Düşten Farksız 6.Bölüm

 6.BÖLÜM



Her insanın, kötü olarak tanımlayabileceği bazı alışkanlıkları olurdu. Bu alışkanlıkların ya süreci ya sonucu kötü olmalarına sebepti.

Sigara içerdiniz, bu sizi günden güne tüketen ve sonucu bir gün aniden belirecek olan kötü alışkanlığınız olurdu. Ya da streslendiğinizde kendi tenine türlü işkenceler eden insanlardan biri olurdunuz, engelleyemediğiniz bu alışkanlık yaptıkça canınızı acıtırdı.

Benim, çoğu konuda olduğu gibi, bu konuda ters işleyen bir örneğim vardı. Kötü olarak nitelendirdiğim alışkanlığım, ne süreci ne de sonucu kötü olanlardandı. Alışkanlığımın kaynağı yani ortaya çıkma nedeniydi kötü olan.

Uyuduğum odanın kapısı kapalı ve mutlaka kilitli olmalıydı.

Evde tek miydim, kilitlemem gerekirdi. Evde tanıyor olduğum on kişi mi vardı, yine kilitlerdim.

Yenmeye çalıştığım takıntım, kilitlemeden uyumayı denediğim gecelerde gözümü kırpmadan kapıya dikkatle bakmamla sonuçlanıyordu her seferinde. Kapıya bakmalı, açılır da biri içeri girerse diye tetikte olabilmeliydim.

Son yıllarda bana hayatı zehir ediyor olan bu alışkanlıktan kurtulabilmem için, öncelikle zihnimde esir tuttuğum bambaşka şeyleri serbest bırakmalıydım. Bu bile bile ateşe adımlamak olacağından, susmayan sesi dinleyip kilitli kapılar ardında uyumaya devam ediyordum.

Dün gece yaptığım gibi, bu gece de kilitlemiştim odanın kapısını.

Odama geçtiğimde saat çok geç sayılmazdı. Öğleden sonra eve geldiğimizde yaşanan kısa süreli maç diyaloğunun ardından, gitmemeye ikna olmuş rolü yaparak kendimi odama atmıştım. Bu kadar hızlı ikna olmayacağımı anlamaması için aptal olmalıydı. Değildi, evet. Fakat küskünlüğe benzeyen tavrımla odama kaçışımın oyundan ibaret olduğunu da anlayamamıştı.

Saat on buçuğa gelmek üzereyken odamın kapısı iki kez, kısık sayılabilecek bir şekilde çalındı. Onay vermem yetersizdi, kalkıp kilitli kapıyı da açmam gerekiyordu.

Yatakta dönüp ayaklarımı yere bastıktan sonra kapıya ilerledim. Kilidi çevirip kapıyı araladım. Karşımda Özgür’ü bulmuştum.

“Hâlâ uyumamışsın, uyuyacağım diye yemekten kaçmadın mı sen?”

Bir iki saat kadar önce akşam yemeği için yine Özgür kapımda belirmiş, onu uykuya dalmak üzere olduğumu seslenerek geri yollamıştım.

“Bu sefer ne için geldin? Meyve mi teklif edeceksin?”

Yüzü buruştu. “Meyve yiyeceksen mutfak az ileride, sağda. Ben niye teklif edeyim?”

Kaşlarımı kaldırdım. “Yemek için aynısı geçerli değildi ama.” dedim sorguyla.

“Gelmeseydim de Timur abi yarın gece için bana da mı izin vermeseydi kızım?”

“Neden ondan izin alman gerekiyor ki? Kendini koruyabildiğine göre tehlikede olmazsın zaten.” Öğlen onu ikna etmek için çabalıyor oluşunu hatırlatmak istemiştim. Bana izin çıkmamasını anlayabiliyordum, ama Özgür normalde izleyici olarak değil, o iplerin içinde olarak katılıyordu zaten maçlara. İzlese ne olacaktı?

Omuzunu kapının kenarına doğru yaslayıp hafif yana ağırlık verecek şekilde durdu. “Kendimi koruyamayacağımdan değil, kendimi kontrol edemeyeceğimden engel olmaya çalışıyor.”

Pek bir şey anlayamadığım için yüzüne bakmakla yetindiğimde derin bir nefes aldı. “Bahsettiğim maça çıkacak kişilerden biriyle çok iyi anlaşamıyoruz, saftirik. Anlaşılır oldu mu?”

Gözlerimi kısıp kollarımı göğsümde birleştirdim. “Çok iyi anlaşamıyorsun diye görünce kavga edecek kadar kontrolsüz biri misin?”

“Sinirlerimi bozacak tek bir hareketi, sabrımı taşırabilir.”

“Rakibiyle uğraşırken nasıl senin farkında olsun ki?”

Omuz silkti. “Maç resmi bir organizasyon değil. Yarıda bırakıp üzerime atlayan o da olabilir.”

“Resmi olmaması demek, tam olarak ne demek ki?” diye sordum. Gitmek istediğimi söylediğimde verilen tepkide de bu geçmişti ama üzerinde durmamıştım o an.

Kurallar yok demek, çığırtkan.”

