Düşten Farksız 49.Bölüm
49.BÖLÜM
- 1 ay sonra
Elimde bir valizle, içine sığdırdığım
birkaç parça eşyamla birlikte daha önce hiç bulunmadığım bir ülkeye geleli
aylar geçmişti. O aylar boyunca yaşadıklarımın çeşitliliği, alışılmadık
oluşları beni öylesine sarsmıştı ki aynı anda kendimi başladığım noktadan hem
çok geride hem de çok çok ileride hissettiğim oluyordu.
Daha önce sınanmadıklarımla sınanmak, bir
yandan yeni hislere alışmaya çabalarken bir yandan da eskiden kalma
korkularımın esiri olmak beni hiç olmadığım kadar dengesiz bir ruh haline sahip
olmaya mecbur bırakmıştı.
Sevilmeyi, şefkati, güveni, aşkı… Hepsini
bir avazda tanımak, üst üste hepsiyle karşı karşıya kalmak ve sınırı olmayacak
biçimde çepeçevre sarılmak beni ısıtmıştı. Sonra o ısı büyümüş ve bir yangına
dönüşmüştü.
“Abla adresi söyleyecek misin artık?
Kaldık burada.”
Kulaklarıma dolan ses yabancıydı ancak
söyledikleriyle birlikte kendimi hızla birkaç ay öncesinde bulmuştum.
Yaşının benden fazla olduğu kesin olan
insanlar tarafından ‘abla’ diye seslenilmeye şaşırdığım zamanlar çok uzakta
sayılmazdı. İlki de yine tam burada, bu şehirdeki havaalanına adım attıktan
biraz sonra gerçekleşmişti hatta.
Elimde duran bir kâğıt parçasını uzatıp
nereye gideceğimi bilmeden, içimi kaplayan belirsizlikle adresi göstermek
yerine dudaklarımı araladım. Tek nefeste ezberimdeki adresin büyük bir kısmını
dile getirdiğimde içinde bulunduğum taksinin şoförü daha fazla oyalanmadan arabayı
hareketlendirmişti.
“Gece yarısı olmadan varmış oluruz değil
mi?”
“Oluruz abla, bir saati geçmez. Bu saatte
trafik yok.”
Göğsüm rahatlamayla şişerken geriye doğru
yaslandım. Sağıma çevirdiğim başımı cama doğru yaslayarak yolu izlemeye
başladığımda içinde bulunduğum anı düşünüyordum.
Düşüncelerim büyüdükçe büyüdü, aklım
doldukça taştı ve en sonunda o yol bitti.
Taksi tanıdık caddeyi geride bırakıp
durması gereken noktada durduğunda parayı ödememin ardından benimle birlikte
şoför de inmiş ve bagajda duran ufak valizimi çıkartmama yardım etmişti.
“Teşekkür ederim.”
Adam sakince gülümseyip bana yanıt
verdikten sonra arabasına binmiş, uzaklaşmaya başladığı sırada beni bulunduğum
noktada yalnız bırakmıştı.
Buraya gelişlerimde taksi kullanıyorsam,
şoförler genellikle ‘her şey yolunda mı, isterseniz kalalım’ demekten
vazgeçmiyorlardı ancak bu seferki şoför gece yarısına yaklaşan saate rağmen
burada olmamı pek sorgulamamıştı.
Arkamdan küçük sesler çıkartarak
sürüklenen valizimle birlikte adımlarken, etrafın ilk bakışta hissedilen
güvensizliğine rağmen ben hızlanmaya bile gerek duymayan dingin kalp atışlarım
eşliğinde sakindim. Sakinliğimin kaynağı, birazdan geçecek olduğum kapının
arkasında beni bekleyen kişilerdeydi.
Burada olduklarından emin olmasam, daha
doğrusu küçük ve sevimli bir köstebeğe sahip olmasam, burada bir işim olmazdı.
Gece yarısı olmadan ulaşmam gereken biri vardı, o biri için dönüşümü
hızlandırmış ve yine o biri için habersizce Türkiye’ye ayak basmıştım.
Hemen yanında bulacağım diğer isimler,
herkesin bir arada olması… Uzun zamandır beni bulmayan tatlı tesadüflerden
biriydi. Önceliğimi belirlememe gerek kalmamıştı, farkında olmadan beni bir
yükten kurtarmışlardı.
İçeriye girmeden dahi ortama kasvet katan
demir kapının önünde durduğumda kapıyı itmeyi denemiştim. Ancak kapı beni
zorlayarak açılmaya direnince dudaklarımı sarkıtıp geriye doğru çekildim.
Kilitli miydi?
İçeride koca bir kalabalık varken kapıyı
ne diye kilitleyeceklerdi ki?
Pes ederek telefonuma uzanacağım sırada
arkamdan gelen sesle birlikte istemsizce irkilerek omuzumun üstünden sesin
kaynağına doğru dönmüştüm.
“Vi
posso aiutare,” diyen ses beni afallatmıştı. Çünkü kimse durup dururken
benimle İtalyanca konuşacak değildi.
*(Sana
yardım edebilirim.)
Oraya doğru döndüğümde ise hafızam küçük
bir zorlamaya maruz kalsa da bu garip anın nedenini bulabilmiştim. Konuşan
kişiyle ilk kez karşılaşmıyordum.
(39.bölüme kısa bir dönüş yaparak hatırlayabilirsiniz
durumu despoş gibi :p)
Görmezden ve duymazdan gelmeyi seçerek
kendimce yok ettiğim varlığının ardından kapıya doğru dönecekken onu
umursamamamın nedeni kullandığı dilmiş gibi bu kez Türkçe konuştu. “Kapıda
kalmış gibisin, yardıma ihtiyacın var sanmıştım.”
Gözlerimin önüne Pars’ın bu adama karşı
aldığı tavır ve aynı şekilde sinirlerime dokunan ancak bu kez yanında olmayan
kadın geldiğinde derince nefeslenerek sessizliğimi korudum.
Şu an uğraşmak istediğim son sorun bu
adamdan kaynaklanacak olan bir sorun olurdu.
Buraya geleceğimden, daha da önemlisi
Türkiye’ye döneceğimden haberi olan tek kişi olarak Mayıs’ı yeterince zor
durumda bırakmıştım. Benim yüzümden herkese yalan söylemek zorunda kalmıştı.
Şimdi de son bir iyilik isteyecektim ve beni içeri alacaktı… Diğer seçenek
arkamda duran adının baş harfini dahi hatırlamadığım bu adam olduğu için Mayıs’a
son dalım olarak tutunmak zorundaydım.
Telefonumu açıp aramak için Mayıs’ın adını
bulacağım sırada omuzumda hissettiğim beklenmedik temas sonucu öfke ve panik
aynı anda bedenimi sarınca hızla arkama dönmüştüm. “Çek elini!” diye
bağırmıştım sertçe.
“Niye ki?” diyerek dudakları üzgünmüş gibi
bükülen yüzü gördüğümde ağzım şaşkınca açıldı. Görmeyi beklediğim yüz az önceki
adama aitken şu an karşımda Özgür vardı.
Göğsümden ağır bir yük kalkmış gibi
ferahlayarak, omuzlarım gevşemiş halde kendimi öne doğru attım. Göğsüne
sığınacağımı benden iyi bilerek çoktan kollarını aralamıştı benim için.
“Döndün…” diyerek çenesini saçlarımın
üzerine bırakıp bana sıkıca sarıldığında sessizdim. Onu onaylamadım ya da
reddetmedim. Şu an buradaydım, ötesi önemli değildi.
“Çok özlemişim ben seni, çığırtkan.”
dediğinde bu kez sessiz kalmadım. “Ben de çok özledim abi.” Ona abi deme
sıklığımın az oluşu, onunla abidense küçük erkek kardeş gibi bir iletişime
sahip olmamızdandı belki ama benden bunu duymayı sevdiğini de biliyordum.
Sırtıma ve omuzlarıma dolanan kolları
mümkünmüş gibi daha da sıkılaştı. “Abinim değil mi?”
Kendimi tutamayarak güldüm. Her seferinde
‘abinim ben’ diye üsteleyen kendisiyken ben abi dediğimde birden bunu onaylatma
ihtiyacı duyar olmuştu.
Bakışlarım, göğsüne gömülü olmama rağmen
bir anlığına etrafta gezindi. Biraz ileride bekleyen, henüz yanımızdan
ayrılmamış olan adamı gördüğümde dudaklarım fısıltıyla aralandı. “Pars’ın maçı
yine bu adamla mıydı?”
Özgür hemen beni kendisinden uzaklaştırıp
adama doğru baktı. “Pars’ın maçı yok bugün, nereden çıktı bu soru?”
Adam omuzlarını kaldırıp indirdi.
“Hanımefendi beni görünce Eraslan’a rakip olabilirim sanmış herhalde.”
Onun saçmalamasını umursamadan Özgür’e
bakmaya devam ettim. “Daha önce orada görmüştüm, o yüzden sordum. Her neyse.”
Özgür üsteleyecek gibi dursa da uzatmadı.
Onun aksine adam susacak gibi değildi. “Tekrar görmek istersen bir maç daha
ayarlatabilirim.”
“Enes,” dedi Özgür benden önce davranarak.
“Çeneni çıkarıp eline verdirtmeden siktir ol git hadi.”
Yarım ağız bir sırıtışla selam verir gibi
başını kıpırdatıp benim açamadığım kapıyı küçük bir hareketle açarak içeriye
girdiğinde arkasından boş boş bakmak yerine Özgür’e döndüm.
“Arabaya bırakalım valizini, bunu içeri
sürükleme boşuna. Gel.”
İtirazsızca peşine takıldığımda muhtemelen
Mayıs üşümesin diye motor yerine arabasını kullanmış olduğundan valizimi
kolaylıkla arabasına atabilmiştik. Aksi halde buraya Özgür’ü arabayla getirecek
bir kuvvet yoktu.
Deponun biraz uzağında kalan arabaya kadar
gidip işimizi hallettikten sonra Özgür’ün bir kolu omuzumda, benim kolum onun
belindeyken yapışık ikizler gibi geri yürümeye başlamıştık. Buradan uzakta
geçirdiğim haftalar boyunca en çok onlara sırnaşıp sıcaklıklarını ve kokularını
hissedebilmeyi özlemiştim.
Depo yeniden görünür hale geldiğinde
kapıya doğru adımlayacağımızı, içeri girip buraya gelmekteki asıl amacım olan
sürprizin gerçekleşeceğini düşünmüştüm. Ancak görünen manzara durumun bu
şekilde ilerlemeyeceğini açıkça gösteriyordu.
Kapıda duran küçük ancak benim için büyük
olan kalabalığı fark ettiğim anda dudaklarımdan küskün bir nefes çıktı.
Sürprizim bozulmuştu.
“Herkes kapıda,” dedim Özgür’e. “Ulan
Enes…” demişti baktığı anda kısık sesle. Katılıyordum. Belli ki içeridekilere
benim burada olduğumu söyleyen oydu.
Mayıs’ın kollarını göğsünde kavuşturmasına
ve yüzündeki ifadeye bakılırsa dışarı çıkmalarına engel olmak ve bana yardım
etmek istemişti ancak kimse onu dinlememişti. Tripli bir suratla kenarda
duruyordu. Tadım kaçmış olmasa onun bu haline gülebilirdim.
Onun çaprazında kalan üçlüden bana doğru
ilk hareketlenen, benim oraya varmamı beklemeden kendisi bana doğru koşar adım
gelen isim Özgün’dü.
Beni gördüğü ana kadar gerçekten burada
olduğuma inanmamış gibiydi. Onlara yakın kalan bir noktada karşı karşıya
geldiğimizde kolları arasında sıkışmış olma hızımdan memnundum.
Abilerimle olan karşılaşmaların başta
gerçekleşmesi bir bakıma iyiydi. Çünkü onların ardından gelecek olan ikiliyle
biraz sonra nasıl bir yüzleşme yaşayacağım hakkında tahminler yürüten aklım
beni boğuyordu.
Bana kızgın ya da küs olmadıklarını
biliyordum. Ancak kalplerinde gidişime dair bir kırgınlık büyümediğinden emin
olabilmem mümkün değildi.
“Neredesin kızım sen?” diyerek beni sıkı
sıkıya sarmışken kulağıma doğru fısıldayan Özgün abimin bu soruyu cidden
sormadığından emindim. Nerede olduğumu, daha doğrusu nerelerde olduğumu her
biri biliyorlardı.
Tam bir ay önce, belki de artık düşmeyi en
beklemediğim anda düşmeme sebep olarak dengemi yerle bir eden İshak Eraslan’ın
esaretinden kurtulmamın üzerinden çok geçmeden bu kez roller değişmişti ve esir
olan o olmuştu.
Mayıs ve ben onunlayken bizi
bulamamışlardı ancak biz döndükten sonra İshak’ı köşeye sıkıştırmaları bir
hafta bile sürmemişti. Bu hızı daha önce de yakalayabilselerdi belki de bugün
her şey bambaşka olurdu.
İshak’ın bulunuşu ve artık bizi bir daha
bulamayacak hale gelişinin ardından öylece bu kâbustan önceki düzenimize
dönmemiz gerektiğini düşünen ve öyle olacağından emin olan herkesi şaşkınlığa
sürükleyense ben olmuştum.
‘Gitmem gerekiyor’ demiştim önce. Hepsiyle
aynı anda konuşmak, tepkilerin tümünü aynı anda almaya karar vermek mantıklıydı
ya da değildi ama öyle yapmıştım. O ana dek aklım karışmış, çevremdeki çoğu
şeyi algılayamaz bir hale bürünmüşken ‘gideceğim’ demem elbette sakince ve olumluca
karşılanmamıştı.
En olumsuz olan tepkileri de şu an beni
bir ay sonra karşılarında gördüklerinde ne yapacaklarını kestiremediğim
ikiliden almıştım. Avrupa’da başvuracağım okullar olduğunu söylemek en büyük
bahanemdi. Büyüklüğüne rağmen o bahanenin arkasında bir an bile
saklanamamıştım.
Babam da Pars da benimle gelmekte
ısrarcılardı. Ne söylersem söyleyeyim tek gitmem onlar için doğru olan değildi.
Oysa aklım bana uzaklaşmamı, iyi olmaya yaklaşmadan her şeyi unutmuş rolüyle
hayatıma devam etmememi söylüyordu.
Babamı ve sevgilimi değil, aklımı
dinlemiştim. ‘Gitmem gerekiyor’ isteğimin üstüne bu kez ‘benimle gelmenize
ihtiyacım yok’ eklenmişti. Onlara her an ihtiyacım olurdu, koca bir yalandı
aslında söylediklerim. Yine de risk almaya, sürünsem de biraz her şeyden uzakta
kalmaya muhtaçtım. O ‘her şeyin’ içine tanıdığım insanlar da dahillerdi.
“Verecekleri tepkilerden korkma,” dedi
abim benden ayrılmadan önce. Tereddütsüzce konuştum. “İkisinden de korkmam
mümkün değil, abi.”
Ne tepki vereceklerini bilmiyordum, evet.
Fakat bu yaşanacaklardan korkuyorum demek değildi. Onlardan gelecek hiçbir şey
beni korkutmazdı.
Gece uçuşu ve ardından buraya gelişimi
düşünerek, Ekim ayının sonunda olduğumuzu da hesaba katınca üstüme kalın şeyler
giyinmiştim. Buna rağmen Özgün abim önümden çekildiğinde ve birden bire
üzerimde ela ve mavi iki ayrı çift bakıştan başka bir şey kalmadığında
titremiştim biraz.
Soğuktan değildi. Yine de soğuktanmış gibi
mızmızlanıp ikisinden birine sığınma fikri cazipti. Şartlar farklı olsa
değerlendirebileceğim bu seçeneği aklımdan silerek yavaşça dudaklarımı
ıslattım. “Ben geldim,” diye mırıldandım sanki karşılarında durmuyormuşum gibi.
İkisi de en son benden ‘gitmek istiyorum’
naraları duymuşlardı. Biri Özgür’ü, diğeri Mayıs’ı elçi olarak kullanıp istisnasız
her gün nerede ve nasıl olduğumu sorup öğrenmişti belki ama onlarla
konuşmamıştım hiç. Belki sesim hoparlörden onlara ulaşmıştı ancak ben bir ay
boyunca ikisinin de sesine hasrettim.
“Neden?” diye konuşan babamın bu soruyu
sormasına biraz hazırlıklıydım aslında. Çünkü giderken de durmadan ‘neden’ diye
sormuştu bana. Sıra gelişimin nedenini bulmaktaydı anlaşılan.
Yakınımda durmasını fırsat bilerek Özgün
abimin sol bileğini yakalayıp çekiştirdim. Kolundan çıkartmadığı saatini burada
bulacağımı biliyordum. Bakışlarım akrep ve yelkovanın yerlerinde gezindi. Yeni
bir gün başlayalı beş dakikadan fazla zaman geçmişti.
Dudaklarım kıvrıldı. O yeni günün anlamı
biraz özeldi.
“Doğum gününü kaçıracağımı mı düşünmüştün
baba?” dedim gözlerinin içine bakarken.
Duraksadı. Doğum gününü unutmuş olabilir
miydi? Pek şaşırmazdım. Mayıs’tan Özgür’e uzanan haber ağımın bana sunduğu
bilgilere bakılırsa Timur Akdoğan için 27 Ekim’in pek bir anlamı yoktu. Bundan
sonra var edecektim.
“Kutlayıp geri mi gideceksin?” diye sordu durumu
kavrayabildiğinde. Omuzlarımı kıpırdattım bilmiyormuşum gibi. “Gideyim mi?”
Göğsü hareketlendi. Derin bir nefes
aldığını belli etmişti.
“Alıştın zaten gitmeye,” dedi iğneler
gibi. “Sadece bir kez gittim,” diye savundum kendimi.
“Başka biri bin kez gitse senin bir kez
gitmen kadar kötü olmazdı, sen bana ne yaşattığını biliyor musun? Bir aydır ne
halde olduğumu biliyor musun hiç?”
Dudaklarım kontrolsüzce titredi. Bencil
olmak benim içime işlemiş, her an kullandığım bir özelliğim değildi. Hatta
belki ilk kez bu denli bencil olmuş ve kendi kararım dışında hiçbir şeyi
önemsemeden gidebilmiştim öylece.
Bakışlarının titreyen dudaklarıma
düştüğünü gördüm. Gözlerini bir anlığına sıkıca kapattı. Kendini bir şeyden
alıkoyuyor gibi görünüyordu. Kendini alıkoyduğu o şeyin ‘kollarını bana sarmak’
olduğunu anladığım anda öne doğru adımlamak için bir an bile beklemedim.
Uzandığımda ona dokunacak kadar yakınına
varır varmaz parmak uçlarımda yükselerek sıkı sıkıya boynuna dolandım. “Sen
sarılma,” dedim kabullenir gibi. “Ben sarılırım ki.”
Burnumu yakıp geçen mentollü kokunun
benzerleri başka yerlerde de vardı belki ama ondan geldiğinde bambaşka hislerle
çevreleniyordum.
Beni itmedi. Hiçbir zaman itmeyeceğini de
biliyordum. Bana kırgın da olsa ona sardığım kollarımdan kaçmazdı ki kaçmaya
çalışsa bile bırakmazdım zaten.
“Gitmeyeceğim bir daha,” dedim yemin eder
gibi. Sesimi bir tek babama değil hepsine duyurmak ister gibi yüksek tutmuştum.
“İyiyim hem de,” diye ekledim. Bu yalan değildi üstelik. Giderken olduğumdan
daha sağlıklı bir zihne sahip olduğum kesindi.
“Sana kötü gelen biz miydik?”
Soru kollarımı doladığım babamdan, arkamda
kalan abilerimden ya da kenarda şefkatle bizi izleyen Mayıs’tan gelmemişti.
Sorunun sahibi, bir ay sonra sesini bu şekilde duyuran ve dakikalardır
kıpırtısızca bekleyen Pars’tı.
Sarsılmıştım.
Onlara böyle hissettirmek gibi bir amacım
yoktu. Sadece kendime iyi gelebilmek istemiştim.
Sarsılışım sanıyorum ki dışarıdan fark
edilebilir bir sarsılmaydı çünkü babam direnişini kırmış ve sırtıma yavaşça bir
elini yaslamıştı. Pars’ın sorusunun beni yere düşürebilecek kadar ağır olduğunu
biliyordu.
“Hayır,” dedim telaşa kapılarak. Birkaç
kez tekrarlayıp başımı iki yana salladım. Kollarım gevşekçe babamın
omuzlarındaydı ama artık yüzüm ona yakın değildi. Başımı olabildiğince
çevirerek sorulan sorunun sahibine bakmaktaydım.
Verdiğim cevaplar ona işlememiş gibi
öylece duruyordu. Ona karşı nasıl bir yol izlemem gerektiğini bilemeyerek
durakladığımda bunu duraklamayı bölen biraz geride kalan ağır demir kapının ses
çıkartarak açılması oldu.
“Timur abi!” diye yüksekçe seslendi biri.
“Maç başlamak üzere, haber ver demiştin. Senin aceminin gözü köşede seni
arıyor.”
Babama seslenmiş olsa da onunla birlikte
hepimizin dikkati dağılmıştı.
Bu geceki maçın bizimkilere ait olmadığını
da böylece kesinleştirmiştim. Belli ki izlemelik buradalardı.
Babamla kısa bir an göz göze geldik.
Gözlerimi yavaşça kapatıp açtım. Bu ‘git’ demekti. Bu anı bölüp içeri girmesine
engel olmamı bekliyordu belki ama bir saat sonra konuşmak ile şu an konuşmak
arasında bir fark yoktu.
“İçeri geçin, soğuk.” dedi benim sözsüz
onayımın ardından içeriye girmeden hemen önce.
Babam onu çağıran adamla birlikte gözden
kaybolduğunda bahsettiği şekilde içeriye gireceğimizi düşünmüştüm ancak
arkadaşımın benim için daha farklı planları vardı.
“Aşkım biz de maçı izleyelim, ben hangisi
kazanacak diye kendi kendime iddiaya girmiştim.” Özgür’ü peşinden götürmek
istediğinden saçmaladığı açıkça belli olan Mayıs konuşmayı bitirdiğinde hep
birlikte ona doğru döndük.
“Bahis yatırsaydın direkt Mayıs, içinden
iddiaya girmekle olmuyor.” Özgün abim alayla konuştuğunda Mayıs onlara doğru
gidip aynı anda iki kardeşin koluna girdi. “Nereden yatırılıyor? Gidip
yatıralım. Mavi şortlu olan kazanacak bence.”
“Sen milletin bacaklarına niye bakıyorsun
kızım?” Özgür mağarasından haykırırken Mayıs ofladı.
Özgün abim ikisine de yabancı ve tehlikeli
maddelermiş gibi baksa da onların adımlarına uyum sağlayarak kapıya doğru
yönelmişti. Mayıs’ın teşvikiyle de olsa aslında abimlerin de gitmeye niyetli
oldukları belliydi. Aksi halde beni burada bırakmamak için direneceklerini çok
iyi biliyordum.
Kapının dışında, hatta deponun ön kısmında
kalan tek iki kişi artık ben ve Pars’ken onunla ilk kez baş başa kalıyormuşum
gibi gerilmem garip sayılabilirdi.
“Biz de içeri girecek miyiz?” diye soruşum
kısık ve çekingendi. En son babamın önünde duruyor olduğumdan Pars’tan biraz
uzaktaydım. O mesafeyi kapatmak için sağıma doğru kısa bir adım attığımda artık
karşısındaydım.
Bakışlarımı kaldırıp gözlerine bakmak,
özlediğim yüzü süzmek istiyor ancak buna cesaret edemeyip sanki ondan
utanıyormuşum gibi boynu ve göğsü arasında bir yol izliyordum.
“Yüzüme bakamıyorsun,” dediğinde refleksle
bakışlarım yüzünü bulmuştu. Hafifçe kıstığı koyu mavi gözleri benim gözlerime çarptığında
soluklandım. “Çünkü istemeyebilirsin,” dedim usulca.
“İstemeyebilirim?” dedi söylediğimi
soruymuş gibi tekrarlayarak.
‘Okul
için değil, değişmek için gidiyorsun sen’ dediği
anı anımsadım. Tıpkı başı gibi sonu da zihnimde yankılandığında omuzlarım
aşağıya doğru hareketlendi. ‘Döndüğünde
her şeyi aynı bulabilecek misin?’
“Aynı kalmadı,” diye mırıldandım kendi
kendime. “Değişti mi? Bitti mi?”
Yüzü bir anlığına buruştu, neyi
kastettiğimi anlamaya çalışır gibi baktıktan hemen sonra ifadesi eski halini
aldı. “Sence?”
Başımı iki yana salladım hemen aceleyle.
“Kalman için söyleyebileceğim en ağır
yalan buydu,” dedi bakışlarını gözlerimden ayırmadan. “Yetmedi kalmana ama
denemeliydim.”
Döndüğümde bir şeylerin değişeceğini,
onları aynı bulmama ihtimalimi söyleyişi günden güne aklımı meşgul etmiş ancak
kendimi bir şekilde bunun gerçekleşmeyeceğine ikna ederek sakinleştirmiştim.
Şimdi karşıma geçmiş ‘yalan söyledim’ diyordu.
Kaşlarım gergince çatıldı. “Sen-…” diye
başlayarak ağzımı açacakken aramızda öyle büyük bir boşluk kalmamış olmasına
rağmen bana doğru adım attığında afallayarak duraksamış ve konuşma sıramı
kaybetmiştim.
Benim devamını getiremediğim cümleyi o
tamamlamaya girişti. Bambaşka şeyler söyleyecek olmama rağmen ağzından
dökülenleri ezberlemem gereken sihirli sözcüklermiş gibi sıkıca tuttum aklımda.
“Ben,” dedi sözcüğümü kendisine çevirerek.
“Bir ay on iki aya da dönse, ayları yıllara da çevirsen seni beklerdim. Ne bir
eksik ne bir fazla, her zerrem aynı hislerle kaplıyken seni bekleyebilirdim.”
Başım benim kontrolüm dışında sol omuzuma
doğru eğildi. “Bir tek kendim için gitmediğimi biliyordun çünkü.”
Ne onayladı ne de aksini dile getirdi.
Mavileri mavilerimi ‘evet’ der gibi deliyor olmasa cevabımı aldığımı
söylemezdim ama bakışları bana derinlerden bir yerlerden sızan anlayışla kucak
açıyordu.
Gidişimin tek bir sebebi değil, belki yüz
ayrı sebebi vardı. O sebeplerin en kuvvetli olanlarından biri de karşımdaki
adamdan doğmuştu.
Yüzüne her baktığımda, gözleri gözlerime
her çarptığında onun acıyla kıvranan çocukluğunun hayaliyle yüzleşmek
dayanamayacağım kadar yakıcıydı.
Tüm benzerliğine rağmen Pars’a baktığımda
gördüğüm yüz İshak Eraslan’a ait değildi. Gitmeyi aklıma koymadan önce onu
gördüğüm her an karşımda çocukluğunu, sızlayan içiyle yaşamaya çalışan bir
masumu bulduğumu sanmıştım.
Babasının ona -ya da onlara-
yaşattıklarını başına silah dayansa da kendi ağzıyla bana anlatmazdı. İshak
Eraslan beni karısının günlüğü ile saatlerce baş başa bırakıp çoktan girişini
anlatmaya başladığı korkunç masalları satırlardan okumaya devam etmeme sebep
olmasaydı ölene dek tüm bunlardan habersiz kalacağımdan emindim.
Yanlarındayken, iyi olmasam dahi iyi rolü
yapmaya başlamam çok sürmeyecekti. Oysa ihtiyacım olan en dibe batmak ve orada
çırpınmaktı. Çırpına çırpına bir şekilde yukarı çıkabilirdim. Onların gözü
önündeyken değil dibe batmak, dibe doğru bir adım bile atamazdım. İzin
vermezlerdi. İzin verseler bile beni öyle görmelerine içim elvermezdi.
Bu koca bir çıkmazdı ve ben bu çıkmazdan
kaçışı gitmekte bulmuştum.
“Beni aramadın,” dedim küsmüş bir çocuk
gibi. Gidişime benim kadar sebep bulabilmesine rağmen bir kez olsun aramaması
ne demekti?
“Aramadım,” dedi kabullenerek. “Arasaydım,
iyi rolü yapmam gerekirdi. Değildim.”
İçten içe biliyor olmama rağmen duymayı
sevmemiştim. Kısa bir nefes alarak bekledikten hemen sonra dudaklarımı yeniden
araladım. “Ayaklarım ağrıdı.”
Konudan tamamen bağımsız, beklemediği anda
ve içerikte olan bildirimimi sindirmesi biraz zaman aldı. Bu süreyi ona
yardımcı olabilmek için değerlendirerek iyice dibine girdikten sonra kollarımı
kaldırdım. Yürümekten sıkıldığı için kucaklanmak isteyen, hayır cevabına inat
ederek kıyameti kopartacak olan küçük bir çocuktan farksızdım.
Hareketlerim, sözcüklerimden daha
anlaşılırdı. Kollarım havalandıktan hemen sonra belimi iki yanından kavradığı
gibi beni yükseltmişti. Ayaklarım yerden kesildiğinde, değil bir ay bir yıl da
geçse unutmayacağım refleksle bacaklarımı ona sarıp ağırlığımı ona doğru
vererek hafifledim.
“Ayaklarım ağrıdı değil, kucağına gelmek
istiyorum diyecektin sanırım.”
Alaya alınmam zerre umurumda değilken
sessizce omuzuna doğru yattım. Bulunmak istediğim yere varmıştım, gerisi beni
şu an için ilgilendirmiyordu.
Benimle birlikte yürümeye başladığında
nereye gittiğimiz hakkında en ufak bir fikrim yoktu ancak ağzımı bile açmadım.
Yanağım omuzuna yaslı, yüzüm boynuna dönükken kokusu kolayca burnuma akın
ediyor ve sıcaklığı yüzüme doğru çarpıyordu. Konforlu ve korunaklı bir
yerdeydim.
Dayanamayarak başımı uzatıp boynundaki
belirgin damarın üzerine dudaklarımı hafifçe bastırdım. Baskım hafifti ancak
geri çekilmek yerine olduğum yerde kaldığım için onda yarattığım
elektriklenmenin farkına varabilmiştim.
“Borçlarını ödemeye mi başladın hemen?”
“Ne borcu?” diye sordum yerimden
kıpırdamadan.
“Gitmeseydin bana ait olacak olan bir
aylık öpücük borcu Afrodit.”
“Ödeyemezsem,” dedim Pars deponun diğer
tarafındaki izbe bir kısımda kalan banka yerleşip beni de kucağında
sabitlerken. “Tek tek bunca öpücüğün borcunu nasıl ödeyeceğim?”
“Zamanın yok mu?” dedi kucağında olduğum
için bana biraz alttan bakmak zorunda kalarak. Başımı iki yana salladım.
“Güzel,” dedi sakince. Böyle bir tepki
beklemediğim için afallayacakken buna fırsat vermeden bir nefeste tek bir cümle
daha kurmuş ve devamında konuşmama engel olacak koca bir duvar örmüştü. “Tek
çekimde de ödeyebilirsin.”
Dudaklarım hoyratça, ağzının içinde
kaybolacakmış gibi onun dudakları arasında sıkışıp kaldığında omuzlarına
dengemi sağlamak için bıraktığım avuçlarım kapanarak tenini sıkmıştı.
Sanırım borçlarıma karşılık ruhumu
haczediyordu. Ruhumu benden sökmek ister gibi beni öpüyor olmasının tek
açıklaması buydu.
~
“Ben değil de baban gelecekti o an, sen o
zaman görürdün tepkiyi çığırtkan.”
Dün geceden beri, Pars’ın beni taşıdığı
banka yaklaşıp bizi bir nevi basmış olduğu andan beri susmak bilmeyen; sadece
uyuduğum anlarda sesini duymadığım Özgür’e acı çekiyormuşum gibi baktım.
Bizi gördüğü anın yalnızca Pars’ın
kucağında oturuyor olduğum andan ibaret oluşu belki de son zamanlarımın en
şanslı anıydı. Dudaklarımı dudaklarının arasında gördüğü bir senaryoyu hayal
etmek dahi istemiyordum.
“Ama babam gelmedi!” dedim patlayarak.
Aynı anda mutfağa giriş yapan abimin dikkati de bize çevrilmişti tabii. “Nereye
gelmedi?”
Özgür’ün çenesini tutmama, her şeyi
susmadan anlatma riskinden haberdar olduğum için konuyu değiştirmeye çalıştım.
“Neredesin sen?” diye sordum üste çıkarak.
“Otel mi burası abi?”
Yükselişime anlamsızca baktı. Ardından
kısa bir an kardeşine doğru baktı ancak Özgür’ün suratsızca durduğunu görünce
sanırım ne ona ne bana bulaşmak istemediğinden olsa gerek sessizce mutfağa
giriş amacı olan su içme işine odaklandı.
Abim suyunu içerken arkasını döndüğünde
Özgür’e işaret parmağımı tehdit eder gibi salladım. Dudaklarımı ‘sakın’ diyerek
kıpırdattığımda elinde koz olmasının rahatlığıyla bana havalı bakışlar atmakla
yetindi.
Dün gece oradan dönüşümüz, maçın
sonlanmasıyla birlikte gerçekleşmişti. Pars ve Mayıs ile orada vedalaşmış
olduğum için hoşnut değildim ancak hep birlikte yaşamadığımız gerçeğiyle
yüzleşmem gerekiyordu.
Dönüşte Mayıs abisiyle gidince Özgür’ün
arabası fazlalık kalmış ve benim önümde iki seçenek oluşmuştu. Abimin arabasına
binebilir ya da valizimin de bulunduğu arabayı yani Özgür’ün arabasını tercih
edebilirdim.
Tercihimi yapmak için babamın bineceği arabayı
görüp o nereye binerse peşinden gitmeyi beklediğimde babamın küçük bir
hareketiyle her şey boşa gitmişti.
Abimin arabasına binmeden hemen önce
konuşmuş ve bana ‘sen de Özgür’le gelirsin’ demişti. Aynı arabada gitmemizi
açıkça istemediği belliyken zorla yanına gitmek yerine kuzu gibi sessizce
Özgür’ün ön koltuğuna sinmiştim.
Timur Akdoğan’ın benim için kurguladığı
cezalandırma sisteminin henüz görünen kısmı bu araba meselesiydi. Bunu da eve
geldiğimizde, odamda onunla uyuyacağımı ve konuşacağımızı düşündüğüm sırada
uyuyacağını söyleyerek kendi odasına gittiği an anlamıştım.
Beni sap gibi ortada bıraktığında
yıkılmışlığımın ardından abilerimden birer teklif almıştım ancak bütün modum
düştüğü için onları da reddederek odama kapanıp kendi kendimi uyutmuştum.
Kısacası babam tarafından ağır bir tavra
maruz kalıyor ve sesimi asla çıkaramıyordum. Pars’ın daha sert, babamın daha
ılımlı olacağını düşünürken elimdeki durum tam tersiydi. Tek tesellim de
ikisinin birden sert olmayışıydı.
“Benimle karşılaşmamak için mi bu saate
kadar odasında kaldı sizce?” diye sorarken kalçamı arkamdaki tezgâha doğru
yaslamış ve kollarımı göğsümde birleştirmiştim.
Özgür zaten dibimdeydi, abim de suyunu
bitirip boş bardağı kenara bıraktıktan sonra mutfağın ortasındaki masada dizili
sandalyelerden birini çekip oturmuş ve bana doğru dönük kalmıştı.
“Seni gördüğünde sarılıp triplenişini
yarıda kesmemek için olabilir, evet.”
Özgür’e baktım göz ucuyla. “Beni
gördüğünde sarılmaya direnemeyecek olsaydı dün ilk gördüğünde sarılırdı. Gayet
de sarılmadan durabiliyor.”
“Başka birileri daha dursa iyi olurdu,
sarılmadan…” Son sözcüğü bastırarak söyleyerek atıf yaptığı kişinin Pars olduğu
benim açımdan belirgindi. Abimin onun saçmalamasını analiz etmeye uğraşıp
uğraşmadığını görmek için çaktırmadan ona baktığımda dikkatlice beni izlediğini
görmüştüm.
“Uyumadı da benimle,” dedim içerlemiş bir
sesle. Bir ay öncesinde, birkaç istisna dışında her gece onunla uyuyorken
döndüğümde bunu yeniden elde edememek canımı sıkmıştı.
Pars ‘yalan söyledim’ dese de bir noktada
haklıydı.
Değişmek, iyileşmek için gitmiştim ancak
döndüğümde her şeyi aynı bulmayı beklemek imkânsızı dilemekti.
Bir iki dakika boyunca hiç konuşmadık. Ben
de ses çıkartmadım, onlar da bana uydular. Devamında ise sessizliği dağıtan
üçümüzden biri olmadı.
“Salona geçiyorum ben, çocuklar bekliyor.”
Mutfağa belli belirsiz kafasını uzatıp
konuştuktan sonra herhangi bir yanıt beklemeden geri çıkan babamın arkasından
şaşkınca bakakalmıştım.
Özgür’e döndüm yardım ister gibi. Derince
nefeslendi. “Abi!” diye seslenerek koridora çıktığında ben de annesinin
peşindeki bir ördek gibi arkasındaydım. Sanıyorum ki sahneyi kaçırmak istemeyen
abim de benim arkamdan adımlamıştı.
“Ben vereyim bugünkü dersi, sen evde kal.”
Babam kapının önündeydi ancak henüz kapıyı
açmamıştı. Özgür’ün teklifine ne yanıt vereceğini heyecanla beklerken
istemsizce ayaklarımı soğuk zemine daha sert bastırmıştım.
“Gerek yok,” dedi sadece. Kapıyı açtı
sonra, çıktı evden ve kapı tekrar kapandı.
Olduğum yerde kıpırdamadan bekledim. Alt
dudağım kontrolsüzce titrediğinde buna engel olmak için hızla dudağımı ısırmış,
canımı yakacak kadar sert şekilde dişlerimi dudağıma geçirmiştim.
“Doğum günü ama,” diye mırıldandım içime
konuşuyormuş gibi sessizce. Arkamdan geldiğini bildiğim Özgün abim kolunu boynuma
doğru sararak sırtımı göğsüne çekti. Şakağımdan öptükten sonra kolu beni daha
sıkı sardı.
Beni teselli edecek bir şey
söyleyemiyorlardı. Çünkü babam gerçekten benden kaçıyordu ve bunun nedeni
sarılma isteğine direnmek falan değildi.
~
“Beklemeye devam etmeden önce, izin versen
de bi’ arasak mı babanı artık güzelim?”
Dirseğim koltuğun kenarına ve yüzüm de
avucuma yaslıyken aslında baktığım yerde bir şey görmüyor, tamamen dalgınlıkla
duvarın bir köşesine odaklı duruyordum. Amcamın sesini duyduğumda hafifçe
irkilişim bu yüzdendi.
Başımı biraz oynatıp yanağımdan çekmediğim
elimi kıpırdatmadan sağımda kalan amcama doğru baktım. “Aramamıza gerek yok
ki,” dedim kaşlarım biraz çatılırken. “Gelecek eve, gelir yani…” Son kısma
doğru gözlerim istemsizce salonun diğer tarafına doğru dönmüş ve orada
oturanlardan en az birinden onaylar bir şeyler duymayı beklemiştim.
O atak, neyi dilediğimi ilk anlayan
kişiden yani Özgür’den geldi. “Gelir tabii, ama çok gecikecekse de boşu boşuna
herkesi bekletmezdik. Aramak çok yanlış olmaz sanki, çığırtkan.”
Beni destekleyeceğini düşündüğüm ilk
birkaç kelimenin ardından fikri başka yerlere kaydığında burnumdan nefes
vererek geriye doğru yaslandım. Kolumu indirmiş, iki elimi de kucağımda tutarak
birleştirmiştim.
“Bir saat daha,” dedim salondaki küçük
kalabalığa.
O kalabalığın burada geçirdiği zaman
çoktan birkaç saati aşmıştı artık ancak sürekli bunu uzatarak hepsini
oturdukları yerde tutuyordum. Bir nevi onları esir almıştım.
Hem döndüğümden haberleri olsun hem de
akşamın asıl amacı olan kutlamada bulunsunlar diye davet ettiğim dedem, amcam
ve halamın karşısında da benimle saatlerce beklemelerinden zaten çekinmeyeceğim
başka bir dörtlü vardı. Mayıs ve Özgür her zamanki gibi yan yanayken, beni
şaşırtan ancak sanırım burada olmadığım bir ayda gelişmiş olması çok da ilginç
olmayan bağ ise abim ve Pars’a aitti.
Galiba ben yokken, Mayıs ve Özgür
birbirinden kafasını kaldırmayınca bu ikili de birbiriyle iletişim kurmayı
öğrenmişti.
Bana en yakın konumda oturuyor olan,
salonda geriye kalan herkesin bu yönde bir isteği olsa da karşı çıkmalarına
fırsat vermeyen tek isimdi; Mirza Akdoğan’dı.
“Sen bi’ bak bakayım bana, boncuk.”
İtirazsızca ona doğru döndüm hemen.
“Biz sen istiyorsun diye sabaha kadar da
bekleriz, burada bir sorun yok. Ama her geçen dakika yüzün daha da düşüyor.
Böyle devam edeceksen olmaz.”
Gitmek için değil ben babamı hevesle
beklediğim için sabırsızlardı, bunu anlayabiliyordum.
Planladığım şey bir doğum günü
kutlamasıydı ancak o kutlama doğum gününün sahibini içermedikten sonra bunun
hiçbir anlamı yoktu. Saat neredeyse on olmuştu, bir iki saat sonra zaten doğum
günü bitecekti.
Dedem her ne kadar biz burada sabah kadar
da bekleriz demiş olsa da bahsettiğim bir saat geçtikten sonra, yani saat artık
on bire varmaya yüz tutmuşken onları bir şekilde evlerine gitmeye ikna
etmiştim.
Artık evde sadece beşimiz vardık.
Bu saatten sonra babamın bu gece gelip
gelmeyeceğine olan merakım dahi sönmüştü. Ona dün ‘doğum günü’ için burada
olduğumu açıkça söylemişken bugünün tamamını evden uzakta geçirmeyi seçmiş
olması bana yeterince cevap veriyordu zaten.
“Akşam hiçbir şey yemedin, biraz
atıştırmak ister misin Despoşum? Acıkmadın mı?”
Mayıs’a başımı iki yana sallayarak tepki
verirken, kendi bacağımın üstüne koyduğum Pars’ın elinin üzerine parmaklarımla
yollar çizmekle meşguldüm. Ellerinin üstündeki belirgin damarları dikkatlice
takip edip baştan sona parmaklarımı üzerlerinde sürüklemek bir çeşit terapi
gibiydi.
“Biraz zaman tanı, birkaç günden fazla
süreceğini zannetmiyorum bu durumun. Özlemini biraz öfkeyle karıştırıyor
sadece.”
Özgün abimin konuşmasıyla ona doğru
baktım. “Bir tek babam mı özledi beni?” diye sordum sakince. “Siz özlemediniz o
zaman.”
Döndüğümde hepsinin yaptığı beni sarıp
sarmalamakken babam tam aksini yaparak benden kaçmayı seçmişti. Onun özlemini
diğerlerinden ayıran en önemli kısım neydi?
“Nerenden anlıyorsun sen yine beni?”
dediğinde yüzümü astım. “Kıçımdan,” diye homurdandığımda beni sadece Pars
duymuş ve koca bir kahkaha atmıştı.
Onun kahkahasıyla birlikte kalan üçlü şaşkınca
Pars’a dönünce ben de göz ucuyla sevgilime baktım. Nadiren bu kadar yüksek ve
rahatça gülüyordu. Hatta kalabalıktayken bunu yapmaktan çoğunlukla kaçıyordu,
onu gülerken daha çok ben görüyordum.
“Şeytan mı dürttü lan?”
Özgür şaşkınlığını sesli olarak da dile
getirirken Pars açıklama yapıp benim söylediğim şeyi dillendirmedi, bunun
yerine omuz silkmişti sadece.
“Kahve yapıyorum ben, içiyor mu herkes?”
Mayıs ayaklandığında kimse karşı
çıkmamıştı. Herkesin kahve içeceği belli olunca Özgür de kalktı. “Ben de
geleyim sen bu kadar kahveyi tek başına yapamazsın Mayıs çiçeği.”
Mayıs kaşlarını kaldırarak Özgür’e doğru
baktı. “Beceriksiz miyim aşkım ben?”
Özgür duraksadı. Ardından kolunu Mayıs’ın
omuzuna doğru attıktan sonra onu kapıya doğru yönlendirmeye başladı. “Bunlar
özel konular, içeride konuşalım.”
Zaman kazanmaya çalışıyordu. Mutfağa
gidene kadar hangi yalanı uyduracaktı acaba?
Gerçi biraz haklıydı… Mayıs kahve yaparken
malzemelere acımadığından genelde asfalt suyu gibi bir şey hazırlıyor ve
yaptıktan sonra da zaten iri olan gözlerini daha da irileştirip hevesle ‘eline
sağlık’ dememizi bekliyordu. Kırılmasın diye bir gün herhangi birimizin
çarpıntıdan bayılma ihtimali yüksekti.
Onlar salondan çıktığında geride yan yana
oturan ben ve Pars, karşı koltuğumuzda da yayılmış halde abim kalmıştı.
“Ee,” dedi abim kollarını göğsünde
kavuşturarak. “Özlem giderdiniz herhalde dünden beri.”
Refleksle başımı salladım olumlu anlamda.
Tam olarak ne sorduğunu bile anlamadan yapmıştım bunu.
Başımı sallamamla birlikte abim doğruldu.
“İyi,” dedi direkt. “Yeter, ayrı oturun biraz. Yapıştırılmış gibi kaldınız
orada. Ben modern bir abi gibi mi görünüyorum oradan bakınca?”
Başımı omuzuma doğru eğdim. Kısık
bakışlarla onu süzerken dudaklarım aralandı. “Çok tatlı bir abi gibi görünüyorsun;
anlayışlı, şefkatli, mük-…”
Abim ben konuştukça yüzünü gevşetip
keyifle sırıtmaya başlamıştı. Ancak sonlara doğru kesilen iltifatlarımın sebebi
onu da bu gülümsemeden etmişti.
Başımı sevimli olmak için omuzuma eğerken
Pars’a yaklaşmıştım. Amacım bunu yapmak değildi ancak Pars bunu fırsata
çevirerek saçlarımın üzerinden sertçe öpmüştü.
“Yavaş lan!” diye bağıran abim koltukta
zıplamama yol açınca bir ona bir Pars’a baktım. Pars gayet rahat ve sakindi.
Onu bana yaklaşma konusunda bir tek dedem ve belki bir nebze babam
durdurabiliyordu. Kalan kimseye aldırdığı yoktu.
“Sevgilimi öperken izin mi alacağım senden
birader?”
“Oğlum başlarım senin biraderine,” derken
abim kriz geçiriyormuş gibi duruyordu. Endişeyle ona bakmadan edemedim. “Senin
sevgilinse benim de kız kardeşim.”
Pars yavaşça bana döndü. Bunu bekliyormuş
gibi bakışlarım onu buldu. “Öyle mi?” dedi sakin sakin. Abim ne kadar
gerildiyse Pars bir o kadar sakindi. Aralarındaki iletişim gelişmiş derken
böyle bir şey hayal etmemiştim. Özgür-Pars atışmalarından daha garip bir hal
almışlardı. “Kız kardeşi misin sen bu adamın, Afrodit?”
Pars kullandığı ses tonunu da, sona
iliştirdiği sözcüğü de özenle seçmiş ve beni ona gözlerimi kırpıştırarak bakmak
zorunda bırakmıştı. Birkaç saniye sessizce gözlerini izlediğimde karşıdan
yükselen ses aniydi.
“Despina!” dedi abim delirmiş gibi. “Abim
kendine gelir misin yoksa bu herifi ikiye katlayıp balkondan mı atayım?”
“Dört diyor ve arttırıyorum!” Heyecanla
konuya dahil olan Özgür’ün ne ara içeri girdiği hakkında hiçbir fikrim yoktu.
Sanırım konunun kokusunu almıştı. Tam onluktu.
“Neye dört diyorsun?” dedim anlamsızca.
“İkiye değil dörde katlayalım, ayı gibi
bir şey. Az yer kaplasın düştüğü yerde.”
Gerçekten Pars’ı alıp atacaklarmış gibi
kollarımı aniden boynuna sardım. Yan bir şekilde ona yapışmıştım şu an. Pars
benim tepkime hafifçe gülerek boynuna değen çıplak koluma küçük bir öpücük
bıraktı eğilip. “Korumam mısın sen benim?”
“Ayrılın dedikçe daha da yapışıyorlar,
nerede yanlış yapıyorum acaba?” Abim kendi kendine konuşurken Özgür de ona
ümitsizce baktı.
Bakışmalarını bölen salona doğru gelen
anahtar sesiydi. Dış kapıdan duyulan anahtar sesinin kaynağı belli olduğundan
gelenin kim olduğuna dair fikirler üretmeye gerek yoktu.
Misafirimiz
Timur Akdoğan’dı.
Gözlerim duvardaki büyük saate doğru
çevrildi. Saatin on ikiyi geçtiğini gördüğümde dudaklarımda beliren buruk
gülümsemeyi silmekle uğraşmadım.
İyi
ki doğdun baba dedim içimden son bir kez. Malum… Ona
diyebilmem için fırsat tanımamıştı bana bugün.
Anahtar sesi benimle birlikte herkesi
sessizleştirmişti.
Mutfakta kalan Mayıs’ın da koştur koştur
buraya geldiğini görünce yüzündeki ifadeye baktım. Biraz gergin duruyordu.
Gergin duran tek isim de değildi. Benim dışımda hepsinde o gerginlik vardı.
Benim tepkimi, babamın geldiği anda
karşılıklı olarak ne yaşayacağımızı düşündüklerinden olsa gerekti.
Pars’a sarılı kollarımı gevşeterek
ayaklandım.
Buraya uğramadan odasına çekilme
ihtimalini düşünmek ve onu holde yakalamak zorundaydım. Birkaç şey sormam
gerekiyordu.
Arkamdan kimin gelip gelmediğini
umursamadan hızlı birkaç adımda salondan çıktığımda kapıdan girmiş ve
ayakkabılarını çıkarmakla meşgul görünen babamla karşılaşmıştım.
“Hoş geldin,” dedim kontrol edemediğim ve
biraz suçlayıcı çıkan sesimle. Haklı olduğu kadar haksızdı. Belki ben de birden
fazla yerde haksızdım ama bu ona kaçma hakkı vermiyordu.
Başını salladı sadece. Ayakkabılarını ve
üstündeki ince kabanı çıkartmış, yerlerine bırakmıştı. Bir iki adım önünde, tam
karşısında duruyor olduğum için yürümeye başlamadı ama burada bekliyor olmasam
direkt olarak odaya yönelecek gibiydi.
Bakışları bir an soluna doğru kaydı.
Orada, salonun girişinde, dizili duran dörtlüyü gördükten sonra yeniden bana
döndü. “Herkes buradaymış,” dedi öylece.
Burnumdan kısa bir nefes verdim. Omuzlarımın
düşmesine engel olamadan konuştum. “Herkes buradaydı, evet. Sen neredeydin
peki?”
“İşim uzadı,” dedi klasik bir şeyden
bahseder gibi. “Doğum gününün bitmesini bekledin,” dedim kısaca. Amacı buydu,
belliydi.
“Doğum günüm bir anlam ifade etmiyor,” dedi
omuz silkerek. “Küçük bir çocuk değilim.”
Gülümsemeye çalıştım. Haklı olduğunu
belirtir gibi başımı salladım. “Anladım.”
Aklım ermeye başladığından beri dilediğim
tüm doğum günü dileklerim bir şekilde ‘baba’ kavramını içermişti.
Önce ‘bir babam olmasını’ dilemiştim,
sonra bu dilek hayatıma Nikolos girer girmez ‘babamın iyi biri olması’
oluvermişti. Çünkü bir insan ne kadar kötü olabilirse o, o kadar kötüydü ve ben
böyle bir adama baba demek zorundaydım. Dilek değişimim öz babam olmadığını
öğrendiğimde gerçekleşmişti. Artık yeni dileğim ‘öldü sandığım öz babamın
mucizevi bir şekilde dirilmesi’ olmuştu. Gerçekleşmesini imkânsız görsem de
dilemiştim bunu birkaç yıl boyunca.
Gerçekleşmişti.
Annem ‘baban yaşıyor’ dediğinde ilk aklıma
gelenlerden biri de dileklerimdi. Dileklerim bana umut olmuştu.
Son, yani buraya ilk kez gelmeden bir
hafta kadar önce geçirdiğim doğum günümde ise dileğim bir kez daha değişmişti.
Bu sefer ‘babamı sevebileyim, babam beni sevebilsin’ demiştim. Cesaretimi
toplayıp ülke değiştirmeden önce başvurabileceğim son yer bu dilekti çünkü.
Doğum günleri belki babam için bir şey
ifade etmiyordu ama benim için çok şey ifade ediyordu işte. Eğer dileklerim
olmasaydı, o dilekler bir bir gerçek olmasaydı ben nasıl yaşardım hiç
bilmiyordum.
“Abi-…” diyecek gibi olan Özgür’ü ona
doğru dönüp dümdüz bir bakış atarak durdurmuştum. Çünkü ne söyleyeceğini
biliyordum. Dedemlerin de burada olduğunu, bu akşam için bir kutlama yapmaya
çalıştığımı anlatacaktı. Şu an babamın bundan habersiz olarak doğum günlerini
umursamama konuşması yaptığını görüyordu.
“Dün gece benimle uyumadın,” dedim
sakince. Babamın elalarına dikkatle bakıyordum. “Sanırım unuttun, biz birlikte
uyuyorduk çünkü hep. Bugün uyuyacak mıyız?”
Normal bir şeylerden bahseder gibi
konuşmuş ve sormuştum. Aynı şekilde de bir cevap bekliyordum.
Beklemeden, düşünecek bir şeyi olmadan
olumlu bir cevap versin diye biraz sessiz kaldım. Sessizliği uzadığına göre
cevabı da kabullenmem gerekiyordu.
“Anladım,” dedim az önceki gibi. Sadece bu
seferki biraz daha zor bir seslendirme olmuştu. Sesim titremesin diye biraz
daha fazla çabalamam gerekmişti.
“Neyi anladın?” dedi ben susar susmaz.
“Birlikte uyumayacağız, beni artık
sevmiyorsun, bir de… Bir de-…” dedikten sonra nefes nefese kalmıştım çünkü
devam edemeyecek kadar doluydum. Dudaklarım titremesin diye dişlerimle yumuşak
dokuya işkence ederken burnumu çektim.
“Bir de, ne?”
“Ahu da değilim ben artık,” dedim
yorgunca. “Ahu demiyorsun hiç bana.”
Geldiğimden beri benimle oturup uzun uzun
konuşmuş değildi ama yine de bir şekilde bana ‘Ahu’ diye seslensin istemiştim;
yapmamıştı. Özel olarak buna çaba harcadığını düşünmüştüm çünkü gitmeden önce
bana böyle seslenme sıklığı bunu kanıtlıyordu.
“Diyelim ki öyle,” dedi kaşlarını
çatarken. “Ne yapacaksın o zaman?”
“Gideceğim!” diye yükseldim. Keskin bir
sessizlik yaratmıştım böylece. Özellikle tek kelimeyle ve bu tonla
seslendirdiğim cevabım bir tek babamı değil sağımdaki grubu da şoklamıştı,
biliyordum.
Babam o duvar gibi ifadesini de,
suratsızlığını da aynı anda kaybetti. Bakışlarındaki ateşlerle bana baktığında
bu kez duvar gibi duran bendim.
Gideceğim dediğimde yeniden yurt dışına
çıkacağımı düşündükleri açıktı. Onları bir dakika kadar bu yanılsamayla baş
başa bırakmamın yeterli olduğuna karar verdiğimde dudaklarımı araladım.
“Mayıs’la yaşayacağım artık, madem benimle
uyumuyorsun.”
Gideceğim yeri açık ettiğimde birkaç
burundan verilen nefes sesi, başka rahatlayan iç çekişlere karıştı. Kimin hangi
tepkiyi verdiğine dair araştırma yapmak yerine kollarımı kendime sardım.
“Despoşum olur tabii, yaşayalım. Ama
yaşamak istediğin isim kesin ben miyim? Soyadı benzerliğinden hata olmuş
olmasın.”
Göz ucuyla Mayıs’a baktım. “Ne diyorsun
ya?”
“Hislerini saklama, Pars’la yaşayacağım
de; bizi yorma diyor minik tanrıça.”
Cevap Mayıs yerine Pars’tan geldiğinde
yalandan ofladım. Böyle demek istediğimi nereden anlamıştı? Doğruydu.
“Yok,” dedi Özgün abim. “Yok ben bunu
boğarım, çıplak elle boğar eceli olurum bakın.”
Özgür de bu kaosa eklenecekken babamın tok
sesi hepsini aynı anda durdurdu. “Kesin hepiniz,” dedi sertçe. Ardından
bakışları beni buldu. “Sen anlatmaya devam et,” dedi başını sallayarak. “İyi
alıştın gitmeye, gitmekten bahsetmeye tabii. Var mı başka planların?”
Düşünüyormuş gibi dudaklarımı büktüğümde
sesi yükseldi. “Ahu!” diye patladığında gülüyor olmam beni deli sayılmaya iter
miydi, umursamadım. Hevesle sırıttım. “Kim?” dedim tekrarlasın diye. “Ben miyim
Ahu?”
“Yok, benim Ahu.” diyerek dalga geçen
Özgür’ü duysam da duymamış gibi yaptım.
Babamla aramda olan bir iki adımı yarıya
kadar kısaltıp öne doğru gittim biraz.
“Kimle uyuyacaksın bu gece?” diye sordum
bu kez. Yine yanıt babam yerine Özgür’den geldi. “Abim geceleri kâbus görüyor,
onu uyutacak.”
Dudaklarımdan fırlayan çığlığı
engelleyemeden Özgür’e döndüm. “Sussana sen.”
Yüzü buruştu. “Çığırtkan deyince de suçlu
ben oluyorum,” diyerek tripli bir şekilde arkasını dönüp salona girdi. Onu
teselli etmek için Mayıs da uzaklaşmıştı.
“Sen de yürü, balkonda biraz vakit
geçirelim. Belki yanlışlıkla düşersin.”
Abim, Pars’ı iterek salona soktuğunda
arkalarından uzun uzun bakmadım. Hepsi bir şekilde biz burada yalnız kalalım
diye gitmişlerdi. Gerçi… Abimden tam emin değildim. O gerçekten Pars’ı
balkondan atmak için doğru anı bekliyor gibiydi çünkü.
“Biz ne yapıyoruz?” diye sordum bilmiş
bilmiş. “Odana mı gidiyorsun?”
Derin bir nefes aldı. “İçini
rahatlatacaksa eğer, dün bir dakika bile uyumadım.”
“Aferin mi diyeyim?” dedim gözlerimi
kısarak. “Beni yalnız bıraktın.”
“Sen de bir aydır beni ne halde
bıraktığını biraz deneyimle istedim.”
“İnsan kızına kıyabilir mi?” dedim sessizce.
Kaşları havalandı. “Kıyabiliyor olsam, şu an bu konuşmayı yapamıyor olurduk.”
Her şeye de bir cevabı vardı. Hiç mutlu
değildim. Yeterince üste çıkamamıştım.
Oflayarak öne doğru bir adım daha attım.
Artık dibindeydim. Başımı biraz kaldırıp yüzüne daha iyi bakabileceğim bir
şekilde durdum.
“Bebek gibi bakma bana mavilerinle, çek
gözlerini.”
İnat ederek daha da yüzüne diktim
bakışlarımı. “Bebek miyim ben?”
“Bebeksin,” dedi duraksamadan onaylayıp.
İç çektim. “Kimin bebeğiyim?”
Gözlerini kapatıp açtı. Ona ne dedirtmeye
çalıştığımı anlamaması imkânsızdı. Asıl soru bunu deyip demeyeceğiydi.
Enseme kapanan avucuyla yüzüm omuzunun
biraz altına çarpacak şekilde ona çekildiğimde aynı anda tüm kaslarım
gevşemişti.
“Benim bebeğimsin,” dedi sessizce.
“Babasının bebeği…” diye fısıldadığında ellerimi sırtına doğru uzatıp üstündeki
tişörtü sıkıca avuçlarım arasında sıkıştırmıştım.
Yaşadıklarım ve yaşadıklarımın ardından
hayatıma devam edebiliyor olmam beni belki güçlü biri kılıyordu ama gücümün
yetmeyeceği, canımın taşıyamayacağı yükler de vardı.
O yüklerden biri de bütün gün ihtimaliyle
kıvrandığım, olursa devamını tahmin bile edemediğim kâbustu.
Babamın benden vazgeçişi, beni artık sarıp
sarmalamayışıydı.
Bu olsa olsa benim kıyametim olurdu.
Yorumlar
Yorum Gönder