.”
Özgür’ün dalga geçtiğini duyduğumda ona
olabildiğince kötü kötü bakmayı denedim. Bu bakış yeterli gelmeyince Mayıs’a
yardım ister gibi bakmış ve Özgür’ün karnını dirseklemesini sağlamıştım. O
acıyla inlerken ve sevgilisine küserken ise gözlerimi kaybolduğunu düşünerek de
olsa Pars’ı gördüğüm yere çevirdim.
Aynı yerde durduğunu gördüğümde yine
sırıtmıştım. “Gitmemiş,” dedim kendi kendime.
“Ahu!” diyerek dikkatimi çeken babama göz
ucuyla baktım. “Hım?”
“Hayal değil o, yeter çek gözlerini kafayı
yedirteceksin bana.”
Şaşkın şaşkın bir babama bir de Pars’a
baktım. “Ama konuşmuyor, hareket de etmiyor.”
Tepkime birden fazla kişi güldüğünde kimin
güldüğüne tek tek bakmaya gerek duymadım. Bakışlarım babamdaydı.
“Odada kalabilmesi için ses çıkartmaması
ve yerinden ileri gelmemesi gerekiyor, kurallarıma uyuyor.”
Bulanık olan aklımda duyduklarımı yerli
yerine koymaya çalıştığım birkaç saniyenin ardından gözlerimi kırpıştırdım.
“Kuralı değiştireceğim ben, burası benim odam.”
Babam hayretle yüzüme bakarken Pars’ın
burnundan nefes vererek güldüğünü işittim. Az önceki gülüş seslerini ayırt
edememiştim ama ona ait olanı diğer seslerle karıştırmıyor, kolayca ayrım
yapabiliyordum.
“Ahu!” diyen babamı pek takmadan Pars’a
baktım. Kolumu zorlukla da olsa kaldırdıktan sonra elimle ‘gel’ der gibi bir
işaret yaptım.
Pars tereddütle babama bir bakış attığında
ofladım. “Ne kadar korkaksın sen ya?” diye sızlandım. “Bunların nesinden
korkuyorsun? Dünkü adam da korkmuştu, çok saçma.”
Ateş başıma vurmuş ve sanırım bana dilimi
çözecek bir ilaç içmişim gibi etki etmişti.
Kısa bir duraksama anı yaşandı. “Dünkü
adam..?”
Pars’ın sesini gözümü araladığımdan beri
ilk kez duyuyordum. Sorar gibi konuşuşu sessizlikle karşılandığında babamı boş
vererek yatağa doğru adımladı. “Dünkü adam kim Ahu?”
Sesi net ve bakışları yeterince keskin
olduğundan dudaklarımı birbirine bastırdım. Neye kızıyordu ki?
“Başlatma şimdi Ahu demene,
sallandırmayayım camdan seni Pars.”
Pars ve babam birbirlerine benzer
ifadelerle ama kızdıkları noktalar farklı olacak şekilde bana iki taraftan
bakıyorken gözlerimi kapattım. “Ben hastayım, çok hastalandım.” diyerek kendimi
acındırmaya başladım.
Odanın kalanından yine gülme sesleri
yükselince sinir patlamasıyla gözlerimi geri açtım. “Çıkın odamdan, gülenleri
istemiyorum.”
“Çok kırıcısın çığırtkan, istenmediğim
yerde duracak değilim. İyileştin sen çenen açılmış zaten.” Asıl derdinin
sevgilisini alıp çıkmak olduğu fazlaca belli olacak şekilde hiç itirazsız
Mayıs’ı da peşinden sürükleyerek odamdan çıkan abimin ardından boş bakışlar
attım.
“Geri de gelme!” diye bağırdım arkasından.
“Çok beklersin zaten!” diye koridordan
bana karşılık verdiğinde ağzımın içinde homurdandım.
Pars ve babam yeniden konuşacak gibi
olduğunda bu kez onları bölen Özgün’ün zil sesi oldu. Sık sık çaldığından aşina
olduğum ses odada yankılanırken Özgün cebine uzanıp telefonunu çıkarttı.
Ekranına baktıktan hemen sonra telefonu açıp kulağına yaslamış ve hızla odadan
çıkmıştı. Önemli bir arama olduğu belliydi.
Laf yetiştirirken biraz bedenimin
hislerinden kopmuştum ama şu an üşüdüğümü yeniden hissetmeye başladığım için
hafifçe titredim. Yatakta normalde bulunan örtünün ayakuçlarımda olduğunu
görünce ayağımla ona uzanmaya çalıştım. Daha parmağım örtüye değemeden ayak
bileğimden yakalanmıştım. “Rahat dur bebeğim.” diyen babama halime acıması için
ölüyormuşum gibi baktım.
“Çok üşüyorum gerçekten, azıcık örtelim.”
Beni umursamadan önce kafamdaki sonra
kollarımdaki ıslak bezleri değiştirdiğinde dişlerimi birbirine vura vura
işkencenin sonlanmasını bekliyordum.
“Klimanın altında yayılıp durmanın sonucu
bu, dersini alırsın umarım.”
Hasta olmamın sebebi bundan başka bir
şeymiş gibi konuşmak isterdim ama yazın ortasında gerçekten beni ateşlendirecek
başka bir sebep yoktu. Haksız olmanın hüznüyle sessizce bekledim. Babam ağlak
ifademe kıyamayıp yüzüme birkaç öpücük bırakmıştı.
Pars yatağın benim olduğum tarafına yakın
şekilde ayaktaydı, elleri cebinde dikkatle beni izliyordu. Dikkatimi ona
çevirip bezlerin soğukluğundan kendimi uzaklaştırmak ile uğraşırken odanın
kapısından hızlıca biri girdi.
Başımı çevirdiğimde Özgün’ü gördüm.
“Abi bi’ gelir misin?”
Yüzü kasılı bir halde, tutuk şekilde
konuşması kaşlarımın çatılmasına sebep olmuştu. Kötü bir şey mi oluyordu?
Babam bana küçük bir bakış attıktan sonra
ayaklandı. O gidemeden eline tutundum sıkıca. “Baba,” dedim panikle. “Bir şey
yok babam, geleceğim şimdi. Niye dolu dolu bakıyorsun öyle?”
Odamdan koridora çıkması sanki dünyanın
sonunu getirecekmiş gibi biraz daha eline yapıştım. Fakat gücüm normalde bile
onu tutmaya yetmezken ateşler içindeyken hiç yetmiyordu tabii. Babam elimi
nazikçe yatağa bıraktıktan sonra kapıya doğru ilerledi. Özgün ile birlikte
gözden kaybolduklarında yerimden kalkıp onları duymak için hareketlenmeye
çalıştım.
“Şşşt, sakın. Nereye Ahu?”
Pars’ın omuzumu yavaşça tutması ve yatakta
kıvranmama engel olmasıyla omuzlarım düştü. “Ne konuşacaklar?”
“Bilmiyorum güzelim, baban dönünce
sorarsın. Dinlen şimdi.”
“Ama Özgün gergindi,” dedim itiraz ederek.
“Bir şey olmuş gibiydi.”
Yatağın kenarına doğru değil, biraz daha
ortaya doğru uzanıyordum. Pars belimin hizasında boşluk bulup rahatça
oturduğunda bundan faydalanmıştı.
Çenemi parmaklarının arasına aldı. “Aklını
güzel şeylere yor, iyileş hemen. Seslenip durmamıza rağmen gözlerini
aralamadığında nasıl korktuğumdan haberin var mı senin?”
Gözlerimi kırptım birkaç kez. “Çok mu
korktun?” diye sordum.
Başparmağı çenemdeki girintiyi küçük bir
baskıyla okşadı. Dudaklarım refleksle biraz açılmıştı. “Çok korktum, asalak
abin Mayıs’ı aradığında ve senin uyanmadığını söylediğinde çok korktum tabii
minik tanrıça.”
Pars’ın durumdan nasıl haberi olduğunu bu
şekilde öğrenmişken dudaklarım şefkatle kıvrıldı. Bedenimi biraz doğrultmaya
çalıştım. “Nereye?”
“Sana sarılacaktım,” diye mırıldandım.
“Bak sen,” dedi alayla. “Böyle için gider
gibi bakıp sarılma yasağını kolayca ihlal edebileceğini düşündün yani.”
Ağzım şaşkınca aralanırken bana resmen
iftira atmasına hayretle baktım. “Gerçekten sarılmak istemiştim,” dedim
üzgünce. Yüzümü yana çevirip bana bakmasına engel oldum. Isınmak için
istememiştim ki.
Duraksadı. Hâlâ doğru söyleyip
söylemediğimden emin olmaya çalışıyordu.
“Tamam,” dedi biraz sonra. “Kalk sarılalım
birazcık, bir şey olmaz o kadardan.”
Gözlerimi kıstım. Kafamdaki bez kayacak
olsa da umursamadan sertçe ona döndüm. “Bir daha zor sarılırsın sen bana.”
“O ne demek şimdi?”
Ne demek olduğunu çok iyi anladığı çatık
kaşlarından belliydi. Omuz silktim yattığım yerden olabildiği kadarıyla.
Bir kolu belimle yatak arasına girip
bedenimi tek hamleyle doğrulttuğunda neye uğradığımı şaşırdığım için
dudaklarımdan panikle bir nefes fırladı. “Ay!” diye sızlanırken kendimi boynuna
yapışmış halde bulmuştum çoktan.
Küslüğüm boynundaki sıcaklığı hissedene
dek sürebilmiş, ihtiyacım olduğunu çok iyi bildiğim sıcaklığa ve ihtiyacım
olduğunu şu an fark ettiğim kokusuna aynı anda kavuşunca gözlerimi sıkıca
yummuştum. Direnmeye hiç çabalamadan yüzümü boynuna yaslı tuttum.
Keyifli bir mırıltı çıkarttım. “Kollarımdaki
soğuk şeyleri de çekelim mi?”
“Babanın beni gerçekten camdan atmasını mı
istiyorsun güzelim?”
“Yok,” dedim sakince. “Böyle kalalım
istiyorum.”
Başını eğip şakağımı öptü sertçe. Başımı
sarsan öpücüğüne aldırmadan yerimde kaldım. “Uyuyacak mısın?” diye sorduğunda
ben de aynı soruyu kendime sordum içimden.
Uykum hem çok var gibi hem de hiç yok
gibiydi. Tekrar uyuyamayacak kadar fazla uyumuştum, ancak bedenim yorgun
hissediyordu. Bu da beni ikilemde bırakmıştı.
Aradan tam olarak ne kadar zaman geçti
bilmiyordum. Pars’ın uyku ile ilgili sorusunu cevapsız bırakmıştım ama boynunda
durdukça uykuya doğru çekilmeye başladığımdan biraz sonra beni yavaşça
yastığıma geri bıraktığında hareketsizdim. Henüz bilincim tam anlamıyla
kapanmış değildi fakat gözlerim açılamayacak kadar sıkıca örtülüydü.
Alt dudağımı sıyıran, asıl hedefi çenem
olan yumuşak bir öpücük bıraktığında Pars’ın gitmesinden endişeliydim. Öpücüğün
veda için olmadığını hiç hareket etmediğinde anlamış ve içimi rahatlatmıştım.
Uykunun derin sularına kapılmak üzere
olduğum en sınırdaki anda odaya adım sesleri doldu. Gözlerimi aralamadım,
uyumadığımı anlamaları imkânsızdı çünkü gerçekten tek açık olan şey zihnimin
ışıklarıydı. Nefeslerim dahi uykudaymışım gibi sakindi.
“Uyudu mu tekrar?” diye kısık bir sesle
konuşan Özgür’dü. “Ateşi yükselir mi böyle?”
“Daha iyi şu an, yine bez koyarız alnına
falan. Artmıyor ateşi, düşüyor.”
Pars’ın yanıtıyla birlikte konuşmanın
sonlanacağını düşünmüştüm. Uyuduğum için belki beni yalnız bırakabilirlerdi ama
beklediğim gibi olmadı.
“Pars,” diye konuşan Özgür’ün sesi hâlâ
kısıktı. Uyuyor olsam asla bana ulaşamazdı. “Despina’nın sizde kaldığı gece…”
Özgür’ün devam etmesine izin vermeden Pars
konuştu. “Neden buraya gelmediğini soracaksan, sorma Özgür. Benim anlatacağım
bir şey değil.”
Özgür’ün derin bir nefes aldığını
duyumsadım. “Anlatmanı istemeyeceğim. Dün… Öğrendim her şeyi.”
Kasılmamaya, elimi tutuyor olan Pars’a
uyumuyor olduğumu belli etmemeye çalışarak kendimi zorladım.
Pek de kısa hissettirmeyen bir sessizlik
oldu. Hangisinin önce konuşacağını düşündüm durdum ama ikisi de ağzını açmadı.
Bakışlarını ve yüzlerini görebilme dürtüsüyle gözlerimi aralamak istiyordum ama
bunu yapamazdım.
Onların sessizliği üçüncü bir kişiyle,
önce adımları sonra da kendi sesi duyulan babamla bölündüğünde ben henüz uyku
rolümden vazgeçmemiştim.
“Ateşine baktınız mı tekrar?” diye
sorduğunda Pars, Özgür’e verdiği yanıta benzer bir şeyler söyledi. Babam
bununla yetinemediğinden mi yoksa kendisi de kontrol etmek istediğinden mi
bilmiyorum ama buraya doğru yaklaştı ve yüzüme dudaklarını bastırdı. Aynı anda
da avucu boynumun sıcaklığını hissedebilmek için orada gezinmişti.
“Düşüyor gibi, uyandıktan sonra kendine
geldi biraz.”
“Konuşmak iyi geliyor ona, doğasında bu
var.” Özgür’ü uyumuyor olsam bunu söylediği için bir saat kadar aşağılardım ama
dua etmeliydi ki uyuyor numarası yapıyordum.
“Siz ne konuşuyordunuz mutfakta abimle?”
Özgür babama benim de merak ettiğim soruyu sorup konuşmaya devam ettiğinde
gelecek cevabı bekledim.
“Dün akşam Özgün’ün yolladığı adamlardan
birkaçı verdiğimiz bilgilerle uyuşan birini bulmuştu. Doğru kişi mi diye takip
etmeye devam ettiler bayağı.”
“Bulmuşlar mı o piçi yani? O yüzden mi
konuşuyordunuz?”
Bahsedilen kişinin kim olduğunu anlamak
için süper zeka olmaya gerek yoktu. Özgün’ün bir şekilde Nikolos’u bulma
konusunda yardımı dokunacağı için apar topar gelmiş olduğunu da anlamıştım
bugüne dek ama yardımımın ne olduğunu bilmiyordum.
Konunun ‘o’ olması uyku numaramı bozacak
kadar çok kasılmama ve gerilmeme yol açtığı için elimdeki hareketlenme direkt
olarak Pars’ın dikkatini çekti. “Uyanıyor,” gibi bir şey mırıldandı. “Susun.”
Şu an uyanmıyor gibi yapsam da yanımda
konuşmaya devam etmeyeceklerdi. Bu nedenle en azından yüzlerini görebilmek için
yavaşça gözlerimi araladım. Kirpiklerim birbirlerinden ayrıldığında görüş açıma
önce Pars girdi.
“İyi misin bebeğim?” diye soran babama
doğru döndürdüm başımı. Olumlu bir ses çıkarttım. Yeni uyanmışım gibi odaksız
bakışlarla etrafı süzerken içimden nasıl bir yol izlemem gerektiğini düşünmekteydim.
Hangi yolun ne ölçüde işe yarar olacağını
düşünmek büyük bir vakit kaybı olduğundan bir noktada bunu boş verip babamın
elalarına gözlerimi diktim. “Baba,” dedim nefeslenerek.
“Söyle babam.”
“Duydum ben sizi,” dedim fısıltıdan en
fazla birkaç kat yüksek sesimle.
Babam duraksadı. Bakmıyor olsam da onunla
birlikte odadaki diğer ikilinin de aynı halde olduğunu düşünüyordum.
“Neyi duydun yavrum?” dedi
toparlayabildiği ilk anda. Yutkundum. “Özgün abim Nikolos’u mu bulmuş?” diye
sordum o ismi anmak dilimi yakarken.
Babam bekledi biraz. Onun bekleyişi benim
için birkaç saniye gibi değil de birkaç saat gibiydi şu anda. Vereceği cevabın
benim hayatımı değiştireceğini biliyordum çünkü.
Pars’ın bırakmadığı elimi kıpırdatmadan
diğer elimle babama uzandım. Ateşime bakabilmek için yatağın diğer tarafındaki
büyük boşluğa yerleştiğinden parmaklarım kolayca ona yetişebildi. Koluna
tutunduğumda bakışları elimi ona sıkıca sardığım yere indi.
“Niye cevap vermiyorsun?” diye sordum.
“Bulamamış mı?”
“Bulmuş,” diyen ses babama ait değildi.
Özgün’ün kapıda beklediğini ve bunu yapmaya birkaç saniyeden fazla süre önce
başladığını anlamam verdiği cevapla gerçekleşmişti. “Abin o herifi bulmuş,
senin artık korkmana hiç gerek kalmamış.”
Gözlerim hiç beklemeden dolarken
bakışlarım kapıda duran kolları göğsünde birleşmiş olan Özgün’ü buldu. Ona
nasıl baktım bilmiyorum ama yüzümde bir iki saniye kalabilen bakışlarını
dayanamıyormuş gibi kısa bir an yukarı dikip bekledikten sonra hızlı adımlarla
bana doğru yaklaştı.
“Nerede ki?” diye mırıldandım. “Gelebilir
yine yanıma.”
“Gelemez,” sesi aynı anda dördünden birden
yükseldiğinde kalbim hızlandı. Bu hızlanışın nedeni çözemediğim bir düğümdü.
“Çıkamayacağı bir deliğe tıkılmış halde,
değil yanına gelmek bulunduğu yerin kapısına bile çıkamaz abicim.”
“Hep orada mı kalacak?” diye sordum.
Ateşlenmemin de etkisiyle başım az az zaten sızlıyorken şimdi o sızı çok daha
yoğundu.
Özgün abim beni direkt yanıtlamak yerine
önce bakışlarını babama doğru çevirdi. Bana ne söyleyeceğini bilemiyor ve
babama sorumluluk yüklüyor gibiydi.
“Ahu,” diyen babamı duyduğumda gözlerimi
kaldırıp ona baktım. “Ahu’m,” diyerek tekrarladı daha içli şekilde.
“Efendim?” dedim sessizce.
“Ben onu öyle kendi eceliyle kapatıldığı
yerde geberip gitsin diye aramıyordum babam, bunu biliyorsun değil mi?”
Bu konuşmanın devamında gelecek olanları
az çok algılıyor ancak algıladıklarımı tam olarak zihnimde yerli yerine
oturtamıyordum.
Babamın ona Nikolos’tan bahsettiğimden
beri anıp durduğu ‘nefesini kesme’ isteğinden habersiz değildim. Ancak
siniriyle söylediği, öfkesine yenik düştüğü bir durumdan ibaret olduğuna
kendimi inandırdığım için şu an -o eline düşmüşken- söyledikleri sanki yepyeni
şeylerdi.
“Yanına mı gideceksin?” diye sordum
sözcükler dudaklarımdan zar zor çıkıyorken. Başını salladı. Yanına gidecekti,
gidecekti ama ne olacaktı?
Birden aklım binlerce kötü senaryoyu aynı
anda kurgulamaya başladığında panikle doğruldum. Başımı hızlı hızlı iki yana
sallarken babama doğru yaklaştım. “Gitme,” dedim gözlerimin önü bulanırken. Bu
gözüme dolan yaşlardan çok, göremeyecek kadar fazla düşüncelere boğulmamdan
kaynaklıydı.
“Ahu,” dedi yalvarır gibi. Beni
kandırabilir, evet deyip yine de gidebilirdi ama yalan söylemesinin herhangi
bir şekilde öğrenirsem nelere sebep olabileceğini biliyordu. Beni kandırmak
yerine sakinleştirmeye çalışması bundandı.
Başımı olumsuz anlamda sallamaya devam
ettim.
“Yapma bebeğim, hastasın kendini daha da
yoruyorsun şu an. Sonra konuşuruz tamam mı?”
Yanaklarımı iki eliyle kavrayıp sıkıca
tuttu. Gözlerini gözlerimden ayırmadan ikna olabilmem için tane tane
açıklıyordu ama ben bir kere durumdan kopmuştum. Dönüşü yoktu.
“Gitmeyeceksin,” dedim telaşla.
“Gideceksen beni de götüreceksin.”
Saçmaladığıma dair birden fazla ses havaya
karışırken hiçbirini umursamadım. “Duyuyorsun beni değil mi?” dedim babama.
“Ahu saçma sapan bir şey istiyorsun
benden, yapma lütfen.”
Sessizce bekledim. Tavrımı yıkmayacağımı,
fikrimin değişmeyeceğini gözlerimden görebilmesi için bakışlarımı ondan hiç
ayırmadım.
Benim hayatım buraya gelene dek o adam
yüzünden kararmıştı. Şimdi hiçbir şeye değmeyecek hayatının yeni bir karartıya
sebep olmasına izin vermeyecektim.
Ne pahasına olursa olsun buna engel olacaktım.
Yorumlar
Yorum Gönder