Bana çığırtkan demesine söylenemeyeceğim kadar merakım yüksek hale gelmişti. “Boksun kendi kuralları yok mu, spor değil mi sonuçta?”

Ağzından olumsuz bir ses çıkarttı. “Boksun kuralları, böyle maçlarda geçerli olmuyor.”

Neler olacağına dair tahminlerim tatmin edici değildi. İzlemek için zaten niyetlenmişken, artık daha da hevesliydim.

“Özgür,” dedim başımı hafifçe kaldırıp gözlerinin içine içine bakarken. “Böyle anlatırken bir şey anlamıyorum, izlersem daha iyi anlarım değil mi?”

Kısa bir kahkaha attı. “Saf mı var senin karşında kızım, öyle koca koca açtığın gözlerinle bebek gibi sorular sorup istediğini mi yaptırtacaksın bana?”

Evet, dedim içimden sakince. Dışarıya tam aksini yansıtmıştım ama. “Hayır, istediğimi yapmayacağını biliyorum.” dedim dümdüz bir ifadeyle. “İyi geceler.” dedikten sonra geriye adımlayıp odanın kapısına uzandım. Onunla atışmaya devam etmemi beklediğini, yüzündeki ifadenin karmaşıklığından anlamak mümkündü.

Kapıyı kapatmama az kala, birden avucunu yüzeye bastırıp kapıyı durdurdu. Onu itip kapıyı kapatabilmem fiziki olarak imkânsız olduğundan direnmedim.

“Nereye? Konuşmanın ortasında suratıma kapı mı kapatıyorsun?”

Boş bakışlar atmayı sürdürdüm sessizliğimi korurken. Kapıdan çekmediği elini biraz daha bastırıp kapının tamamen açılmasını sağladı. “Despina,” dediğinde yanılmıyorsam adımı ilk kez kullanmıştı. Sürekli kızım deyip duruyor, ara ara da çığırtkan diyordu bana. “Üzdüm mü?”

Başımı iki yana salladım ifademi bozmadan.

“Konuşmama yemini mi ettin bir anda?”

“Sorular sormamayı deniyorum, istersen gözlerimi de kapatırım. Rahatsız ediyormuş seni.”

Oldukça koyu görünen kahverengi gözleri kısıldı. “Küstün mü sen bana?”

Omuzlarımı kaldırıp indirdim. “Küsmedim. İçeriye dönsene sen, uyumak istiyorum artık.”

Herhangi bir ifade koymama konusunda kendimi zorladığım yüzüm kasmaktan acımaya başlamıştı. Birkaç saniye sessizce bana baktı. Ardından dudakları aralandı. “Çok mu istiyorsun yarın orada olmayı?”

Cevap vermedim.

Kapıyı kapatmadan uyumam mümkün değildi ama arkamı dönüp ayaklarımı yere sürterek yatağa doğru ilerledim.

Şu ana dek açmadan üzerinde uzanmayı tercih ettiğim örtüyü çekiştirip açtıktan sonra yatağa oturmak üzereyken adımı seslendiğinde duraksadım. “Despina,”

Arkama dönüp ona baktım. “Efendim,”

“Çok mu küstün?” diye sordu. Bu, sanki benim bu andaki küsüşümden değil bambaşka bir şeyden soruyormuş gibi onu rahatsız etmişe benziyordu. Arka planını öğrenmemin mümkün olmadığını bildiğimden, üsteleyemedim.

“Babanı ikna edersem, geçecek mi?” Bu seferki sorusu cevapsız bırakamayacağım kadar önemliydi. Başımı hızlıca aşağı yukarı salladığımda, hissiz duvar oyunumdan aniden sıyrıldığım için Özgür’ün oyunumu anlayabileceğinden korksam da küsme konusuna takılı kalmışa benziyordu.

“Tamam, deneyeceğim.”

Ona doğru ilerledim hızlıca. “Dene, yapamazsan da ikimiz gidebiliriz.”

Kaşları çatıldı. “Öyle bir şey yapmayacağız, çığırtkan.”

 

~

 

Öyle bir şey yapmak üzereydik.

Özgür, deneyeceğim derken sanırım ‘deneyeceğim ama asla olmayacak’ demeye çalışmıştı.

Sabah uyandığımda hiçbir şey değişmemişti. Hatta, Özgür’ün benim de onunla gitmem üzerine fikir belirtmesi durumu daha da düğümlemişti. Timur Akdoğan’ı, Özgür’de olduğu gibi küsmüş rolüyle ikna edebilmek bir hayale dönüşmüştü. Böyle olunca da, rolüm gerçeğe evrilmiş; ona gerçekten küsmüştüm.

“Despina!” diyerek koridoru aşan sesini kapalı kapıma rağmen odaya kadar duyuran Özgür biraz(!) gergindi. Gerginliğinin temelinde, acil bir telefon aramasıyla evden çıkan Timur Akdoğan geri dönmeden önce evi terk etmemiz gerektiği vardı.

“Hazırlandım,” diye benzer biçimde bağırdım. Aynı anda da odadan çıkmıştım.

Özgür’den maçın saatinin on bir olduğunu öğrenmiştim. Şu anda ise saat sekize geliyordu. Ama evden çıkmak için bir daha benzer bir şans yakalayamayacağım kesin olduğundan saat öğlen iki de olsa çıkmak zorundaydık.

Elbiselerimden birini giymeme beni odaya yollamadan önce pantolon giymemle ilgili uzun konuşması engel olmuştu. Her ihtimale karşı getirdiğim bol kesim koyu renk pantolonu giydiğim için mutlu sayılmazdım. Ama en azından istediğimi yaptırabildiğim için keyfim çokça yerindeydi.

Kapımı açınca pat diye karşımda belirmesi hafif irkilmeme sebep oldu. Ağzımdan küçük bir nida kaçmıştı.

“Hadi-…” diyerek başladığı cümlesi ikinci kelimesine varamadan kesildiğinde, buna sebep olan sanırım beni baştan ayağa süzmüş olmasıydı. “Tişörtünü de giy, çıkalım çığırtkan.”

Karşısında sütyenle duruyormuşum gibi bana içeriyi işaret etmesine kaşlarımı çatarak karşılık verdim. “Giyindim ya işte, çıkabiliriz.”

“Seninle iplerle ne alıp veremediğin var? Dünden beri üstünde ipten başka bir şey göremedim.”

Pantolonumun üzerine giydiğim soluk mavi üste kimyasal atık muamelesi yaparak bakıyordu. “Şu omuzundan sarkan ince ip kopsa çıplak kalacaksın, Yunanistan’da kumaş kıtlığı mı yaşanıyor?”

Dünkü elbiseme benzer, iplerle sırtımda birleşen kıyafetime laf atmasına göz devirdim. “Tamam mağara adamı, yeterince söylendiysen çıkalım.”

Biraz daha oyalanırsak biz çıkamadan o dönecekti eve.

“Valizinden insan yapımı bir tişört çıkart, ne giyeceğini göreyim. Gideceğimiz yerde bolca yaşıtın olan kızlar mı vardır sence?”

Biraz düşündüğümde, gireceğim ortamı hiç bilmediğim için onu dinlemek daha mantıklı gelmişti. Bu fikre varmamda, evden çıkmak için geç kalma ihtimalimizin gittikçe yükselmesi de etkiliydi.

Valizime ilerleyip giyebileceğim bir tişörtü kaldırıp ona gösterdim. “Bu olur mu?”

Tişörtüme baktı. Baktı ve biraz daha baktı. Gözlerini birkaç saniye kapattıktan sonra tekrar açtı. “İşimiz var seninle, çığırtkan. Bayağı işimiz var.” dediğinde neyini beğenmediğini anlayamadığım tişörtümü valize geri attım.

“Bekle burada, geliyorum.” deyip odadan çıktığında yerimden kıpırdamadım. Döndüğünde elinde siyah, üzerinde büyük ve ilginç cisimlerin olduğu bir tişört vardı. Bana doğru attığında refleksle yakaladım. “Bu ne?”

“Biz tişört diyoruz, genellikle sırtı ve karın bölgesini kapatan biçimde dikiliyor. Memnun oldun mu?”

Dalga geçtiği için ters ters baktım sadece. “Senin mi?”

“Evet, korkma temiz.”

“Bir de pis olsaydı,” dedim söylenerek. Elimle gitmesini işaret ettiğimde sırıtıp çıktı. Kapıyı kapattığında hızlıca üzerimi değiştirdim.

Tişört benden en az iki tane alacak kadar genişti. Bir omuzunu düşürmem, belini arkadan toplayıp bağlamam gerekmişti.

Odadan çıktığımda Özgür’ü dış kapının yanında telefonuyla uğraşırken buldum. “Giyindim,” diyerek dikkatini çektiğimde başını telefonundan kaldırdı. “Omuzunu mu yırttın tişörtün?”

“Evet, biraz daha konuşursan direkt senin omuzunu yırtacağım hatta.”

Ayağıma beyaz spor ayakkabılarımı giyip açmış olduğu kapıdan çıktım.

“Kapıyı kilitledin mi?”

“Evet,” dedim çantama attığım anahtarı bulup gösterirken. Yüzde yüz işe yarayacağına dair garantimiz olmasa da, küs olduğum için kendimi odaya kapatmam normal karşılanabilir olduğundan Timur Akdoğan’ı gece boyunca oyalama yöntemimiz buydu.

Özgür maçta, bense odama kendimi kapatıp uyuyor olacaktım.

Yalan söyleme konusunda tereddütlü olduğum kadar, bir türlü ikna olmamasına da kızgındım. Bu nedenle her şey dengeliydi. Yarın ya da yarından da yakın bir zamanda yalanın ortaya çıkmamasını umuyordum.

“Araban var mı?” diye sordum asansörün kata gelmesini beklerken.

“Yok,” dediğinde dönüşte gecenin köründe nasıl geleceğimizi düşünürken biraz kafam karışıktı.

Asansöre bindiğimizde giriş kata basmasını beklerken, otoparka indiği belli olan -2 yazılı tuşa bastı. Yan dönüp ona baktım. “Otoparka iniyoruz ama, araba mı çalacağız? Hırsız değildin hani?”

Asansörde yankılanan bir kahkaha attı. “Saf mısın sinsi mi çözemedim hâlâ. Araba çalmayacağız, sakin ol.”

Dudaklarımı bükerek yerimde sallandım. Bir şeyler anlamadığımda neden çok eğleniyorlardı?

Asansör ineceğimiz kata geldiğinde otoparkın yoğun kokusu burnuma doldu. Özgür önden ilerlerken ben de peşine takılmıştım.

Birkaç adım ilerimde durduğunda, yanına varır varmaz neden arabam yok deyip beni otoparka indirdiğini anlamak daha kolaydı artık.

Arabası yoktu. Motosikleti vardı.

“Açıkça söyleyemez miydin?” dedim suratıma bakıp gülmek yerine uygulayabileceği bir öneri sunarak.

“Öyle yapsam nasıl eğlenebilirdim?” derken elimi mat siyah bir kask tutuşturdu. Motorla aynı renkteydi kask.

Elimdeki kaskın, kendi elinde tuttuğuna oranla küçük olduğunu fark etsem de bir şey sormadım. Hayatıyla ilgili ayrıntılı bilgiler isteyecek konumda değildim.

Kaskı taktığımda boynumun altındaki kısmın düzgün olduğundan emin olmak için elini oraya uzatmıştı. Gerilmemeye çalışarak boynumda kısa bir süre ellerinin kıpırdamasını bekledim. Geri çekildiğinde kendi kaskını da takıp yerine bindi.

“Daha önce bindin mi?” diye sorduğunda başımı iki yana salladım. Binmemiştim ama bu binmekten çekineceğim anlamına gelmiyordu. Aksine fazlasıyla hoşuma gitmişti bu fikir.

“Rahatsın bayağı, binmeye alışkınsın diye düşündüm.”

Arkasındaki boşluğa yerleşip bacaklarımı iki yandan sarkıttım. “Binmedim ama rahatım, korkmuyorum.”

“Hareket etmeye başlayınca da düşüncelerin değişmez umarım.”

“Değişmez,” dediğimde yaklaşık on dakika sonra, temaslarla ilgili çekincelerimi dahi umursamadan Özgür’ün beline yapışmam gerekeceğinden haberim yoktu.

Motorun üzerinde olmak eğlenceliydi. Hız kontrolü olmadan kullanan bir sürücüyle akan trafikte bulunmak pek eğlenceli sayılmazdı.

Konuşsam da beni duyabileceğini sanmıyordum. Kendimi yormak yerine, ona düşsem beni tutacakmış gibi yapışmayı daha mantıklı bulmuştum.

Altımızdaki motorun görünümünden anladığım kadarıyla, şu an sınırlarını dahi zorlamayan bir hızla ilerliyorduk aslında. İki katı hızla ilerleyebilirmişiz gibiydi. İyi ki ilerlemiyorduk ama.

Geçtiğimiz yollar biraz daha bol ağaç ve az bina sunmaya başladığında varış noktamıza az kaldığını tahmin ediyordum. On beş dakika geçmeden, fabrika deposuna benzer bir yeri görebilen konumda yavaşlayarak durduk.

Hızdan ve düşme korkusundan boğazımda atıyor olan kalbim sakinleşmeyi denese de bu biraz zaman alacak gibiydi. Özgür inmeden ben bacaklarımı bir tarafa toplayıp indim. Hafif başım döner gibi sendelediğimde kalçamı yeniden motora yaslamıştım.

Kaskını çıkarttığında sırıtan yüzü açığa çıkan Özgür, sırıtışı yeterli değilmiş gibi sesli bir biçimde güldü. “Düşüncelerin değişti mi çığırtkan?”

Henüz dinmeyen baş dönmemin etkisiyle gözlerimi kırpıştırdım. “Değişmedi, aynı.” derken yalanım gayet belliydi.

“Deli cesareti var sende, deliliğinden herhalde…”

İyi bir şey söylemediği açık olduğu için göz devirdim. “Burada mı olacak maç? Depoya benziyor.” diyerek arkamızda kalan yapıyı kastedip konuyu değiştirdim. Başını salladı hafifçe. “Bir depo zaten, bir kısmı ayrılmış halde ama. Biz o tarafa gideceğiz.”

“Tamam, gidelim.” dedim anladım der gibi.

“Görüş açımdan kaybolmaman gerektiğini belirtmem gerekiyor mu?” derken kendi kaskını ve çıkarttığım kaskı alıp anlayamadığım şekilde ortadan yok etmişti. Karışan saçlarımı düzeltmeye çalışırken bir yandan da ona bakıyordum. “Nereye gidebilirim bilmediğim bir yerde?”

“Güven vermedin bana, söylemiş olayım da.” dedikten sonra eliyle ilerleyeceğimiz tarafı işaret etti. Yan yana yürümeye başladığımızda, hava artık kararmış olduğu için belirli kısımlar dışında kalan yerleri görmek çok zordu. Camları bulunmayan, iki katlı bina yüksekliğindeki yere ilerlerken tedirgin değildim ama içeride beni ne beklediğini merak ediyordum.

“İlk maç izleyişim daha düzgün bir organizasyonla mı olsaydı acaba?” diye sorduğumda Özgür bana baktı yan bir biçimde. “İlk?” dedi şaşırmış gibi. “Saydığın, tanıdığını söylediğin boksörlerden herhangi birinin maçını izlemedin mi hiç?”

Dudağımı ısırdım adımlarım hızlanırken. Onun bir adımı benim iki adımım olduğundan normal yürüme hızıyla bana yetişebilmişti tabii hemen. “Kime diyorum ben? Yalandan dilin düşecek Despina, yalancı çobana dönüşeceksin.”

Etrafta tek tük insan bulunuyordu. Binaya yakın konumlarda küçük gruplar halinde, çıkan yoğun dumandan anlaşılacağı üzere sigara içiyorlardı. Erken geldiğimiz için bizi bir kalabalık karşılamamasına şaşırmamıştım. Onlara bakmayı kesip Özgür’e döndüm. “Yalancı çoban ne?”

“Yalancı çoban, sürekli yalan söyleye söyleye inandırıcılığını yitiren bir tip. Bir ara anlatırım, hatırlat bana.”

Başımı salladım uslu uslu. Hatırlatacaktım eve dönerken. Çobanın koyunlarla ilgilenen kişi olduğunu biliyordum, acaba koyunlara mı yalan söylemişti?

“Erken geldik, içeride sakin bir yere geçelim. Maç başlayana kadar olabildiğince az insan görmüş oluruz, gel böyle.” Gösterdiği tarafa ilerlemeye başladık. İçeriye girmek için geçtiğimiz kapıda iki koca cüsseli adam vardı. Yüzlerinde de bedenlerinin andırdığı duvar gibi bir ifadeyle ayaktalardı. Bize hiçbir şey söylemeden kapıyı açtılar. Bunun Özgür’ü tanımalarıyla mı yoksa genel olarak giren çıkanı umursamamalarıyla mı ilgili olduğunu bilmiyordum.

Birinin bakışları yüzümde gereğinden fazla durakladığında Özgür boğazından küçük bir ses çıkarttı. Adamın bakışları hızla uzaklaşmıştı bu sayede.

Girdiğimiz yerin karanlık olmasını beklerken, tam aksine bembeyaz ışıklarla aydınlatılmış geniş bir koridordaydık. Koridor biraz ileriden sağa ve sola ayrılıyordu. Dümdüz ilerlediğimizde neyi amaçladığımızı bilmiyordum ama sağa da sola da sapmadık.

Koridorun sonu gelecekmiş gibi hissetsem de birkaç dakika yürümemize rağmen bitmedi. Bu sanırım beyaz ışık ve gri duvarların ortamda sonsuzluk etkisi yaratmasındandı.

Artık bıkkınlıkla söyleneceğim sırada Özgür sağa yöneldi. Fark etmediğim bir kapıyı açtı. “Geç bakalım, bu kısımda dövüşçüler dışında pek kimse olmaz. Bahisçilerin de seyircilerin de haberi yoktur; olur da yanımdan kaybolmak gibi bir saçmalık yaparsan, bir şey soran olduğunda adımı ver. Adımı unutmazsın panikten değil mi çığırtkan?”

Kaşlarımı çatarak baktım yüzüne ters ters. Girdiğimiz yer benzer bir koridordu ama bolca kapı vardı burada. “Unutmam, korkma.”

Geçtiğimiz kapıların hepsi aynı gibiydi, gireceğimiz odayı nasıl ayırt ettiğini bilmiyordum ama biraz ileride duran bir kapıya geldiğimizde durdu. Kapıyı açtığında içeride ne görmeyi beklediğimden emin değildim ancak koltuk görmek ilginç gelmişti.

“Yerleş, mümkünse maç saatine kadar beni ısrarcı gazeteciler gibi sorulara boğma olur mu?”

Aslında bulunduğumuz yer, birkaç saat sonra yaşanacaklar ve genel olarak her şeyle ilgili onlarca soruya sahiptim. Ama içimden bir ses, sorarsam beni eve geri götürecek kadar delirebileceğini fısıldayınca gözüme kestirdiğim ilk koltuğa yerleştim.

İlk yarım saati telefonlarımıza bakarak geçirmiştik. Çaprazımdaki koltuktaydı, dikkatle telefonuna bakıyordu.

“Timur abi yazdı,” dediğinde gözlerim irice açılarak ona döndüm. Telefonum kucağıma düşmüştü. “Ne yazdı? Burada olduğumu mu anlamış, kızdı mı?”

“Nefes al, nefes. Ben evden çıkmadan odana geçip uyuyacağını söylediğini yazdım seni sorduğunda. Daha eve gitmemiş zaten, gittiğinde de kilitli kapıyı zorlayacak hali yok. Uyuduğunu düşünecek.”

Her şeyin yolunda oluşuyla rahat bir nefes aldım. O yeniden telefonuna dönerken ben başımı geriye doğru atıp gözlerimi bir süre kapatmayı seçmiştim. Saatin on bir olmasına halen bir buçuk saat vardı. Bu bir buçuk saat boyunca nasıl zaman geçireceğimi bilmiyordum.

“Özgür,” dediğimde aradan on dakikadan fazla geçmemişti.

“Söyle.”

“Susadım ben çok, burada su yok mu?”

Başımı kaldırmasam da gözlerimi açmış ve bakışlarımı ona çevirmiştim. “Yok, eve dönene kadar susuz kalacaksın.”

Dudaklarımı sarkıttım. “İyi,” dedim sadece.

Ağzının içinde bir şeyler homurdanarak ayaklandı.

“Su mu getireceksin bana?” diye sorduğumda başını iki yana salladı. “Yok, çıkıp seni buraya kilitleyeceğim maç başlayana kadar.”

Oflayıp başımı yan çevirdim. Yanağım koltuğa yaslanmıştı bu şekilde.

“Beş dakikadan uzun sürmez, döndüğümde yerinde bulayım seni olur mu?”

Bana neden hiç güvenmiyordu? Korkutup durduğu bir ortamda kendi kendime kaybolacak kadar çıldırmamıştım.

“Olur,” dedim. “Suyumu getir hemen ama.”

“Emredersiniz hanımefendi, suyunuz geliyor birazdan.” Homurdanarak odadan çıktığında açıkçası biraz da olsa gerilmiştim. Sanki o çıkınca içeriye başka birileri doluşacak gibi gelmişti.

Tedirginlikle kapıyı izlerken kısa bir süre sonra kapı açıldı. İçeriye elinde tuttuğu üç şişe suyla Özgür girmişti. Omuzlarım gevşedi. O yokken kimseyle karşı karşıya kalmadığım için mutluydum.

Uzattığı suyu teşekkür ederek alıp ilk şişeyi nefes almadan bitirdiğimde bana şokla bakıyordu. “Kaç gündür susuzsun sen, evde su vardı sorsan verirdim aslında.”

Nefes nefese ona bakarken boş şişeyi kenara koydum. “Komik değilsin, şakalarını başka bir ortamda tekrar dene.”

“Şakalarıma bayılan kaç kişi olduğundan haberin var mı?”

Bayılmanın çok sevmek yerine kullanıldığını bilsem de mırıldandım. “Şakaların kötülüğünden bilinçlerini mi kaybediyorlar? Çok yazık.”

Yüzünü buruşturdu. Kavram karmaşası yaşadığımı düşünmüştü sanırım. Bayılmak yerine başka bir kelime kullanmış olmayı diliyor gibi bakıyordu. İçten içe gülsem de bir şey söylemedim.

Telefonuna döndüğünde, sürekli dikkatle bakacağı nasıl bir uygulamaya sahip olduğunu merak etsem de buradan ekranını göremiyordum. Yerimden kalkıp tepesine adımlarsam da beni kovalamaya başlayabilirdi. Sakince yerimde oturup çaktırmadan ikinci şişeden de su içmeye başladım. Yalanlarım dilimi kurutmuştu galiba.

İkinci şişenin yarısını bulduğumda on beş dakika kadar daha zaman geçmişti telefonumdan takip ettiğim kadarıyla. İçtiğim sular doğal olarak karnımdan daha aşağılara yol alırken yerimde kıvrandım. Özgür’e yeni bir bilgi vermem gerekiyordu.

“Özgür,” dedim yine dakikalar önce yaptığım gibi.

“Ne oldu yine? Acıktım dersen etimden bir parça koparıp yedireceğim sana şimdi Despina, babanın neden seni evde tutmak istediğini çözdüm galiba.”

“Acıkmadım,” dedim iyi bir haber vererek. Tebrikler dercesine başını salladı.

“Ama lavaboya gitmem gerekiyor olabilir azıcık.”

“İçtin suları fil gibi, çişin gelmese garip olurdu zaten.”

“Çişim geldi demedim, lavaboya gideceğim dedim. Ayı mısın da öyle düzeltiyorsun?”

Burnunu parmaklarının arasında sıkıştırdı bir süre. “Tamam, sakinim. Kalk, lavabona götürelim seni. Çişini yapmayacaksın da ne yapacaksın fayansları mı inceleyeceksin sanki?”

Yerimden kalkarken söylenmek için dudaklarımı aralasam da kasıklarımdaki baskıyla dudaklarımı sıkıca geri kapatmıştım. Ayağa kalkınca daha çok sıkışmıştım.

“Çok pis midir buradaki lavabolar acaba?” diye mırıldanırken odadan çıkmayı beklemiştim. Beni geri ittirmesinden çekiniyordum biraz.

“Mikrop kapacağın bir yere sokmam seni, korkma. Az kullanılanlardan birine gideceğiz. Olur da baban burada olduğunu anlarsa, üstüne mum dikmiş olmayalım bir de tuvalet macerasıyla.”

Bir kısmını anlamasam da söylediklerinin ilk kısmı yeterli gelmişti. Çişimin geri kaçacağı bir kirlilikle karşılaşmasam yeterdi zaten.

Biraz yürüyüp koridorun ucundan sola döndüğümüzde daha az aydınlık bir kısma ulaştık. Özgür bir kapıyı işaret etti. “Gir, burası.”

Kapıya uzanmadan önce gözlerimi yüzüne diktim. “Burada bekleyeceksin beni değil mi?”

“Bekleyeceğim çığırtkan, gir de hallet işini hadi. Korkacak bir şey yok.”

Bir korkma diyordu, bir kork diyordu. Bulunduğumuz yerle ilgili ne düşüneceğimi şaşırmıştım onun yüzünden.

Kapıyı açıp içeriye girdim. Normal görünen, iki kabinli bir tuvaletteydim. Pis bir koku ve görüntü de yoktu. Rahatlayarak kapı kapandığında ileri adımladım. Kabinlerden birinden hafif bir su sesi geliyordu. Dolu olduğunu düşünerek diğer tarafa girdim.

Kabinden çıkmadan önce diğer kısmın kapısının açıldığını duymuştum. Ardından kabinlerin karşısında kalan kısımdan su sesi gelmeye başladı. İşimi halledip çıktığımda ellerini yıkayan kişiye dikkat etmeden kendi elimi yıkama işine girişmiştim.

Sabunladığım elimi durularken duyduğum sesle şaşkınca bakışlarım karşımdaki aynayı buldu. “E yok artık,” diyen sesin ait olduğu kişiyi görmek için yaptığım bu hareketle aynadan yansımasını görebilmiştim. Sesini tanımamış olsam da görüntüsü tanıdıktı.

Birkaç dakika boyunca beni yoğun bir aksiyona sokmuş olan, otelden çıktığım gün çarpıştığım ve ne olduğunu anlayamadan sığınağı olduğum kıvırcık kızdı aynadaki yansımanın sahibi.

“Bu sefer yardıma ihtiyacım yok gerçi ama yine beliriverdin önümde, nereden çıktın sen?”

Bana ona yardım için görevli bir melekmişim gibi davranması hafifçe gülmeme sebep oldu. “Garip bir tesadüf,” dedim ellerimi suyun altından çekerken. Aynadan ona bakmak yerine dönüp direkt olarak yüzüne bakmaya başladım.

“Bence o gün tanışamadan yanından ayrılmam beni rahatsız ettiği kadar evreni de etmiş, tanışabilmemiz için bir fırsat yaratmış.” O günkü gibi hızlı hızlı konuşuyordu. O zaman belki birilerinden kaçıyor olmasına bağlanabilirdi konuşma hızı ama şimdi de sürdüğüne göre her zaman taşıdığı bir özellikti.

Elini uzattı birden. “Mayıs ben.”

Bekleme süresi biraz komik duracak olsa da kenardaki peçetelikten birkaç peçete alıp ellerimi kurutana dek onu bekletmem gerekmişti. Ellerim kuruyunca uzanıp elini tuttum. “Despina,” diyerek kendimi tanıttığımda gözleri kısıldı. “Yunanca mı ismin?”

Başımı salladım. Ona isminin anlamını sormamı gerektirmeyecek kadar net bir ismi vardı zaten.

Elimi bıraktığında kıvırcıklarından bir iki tutam gözüne geldiği için parmakları oraya uzandı.

“Burada ne işin olduğunu sorsam kaba mı olur?” dedi birden. “Burası bir restorana ya da kafeye ait değil biliyorsun değil mi?”

Aynı soruyu ben de sormak istiyordum. Bu nedenle sormasında bir gariplik yoktu.

“Biliyorum,” dedim başımı hafif yana eğerken. “Maçı izlemek için buradayım.”

Gözleri kısılırken beni hafifçe tuttu kollarımdan. Biraz sarstı. “Yavrum sen daha iki gün önce koca gül buketinle Beşiktaş’ın en elit kısımlarında sapsarı elbisenle salınıyordun, geceleri yasadışı dövüşleri takip ettiğine inanayım mı gerçekten?”

Kıkırdadım anlatış biçimine. “İnan bence.”

“Güllerle aklını çelen ayı mı getirdi seni buraya yoksa? Bir de kumarbaz mıymış? Gerçi sen bu koridorlarda gezindiğine göre, bahisçi manyaklardan biriyle gelmemişsindir.”

Kendi sorup kendi cevaplarken ara vermesini bekledim kısa bir an. “Buradan çıksak, kiminle geldiğimi de görürdün kapıda zaten. Biraz daha beklersek içeri girecek geciktim diye.” Özgür’ün birkaç dakika sonraki hamlesini tahmin etmekte zorlanmamıştım.

Bitmedi mi çişin diyerek dalabilirdi buraya az sonra.

“Çıkalım, çıkalım da ben bir gözlem yapayım. Az çok buradaki tipleri tanıyorum, ters bir şey varsa kaçırırım seni hemen.”

Buradaki tipleri nereden tanıdığı hakkında bir fikrim yoktu. Birazdan sormayı aklıma not ederek kapıya yöneldim onunla birlikte. Kapıyı açıp önden ben çıktım dışarıya. “Su içmediğin gibi evde tuvaleti de kullanmıyordun değil mi? Bu süre uzunluğunun başka açıklaması yok, Despina. Evimizde de tuvalet var.”

Ben çıkar çıkmaz susmadan söylenmeye başlayan Özgür’ü, benim kadar Mayıs da duymuştu. Rezil bir an yarattığı için ters bakışlar attım. Mayıs’a bakmak için hafifçe arkamı döndüğüm sırada onun az önceki cıvıltılı tavrının yerinde olmadığını görünce kaşlarım havalanmıştı.

Özgür alttan alttan kıza saçma bir hareket mi yapıyor acaba diye yeniden ona döndüğümde ise, benden bıkmış bakışlarının yerinde soğuk bakışlar beliren kahveleri dikkatimi çekmişti.

Pekâlâ, aptal değildim. Birbirlerini tanıyorlardı. Kimse tanımadığı birine bu şekilde donuk tepkiler vermezdi.

“Öyle işte,” dedim birden sessizliği bölüp. “Değil mi?” diyerek sanki dakikalardır bir şey anlatıyormuşum gibi yanıt bekleyerek ikisine baktığımda beni dinlemediklerini ve birbirlerine odaklandıklarını açık eder şekilde aynı anda konuştular.

“Evet.” deyişleri ve bir anda bana dönmeleri biraz komik gelmişti.

“Sanırım tanışıyorsunuz,” dedim omuz silkerek. “Gözlem yapmana gerek kalmadı, Mayıs.” derken ona bakmıştım. Bir an, çok kısa bir an bana olan bakışları sinire benzer bir parıltıyla yanmış olsa da hızla toparlanmıştı.

“Kalmadı tabii, hem ben ne desem de evinden taşınacak halin yoktu değil mi?”

Az önce Özgür’ün benimle dalga geçerken ‘evimiz’ demesinden yaptığı çıkarımdı sanırım bu. Yanlış anlaşılmayı düzeltmek için dudaklarımı araladığım sırada Özgür’ü duydum. Aynı anda sırtımın tam ortasından geçirdiği koluyla beni sardığını da fark etmiştim. Kaskatı kesilmeme sebep olan hareketiyle yutkunmak zorunda kaldım. “İzin verir miyim gitmene, Despina?” diye mırıldanan Özgür’e dönüp irice açtığım mavilerimle yüzünü incelerken karaya düşen bir balık gibiydim.

Özgür ekleyip, “Siz nereden tanışıyorsunuz?” diye sorduğunda Mayıs’a baktım. Gözleri bomboş bakıyordu. İçerideki kadını saklıyor muydu yoksa saklamasına gerek kalmadan kaçmış mıydı, bilmiyordum. Tek anladığım buna sebep olanın Özgür oluşuydu.

“Despina anlatır, benim gitmem gerekiyor. Fazla oyalandım.” Hızlıca konuştuktan sonra bana baktı. “Maçta denk gelirsek, konuşuruz. Görüşmek üzere.”

Aslında çıktığımda telefon numarasını almayı planlamıştım. Onun dediği gibi ikinci kez karşılaşmamızın bir işaret olabileceğini düşünmüştüm çünkü. Ancak çıktıktan sonraki süreç o kadar hızlı akmıştı ki ağzımı bile açamıyordum şu anda.

Mayıs ne ben ne de Özgür bir şey söylemeden hızlı sayılabilecek adımlarla koridorda gözden kaybolduğunda sırtımdaki elini hâlâ çekmeyen Özgür’ü ittirdim sertçe. “Ne oluyor Özgür?”

Sorumu duymuş muydu bilmiyordum. Artık görüş açımızda olmadığı halde Mayıs’ın ilerlediği yöndeydi bakışları. Ben konuştuğumda kıpırdamamıştı hiç.

“Özgür!” dedim biraz daha yüksek sesle seslenip. “Sana diyorum.”

Başı bana döndü, hemen ardından da bakışları takip etti bu yolu. “Hım?” dedi sadece.

“Ne yaşandı az önce? Derdin ne senin?”

“Mayıs’ı nereden tanıyorsun?” diye soruma soruyla karşılık verdiğinde ofladım. “Önce sorumu cevapla sen.”

“Bir derdim yok,” dedi bu yeterli olan cevapmış gibi. “Mayıs’la nasıl tanıştınız, söyler misin?”

Omuz silktim. “Sen bana doğru düzgün bir cevap vermedikçe, hayır Özgür. Söyleyemem.”

Kırk yıldır geldiğim bir yermiş gibi onu arkamda bırakıp yürümeye başladım. Oturuyor olduğumuz odayı kaybolmadan bulmayı amaçlıyordum. Yoksa bütün bu havalı adımlamam boşa gidecekti.

Özgür’ün arkamdan geldiğini adım seslerinden duyuyordum. Bu, içten içe rahatlamama sebep oldu. Kaybolur gibi olursam uyarabilirdi.

Sallana sallana beklediğimiz odaya dönüyorken, aslında birkaç dakika önce Özgür’ün beni çözülmesi güç düğümlerle dolu bir yumağın ortasına ittiğinden habersizdim.

Düğümlerden kurtulmam, kendimi dışarı atmam kolay olmayacaktı.

Zaten benim hayatımda kolay olan ne vardı ki?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm