Aykırı Çiçek 29.Bölüm
29.BÖLÜM
Hiç beklemediğim bir anda aldığım bir haberin üzerinden
henüz tam olarak yirmi dört saat bile geçmemişken kendimi o haberi almış
olmaktan çok daha karmaşık bir anda bulmuştum.
Tuğrul amcanın arayıp çağırdığı aklımın dağılacağını
umduğum basit bir akşam yemeği davetiydi dün gerçekleşen. Oradan ayrılmadan
önce kendisinden duyduklarım ise bugüne dek yaşadığım yılları birkaç cümleyle
kenara itmiş, bana bambaşka bir kapı göstermişti.
Sen Deniz
Göktürk’sün demişti bana. Yirmi yıl önce çıkan bir yangında öldüğü
resmi olarak kayıtlı ve kanıtlı olan bir çocuktan bahsediyordu. Tuğrul amcanın
emin olmadan böyle bir fikri benimle paylaşmayacağını biliyordum, bir
başkasından duysam belki saçmaladığını söyleyip geçeceğim bu fikre tutunmadan
edemeyişimin sebebi de buydu.
Deniz Göktürk olmayı istemiştim içten içe.
Levendoğluların beni evlat edindiğini öğrendiğimde aklıma gerçek ailemle ilgili
gelen sayılı ihtimal vardı. Ya kimseleri olmayan bir ailem vardı ve öldükleri
için çocuklarına sahip çıkacak biri bulunamadığından yetimhaneye verilmiştim ya
da beni istememişlerdi ve bakmaya tenezzül etmeden bırakıp gitmişlerdi. Üçüncü
bir ihtimalin varlığı dün gece duyduklarımla ortaya çıkmıştı.
Henüz haberi sindiremeden Göktürk ailesinden birilerini
karşımda bulmak ise dengeleri iyice değiştirmişti. Eğer saatler önce onlarla
karşılaşmamış olsaydım, uzun bir süre onlarla yüzleşmek istemeyecek ve kendime
zaman tanıyacaktım. Acele edilebilecek bir konu değildi bu, bana göre. Fakat
işler istediğimin çok ötesinde ilerlemiş, onlar beni sarıp sarmalarken
afallayarak uyum sağlamıştım. Onlara duyduğum güvenin gerçekten Deniz Göktürk
oluşumdan mı yoksa kendimi onlara yakın hissetmeye zorlayışımdan mı
kaynaklandığını anlayamıyordum.
Savaş, Yaman ve Barış Göktürk’ün üzerime titremesi, bana
yaklaşım şekilleri vermek istediğim çoğu tepkiyi bastırmama ve devam etmek için
cesaretlenmeme neden olmuştu. Rüzgar Göktürk ise farkında olmasa da bana bir
nevi iyilik yapmış, benim Deniz değil bir başkası olduğumu haykırmıştı.
Haklıydı.
Ben hayatımın üç yılını -belki biraz daha fazlasını-
Deniz olarak geçirmiş olsam da Feris İzgi’ydim. Bu gerçeği aniden değiştirip,
yirmi yıllık bir süreyi silip atamazdım. Kimse benden bunu bekleyemezdi, ben bile.
Bulunduğum bahçenin, ilerideki kalabalıktan uzak bir
köşesinde sakince yere çökmüş oturuyordum. Dakikalar önce beni sakinleştiren,
henüz kim olduğunu adı dışında anlayamadığım Selim de yanımda aynı şekilde
oturuyordu.
Onunla gerçekleştirdiğim minik diyalogdan sonra asıl
hislerimin farkına varmış, sessizliğe gömülerek düşünmeye dalmıştım. Birkaç kez
kaçamak bakışlarla süzdüğüm kalabalıktaki birkaç kişinin bize doğru gelmek için
tetikte durduğunun farkındaydım. Özellikle Savaş Göktürk her an bana doğru
koşacak gibi en önde, harekete geçecek gibi duruyordu dakikalardır.
Onların bize yaklaşmasına engel olanın yanımda oturan
adam olduğunu anlamıştım. Hepsinin neden onun sözünü dinlediğini bilmiyordum
ama bu işime gelmişti.
“Sakinleştiğimde evime gidebileceğimi söylemiştin.”
derken yavaşça başımı sağa çevirerek ona baktım. “İyiyim şimdi.”
“Görüyorum, az önce yaşadığın şey bir çeşit duygu
boşalmasıydı. Farkında olmadığın duyguların gün yüzüne aniden çıkınca sarsıldın.
Şu an gayet iyisin.” Kurduğu cümlelerden ve benim halimden oldukça emin duruyor
olması öylesine konuşmuyor olduğunu belli ediyordu. Bu yüzden tahmin yürütmekte
çok zorlanmadan sordum. “Duygu boşalmamı yaşamak için bunun uzmanına falan denk
geldim değil mi?”
Gülümsedi. “Psikoloğum. Kastettiğin buysa.”
Başımı hafifçe sallayarak onayladım. Şaşırmamıştım.
“Savaş Göktürk’ün oğullarından biri değilsin sanırım,
ismini Selim olarak duydum. Bu isimden bahsetmediler çocukları sayarken.”
“Yeğeniyim, Barış’ın oğluyum yani.” Bakışlarımı
istemsizce kalabalığa çevirip Barış Göktürk’ü görmeye çalıştım. Oradaydı,
abisini omuzundan tutuyordu, sanırım bize doğru olası gelişini engellemenin bir
yoluydu bu.
“Anladım.” diye mırıldanırken ayaklarımın dibinde duran
çantama uzandım. Fermuarı açıp telefonuma ulaştığımda Selim’in bana bakıyor
olduğunu hissedebiliyordum.
“Birini mi arayacaksın?” diye sorduğunda onaylar bir ses
çıkarttım. “Böyle anlarda her zaman bir psikolog bulmak kolay olmuyor, bugüne
kadar yanımda olan kişiyi arayacağım.” Selim anlayışlı bir ifadeyle bana
baktıktan sonra yerden destek alarak ayaklandı. “Sen konuşurken ben de Göktürk
kabilesine bir bakayım, iyi olduğunu söyleyeceğim sadece. Paylaşmak istediğin
kadarını sen daha sonra paylaşırsın.”
O, uzaklaşıp kalabalığa doğru ilerlerken ben de
parmaklarımı yavaşça ekranda dolaştırıp aramak istediğim ismi bularak kulağıma
yasladım. Bakışlarımı onlardan tamamen kaçırıp dizlerime odakladım.
Telefon ilk çalışında açıldıktan sonra Koray’ın sesi
kulağıma doldu. “İzgi’m?”
“Koray…” derken huysuzlanıp mızmızlanmaya başlayacak bir
bebek gibi hissediyordum. Sesim, şu an daha iyi olmama rağmen dakikalar önce
boğazımı fazlasıyla zorladığım için garipti. Koray’ın bunu fark etmemesini
beklemek imkânsızı istemekti. “İzgi? İyi misin sen?”
“Ne oluyor lan? Hoparlöre al şunu!” Acar’ın sesi hafif
boğuk olsa da kulağıma ulaşınca henüz ayrılmadıklarını anladım.
“İyiyim, iyiyim gerçekten. Sadece sesini duymaya
ihtiyacım vardı.”
“O ne demek öyle? Bir sorun olmadığına emin misin zümrüt göz?
Konum at, gelelim oraya. İster misin?” İsterdim.
Şu an en büyük isteğim bu sayılabilirdi.
Burada olmalarına ihtiyacım vardı. En başından bunu
tahmin etmeli ve gitmelerine izin vermemeliydim.
*
Selim birkaç
adım ötesinde duran, ailesinin bir kısmından oluşan kalabalığın yanına
ulaştığında üzerinde biriken merak ve endişe dolu bakışların yüküyle derin bir
nefes aldı.
En önde
bekleyen Savaş, onun konuşmasına fırsat tanımadan söze girmişti bile. “Ne oldu?
İyi mi, neden yalnız bıraktın?”
“Daha iyi
amca, telefonla konuşmak istedi. Ben de siz daha fazla merak etmeyin diye
geldim yanınıza.”
“Bir anda…
Birden neden bu kadar kötü oldu Selim? Gelene kadar her şey yolundaydı.” Yaman
az önce yaşananların etkisinden sıyrılamamış halde sorduğunda Selim kaşlarını
kaldırdı.
“Onu siz
söyleyeceksiniz, nasıl bir süreçten çıkıp kendinizi burada buldunuz, ne demek
Deniz birkaç adım arkamızda duruyor? Anlatacaksınız ki durumu anlayacağız
Yaman.” dedikten sonra Rüzgar’a baktı. “Bunu kendi aramızda konuşacağız tabii
değil mi kardeşim? Şaşkınlığımızı da sinirimizi de hikâyenin en masumuna
dökmeyeceğiz.”
Rüzgar,
dakikalar boyunca kendi içerisinde süregelen birçok savaş sonucunda şu an ne
düşünmesi gerektiğini bile bilmeyen bir haldeydi. Babasının kurduğu cümle,
karşısında duran kendisinin kopyası olan yüzle birleştiğinde Rüzgar kontrolünü
hızla kaybetmişti. Ailenin matrak, daha rahat tavırlara sahip üyelerinden biri
değilmiş gibiydi o anda.
“Sizden
sakladığımız bir şey yok Selim. Öğlen öğrendik, ulaşabileceğimiz en hızlı
şekilde ona ulaştık, hastaneden geldiğimiz için iyice geciktik zaten.
Keyfimizden ertelemiş gibi mi duruyoruz?”
“Ne
hastanesi?”
“Bizi
karşısında gördüğünde bayıldı. Ailesi sandığı insanların gerçek ailesi
olmadığını yakın bir zamanda öğrenmiş, babam Deniz diye seslendiği anda
bayıldı.”
Selim elini
yüzüne kapatıp güler gibi bir ses çıkarttı. “Siz de ayılınca tutup buraya mı
getirdiniz? Yavaş olmuş bu, keşke baygınken getirseydiniz bizimle ayılırdı.”
“Selim!”
“Ne Selim,
baba? Dalga mı geçiyorsunuz, nasıl bir durum bu farkında mısınız? Rüzgar nasıl
şaşkınsa Deniz de öyle olmalıydı, birkaç saatte sindirip kendisini ait olmak
zorunda hissettiği bir kalabalıkta bulunmamalıydı.”
Savaş,
yeğeninden duyduklarına hak vermek istemese de itiraz edemediğinde bakışlarını
çaresizce halen kulağına yaslı olan telefonla konuşan kızına çevirdi.
Rüzgar, daha
mantıklı düşünebildiği bu dakikalarda az önceki olayın suçunu tamamen kendisine
yüklüyor olsa da asıl gerçek bu değildi. İzgi şimdi tetiklenmese on dakika
sonra bambaşka bir söze patlayacaktı aslında.
“Pınar yengeme
de anneme de hatta burada olmayan Yekta, Toprak ve Ufuk’a da bir şey belli
etmeyin. Önce bu yirmi yıl nasıl ayrı geçmiş onu bir anlayalım, Deniz de
düşünsün, kendi hislerini keşfetsin. Her şey aynı anda olmak zorunda değil. Ben
onu istediği yer neresiyse oraya götüreceğim, döndüğümde ayrıntılı bir konuşma
yapalım.”
“Ben
bırakırım.” Yaman ve Savaş aynı anda konuştuğunda Selim iç çekti. “Bunu
kastediyorum, ona zaman tanımıyorsunuz.”
“En azından
gitmeden önce bir konuşsam, iyi olduğunu göreyim. Az önce gözümün önünde
canından can kopuyormuş gibiydi Selim, onu tekrar kaybedeceğim sandım.”
Selim, bir şey
söylemedi ama amcasını başını sallayarak onaylamıştı. İzgi’ye doğru yürürlerken
Yaman da peşlerindeydi. Geride kalan Barış, yanında duran Rüzgar’ı kolunun
altına çekti. Onun da iyi olmadığının farkındaydı.
*
Telefonun kapandığını belli eden sesi duyduğumda
kulağımdan çekip yeniden çantamın içine koydum. Çantamdan ayırdığım bakışlarım
biraz ileriye kayınca bana doğru gelmekte olan üç adamı gördüğüm için
avuçlarımı yere yaslayıp destek alarak ayağa kalktım. Ben tamamen ayağa kalkana
dek bana yaklaşmışlardı.
Garip duran bir sessizlik yaşandı. Sanırım ben de dahil
kimse ne demesi gerektiğini, ilk söylenenin ne olmasının doğru olacağını
kestiremiyordu.
“Ben eve gitsem olur mu? Hazır olduğumu düşünmüştüm ama
her şey çok yeni, kafam çok karışık.” dedim sakince. Ailenin geri kalanıyla
tanışmak, onların tepkilerini görmek için asla gücüm kalmamıştı. Konuşurken
bakışlarımı Selim’de tutsam da söylediklerim ona değildi.
“Olur meleğim, olur babam. Senden önce ben düşünmeliydim henüz
erken olduğunu, özür dilerim.” Savaş Göktürk suçlu bakışlarla bana bakarken
yutkundum. Onu suçlamıyordum, kimseyi suçlayamıyordum.
“Özür dilemenize gerek yok, şimdi olmasa daha sonra
yaşanacaktı. Sinirlerim gerildi biraz, aniden patladım. Taksi
çağırabilirseniz…”
“Ben bırakırım seni istersen, ama rahat etmeyeceksen
çağıralım taksi.” Selim’i onaylamakta bir sakınca görmedim. “Tamam, olur.”
“Numaramı vereyim mi sana? Sen ne zaman hazır hissedersen
o zaman haber verirsin, öyle görürüm seni.” Yaman abinin söylediklerinden sonra
yere eğilip çantamı aldım. Telefonumu çıkartıp ekranı açarak ona uzattığımda
küçük bir tebessümle numarasını yazmıştı.
Telefonumu geri aldığımda daha fazla oyalanmadan Selim’e
baktım. Bakışlarımdan sabırsızlandığımı anlamış gibiydi. “Gidelim o zaman,
arabayı içeri almamıştım zaten.”
Selim’in cümlesinden sonra ikisine çok fazla bakmadan
“Görüşürüz,” deyip ilerlemeye başlayan Selim’in peşine takıldım. Bahçenin
sınırlarından ayrıldığımızda Selim elindeki anahtarla arka arkaya dizili
arabalardan birinin ışıklarının yanıp sönmesine yol açtı. Arabaya bindiğimizde
hareket etmeden önce bana doğru döndü. “Nereye gidiyoruz?”
Acar ve Koray’ın az önceki konuşmaları aklıma
doluştuğunda nereye gideceğimize karar vermem çok zor olmamıştı. Aklımda olduğu
kadarını Selim’e tarif ettiğimde sürmeye başladı.
“Adresten emin olamadığına göre çok sık gittiğin bir yere
gitmiyoruz sanırım. Evime gideceğim demiştin” Bu adam böyle analiz yapa yapa
her şeyi anlayacak mıydı?
“Evimden kastım kişilerdi. Ev olarak benimsediğim belli
bir dört duvar yok.” Atölye evim gibi hissettirmiyordu, Levendoğluların evi de
öyle.
Kriz anında dilimden dökülen eve gitmek istiyorum
cümlesiyle kastettiğim güvende hissedebilme ihtiyacıydı. Hiç bilmediğim bir
evde yanımda güvende hissettiren biri olsa yine evimde olmuş olurdum. Benim için
ev tanımı buydu.
Selim başka bir şey söylemedi.
Az çok tarif etmiş olsam da tam olarak adres veremediğim
için telefonuma çoktan ulaşmış olan konumu ona göstermiştim. Radyodan gelen
kısık sesli müzik dışında bir ses olmadan devam eden yolculuğun sonunda araba
durduğunda hava artık tamamen karanlıktı. “Teşekkür ederim.” diyerek soluma
dönüp ona baktım.
“Rica ederim, eve ulaşana kadar yanında gelmemi ister
misin?”
“Gerek yok, sitenin girişindeyiz direkt zaten.”
“Nasıl istersen.” dediğinde hafifçe gülümsedim. Kemerimi
açtığım sırada yeniden konuştu. “Bu süreci hızlandırmak zorunda değilsin, senin
iyi hissediyor olman hepimiz için daha önemli. Unutma bunu olur mu?”
“Unutmam.” diye mırıldandım. “Sizin de zamana ihtiyacınız
var, benim de. Bugün bunu öğrenmiş olduk, sorun yok.” Anlayışlı bir ifadeyle
beni onayladığında bir kez daha vedalaşıp arabadan indim.
Üzerimde sabah Koray ve Acar’la çıkıp sahile giderken
giydiğim bol bir pantolon ve geniş kesim bir tişört vardı. Gündüz sorun
yaratmayan kıyafet tercihim şu an Eylül’ün sonuna yaklaştığımızdan biraz
üşümeme sebep oldu.
Sitenin girişindeki güvenlik kulübesinin önünde
durduğumda Selim’in arabayı çalıştırıp uzaklaştığını duymuştum.
Güvenlik görevlisi beni gördüğünde küçük pencereyi
araladı. “Buyurun, hoş geldiniz.”
“İyi akşamlar,” diyerek gülümsedim. “Acar Bayazıt’ın
misafiriyim.”
“Haber vereyim ben, bir saniye bekleteyim sizi. İsminiz?”
“Feris.” derken bugün yaşadığım kimlik karmaşasından
artık tamamen sıyrılmak istedim. En son yine burada Acar’a verdiğim bir cevapla
tüm dengeler değişmişti.
Güvenlik görevlisi bir dakika geçmeden yeniden bana dönüp
aynı anda da önümdeki demir kapıyı bastığı bir tuşla açtı. “Geçebilirsiniz iyi
akşamlar.”
Teşekkür ederek kapıdan geçip sitenin bahçesinde yürümeye
başladım. İki kez geldiğim ve ikisinde de otoparktan giriş yaptığım için ne
yöne gitmem gerektiğini kısa bir an düşündüm. Üç blok yan yana duruyordu.
Güveliğe dönüp sorduğumda aldığım cevapla birlikte bu kez nereye gittiğimi
bilir şekilde yürüdüm.
Binaya girdiğimde asansöre binip 12.kata ulaşmayı
beklerken sabırsızdım. Koray’ı aradığımda halen arabadaydılar ama Acar’ın
Koray’ı eve bırakıyor olduğunu anlayabilmiştim. Yeliz teyzenin çağırdığını
söylemişti. Koray’ı da görmek istesem bile şu anda evine gidip Sedat amca ve Yeliz
teyze ile son olayları konuşmak istemiyordum. Bu yüzden düşünmeden kendimi
Acar’ın yanında bulmuştum.
Asansörün kapıları açıldığında koridora çıkar çıkmaz
kapının Acar tarafından çoktan açıldığını gördüğümde dudaklarım kıvrıldı.
“Kapılarda mı bekliyorsun sen beni?” Şımarık bir tavırla
konuşurken kendimi kollarına doğru bıraktığımda burnundan sert bir nefes
vererek güldü. Belimden sıkıca tutup bedenimi havalandırarak içeriye çekti.
“Yollarını gözlüyordum.”
Yüzümün denk geldiği omuzuyla boynu arasındaki boşluğu
öpüp başımı geri attım. “Ben geldim!” dedim az önceki diyalog yaşanmamış gibi.
Acar yanağımdan tenimi kızartacak güçte bir makas aldığında acı dolu bir ses
çıkarttım. “Hoş geldin zümrüt göz.”
Ayakkabılarımı çıkartmaya çalışırken Acar kapıyı kapatamadan
apartman boşluğunda yankılanan sesle birlikte kaşlarım istemsizce çatıldı.
“Acar!”
Çıplak ayaklarımı fayans yüzeye basarak soğuğun
tepkisizliğime yardımcı olmasını dileyerek kapıya döndüm. Sesinden tanıyamasam
da az çok tahmin ettiğim kişi beni şaşırtmamıştı. Karşı dairenin kapısında
duran, Acar’a seslenen kişi Şeyda’ydı.
Ayakkabılarımla uğraşırken görüş açısında olmadığımdan,
Acar’ın yanına doğru geldiğimde beni görmek onun da kaşlarında bir
hareketliliğe sebep oldu. Şaşırmış gibi duruyordu.
“Misafirin varmış.” Sesindeki anlamlandıramadığım ton
içimi tırmalarken bunu dışarıya yansıtmamaya çalıştım. Acar’ın Şeyda ile ilgili
söylediklerini düşündüm, Melih’e takıntılı oluşunu… Bu durumda Acar’ı bu kadar
kanatlarının altına almaya çalışmasına gerek var mıydı?
“Bir şey mi oldu Şeyda?” Acar, kullanmasına alışkın
olduğum ciddiyetteki tavrıyla sorduğunda merakla Şeyda’nın ne diyeceğini
bekliyordum.
“Yok, bir şey olmadı. Müsaitsen öylesine bir uğrayacaktım
her zamanki gibi, kapıda sesini duyunca bir baktım.”
“Her zamanki gibi demek…” mırıltımı dibimdeki Acar’ın
bile zar zor duyabileceği kadar kısık tutmuştum. Hatta muhtemelen duymamıştı
çünkü bakışları bana çevrilmedi.
“Ne anlatıyorsun Şeyda? Ne zaman evime geldin de şimdi
uğrayacaktın? Zihnindeki tilkilerini uzağımda tut, benimle oyun oynamaya
çalışma.”
Acar’ın anayasadan madde okur gibi emin konuşmasıyla ben
şaşkınca Şeyda’ya bakarken onun az önceki özgüvenli tavrından sıyrıldığını
aramızdaki birkaç metreye rağmen görebilmiştim. Acar’ın duraksamadan ona bunları
söylemesini beklemediğinden olacak ki duraksadı, ağzını bir iki kez aralayıp
bir şey söylemeden kapattı.
Acar kapıyı az önce bir şey olmamış gibi yavaşça
kapattığında ben henüz kendime gelememiştim.
“Kapıyı mı izleyeceksin Feris?”
“Az önce ne yaşandı?” diye sorarken salona yürümeye
başlayan Acar’ın peşinden koşturdum. “Şeyda daha önce buraya hiç gelmedi mi
gerçekten?”
“Gelmedi, gelmesi için bir sebep yok.”
Oturduğu ikili koltukta yanına sığıştım. “Peki yalan
söylemesi için bir sebep var mı?”
Bedenim ona dönük şekilde bağdaş kurarak oturuyordum.
Acar ise düz otursa da başı bana dönüktü. “Şeyda’nın hareketlerini
sorgulamıyorum, neyi neden yaptığını anlamak için onun gibi hastalıklı
düşünüyor olmak gerekiyor.”
Bir şeyler söylemek için dudaklarımı araladığım sırada
işaret parmağını sus çizgime bastırdı. “Gündemimiz bu değil, mümkünse hiç
olmasın.”
Gündemin bu olması, gündemin Göktürk ailesi olmasından
daha çok işime geliyordu şu an için. Konuyu bugün yaşananlara hiç getirmeden
sabaha kadar bambaşka şeylerden bahsedebilir, ondan da dinleyebilirdim.
“En büyük gündemim bir ay kadar öncesinde buydu,
Şeyda’nın kim olduğunu anlamaya çalıştığım günlere dönmeyi istiyorum sanırım.”
“O zaman öyle demiyordun, elinde kalacaktım söylemesem
küçük kabadayı.” dediğinde kıkırdadım. “Korkutmasaydım dilin çözülmeyecekti.”
“Dilimi çözmen için daha çeşitli yollar gösterebilirim,
seve seve.” derken boğuklaşan sesiyle gözlerimi kırpıştırdım. “Ama önce
dürüstçe bir soru cevaplayacaksın benim için.”
“Hım?” diyerek sormasını bekledim. “Koray’ı araman ve
ardından çok geçmeden kendini burada bulmana sebep olan neydi güzelim? Seni
üzecek bir şey mi oldu?”
Ellerimi birbirine dolanıp parmaklarımı çekiştirerek
kendimi oyalarken Acar tek avucuna sığdırdığı ellerimi kendi kucağına çekti. “Acele
ettim.” derken başımı öne doğru eğip omuzuna yasladım. Alnım omuzuna değerken
ona bakmadan konuşmaya devam ettim. “Neden acele ettim bilmiyorum ama daha çok
erkendi. Kimse aradan yirmi yıl geçip gittikten sonra böyle bir durumu normal
karşılayamaz Acar. Önce ailenin geri kalanıyla konuşmalılardı.”
“Biri sana bir şey mi söyledi?”
“Kimse kötü bir şey söylemedi, sadece bunun bu kadar
oldubittiye getirilmemesi gerektiğini fark etmemi sağladılar. Onlar Deniz diye
birinin bu dünyada var olduğundan haberdardı, sadece öldüğünü sanıyorlardı.
Alışmaları gereken tek gerçek ölmediği, nefes alıyor olduğu.” dedikten sonra
sıkıntıyla nefes aldım.
“Ama sen kendini bildin bileli olduğun o kişiden
sıyrılmak zorunda hissediyorsun, işin zor kısmı senin.” Beni anlayıp tamamlamasına
burukça gülümsedim. Açık bir kitap mıydım yoksa o mu dikkatli bir okuyucuydu?
Alnımı omuzuna birkaç kez vurdum. Canımı acıtacak kadar
sert değildi ama Acar sırtımdan tutup beni göğsüne çekmişti durmamı ister gibi.
“Seni yalnız bırakmamalıydık, ailenin geri kalanının da onlar gibi davranacağı
yanılgısına düştüm. Ama onlar senin yanına geldiklerinde yaşıyor olduğun
gerçeğini çoktan öğrenmişlerdi. Diğerleriyle aynı tepkiyi vermelerini
bekleyemezdik.”
Mantıkla çevrelenmiş bir adama âşıktım, bunu onunla
gerçek anlamda tanışmadan önce de ikizinden bolca duyuyor olsam da artık daha
yakından tecrübe edebiliyordum. “Böyle olması gerekiyormuş, hem onlara hem
kendime zaman vermek zorundayım. Bir anda yanlarında belirip Deniz’miş gibi
yapamam, yapamayacağımı anlamam kısa sürdü.”
Yanağımı göğsüne yapıştırmış halde parmaklarıyla
uğraşırken Acar burnunu saçlarımın başlangıç çizgisine sürttü. “Onlardan
dilediğin kadar zaman istemek hakkın, bundan çekinmene gerek yok. Kimseyi
memnun ya da mutlu etmek zorunda değilsin kendinden başka.”
Bir şey söylemeden sessizliğe gömüldüğümde Acar da bana
eşlik etti. Sessizliğin gölgesinde pozisyonumuzu bozmadan dakikalar geçirdik.
Açlığımın beni yokladığını hissetsem de uyku daha yoğun
şekilde bastırıp kendisini gösterdiğinde kendime engel olamadım ve önce
gözlerim, ardından bilincim kapandı.
*
Acar,
göğsündeki başın az önceye oranla ağırlaşmaya başladığını hissettiğinde fazla
hareket etmeden kafasını eğip İzgi’nin yüzüne bakmaya çalıştı. Yeşil irislerin
çoktan örtüldüğünü gördüğünde yanılmadığını anlamış oldu. İzgi çoktan uykuya
dalmıştı.
Birkaç dakika
bekleyip uykusunun derinleştiğinden emin olduğunda yavaşça kucakladığı bedenle
birlikte ayağa kalktı. Salondan çıkarken İzgi rahatı bozulduğu için olsa gerek
huzursuz birkaç mırıltı çıkartmıştı. “Şş, uyu güzelim. Yatağa götürüyorum seni,
rahat rahat uyu diye.” Acar, söylediklerinin yüzde kaçının İzgi için anlam
bulduğunu bilmese de açıklama yapmıştı.
Evin ikinci
bir yatak odasına sahip olduğu gerçeği o an Acar için ortalıkta değildi. Kendi
odasının yarı aralı kapısını ayağıyla iterek açtıktan sonra kucağındaki bedeni
henüz örtüsünü açmadığı yatağa bıraktı. İzgi’yi yatırmadığı tarafın örtüsünü
açtıktan sonra yeniden onu kucağına almak için ilerlerken giydiği sert kumaşlı
pantolon dikkatini çekti.
“Bununla
uyuyabilir misin acaba bütün gece?” Kendi kendisine sorup cevap aradığı
sorusunu bir süre düşündü. İzgi çoktan bulunduğu yerde cenin pozisyonu alıp
küçülmüş, uykusunu derinleştirmekteydi.
“Feris?” Acar,
kulağına doğru eğilip seslenirken aynı anda da omuzunu hafifçe ovarak uykusunu
açmaya çalışıyordu. Birkaç seslenişin ardından “Hı?” gibi bir ses yükseldi
İzgi’den.
“Pantolonunla
uyuyabilecek misin, rahat mısın?” İzgi, uyku sersemi farkında olmadığı
pantolonun verdiği hissi Acar’ın sorusuyla oldukça net algıladığında
bacaklarını kıpırdattı. Kışın bile uzun herhangi bir şeyle uyuyamazdı,
bacakları hava almak zorunda gibi gelirdi.
“Uyuyamam.”
derken ağlayacak gibi çıkan sesiyle pantolonun bel kısmını çekiştirdi.
“Pijamalarım nerede?”
“Acaba
nerede?” Acar alayla konuşurken bir yandan pantolonunun kumaşını yırtacakmış
gibi çeken elleri avuçlarında hapsetti. “Belinde ip olan şortlarımdan birini
vereyim sana, onu giyersin belini sıkıca bağlarız.” İzgi’nin kendisini duyup
duymadığı meçhulken Acar yatağın karşısındaki dolabına ilerledi. Rafların
arasında küçük bir araştırmanın ardından siyah, rahat kumaşlı bir şortunu
bulabildi.
Elindeki
şortla birlikte arkasını dönüp yatağa yöneldiğinde az önce bıraktığı halden
biraz farklı bulduğu İzgi şaşkınca öksürmesine yol açtı. “Feris…” diyerek
şaşkınlığını atlatmaya çalışırken pantolonundan kurtulması yetmemiş gibi
üzerindeki sutyeni de kenara bırakmış olan İzgi üzerinde yalnızca iki parça
kalmış halde yastıklara sarılmıştı.
Kalçalarının
yarısına dahi inmeyen tişörtü ve Acar’ın muhtemelen avucunu kapatmayacak küçük
bir külot ile rahatça uykusuna geri dönmüştü.
“Sınav… Evet,
küçük bir sınav.” Acar kendisini telkin ederek yatağa yaklaştı. “En azından
yüzüstü yatmış, bir yerden kurtardık.” Göğüslerinin yatak ve İzgi arasında
ezildiğinden görüş açısında olmayışına seviniyorken İzgi bunu anlamış gibi
homurdanarak yatakta döndü. “Hassiktir, daha şimdi ne dedim kızım ben?”
Hareket ettiği
için beline kadar çıkan tişörtü ne kasıklarını örtebiliyordu ne de sahip olduğu
kumaştan fazlasıyla belirginleşen göğüslerini.
Acar sabır
dileyerek elindeki şortu kendisi giydikten sonra, gözünün önündeki görüntü
sayesinde fazlasıyla ısındığı için üzerine bir şey geçirmeye gerek duymadı.
Halen yatağın üzerinde duran pantolon ve sutyeni alıp köşedeki berjere
bıraktıktan sonra yatağın yanına döndü. İzgi’yi bir tur ittirerek örtüsüz kısma
yolladıktan sonra diğer tarafın da örtüsünü açıp yatağa girdi.
İzgi, yanağı
yastığa yaslı şekilde kendisine dönük halde uyuyordu. Dudakları büzüşüp öne
doğru çıkmış, saçları etrafa dağılmıştı. Acar bu görüntüyü çok daha sık görmek
istediğini fark ettiğinde gülümsedi. “Bağımlılık yapıcı bir şeyler var sende
değil mi? Hiç çaktırmıyorsun.”
Yüzüne düşen
saç tutamlarını yavaşça geriye çekmeye başladı. Saçlarını teninden çekerken
istemsizce -belki de istemsizce değil- parmaklarını yanaklarına bolca
sürtmüştü. İzgi bu dokunuşları artık çok da derin olmayan uykusunda
algılayabilir haldeydi. Biraz sonra yanındaki kişinin kim olduğunu anladığında
az önce uyku için deliren o değilmiş gibi bilinci hızla açılmaya başladı.
Gözlerini de
biraz aralayıp etrafı görmeye çalıştı. Komodinin üzerinde duran sarı, cılız bir
ışık yayan masa lambasının içeriyi tam olarak aydınlatmaya gücü yetmiyordu.
Fakat Acar’ın yüzü o kadar yakınındaydı ki İzgi onu algılamak için bir saniye
bile kaybetmemişti.
“Günaydın
uyuyan güzel, az önce uyku için kendinden geçen kadına ne yaptın?” Acar
ellerini halen onun yanaklarında gezdirerek konuştuğundan İzgi kedi gibi
mayışık halde sessiz kaldı. “Uyu hadi uykun açılmadan.”
İzgi yavaşça
yüzünü Acar’ın yüzüne yaklaştırıp çenesine dudaklarını bastırdı. Acar
beklemediği öpücüğün verdiği şaşkınlıkla elinin altındaki yumuşak yanağı
okşadı. “Öpesin mi geldi Feriscim?”
İzgi kıkır
kıkır güldüğünde Acar kulağına dolan bu gülüş seslerini daha net
hissedebilecekmiş gibi gözlerini yumdu. Bir kolunu sıkıca beline sarıp
bedenlerini birbirlerine yaklaştırdı. “Öpesim gelmedi.” demesini beklemiyordu.
Ama bir sonraki cümleyi duymadan tepki vermemekle iyi yapmıştı. “Öpesim hep
var, hiç gitmiyor ki.”
Yüzlerinin
arasındaki mesafe büyümeden önce Acar sert bir hamleyle dudaklarını
İzgi’ninkilere bastırdı. Yanağında duran eliyle yüzünü dahası mümkünmüş gibi
kendine çekerken alt dudağını dudaklarının arasına hapsetmişti. İzgi, henüz
kendine gelemediğinden yalnızca Acar’a sakince izin vermekle yetinirken
sıcaklığına sokuldu. Avuçlarını göğsüne yasladığında Acar’ın giymediği tişörtü
sayesinde teni direkt olarak tenine temas ediyordu.
Acar,
dudaklarının arasındaki alt dudağı son bir kez özünü almak ister gibi emip
çekiştirerek serbest bıraktı. “Uyu zümrüt göz.” derken uyumasını istemediğini
haykırır gibiydi. İzgi gözlerini irice açarak yeşillerini Acar’ın koyulaşıp
siyaha çalmaya başlayan kahverengi irislerine dikti.
Bu kez dudaklarının
birleşmesine sebep olan İzgi oldu. İzgi bu hamleyi yapar yapmaz Acar tek bir
hareketle sırtüstü çevirdiği bedenin üstüne kapanmıştı.
*
Yanağım yaslı olduğu yastıktan ayrılıp kendimi sırtüstü
uzanıyor halde bulduğumda Acar bedeninin tüm ağırlığıyla olmasa da onu çokça
hissedebileceğim şekilde üzerimdeydi. Dudaklarımızı birleştiren bendim ama tüm
hâkimiyet bir anda ona geçmiş gibiydi.
Dilinin ağzıma sızmaya çalıştığını hissettiğimde ona izin
vererek bir nevi bir alevlere su yerine benzin dökmüş sayılırdım. Dili ağzımın
içini talan edip beni tüketirken bedenimi ona daha yakın tutma ihtiyacıyla
bacaklarımı kaldırıp hızla kalçalarının üzerinde çaprazladım. Bacaklarımın
neden çıplak olduğu hakkında bir fikrim yoktu fakat Acar bir elini sertçe üst bacağıma
bastırıp orayı avuçladığında pantolonumun üzerimde olmayışına üzülmemiştim.
Acar dudaklarımdan aniden ayrıldığında emziğini kaybetmiş
bir bebek gibi dertlenmenin eşiğindeydim. Beni o eşikten alıp götüren ise
Acar’ın yüzünü boynuma gömüp az önce ağzımda dolaşan dilini oradaki ince deriye
bastırmasıydı.
Tiz bir inlemeyle başımı geriye atmaya çalıştım.
Boynumdan huylanan biriydim ama orada gezinen ağzının hissettirdikleri
huylanmanın ötesindeydi. Öpüp emdiği derimi yatıştırmak ister gibi diliyle
okşarken tırnaklarımı ensesine bastırdım. “Acar!” Adını iki heceye bölerek
ancak dudaklarımdan dökebilmeme gülümsediğini boynumda gerilen dudaklarından
anlamıştım.
“Hım?” derken dudakları boynumda bambaşka bir köşeye
uzanmış, orayı sertçe emmişti. “Söyle güzelim.”
Bir şey söylemeyeceğimi biliyordu. Sesindeki hafif alaylı
tavırdan bunu anlamıştım. Beni dudaklarıyla bu denli parmağında oynatabiliyor
olmasına sinirlenerek aynı hale gelmesi için beline sardığım bacaklarımı
sıkılaştırıp kasıklarımı ona bastırdım. Altımda iç çamaşırımdan başka bir şey
yoktu, Acar’ın sıcaklığımı hissetmemesi imkansızdı.
Yüzünü boynuma bastırıp hırıltılı bir sesle inlediğinde
istediği almış olmamın verdiği hoşnutlukla tebessüm ettim. Ufacık bir dokunuşla
yelkenleri suya indiren tek taraf olmadığımı görmeyi sevmiştim. V çizgisine
bastırdığım kasıklarımın daha fazlasını ister gibi sızlamasıyla aynı hareketi
tekrarladığımda Acar kükrer gibi inledi. “O sıcak kuytunu bir kez daha tenime,
içime gömülmek ister gibi itersen…” derken nefesi hızlanmıştı. “Tam tersi olur,
içine gömülen ben olurum Feris.”
Kalp gibi atmaya başlayan sıcaklığım Acar’ı benden daha
iyi anlıyormuş gibiydi. Söylediklerini dinlemiş, olabilecekleri öngörmüş gibi
sızlıyordu. Acar boynumdan kaldırdığı başını yüzüme eşitleyip gözlerimizi karşı
karşıya getirdiğinde bakışlarımda açık bir beklenti vardı, bunu biliyordum.
“Siktir, Feris yeşillerinin nasıl parladığına bir bak.”
Hayran olunası bir şey görmüş, benim de görmemi istermiş gibi konuşurken
yutkundum. Acar’ın sesi boğuk ve yoğundu. Şu an ne söylerse söylesin bendeki
etkisi bin kat daha fazla, bin kat daha çarpıcıydı.
Onu istediğimi kendime itiraf edemeyecek kadar korkak
değildim. Hatta birazdan ona da itiraz etmeyeceğimin bir garantisi yoktu. Âşık
olduğum adamdan utanacak, onu istediğimi dile getiremeyecek kadar
delirmemiştim.
“Uçların biraz daha sertleşirse tişörtünü delip
geçecekler.” Gözlerini gözlerimden ayırmadan konuşurken kastettiği şeyin
sertleşip büzüşen göğüs uçlarım olduğu belliydi. Sutyenim üzerimde değildi,
tişörtümün ince kumaşını zorlayan göğüs uçlarım üşümüşüm gibi gerilmişti. “Sakinleşmelerine
yardım edebilirim.” dedikten sonra tişörtümü açmadan kumaşla birlikte sol göğüs
ucumu ağzının içine yuvarladı.
Dudaklarım şaşkınlıkla aralı kalırken kesik bir soluk
vererek nefeslenmeye çalıştım. Tişört yokmuş gibi sıcaklığını ıslanan göğüs
ucumda hissedebiliyordum. Acar dudaklarını oradan çekmeden ağır bir küfür
savurduğunda normalde umurumda olmayan küfürleri ateşe atılmış gibi hissetmeme
sebep oldu. İnleyerek saçlarına yapıştım. Göğsüm zaten ağzında değilmiş gibi
onu kendime çekmeye çalışırken Acar bir elini tişörtümden içeri sızdırıp diğer
göğsümü sertçe avuçladı.
Göğüslerim küçük değildi, Acar’ın avuçlarının büyüklüğüne
rağmen eline sığmamış, taşacak gibi hissettirmişti. “Görmek istiyorum, dilimin
altındaki tomurcuğu, avucumdan taşan dolgunluğu görmek istiyorum Feris.”
“Gör o zaman Merih.” İsmini değiştirerek kullandığımda
göğüs ucumu dişleriyle sıkıştırıp başını geriye attı. Gerilen ucum bütün
bedenimi uyarıp titrememe sebep olduğunda Acar da bunu hissetmiş olacak ki
hırıldayarak ucumu daha sert emdi.
Tişörtümün çoktan karnıma çıkmış olan eteklerini kavrayıp
çekiştirdim. Acar göğüslerimi rahat bırakmadan tişörtümü çıkartmam mümkün
değildi ama çekilmeye niyeti var gibi durmuyordu.
Emdiği yerdeki tişörtü sırılsıklam hale getirmişti. Göğüs
ucum açık renkli tişörtün ıslak kısmından her detayıyla görünüyordu. Acar kısa
bir an dudaklarını çekip orayı ezberlemek ister gibi izlerken bu sırada
tişörtümü çekiştirdim.
Tişörtten kurtulmak için yaptığım ilk hamlede direkt
olarak duraksamama sebep olan ise odanın kapalı olmayan kapısından rahatça
içeriye dolan zil sesiydi.
Kapı çalıyordu.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder