Gözyaşı Kadehleri 25.Bölüm

 25.BÖLÜM



Uyuyabileceğimi düşünmediğim ve buna güvenip üstümü bile değiştirmeye gerek duymadığım, yalnızca onu uyutmak ve sakinleştirmek için uzandığım yatakta gözlerimi aralarken hesapladığım her şeyin yanlış olduğunu fark etmiştim.

Derin bir uykudan uyanmış olduğumu hissediyordum. Odanın yarı karanlık yarı aydınlık oluşuna bakılırsa ertesi sabahın ilk saatleri çoktan gelmişti. Deliksiz bir biçimde uzunca uyumuştum.

Uzanırken amaçladığım tek şey sabaha kadar uyuması ve biraz olsun sakinleşmesiydi. Ancak gözlerimi araladığımda uyumadan önce karnımda hissettiğim ağırlığı da, yatağın diğer kısmındaki sıcaklığı da kayıptı. Burada değildi.

Alışkın olmadığım saat aralıklarında uyuduğum zamanlarda olduğu gibi sersem ve mayışmış hissediyor olsam da yavaşça olduğum yerde doğrulmaya çalıştım. Örtüyü her zamanki gibi yatağın ucuna doğru atmıştım; tişörtüm karnıma kafasını yaslamak için araladığı şekilde açık değildi düzgünce belimi örtecek şekilde kapalıydı.

Etrafı az da olsa görebileceğim şekilde güneşin kendini göstermeye başladığı ilk saatler kadar aydınlık olan odada doğrulur doğrulmaz elimi komodine attım. Telefonumu uyumadan önce buraya alıyordum, acil bir şey olursa arandığımda duymalı ve her ne olursa olsun o telefonu açmalıydım.

Telefonum burada değildi.

Uyumayacağımdan o kadar emindim ki aklıma bile gelmemişti bu. Söylenerek yataktan kalktım. Hiçbir yere uğramadan adımlarım beni koridora taşıdı.

Merdivenleri inmeye başlamadan önce yatak odası dışında bu katta bulunabileceği diğer iki odayı kontrol etmiştim hızlıca. Ne ortak banyoda ne de çalışma odasındaydı.

Mutfakta ya da salonda, en kötü ihtimalle de sabahın körü olsa da bahçede bulunması için kendimce küçük isteklerde bulunarak alt kata indim. Bu seçenekler dışında kalan hiçbir ihtimal, sabahın bu saatinde Cevahir’in amacının normal bir şey olduğuna beni inandıramazdı.

Dün olayların sıcağıyla yüksek bir patlama yerine koca bir sessizlikle tepki vermişti duyduklarına. Gün döner dönmez o sessizlik yerini patlamaya bırakmış olabilir miydi?

Son merdiven basamağını indikten sonra sağa sola adımlamadan önce dudaklarımı araladım. “Cevahir?” diyerek ortalama bir sesle evin içinde dağılacak şekilde adını dillendirdiğimde hiçbir geri dönüş alamamıştım. Sert bir nefes verdim.

Sırasıyla salona, mutfağa ve son anda aklıma gelince -sabahın bu saatinde de olsa- bodrumdaki mahzene de bakmıştım.

Hiçbir yerde yoktu.

Evin kapısını açarak çıplak ayaklarıma aldırmadan bahçeye fırladım.

Kapıdan garaja ve bahçenin diğer kısmına uzanan taşlı yolda ayaklarım zemini aşındırırken yönüm belliydi.

Hava kötü olmadığı sürece kapalı garajda değil garajın önündeki alanda duran, Cevahir evdeyken yeri hep orası olan arabayı aradım bakışlarımla.

Gözlerim bile tam açılmamış şekilde, üstümde buruş buruş olan tişörtüm ve şortumla birlikte aklımı yitirmiş gibi bahçede durmam dikkat çekmiş olacak ki güvenliklerden biri hızla yanıma gelmişti.

“Seray Hanım,” dedi tereddütle. “İyi misiniz?”

“Cevahir nerede?” diye sordum bakışlarımı olmayan arabanın yarattığı boşluktan yavaşça çekip adama doğru çevirirken. Dünden beri beni Cevahir’in peşinde onu arar halde buluyorlardı, güvenliklerin hakkımda ne düşündüklerini merak etmiyor değildim.

Dünkü gibi bana ‘bahçede’ demesini diliyordum. Adam konuştuğunda ise dilek hakkımın boşa gittiğini anlamıştım.

“Bir saat kadar önce çıktı kendisi, nerede olduğunu bilemiyorum efendim.”

Avucumu alnıma doğru bastırarak yüzüme doğru gelen saçları geriye ittim. Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım.

İşe gitmiş olamazdı. Bu saatte acilden ve yatan hastaların bulunduğu servislerden başka hiçbir alanı aktif olmayan Vita’ya gidip ne yapacaktı?

Gözlerimi açar açmaz yönümü eve doğru çevirdim. Adamın yanından ona hiçbir şey söylemeden fırtına gibi geçip gitmem muhtemelen aklında soru işareti yaratmıştı ancak oturup ona tüm bu karmaşayı anlatacak halim yoktu.

Eve geri girdiğimde kapı daha arkamdan kapanamadan telefonumu bıraktığım yere, salona doğru gittim.

Telefonumu alır almaz ekranı kontrol etmiş ve herhangi bir arama ya da mesaj olup olmadığına bakmıştım.

Son arananlarımda popüler bir isim olduğundan saniyeler içinde adını bulmuş ve telefonu kulağıma yaslamıştım.

Telefonu kulağıma yaslar yaslamaz tanıdık, duymaya aşina olduğum melodi salonun diğer ucundan yükseldiğinde iç çektim.

Harika ilerliyorduk. Telefonunu evde bırakmıştı.

Bilerek veya bilmeyerek yanına almadığı telefon çalmaya devam edip sinirlerimi iyice bozmasın diye telefonu kulağımdan çekip kapattım.

Uykudan uyanır uyanmaz hareketli ve bol düşünceli bir duruma geldiğim için anlık sarsılmıştım. Koltuğun bir ucuna oturup bakışlarımı kapalı televizyon ekranına diktim.

Bana ulaşamıyorsan, Teo’ya ulaş. O an beni araman gerekiyorsa, bana bir şey söylemen gerekiyorsa ve ben ortada yoksam Teo’yu bul. Cevahir’in daha önceki bir telefon krizinde ona yükseldiğim sırada söyledikleri aklıma düştüğünde omuzlarım gevşedi.

“Teo tabii…” diye mırıldandım. “Hangi işin peşindeyse, Teo da yanındadır kesin.”

Telefondan bu kez Teoman’ın numarasını bulup aradım. Birkaç kez çaldı. Açılacağına dair inancım giderek azalırken aramanın yanıtlandığını belli eden küçük bir ses duyuldu. Ardından Teoman’ın uyuşmuş gibi çıkan sesi geldi kulağıma.

“Yenge?” derken uykudan saniyeler önce kalktığı belliydi. Bu bilinçsizliğine rağmen bana adımla değil ‘yenge’ diye seslenmesine daha sonra vaktim olunca hayret edecektim mutlaka.

“Uyandırdım mı?” diye sorarken biraz pişmandım. Saat henüz yedi bile olmamıştı, sabahın gerçekten köründe onu uyandırmam hoş değildi.

“Bir şey mi oldu? İyi misin?” diye sorular sorarken sanırım ilk ana kıyasla biraz daha kendine gelmişti. Sesinde hafif bir sorgu ve endişe vardı.

“İyiyim,” dedim direkt. “Bir şey yok.”

“Rüyana mı girdim peki yenge? Sabahın…” dedikten sonra biraz durdu, sanırım saate bakmıştı. “Sabahın altısında beni aramışsın gibi oldu da çünkü.”

“Cevahir yanında sandım,” diye konuştum kısık bir sesle.

“Vallahi yalnız uyuyorum, kocanı yatağımda tutuyorum diye mi güneş doğmadan beni aradın?”

Gülecek gibi oldum tüm gerginliğime rağmen. Yan yana uyuyan Cevahir ve Teoman hayal etmek bana iyi gelmemişti.

“Evden çıkmış bir saat kadar önce,” dedim açıklayarak. “Ben yeni uyandım, göremeyince de…”

“Merak ettin,” diyerek tamamladı beni. Doğru sözcükler bunlar mıydı emin değildim. Merak etmiştim biraz ama asıl hissettiğim duygu endişeydi. Nerede ve ne yapıyor olduğunu kestiremiyordum.

“Neyse,” dedim uzatmadan. “Telefonunu burada bırakmış, seni başka bir şekilde ararsa ya da yanına gelirse haber verirsin bana. Uyu hadi, kusuruma bakma.”

“Ne kusuru yenge, sıkıntı yok. Haberim olursa ararım ben seni.”

Teoman’ın dün olanları bilip bilmediği hakkında bir fikrim yoktu. Bu nedenle Cevahir’in haberi olmadan babası ve yengesiyle ilgili durumdan veya Levent’ten bahsedemezdim, neye endişelendiğimi düzgünce açıklayamazdım.

Telefonu kapattıktan sonra bir süre elimde sıkı sıkıya tutup öylece bekledim. Pazar sabahına daha güzel(!) nasıl başlanabilirdi, bilmiyordum.

Evde yapabileceğim hiçbir şey yoktu, gerçi olsa da odaklanıp uğraşabileceğimden emin değildim. Aklım ondaydı.

Koltukta kendime doğru çekip sarıldığım bacaklarıma ağırlığımı vermiş, dizlerime çenemi yaslamışken olduğum yerde kaldım bir süre. Duvardaki geniş antika saati izlerken dakikalar birbiri ardına gelip geçti.

Teoman beni geri aramadı. Henüz onun da haber almadığını varsayıyordum bu nedenle.

Cevahir’in telefonu çalmadı. Salonun diğer ucunda kalan telefona doğru da hiç gitmedim zaten. Ben aradığımda çaldığına göre sessizde değildi, kendi telefonundan bana ulaşmaya çalışsa duyardım.

Oflayıp puflayarak, söylenerek ve kimi zaman sıkılarak koltuğa sinmiş oturuyorken beni yerimden kaldıran açlığım ya da başka bir ihtiyacım olmadı. Koridordan taşıp bana doğru gelen, ev çok sessiz olduğu için duyabildiğim anahtar sesiyle hareketlenmiştim.

Güvenliklerin kafalarına göre anahtarla eve girmeleri mümkün değildi, bugün Pazar’dı yani Vildan Hanım ve Mira gelmiyorlardı. Geriye tek seçenek kalmıştı.

Sert adımlarla salondan çıktım. Ben kapıdan çıkarken dış kapı da kapanmıştı, duymuştum.

Koridorun salona yakın kısmında, girenin adımlar adımlamaz beni göreceği şekilde durdum. Kollarımı göğsümde çaprazlayarak düz bir yüz ifadesiyle beklemeye başladım.

Birkaç adım ilerisinde beni görmeyi beklemediği yüzündeki anlık afallamadan dışarı yansıyan Cevahir’i izlerken istemsizce bakışlarım baştan ayağa onu süzmüştü. Öylesine yaptığım, sonucunda bir şey görmeyeceğimi düşündüğüm hareketimin sonunda gözlerim gözlerindeydi.

“Seray..?” dedi tereddütle. Beni bıraktığı şekilde uyuyor halde bulmayı bekliyordu sanırım.

“Hoş geldin kocam,” dedim gün boyu özlediği kocasını akşam işten dönerken karşılayan sevimli bir eş gibi. Ama bu denklemde tutmayan birden fazla değer vardı.

Bir şey söylemeden yüzüme bakmaya devam etti. Bana doğru bir iki adım daha attı. Fazlasıyla yakınıma gelmişti artık.

Omuzumu hafifçe yasladığım duvardan ayırarak dik bir şekilde önünde durmaya başladım. “Neredeydin?”

“Hiçbir yerde,” derken dalga geçiyor olmalıydı. Buna güvenerek güldüm hafifçe. Şakası komik olmadığı halde gülüyordum, değerimi bilsindi. “Neredeydin sabahın köründe, telefonunu bile almayarak gitmişsin hatta nereye gittiysen?”

“Önemli bir yerde değildim,” dedi az öncekinden çok da farklı olmayan saçmalıkta bir cevap vererek. “Sen niye bu kadar erken uyandın?”

Konumuz benim uyanma saatim asla değildi.

“Ne bok yersen ye, Cevahir.” dedim yorgun bir sesle.

Yanından geçip giderek varmak istediğim yer mutfaktı. Su içecektim. Hatta kahve de olabilirdi. Beynimi sabah sabah öyle meşgul etmişti ki acilen kendime gelmem gerekiyordu.

Beni durdurmadı.

İşine geldiğinde kolundan tutup durdurduğu kadındım, işine gelmediğindeyse ağzını açıp basit bir açıklama bile yapmadan öylece gitmesine izin verdiği kadın…

Saat dokuza dayandığında, aradan geçen iki saate yakın zamanda kayda değer hiçbir şey olmamıştı, bulunduğum yer giyinme odasıydı.

Onun evin neresinde olduğu bile umurumda değildi. Mutfaktan çıktıktan sonra odaya gelmiş ve uyumasam da uzanarak zaman öldürmüştüm. Buna daha fazla devam edemeyeceğimi anladığımda ise durağım giyinme odasıydı.

Yarım kollu, bedenime yapışan koyu kahve bir elbiseyi bulup üstüme geçirdikten sonra dizimin biraz altında biten elbiseyi yükseltmesi için ayağıma hafif topuklu bir ayakkabı geçirdim. Giyindikten sonra makyaj masamın önünde duran pufa oturup uzunca bir süre yüzümle uğraştım.

Sıkıntıdan her birini sürdüğüm ve özendiğim makyaj malzemelerimle işim bitince parfümümü sıkıp ayaklanmıştım. Saçlarımı havalandırarak omuzlarımdan aşağıya döktükten sonra çantamı da alıp odadan çıktım.

Merdivenleri inerken evin içinde tok bir şekilde yankılanan topuk seslerim eşliğinde alt kata indiğimde hiçbir yere uğramadan direkt dış kapıya yürüdüm.

Kapıyı olabildiğince fazla ses çıkartarak açtığımda ben arabama gidemeden arkamdan yetişeceğini biliyordum.

Ne yaptığımı bilmediği bir planıma tahammülü yoktu. Umurumda mıydı? Bu sabahki tavrından sonra… Hayır, değildi.

“Seray?” diye seslendiğini duymamış gibi garaja yöneldim. Çantamın küçük zincirini düzeltip omuzuma takarken adımlarım ne hızlı ne yavaştı. Bu hızdaki adımlarımla beni yakalaması işten bile değildi.

Yakalaması için hareket ediyor olduğumu bile bile bana yetişip önüme geçtiğinde sinirlenmiş gibi kaşlarımı çattım. “Ne var?”

“Nereye?” diye sordu yüzümü dikkatle izlerken. Kıvırıp siyaha boyadığım kirpiklerimde, kızıl kahve rujumla renklenen dudaklarımda, allıkla canlanan yanaklarımda uzun uzun bakışları gezindi. Beni izlerken geçirdiği zaman boyunca sorusunu cevaplamadım. İncelemesi son yaklaşmış olacak ki gözleri yeniden gözlerimin içine kaydı.

“Neden bu kadar hazırlandın?”

Omuz silktim. “Canım istedi.”

“Nereye gideceksin?”

“Önemli bir yere değil,” dedim onun saçmaladığı gibi.

“Seray,” dedi kendini sakin kalmaya zorladığı belli olurken. “Ben cevap vermedim diye kısasa kısas yapmaya mı çalışıyorsun? Üşenmeyip iki saat hazırlandın yani bunun için.”

Dudaklarımı kıvırdım. “Kimsin ki sen?” dedim alayla. “Ben senin derdine düşüp hazırlanacağım, evden çıkacağım; komikmiş.”

“Kimim ben, öyle mi?” dedi yüzünü yüzüme doğru beklemediğim anda yaklaştırıp. Kendimi geriye çekmedim. Ondan korkan, onun gibi olsun misyonu ile ilerliyordum.

“Sabah yanında göremeyince endişelendiğin adamım, doktor. Güvenlikler ayrı, Teo ayrı bahsetti. Bensiz uyanmak istemediğini bilseydim, sıcaklığında kalmaya devam ederdim senin için.”

Bir süredir görmediğim ama aslında tanıdığım ilk hali olan, eline geçen her şeyi özenle kullanan Cevahir’in geri gelişine sadece hafifçe gülümsemekle yetindim.

Benden beklediği bu değildi, biliyordum. Ona laf yetiştirmemi, bağırıp çağırmamı düşlüyordu.

Dün ‘sıcaklığımda’ uyumak için kendini öne atan o değilmiş, yanımda uyumasını tek başıma ben hayal ediyormuşum gibi konuşuyordu. Üstelemedim, itiraz etmedim.

“Basit bir cevap bile veremeyecek kadar da düşüncesiz bir adamsın,” dedim söylediklerine ekleme yaparak. Kızgın ya da ters değildi sesim. “Güvenlikler anlatmış, Teo anlatmış; iyi, bravo. Ne oldu, eğlendin mi duyunca? Madem endişelendiğimi o kıvrımlı aklın alabildi, sabahın beşinde telefonsuz ne cehenneme gittiğini de söyleseydin basitçe.”

Karşı karşıya duruyorduk ama en ufak bir temasımız yoktu. Benimle aynı anda bu farkındalığı yaşamış gibi avucu elbisenin kumaşının sardığı belimi, kumaştan daha sıkı bir şekilde kavradı. Elinin üstüne elimi yaslayarak itmek için uğraşacaktım, elimi eline dokundurduğumda hissettiğim anormal serinlik yüzünden duraksadım.

Elleri sıcak olurdu. Elinin bana değdiği ve beni üşüttüğü bir an hatırlamıyordum. Mayıs’ın ortasında, ılık bir havada eli niye soğuktu?

Belimden elini itmek için hareketlendirdiğim elim direkt olarak yüzüne çıktı. Alnına ve yanaklarına hızlıca dokundum.

“Ateşin var senin,” dedim kaşlarım çatılırken. Diğer elimle boynunu yokladım. Teni sıcacıktı, normal bir sıcaklık değildi.

“Doktora mı gideyim?” derken sanırım kendi dilinde şaka yapıyordu, gözlerimin içine güvenli bir yerdeymiş gibi bakıyordu çünkü. Ateşin var demem umurunda değildi. Beni de bir doktorla yan yana bıraksalar ateşim umurumda olmazdı tabii.

Teninin sıcaklığı dışında herhangi bir belirtisi yoktu. Üşüyorsa da dışarı yansıtmıyordu. Titreme, bakışlarda kayma, halsizlik; hiçbiri yoktu. Sapasağlam karşımdaydı ateşten teniyle.

“Ambulans çağıralım istersen,” dedim başımı geriye doğru atıp yüzüne bakarken. “Ama yanlışlık yapmasınlar, akıl hastanesine götürmeleri lazım çünkü seni.”

“Özlersin beni,” dedi omuzlarını hafifçe sallayıp. Ben yapsam mızmızlanan çocuk olurdum ama onda her hareket gereksiz bir biçimde erkeksi ve karizmatikti. Gerizekalıydı ama çekiciydi de işte, bir yerden alınmış diğer yerden bonkör davranılmıştı herhalde.

“Yok,” dedim teselli eder gibi. “Merak etme beni, hiç özlemem.”

“Sabah özlemişsin,” dedi açık kahvelerini bana dikip. “Yine özlersin.”

Güvenlikleri ayrı Teoman’ı ayrı haşlayacaktım. Her şey sıraylaydı.

Şu an önceliğim birilerini haşlamak değil, haşlanıyor olan bu insan irisini normal vücut sıcaklığına kavuşturmaktı.

“Eve yürü,” dedim başımla kapıyı işaret ederken. “Bedenin nasıl direniyor bir fikrim yok ama birazdan devrileceksin muhtemelen, ateşin fazla yüksek.”

“Sen?” dedi hemen çocuk gibi inatla bakışlarını yüzümden çekmezken.

“Ben önemli olmayan yerdeki işimi halletmeye gideceğim,” dedim göz devirerek.

Ateş fiziksel olarak onu kısıtlamasa da sanırım algısını biraz etkilemiş olacak ki, evde kalacağımı anlamamıştı.

“Hipokrat duymasın,” dedi ciddi bir biçimde.

Sinirlerim bozularak uzunca ve sesli bir şekilde güldüm. “Ne?” dedim şaşkınca.

“Hastanı terk edip gittiğini duymasın, yemin etmedin mi sen işte?”

Ateşinin giderek yükseldiğini bir ateş ölçer olmadan, cümlelerinden anlayabilmem mümkündü. Ağır saçmalıyordu.

“İnanılmaz bir kafa gerçekten,” dedim hayretle. Belime yapışkan gibi yapışan elini itsem de direneceğini biliyordum. Beni bırakması için çırpınmadan onun yanına doğru geçerek bedenimi eve doğru çevirdim. “Hipokrat’ın hatırına geliyorum o zaman, yanlış anlama sakın.”

“Sikeyim Hipokrat’ı,” diye homurdandığını duymuştum yürümeye başladığımızda.

“Dağı taşı bıraktın, Hipokrat’ta yani sıra?” Huysuzken neye söveceğini şaşırıyordu.

“Kaynak yapsana,” dedi başta boş boş suratına bakakalacağım şekilde garip bir istekte bulunarak. Birkaç saniye anlamsızca durdum. Tepki vermediğimde yürürken konuşmaya devam etti. “Sırada öne geç diyorum, bir türlü sıra sana gelmiyor.”

“Ateşin kasıklarına vurmuş, geçecek. Üzülme.” dedim teselli eder gibi.

“Kasıklarıma başka bir şey vursa keşke,” dediğinde onu evin kapısından içeri itmekle meşguldüm. “Tekme nasıl?” dedim ayağımı hafif kaldırırken. Hazır topuklu da giyiyordum, kalıcı hasar bırakmalıktı tam.

“Kıyabilecek misin?” diye sorarken biraz kısılmaya başlayan bakışları yüzümde geziniyordu. Kapının arkamızdan kapandığından emin olduktan sonra onu ilerlemesi için ileri doğru ittim azıcık. İki katımdan kesin fazla, üç katımdan belki az olan bir adamı kucaklayacak halim yoktu. İttire ittire halledecektim artık.

Sorusuna cevap vermediğim için yarı saklı bir beklentiyle gözlerime bakmasını umursamadan merdivenlere doğru adımladım onu da çekerek.

“Niye yukarı çıkıyoruz?” diye yeni bir soruyla karşıladı durumu.

“Duşa gireceksin, bir şey hissetmiyor olabilirsin ama ateşin yüksek Cevahir. Böyle duramazsın.”

“Hissediyorum,” dedi kendini savunur gibi. “Ne hissediyorsun?”

“İyi olacak bir hastayım, doktor ayağıma gelmiş. Böyle hissediyorum.”

Daha önce sarhoş bir Cevahir’le karşı karşıya kalmışlığım vardı ancak o anda dahi kontrolü elinde bir adamdı. Bilincini kaybetmesine alkol sebep olmuyordu belli ki. Ateşinin başına vurduğunu ve bir sarhoştan beter çenesinin açıldığını anladığımda istemsizce güldüm.

“Doktor ayağına gelmedi, sen doktoru evine hapsettin bir süre önce Avcıoğlu.”

“Aferin bana,” dedi ağzının içinde ek olarak anlayamadığım bir şeyler daha homurdanırken.

“Evet,” dedim tebrik eder gibi. “Aferin sana. Şimdi oyalanmadan yürü bakalım.”

“İstemiyorum,” dedi adım atmaya direnerek beni de durdururken. “İyiyim ben, duşa falan gerek yok. Oturacağım salonda.”

Duşu reddetmesinin aklıma gelen tek bir sebebi vardı. O da yavaş yavaş bedeninin alarm veriyor oluşuydu.

Ona daha dikkatli baktığımda kendini kastığını görmüştüm. Üşüme hissiyle savaşamamaya başlamıştı belli ki.

“Israr edersem seni ikna edebilir miyim?” diye sordum gözlerinin içine doğru bakarken. Sorumu dinledi, hemen sonrasında da başını hafifçe iki yana salladı.

Gözlerim arkaya doğru kaymak üzereydi. Ona böyle dolu dolu göz devirmek istiyordum. Haklı olduğum, üste çıkabileceğim bir durumdan ateşlenerek sıyrılmıştı. Şu an ne üstüne gidebilecek ne de bir başına bırakıp cezalandıracak iradem yoktu.

“Tamam,” dedim merdivenleri boşu boşuna çıkmasın diye. Madem duşa girmeyecekti, yatakta ve koltukta uzanması arasında bir fark yoktu zaten. “Salona geç, uzan o zaman.”

Israr etmememi normal şartlarda garipserdi ancak soğuk duştan kurtulmuş olmanın rehavetiyle hiç ağzını açmadan salona doğru yürümeye başlamıştı. Arkasından kurduğum hain plandan habersizdi tabii…

 

 

~

 

 

“Sen çektikçe ben tekrar koyacağım o havluyu, kolunu kaldıracak halin yok ama direniyorsun boşu boşuna.”

Dirseklerinin iç kısmına yerleştirdiğim soğuk suyla ıslatılmış havlu parçalarını çoktan düşürmüştü. Ancak alnındaki, göğsü ve boynu arasındaki havlular için benimle savaşamıyordu.

Gözlerini zar zor açan haline baktım sakince. Uzandığı koltuğa doğru yaklaştırdığım sehpanın üzerinde, dizlerim neredeyse koltuğa değecek kadar yakında oturuyordum. Dakikalardır da buradaydım.

Soğuktan kaçtığını düşünerek salondaki geniş koltuğa uyumak için uzandığında, kısa bir süre sonra karabasanı gibi tepesinde soğuk suyla dolu bir kap ve havlularla belirmiştim. Bana attığı yıkık bakışla, iyileştiğinde dalga geçecektim mutlaka.

“Yeter artık,” derken son bir umutla yine göğsündeki havluya uzattı elini. Daha havluya dokunamadan bileğini yakalayıp kolunu indirdim. “Yetmez,” dedim başımı sallayarak. “Ya kalkıp duşa gireceksin ya da ben sana bunlarla soğuk uygulamaya devam edeceğim.”

Gözlerini kapattı usulca. Yorgunluğu yüzünün her zerresinden okunuyordu. Bu yorgunluğun ateşinin olmasından çok, aklının doluluğundan olduğunu tahmin ettiğim için sorgulamıyordum.

Sabah nereye kaybolduğunu halen biliyor değildim ama gittiği yer onu dünden beter bir yorgunluğa sürüklemiş gibiydi.

“Ateşim düştü, sen söyledin demin.”

“Ateşin biraz düşüyor, dedim Cevahir. Kulakların ağır mı işitiyor acaba, yaştan herhalde.”

Kapattığı gözlerini zorlukla da olsa biraz açtı. Başını bana doğru çevirip yüzüme baktığında tek kaşımı kaldırdım. “N’oldu? Yaşlı iması yapınca bi’ ayıldın.”

Yapabildiğince ters bakışlar attı bana. Hiç takmadan göğsündeki ve alnındaki havluları henüz ılınmamış olan suda bir kez daha soğutup yeniden yerlerine bıraktım.

Çıplak göğsü -salona gelince onu soymuştum ve arsız bir ima bile yapamaması ateşiyle ilgili daha da telaşlanmama neden olmuştu- hissettiği soğukla birlikte kasılırken elimin tersini göğsünün ortasına doğru bastırdım. Birkaç ayrı yere dokunduğumda öncekinden daha az sıcaklık hissediyordum.

Evimin tamamını buraya taşıyınca, gelen eşyalarım arasında her ihtimale karşı evde tuttuğum ilaçlarım da buradaki yerlerini bulmuşlardı. Biraz önce içirdiğim ateş düşürücü hap onlardan biriydi.

“Uyu biraz,” dedim kendini zorlayarak açık tuttuğu gözlerine bakıp. “Neden uykuya direniyorsun?”

Sessiz kaldı. Yüzümde dolaştırmayı sürdürdüğü bakışlarına karşılık verirken kastığımı fark etmediğim omuzlarım ağrımaya başlayınca geriye doğru çekilip dik bir şekilde oturdum.

“Doktor olmasan,” dedi bir anda. Devamında ne diyeceğini merak ederek dikkat kesildim. “Ateşimi düşürmek için uğraşır mıydın? Bu mesleki bir şey mi?”

Duraksadım. Sorduğu soru beni biraz geriye, yıllar öncesindeki benliğime sürükledi.

Liseyi yatılı okurken bir dolu insan aynı odada kalmak zorundaydım. Öyle ahım şahım bir yurt değildi, yedi kişi bir odada kalıyorduk ve kendimize ait alanlarımız yoktu.

Havalar soğumaya başladığı anda patır patır hasta olmaya başlar, birbirimize bulaştıra bulaştıra bütün kışı hasta geçirirdik. Oda arkadaşlarımdan bazıları ağır hastalanınca ailelerinin yanına dönüp, iyileşene kadar dönmeyecek şekilde şanslılardı.

Geriye kalan iki kişi vardı. O iki kişiden biri bendim.

Lise bittikten sonra bir daha kendisinden haber almadığım, almak için de harekete geçmediğim fakat o yıllarda sıkıca tutunmaktan başka yolumun olmadığı benim gibi biri daha vardı o odada. Üst kısmında uyuduğum ranzanın alt katı ona aitti. Sınıftaki sıramın diğer yarısında o vardı.

Bütün vaktimiz birlikte geçse de, kimse bize arkadaş gözüyle bakmazdı. Sanırım değildik zaten. Ya da ikimiz de o kadar birilerinin varlığına yabancıydık ki arkadaşlıktan bihaber iki inat ergen olarak arkadaş olduğumuzu birbirimize belli edemeyecek kadar geride durmuştuk.

“Doktor değilken de hasta bakmışlığım var,” dedim Cevahir’i daha fazla bekletmeden. “Bir şeyler yapmaya çalışırdım doktor olmasam da. Sadece ne kadar işine yarardı bilemiyorum şu an.”

“Kime baktın?” dedi gücü tükense de kaşlarını çatmaktan geri kalmayarak. Biraz gıcıklıktan biraz da sabahın intikamından sustum.

Sessizliğimi neye yordu bilmiyorum ama huysuzlanarak kafasını çevirdi. Koltuğun sırt kısmına doğru döndü.

Çocuksu tavrına çaktırmadan güldüm. Artık ısınan, ona bir yararı kalmayan havluların her birini bedeninden ayırdım.

Havlularla hiç temas etmeyen yerlerden ateşini ölçtüm elimle. “Daha iyisin,” diye mırıldandım kendi kendime.

Altındaki siyah eşofmandan başka bir şeyin örtmediği bedeni bu kez iyice üşümesin diye ayaklandım. Diğer koltuğa bıraktığım tişörtünü alıp yerime geri geldim.

“Tişörtünü giy tekrar, kalk bakalım.”

Onu biraz olsun ısıtacak bir teklifle sesimi duyurduğumda itiraz etmedi. Uzandığı yerden doğrulduğunda tişörtü ona uzatmak yerine elimde toparlayıp başından geçirdim.

“Dev bir bebeksin şu an, hastalık nazlı bir prenses yaptı seni.”

Beni sanırım duymadı ya da duysa da umursamadı. Normal şartlarda sinirli sinirli homurdanması gerekirdi çünkü.

Tişörtünü giydirdiğimde yeniden uzandı. Koltuğun yumuşak yastığına yaslı duran başını kıpırdatıp rahat bir pozisyon bulduktan sonra gözlerini kapadı.

Ayaklanıp sehpayı olması gereken yere geri ittim yavaşça. Su dolu kabı, havluları toparlayıp salondan sessizce çıktım. Onları hallettikten sonra salona geri dönmek yerine biraz mutfakta oyalandım. Ben oradayken uyumuyordu bir türlü, misafir var diye uyumamak için uğraşan çocuklar gibiydi.

Kendimi oyalayabilecek her türlü şeyle uğraştıktan sonra mutfaktan çıktım. Geride bıraktığım yemekleri uyandığında yerdi artık.

Kendime günün ikinci kahvesini yapmakta bir sakınca görmeyip koca bir fincanla mutfaktan ayrıldıktan sonra salonun kapısından çaktırmadan başımı uzatmış ve ne halde olduğuna bakmıştım.

Uyuyordu. Beklediğim gibi gözleri kapalıydı.

İçeri girip onu rahatsız etmek yerine kahvemi başka bir yerde içmeye karar vermişken bakışlarım alnında takılı kaldı.

Gördüğüm nemle birlikte hızla salona girmiştim. Ateşi yeniden mi yükselmişti?

Fincanı rastgele bir yere bırakıp koltuğa yaklaştım. Elimi yavaşça alnına bastırdım. Anormal bir sıcaklık yoktu, hatta salondan çıkarken bıraktığım sıcaklıktan daha da normaldi şimdi teninin sıcaklığı.

Çenesini sıktığını, gözlerinin rahat bir uykuda gibi değil de sıkıntıdaymış gibi sıkıca örtülü olduğu fark ettiğimde iç çektim.

“Kâbus mu görüyorsun?” diye sordum kendimden başka kimsenin duyamayacağı soruyu. Alnındaki elimi ateşi olmadığını anlar anlamaz çekmeliydim. Elimi orada tutmamın bir anlamı yoktu.

Çekemedim.

Alnını nereden olduğunu bilmediğim bir dürtüyle daha sıkı tutup geriye doğru hafifçe sıvazladım. Parmaklarım biraz saçlarına doğru taşmıştı.

Ayakta iki büklüm durmak yerine koltukta ondan geriye kalan küçük boşluğa kalçamı yasladım. Bel hizasında oturuyor oldum böylece.

Alnından elimi çekmek için kolumu hareket ettirdim. Uykusu bölünmüş gibi değildi ama ondan uzaklaşan elimi hissederek yarı yolda elimi yakaladı.

“Uyurken bile senden uzaklaşma iznim yok değil mi?” diye mırıldandım kendi kendime. Sesimi duymasıyla veya elimle bir ilgisi olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyecektim ama kasılı duran yüzü gevşedi. Çenesini sıkmayı bırakmış, daha sakin bir ifadeye bürünmüştü.

Dudakları kıpırdadı. Bir şey söyledi ama sadece dudakları oynadı, hiçbir ses çıkmamıştı.

Uykusunun aslında bölünmediğini, elimi tutmasının refleks olduğunu anladığımda bu kez daha yavaş bir şekilde elimi çektim yüzünden. Direnmedi.

Derin bir nefes aldıktan sonra yanında oturmayı sürdürdüm biraz daha.

Tişörtünün katlanan kenarını düzelttim, yakasındaki nereden geldiği belirsiz ip parçasını aldım, biçimsiz duran kolunu karnının üstüne doğru bıraktım.

Hiç uyanmadı. En ufak bir mimik değişimi bile yaşamadı.

Ateşi olması gereken yere geldiğinden, böyle uzanırken artık üstünü örtmesinde bir sakınca yoktu. Salonda duran örtü fazla kalındı, onu almak yerine odaya çıkıp yataktaki ince pikeyi kucaklamıştım.

Odadan çıkmadan önce, Cevahir’in soğuk havlularını hazırlamaya girişmeden buraya attığım çantam gözüme takıldı. Telefonum içindeydi.

Çaldıysa da duymamıştım muhtemelen. Bugün gereğinden çok dikkatsizlik yapmıştım.

Tek elimde pikeyi, diğer elimde telefonu tuttum. Ekrana dokunurken odadan çıkmaya çalışıyordum aynı anda da.

Ekrandaki tek cevapsız arama Teoman’dandı. Arayalı bayağı zaman oluyordu.

Bildirime dokunarak yeniden arama yaptım. Kulağıma yasladığım telefon bir iki çalışın ardından açıldı.

“Efendim Teo?” diye sordum direkt. “Duymamışım hiç, çantamda kalmış telefon.”

“Olsun yengem, aciliyeti yoktu zaten.”

“Neymiş acil olmayan?” dedim merakla.

“Cevahir abiye ulaşamadım, telefonu sessizde olmaz kolay kolay ama duymuyor herhalde. Sana da ulaşamayınca güvenliklerden bilgi aldım zaten.”

“Uyuyor,” dedim neden telefonunu açmadığını açıklarken. Sürekli rahatsız olmasın diye telefonunu sessize almıştım ona sorup, bir şey dememişti. “Ateşi yüksekti, düşünce tamamen pili bitti.”

Teoman birkaç saniye sessiz kaldı. Bu sessizliğinin hayra alamet olmadığını, kolay kolay susan bir adam olmadığını biliyordum. Kaşlarım şakağıma küçük bir ağrı saplanacak kadar derin çatıldı.

“Teo?” dedim sorar bir sesle. “Ateşi olması çok şaşırtmadı seni, değil mi?”

Aptal biri değildim. Zaman zaman aptallıklarım, yenik düştüğüm tuzaklardan doğsa da bu kez böyle bir durum söz konusu değildi.

“Yok,” dedi önce apar topar. “Yani şaşırttı tabii, evet.”

“Beş saniye içinde açıkla Teo, yoksa ben ‘sabahki aramamı abine abartıyla yetiştirmenin sorgusuna’ başlayacağım. Senin için pek keyifli geçmeyecek.”

Öksürdü hafifçe. “Yenge-…” diye başladığında lafı geveleyeceğini çoktan belli ettiği için devam etmesine izin vermeden araya girdim. “Başlatma yengenden, neredeymiş sabah Cevahir?”

“Kilyos sahil,” dediğinde bunu kısıkça ve oldukça yarım yamalak söylemişti.

Böyle bir cevap beklemediğim için afallamıştım. Birinin yanına gittiğini sanıyorken cevap bu muydu yani? Sahildeydi. Bize pek yakın sayılmayan, sabahın o saatinde hiç kimsenin olmayacağı bir sahilde hem de…

“Kilyos mu?” dedim şaşkınca. “O saatte… Tek başına mı?”

Ateşlenmesini de sanırım açıklıyordu bu. Her ne kadar ilkbaharda olsak da sıcak yataktan çıkıp esintili deniz havasına maruz kalmak ateşini yükseltmişti. Bağışıklığı fiziksel olarak değil ama başka nedenlerle dünden beri yeterince düşüktü zaten.

“Tek başına,” dedi Teoman sıkıntıyla. “Normalde tek gitmez oraya ama… Bu sefer tek gitmiş.”

“Kimle gider?” diye sorarken alacağım cevaptan biraz çekiniyordum.

Babasıyla,” diye cevapladığında ise elimdeki pikeyi de telefonu da daha sıkı tutmaya başladım birden. Taşlar yavaşça yuvarlanıp yerlerine ulaşırken gözlerim birkaç saniyeliğine kapandı.

Ben babasının boğazına yapışacak, evi başına yıkacak sanıyorken ve bu yüzden endişelenip gitti diye sinirlenmişken; onun amacı bambaşkaydı.

“Balıkçıları var orada bir tane, ayda bir kez buluşurlar hep. Ayın o günü dışında ikisini pek içli dışlı gördüğüm olmaz ama sanki o gün başka iki adam oluveriyorlar.”

Babasıyla arasında görünmez dağlar olduğunu, aralarındaki ilişkinin sıcak bir baba-oğul bağı ile süslü olmadığını bugüne kadar anlamıştım ben de. Bu yüzden dün öğrendiklerinin en çok annesi adına onu üzeceğini düşünmüştüm.

Yanılmıştım.

“Tamam,” dedim fısıltıdan farksız bir sesle. “Başka bir şey söylemene gerek yok.”

Bir an ikimiz de sessiz kaldık. Ben devam ettim yine. “Kapatayım,” dedim sakince. “Sonra görüşürüz.”

“Görüşürüz yenge,” dedi Teoman da benden pek farklı olmayan kısık sesiyle. “Ağzımı açmazdım ama sana borcum var, biliyorum. Senin sırrını ona, onun sırrını sana… Ödeştiniz.”

Gülümsedim. Biraz soluk ve buruk bir gülümseme olmuştu. Benim sırrımı Cevahir’e duyurması hayatımı istemediğim şekilde kökten değiştirmişti, onun sırrının bugün bana ulaşması ise kalbimi kendisine karşı yumuşatmış ve beni anlayışla doldurmuştu sadece.

Ödeşmemiştik aslında.

Biz kolay kolay ödeşebilecek, olanları silip atabilecek bir ikili değildik.

 

 

~

 

 

Çaprazımdaki koltukta uzanan bedenini başımı biraz çevirsem görebileceğim şekilde oturduğum ve başlamayı ertelediğim kitaplarımdan birini yarıladığım zaman dilimi sürerken kitap ilerledikçe içine çekilmiş ve ona daha az sıklıkta bakmaya başlamıştım.

Üstüne örttüğüm örtüyü açmadan, pek yerinden oynamadan derince uyuyordu. Buraya oturduğum andan beri ona bakıp durmuştum. Hareketsizliğinin hiç değişmediğinden emin olunca da artık pes edip kitabıma dalmıştım. “Seray?” diye seslendiğini duyduğumda irkilmemin ve aceleyle ona dönmemin nedeni de bu dalgınlığımdı.

“Efendim?” dedim hemen ayaklanırken. Kitabın içine kenara koyduğum ayracı bırakıp kitabı koltuğa düşürdüm.

Ayaklanışım ve bunu yaparkenki telaşım dikkatini çekmiş gibi duraksadı. “Uyuyakalmışım,” dedi biraz sonra.

“Evet,” dedim başımı sallarken. “Birkaç saat oldu. Ateşin düşünce rahatça uyudun.”

Rahatlığı tartışılırdı gerçi, alnında ince bir ter tabakası oluşturacak kadar derin kâbuslarla boğuşmuştu bana kalırsa.

Dalgın bir şekilde başını salladı. Uzandığı yerden doğrulduğu sırada ben hâlâ ayaktaydım. Hem ayakta hem uzakta olmam saçma geldiğinde ona doğru bir iki adım attım. Aramızdaki mesafenin kısalığı sayesinde birkaç saniyede yanındaydım.

Ayakları yere basacak şekilde koltukta oturur hale geldi. Uca doğru biriken örtüyü daha da çekip kendime oturabileceğim bir yer açtım. Yanına onunla aynı şekilde fakat biraz bedenim ona dönük kalacak halde oturduğumda bana bakmadı. Bakışları önde duran sehpadaydı odaksızca.

Elimin üstü sakallarına değecek şekilde elimi yanağına yasladım. Dokunuşumu beklediğini sanmıyordum ama ne irkildi ne de kıpırdadı.

Yanağını, oradan yukarı çıkıp alnını kontrol ettim. “İyisin,” diye mırıldandım.

“İyi miyim?” derken sesi iğnelemeyle doluydu.

Kastettiğim iyiliğin ateşi olduğunu biliyordu ama bunun üzerinden asıl durumun altını çizmesine bir şey söylemedim.

“Şimdi duş al istersen. Kendine gelirsin tamamen.”

“İlla sokacaksın beni o duşa,” dediğinde gülümsedim. Gülümsediğimi görmesi mümkün değildi, önüne bakıyordu ama dudaklarım kıvrıldığında başını çevirdiği için yakalanmıştım.

Yüzümü süzdü. Daha doğrusu dudaklarımı…

“Çok mu çirkin güldüm?” dedim alayla. Bunu sorarken ciddi olmadığım gülüşümü asla bitirmememden belliydi.

“Çok,” dedi duraksamadan. Başparmağını uzatıp, güldüğümde görünür olan gamzeme bastırdı. Sol yanağımdaki çukurla sık karşı karşıya kalamıyordu. Güldürmek yerine bağırtmak ve delirtmekle meşguldü beni çünkü.

“Biraz daha fazla sırıt,” dedi önemli bir şey yapıyormuş gibi odaklanırken. “Parmağım sağdakinde olduğu gibi bu çukurunda da kaybolacak mı diye bakıyorum.”

Gülüşümü büyütmedim ama burnumdan gülümsemekten kaynaklanan bir nefes fırladı. “Salak bir yalancısın,” dedim usulca. “Gamzelerimle arandaki samimiyetten haberim var. Yeterince kez itiraf ettin, Avcıoğlu.”

Cennet çukurları, cehennem çukurları, yanağındaki çukurlar, belindeki çukurlar… Gamzelerim onun için küçük çukurlardı ve bunun altını çok kez çizmişti bugüne kadar.

“Rüyalarında mı?” diye sorsa da bu inat ettiğinden değildi, sadece uzatmak için uzatıyordu.

“Rüyalarımın erkeği değilsin bu arada,” dedim önemli bir bilgi geçerek.

Hiç bozulmadı. “Doğru,” dedi başını sallayıp. “Hayatındaki erkeğim çünkü, rüyalarına gerek kalmıyor.”

Kendinden emin tavrına sessiz kalmak onun şişkin egosunu daha da şişirmek, patlayacak duruma getirmek demekti ama birkaç saniye ne söyleyeceğimi bulamadan afallamıştım.

Bakışlarımı gözlerinden çekmek isteyerek hareketlendirdim. Gözlerinden kaçtığımda çarptığım yer yükselip inen ateşinin etkisiyle kızarık duran dudakları oldu. Oradan da hızlı bir şekilde kaçmam gerektiğini bilecek kadar tecrübeliydim Cevahir konusunda.

Kaçamazsam, yakalanırdım.

Geri çekilip gözlerimi de çekeceğim sırada gamzemde duran parmağının ait olduğu eli yanağıma hızla kapanıp beni kendisine sertçe çektiğinde tüm dengem şaşmıştı.

Kaçamamıştım, yakalanmıştım.

Kızarık dudakları dudaklarıma çarptığında boğazımdan fırlayan ince ses şaşkınlık ve telaşın ortak ürünüydü.

Kendisine doğru sadece yüzümü çekmiş olsa da dengemi dağıttığı için bedenim ona doğru devrilmişti.

Bir elim refleksle omuzuna yapıştı. Diğeri aramızda öylece salınıyordu.

Alt dudağımı ağzının içinde misafir ederken hoyrattı.

Saldırgan değildi ama sakin olduğunu söylersem de yalancı çıkardım.

Beni öptüğü anlarda ona karşı koymaya, en kötü ihtimalle hareketsiz birkaç saniye geçirdikten sonra geri çekilmeye aşina iradem bugün ilk kez ellerimden kayıp yerde parçalanırken ağzımı araladım.

Ona karşılık vereceğimi zaten biliyormuş gibi tek bir saniye kaybetmeden dili ağzımın içine kayarken yüzümde olmayan eli belime çarptı. Beni tek hamlede kucağına çektiğinde bacaklarım iki yanında kıvrılmış şekilde üst bacaklarının ortasında oturuyordum artık.

Ağzımın içinde çarptığı yerleri, dilinin dilimle girdiği savaşı görmezden gelmek mümkün değildi. Çoktan örtülen gözlerimi zorlamadan dudaklarımın arasında kalan üst dudağını yavaşça emdim.

Onun hızına, sertliğine eşlik edebilmem için dudağını dişlerimle koparacak kadar fevrileşmeliydim. İnce bir baskının, üst dudağını özünü ister gibi emişimin bir zafer getirmesi mümkün değildi.

Bacaklarının üstünde durması gereken kalçam istemsizce biraz havaya kalktığında belimde sabit duran eli arkaya doğru kaydı. Beni bu kez daha öne, daha kendisine doğru çekerek bedenine bastırmıştı. Bacaklarındansa kasıklarının üstündeydim artık.

Ağzımla olan savaşına birkaç nefeslik bir ara verdiğinde birbirinden bağımsız fakat hızları denk nefeslerimiz karşılıklı olarak yüzlerimize çarpıyordu.

Bir şeyler söylemek için dudaklarımdan koptuğunu sanmak benim hatamdı.

Dudaklarının yeni durağı çenemden aşağı kayarak boğazım ve boynum olduğunda yay gibi gerilerek başımı geriye attım.

Diliyle, dudaklarıyla, ona dair izlerle süslenen boynumda attığını hissettiğim nabzım hızlanmıştı.

“Cevahir,” dedim kesik kesik. Dudaklarım onunkiler gibi meşgul değildi, eğer kendimi bıraksaydım meşguliyetleri kısık iniltiler çıkartmak olurdu ama onu durdurmak için kullanamadığım irademi inlemelerimi bastırmak için kullanıyordum.

“Karım,” dedi ıslattığı tenime sıcak nefesini çarparak.

İrademin tuzla buz olduğu, hiçbir şeyi önleyemeyecek kadar küçüldüğü an buydu.

Üstümden çıkartmadığım, dışarıya çıkacak(!) olduğum için giydiğim kahverengi elbise üstümdeydi. V yakası ona yeterince alan tanırken, dizlerime doğru uzanan dar kumaşı beni sıkıyordu.

Kasıklarına yaslı gibi görünsem de elbisenin gerilen kumaşı yüzünden oturduğum yerden havada gibiydim. Yaktığı dudaklarım ve tenim buna isyanlar etmeme neden oluyordu.

Başım gerideyken, yüzü boynumdaki kuytuda duruyorken duammış gibi tekrar adını mırıldandım. Hırıltılı bir sesle burnunu boynumdaki görünür damara sürttü. “Çok bile direndin,” dedikten sonra dudaklarıyla boynumu ıslak ıslak öpmek için ara verip devam etti. Çıkan sesler kulaklarımda yankılanıyordu. “Bırak kendini artık bana.”

“Beni düşünüyormuş gibi konuşurken aslında tek dileğin kendini rahata kavuşturmak,” dedim yukarı doğru bakmayı bırakıp başımı biraz düzeltirken. Başını boynumda sıkıştırmıştım farkında olmadan.

 

 

!*yetişkin içerik uyarısını kitap içinde bir kez yapıyorum, her seferinde sahne bölmek sinirlerimi bozuyor çünkü. Girişte zaten bir kez uyarı vardı, bu da ikinci ve son uyarı. Ağzı bozuk bir adam (belki kadın da…) ve bolca tension konusunda şimdiden uyarıyorum. Bu sahne ne kadar uyarı gerektirir bilemem ama bu uyarıların ileride bolca gerekli olacağını söyleyebilirim :d

 

 

Bacaklarımın altında sıkışan, bedenimle bir bütün haline gelen elbisenin beni daralttığını ona söylememiştim. Fakat bir an sonra etek ucuma uzanan parmakları kumaşı yan kısmındaki küçük yırtmaçtan tutup bir kâğıt parçasıymış gibi yırtıp bacaklarımın ortasında ikiye ayırdığında ‘acaba söyledim mi’ diye kendimi sorgulamam gerekmişti.

“Yavaş!” diye soludum sertçe. Omuzlarından aynı anda iki elimle itip sırtını koltuğun arkasına çarpmasına neden olduğumda direnmedi. Başını geriye doğru atan bu kez oydu. Gözleri gözlerimi buldu.

Koyulaşan açık kahvelerini gözlerimden çekmeden iki eli az önce yırttığı kumaştaki açıklığa ulaştı. İki yana ayırdığı kumaşı bir perde gibi ayırdığında oraya ikimiz de bakmıyorduk ama ikimizin de bacaklarımın neredeyse tamamının açıkta kaldığını çok iyi bildiği kesindi.

Elbiseyi elleriyle itip belime doğru çekiştirdi. O çekiştirdikçe kumaştan daha fazla yırtılma sesi geliyordu. Bunun kontrol etmekte olduğu, tamamen kontrolden çıkmamış olan gücü olduğunu tahmin ediyordum.

Birden kontrol edemediği, engelleyemediği ve tamamını kullandığı gücüyle sarmalanmanın nasıl hissettireceğini hayal eden aklımın oyununa geldiğimde dudaklarımdan bir iç çekiş fırladı.

“Sikeyim, evet yavrum. Her ne geçtiyse aklından, alacaksın onu. Kasma bacaklarını.”

Sadece iç çekişle değil, kasılan bedenimle de kendimi ele verdiğimi anladığımda iplerim koptu.

Dönemeyeceğim bir viraja son hız girmek akıl kârı değildi; o an bunu bilsem de unutacak kadar doluydum.

Çıplak bıraktığı bacaklarımı biraz daha fazla ayırarak aniden kalçamı biraz öncekinden çok daha sert bir baskıyla aşağı bıraktım. Dizlerime güç verip oturmamak için direnmekten acıyan canım birden bambaşka bir acıyla çarpıştı.

Elbise aradan çekildiğinde, kalçalarıma yapışan bir elbisenin içine geniş bir çamaşır giyemeyeceğim için tercih ettiğim yumuşak ipli, kalçalarımın arasında kaybolan bir ipten ibaret çamaşırla ona yaslanmam gerekmişti.

Kahrolası bir tangayla kasıklarına kendimi bastırırken onun bir yırtıcıya dönüşmemesini dilemek, ölüm döşeğinde yeni bir ömür dilemek kadar çaresizceydi.

Boğuk bir homurdanmayla başını iyice geriye attı. Belimle kalçam arasında bir yere tutunan eli beni parçalamak üzereymiş gibi sıkıydı.

Çıplak demenin doğru olacağı kalçamın altında ezilen sertlik kazanmaya başlamış aletini doğru yerde hissettiğimde dudaklarım nefes için yalvarır gibi aralandı.

Aldığım nefeslerin yetmediğini bilir gibi ağzını ağzıma çarptı tekrar. Beni parçalar gibi öpmeye başladığında onun ciğerlerinden kopan nefeslerin hırsızıydım.

Ben kendimi bastırdıkça belirginleşen, bana batan sertliğe hafifçe sürtündüğümde arada kalan elini kalçamın soluna yasladı.

Avucuyla kaplanan tenimde ondan başka yabancı hiçbir şey olmadığını hissettiğinde eli biraz tenimde gezindi. Aradığını bulamadığında ise dudaklarımdan resmen ısırarak kopmuştu.

“Ne var senin altında?” dedi kararmış bakışlarıyla. “Kalçaların çırılçıplak, göster bana ne giydiğini.”

Dediğini yapmakta aceleci olmamam kalçamdaki elinin sıkılaşmasına, parmaklarının tenime gömülmesine neden oldu.

“Her adım için benden izin isteyecek bir adam mısın?” diye sordum geriye doğru attığı başına doğru eğilip. Yüzümü yüzüne doğru yaklaştırmıştım.

“Tek bir izinle bir daha tenini tenimden ayıramayacağın bir adamım, ürkek bir kuş gibi ellerimden kaçmaman için sınırlarımı zorluyorum sadece.”

Dudaklarım iki yana doğru gerilerek kıvrıldı. Burnum yanağına değecek şekilde yüzüne doğru yaslandığımda kesik bir nefes çektim.

“Bu seni bana bağımlı yapar,” dedim küçük bir alayla. Çıplak kalçalarımın altında eziliyor olan erkekliğinin gittikçe daha hissedilir oluşuyla birlikte böyle alaylar peşinde koşmam çelişkiliydi. “Bir yıl dolduğunda yoksunluk krizleri mi geçirmek istiyorsun?”

“O krizleri geçirecek olanın kim olduğunu çok iyi bildiğini sanma,” derken başını hafifçe kıpırdattı. Burnum yanağından burnuna doğru kayarken dudaklarımı dişleriyle sıyırarak emdi.

“Kes sesini,” dedim imasını şu an için elimden gelen en kaba şekilde durdurmaya çalışarak.

Kalçamı yoğurur gibi sıkarken beni kendisine daha da sert bastırıyordu. Sertleştikçe bendeki baskısı arttığı için hissettiğim zevk iğneleri de daha derine iniyordu.

“Bu elbiseyi bir daha giyebilir misin?” diye sorduğunda yarısını yırttığı elbiseme doğru bakmak için başımı eğdim. Elbiseye bakmak yerine birbirine yaslı kasıklarımızı görmüş ve küçük bir sesle inlemiştim.

“Giyecek olsan da sikimde değil,” diye homurdanarak başlattığı o yırtığı elbisenin tepesine kadar büyütmesinin sebebi sanırım yüzüne doğru çarpan inlememdi.

Elbise birden ince bir hırka halini alıp yalnızca kollarımı ve sırtımı örten bir kumaştan ibaret olunca apar topar onu da çekiştirdi. Hareketleri öyle hoyrat, öyle aceleciydi ki sanki birkaç saniye içinde onu durduracakmışım gibi davranıyordu. Elindeki vakitte beni ne kadar görür, bana ne kadar karışırsa yanına kârmış gibiydi hareketleri.

Artık bir elbise değil, kumaş yığını olan şey yeri boyladığında kucağında ip bir çamaşır ve göğüslerimi dışarı taşıran bir sütyenle az öncekinden daha da savunmasızdım.

“Sevişirken bile bencil bir adamsın,” diye fısıltıyla karışık bir sitem döktüğümde kaşları çatıldı. Omuzlarına dayanarak kendimi ondan geriye ittim.

Dakikalar önce üstüne giydirmiş olduğum tişörtünün uçlarına parmaklarımı sarıp kumaşı yukarı çekiştirdiğimde çatılan kaşları gevşerken sırıttı. Az önceki sitemimi yanlış anlamış ve kendi kendine sinir topu olmuştu yine belli ki.

Onunla yaşayacaklarımın, teninin tenime karışmasının bizi çıkmaz bir sokağa itme ihtimali bir köşede duruyordu. Ona bana dokunmadığında dahi adım adım alışıyor, varlığını arar hallerde buluyordum kendimi.

Haftalardır hormonlarıma yenik düşerek, direncimi kontrol edemeyerek istediğim şeye kavuştuğumda ise bu alışkanlığın daha garip bir hal alacağı neredeyse kesindi.

Başımı dik tutmak zor gelirken, tişörtünü çıkartır çıkartmaz üstüne doğru devrilmiştim tekrar. Diğer elini de kalçamın öbür yanına bırakıp beni tamamen avuçladığında yanağımı yanağına doğru yasladım.

“Seni tatmin olmak için kullanacakmış gibi hissediyorum, düğümlerle dolu saçma sapan bir ilişkideyken sevişmemiz sadece ortalığı daha da karıştıracak.”

Güldü. Gerçekten komik bir şey duymuş gibi güldü. “Sen hâlâ sevişeceğimizi mi düşünüyorsun? Beni haftalardır sınarken, her zerremi doldurup taşırırken sana vereceğim şeyin adına sevişme mi diyorsun?”

Yutkunarak yanağımı ondan ayırdım. Gözlerine bakabilmek için yaptığım bu hareketimle birlikte dudaklarını çeneme doğru yaslayıp ıslak ıslak emdi. Oradan boynuma doğru indiğinde ne söyleyeceğimi hatırlayamayacak kadar kayıptım.

Boynumda öncekilerden daha sert, daha ağır hareket ediyordu. Dokunduğu her noktaya kalıcı bir iz bırakmak ister gibi oyalanıyor, diline ve dudaklarına dişleriyle de destek veriyordu. Ona aynı sertlikte ve yavaşlıkta kalçalarımla eşlik etmeye başlayışım ise tamamen içgüdüseldi. Oturup kalkar gibi kasıklarında oynattığım kalçamla onu eziyordum, bu ezilmeden aldığı zevki ise ondan değil aletinin şişkinliğinden anlıyordum.

“Sikimi içine kabul eder gibi kalçalarının beni ezmesine bayıldım ama bunu saatlerce de yapsan içine girip duvarlarına çarpmadan patlamayacağım, Seray.”

Boynumdan dudaklarını konuşmak için çektiğinde bu tatlı acı işkenceden kaçarak başımı geri çektim. “Çarp o zaman,” dedim pürüzlenen sesimle. “Bugüne kadar yaptığın imaların altını doldur Avcıoğlu.”

Dudaklarında pis bir gülümseme belirdi. O gülümsemenin pisleşmesi tamamen bakışlarındaki kararmayla orantılıydı.

“Altımda parçalanmak için sabırsızlanıyorsun, deliğin benimle bir an önce dolup taşsın diye söylediklerinle beni gaza getiriyorsun. Yürümeyi unutmak mı istiyorsun?

Göğüslerim alıp verdiğim nefesle şiştiğinde bakışları oraya kaydı. Söyledikleri bir bir zihnimde somutlaşırken artık eşofmanına kadar taşırdığım ıslaklığımın saklanacak bir yanı yoktu.

“Aklınca ceza mı veriyorsun? Benden ufacık bir karşılık gelse, bugüne kadar ölsen beklemezdin değil mi? Beklettiklerimin faturasını kesiyorsun.”

Kalçamda duran ellerinden biri, beni parmaklarıyla sıkmayı keserek geri çekildi. Elinin yeni durağının neresi olacağını kestirmeye çalışarak nefesimi tuttuğum sırada sütyenimin kopçası çözülmüş, askıları olmayan sütyen pat diye karnına doğru düşmüştü.

Elini kalçalarımdan çekmesinin sebebi olsa olsa memelerimi serbest bırakmak olurdu zaten, şaşırtmamıştı beni.

Açığa çıkan, sütyen varken çoktan şişmeye başlayan ve havayla temas ettiği anda büzüşen meme uçlarımı kopçamı açtığı eliyle sırayla sıktı.

Hassaslaşan uçlarımda beliren acıyla yerimde neredeyse sıçrayarak dudaklarımdan bir iç çekiş bırakmıştım.

“Sen ceza görmemişsin,” dedi başparmağı sol mememin ucunu aşağı yukarı itip ezerken. “Görmek istersen… Seve seve tanıştırırım, karım.”

Titredim. Baştan ayağa, tüm bedenimin dahil olduğu titreme son bulana dek dudaklarımı aralayamamıştım.

“Ağzın boş kalınca çok konuşuyorsun,” dedim nefes nefese. ‘Öyle mi’ der gibi kaşlarını kaldırdı. “Doldursana ağzımı, ne vereceksin bana?”

Onu öpmemi hatta belki elimi ağzına vurup tokatlamamı bile bekliyor olabilirdi ama ensesinden tutup başını göğsüme doğru çekerken göğsümü ağzına itmemi bekliyor olamazdı.

Kendimi yukarı, onu aşağı iterek ağzını göğsüme kavuşturduğumda birkaç saniye durmasının sebebi de bu beklenmediklikti. O birkaç saniyenin sonunda ağzının tamamı benimle dolmaya başladı.

Beni yer gibi emip ısırırken nabzım sürekli başka bir yerime taşınıp orada hissedilir hale geliyordu. Ensesine doğru uzayan saçlarını çekiştirerek onu geri çekmeye çalışır görünsem de asıl amacım beni ağzıyla daha sert sevmesiydi.

Bulunduğumuz pozisyonda, ben kucağında oturuyorken üstte olan ve yönlendiren benmişim gibiydi. Beni, ben daha ne olduğunu anlayamadan koltukta sırtüstü yatar hale getirdiğinde ise artık üstte olan oydu.

Sol göğsüm zonklayacak kadar çok onun baskısına maruz kalmışken diğeri imrenerek aynı baskıyı hissetme isteğiyle sızlıyordu. Uzandığım yerde bacaklarımı aralamış, o aralığa kendi iri bedenini sıkıştırarak üstüme kapanmıştı. Yere doğru düşük olan elimi kaldırarak sağ göğsüme attım.

Göğsümü sıkacağım sırada sertçe bileğimden yakalanmış, elim başımın üstüne doğru hapsedilmişti. “Dokunmayacaksın,” dedi dudaklarını ucumdan ayırıp bana doğru bakarken. Ona bu şekilde üstten bakıyor olmak başımı döndürmüştü. Meme ucum kızarık bir biçimde ağzının dibindeydi, kendimi öne itip tekrar beni emmesi için çırpınmak istiyordum.

“Kendine dokunmayı çok mu seviyorsun?” diyerek sorduğu soru aslında beni dikizlediği an içindi, biliyordum.

Bu soruya vereceğim cevap onun için ateşleyici olacaktı. Ben ateşi en har haliyle, en gür alevleriyle hissetmek istiyordum.

“O el bana ait değildi zihnimde,” dedim bir nefeste. Bu bir yalan da değildi. Anın sıcaklığıyla dudaklarımdan fırlayan bir itiraftı.

Sinirleri bozulmuş gibi güldü bir an. Burnunu göğüslerimin arasına yasladı. “Ben sana dokunmak için çıldırırken kendine dokunuyorsun ve o eli benim elim mi varsayıyorsun? Cidden mi?”

“Hı hım,” dedim yalancı bir masumiyetle.

“Benim elimin sana neler yapacağını aklın hayalin alamaz, küçük elinle ve o ince parmaklarınla doyurabildin mi burayı?” Nereyi kastettiğini anlamak için somutlaştırmasına ihtiyacım yoktu ama erkekliğini ıslaklığımda kaybolmak üzere olan çamaşırın üstünden bana bastırmıştı sertçe.

Başımı koltuğa doğru bastırdım. Boynum gerilerek acımıştı ama o acıyı düşünebilecek kadar kendimde değildim.

Yüzü memelerime gömülüyken bir eli aramıza sızdı. Kadınlığımın üstündeki küçük, düz yere parmakları sürtündü. Çamaşırın kumaşıyla örtülü olan tek alan burasıydı. Parmaklarını direkt olarak hissedemiyordum. İçimden bir ses özellikle bu noktayı seçtiğini söylüyordu.

“Daha,” diye fısıldadım dibimde olmasa duyamayacağı kadar kısık bir sesle.

“Ne daha yavrum? Daha mı sert?” Olduğu yeri parmak izlerini çıkartır gibi sert okşadı. Ne demek istediğimi biliyordu, benimle oynamasına normal şartlarda delirmeli ve belki altından kalkıp gitmeliydim ama bu bile kanımın çağlamasına neden oluyordu.

“Daha aşağı,” diye tamamladım bu kez.

Açık bir biçimde istediğimi dile getirmeme aferin verir gibi elini aşağı kaydırdı. Birkaç gün önce banyodan çıktığım ve önünde onu delirtmek için salındığım dakikaların sonunda kadınlığıma kapadığı avucunu anımsayarak kasıldım.

Beklentiyle, kurduğu hayallerle şişen ve sızlayan o uç noktayı kalın parmaklarıyla ezerek okşadığında belim havalanmak için direndi. Üstüme gölge gibi kapanan bedeni olmasa bunu devam ettirebilirdim fakat beni kafesine almış ve yattığım yere geri bastırmıştı.

Çamaşırımın küçüklüğü onun işine hiçbir şekilde engel olmadığından onu çıkartmak için bir çabaya girmek yerine sadece hafifçe kenara itmekle yetinmişti. İpinin elini çizdiğinden emindim fakat hiç umursamadan onun için şişip kabaran tepemi parmaklarıyla ezmeyi sürdürdü.

Bir kez daha ona daha da aşağı inmesini söylemek için cesaretlenebilsem dudaklarımı aralar ve parmaklarının kadınlığımın merkezine, kasılıp duran deliğime inmesini sağlardım. Bunu yapacak kadar dilim çözülmüş değildi henüz.

Üstümde biraz yukarı yükseldi. Eli bulunduğu yerden kopmadan dudakları dudaklarımı yakaladı. Bu kez büyük bir ihtiyaçla, susuzken su içer gibi öpen taraf bendim. Dudağını ağzımın içinde kaybedecek gibi emerken bana karışmadı.

Koltuğun dışına düşecek gibi dengesiz duran bacağım havalanarak çıplak beline sarıldığında ayağım kalçasına doğru sarkıyordu. Ona daha yakın olmak, daha derinde hissetmek ve hissettirmek için daha önce böylesi bir baskı hissettiğim olmamıştı. Zihnim puslu, yarı açık ancak görmeme yaramayan gözlerim kördü.

Zevkle tırmandığım dağın zirvesini görmeye yakın bir yerde dişlerimi sertçe dudaklarına geçirdim. Onu ısırmam ve kaskatı kesilen bedenimden hangi anda olduğumu kavrayarak bana işkence etmek ister gibi parmakları yavaşladı.

“Durma,” diye soludum dudakları dudaklarımdan doğru düzgün kopamadan.

“Dur desen de bu saatten sonra hakkın bitti, sikimde olmaz; sence durur muyum?”

Başka bir şey söyleyemedim. Kalçam onun hareketlerine eş bir biçimde yuvarlaklar çizerek yerinde duramazken ara ara bedenine çarpıyordum. Elinin aramızda sıkışmasına neden olan hareketlerime dişlerini sıkarak, boynuma gömülerek karşılık veriyordu.

Benim dur dememle bile durmayacağını söylemişken, elini biraz daha bana bastırsa içimdeki doluluk kasıklarımdan aşağı akacakken kulaklarıma çarpan sesle birlikte dondum.

Kendi kendime bunu reddederek, yanlış duyduğumu varsayarak bekledim ancak Cevahir’in duraksayan parmakları beni yeterince doğruya itmişti.

“Zil miydi o?” dedim şaşkınca.

Bu evin zili, varlığını zaman zaman unutacağım kadar az çalardı. O az rastlanan anlardan birinin sırası mıydı?

Onun cevap vermesine gerek kalmadan bir kez daha aynı ses duyuldu. Bu kez kulaklarım az önceki gibi uğuldamadığından direkt olarak duymuştum zili.

“Kim ki?” diye mırıldandım. Cevahir köprücük kemiğime yüzünü yaslamıştı, sanırım kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu anın bölünmesi trajikomikti, haftalardır aradığına kavuşmuşken araya reklam almışız gibi olmuştu.

Göğsüm körük gibi şişip sönüyordu. Nefeslerimin düzene girmesi için beklerken çıplak göğsüme yaslanan ve benimkinden farksız şekilde çıplak olan gövdesi beni eziyordu. Kolumu yorgunlukla omuzlarına doğru attım. Parmaklarım ensesini teğet geçip durakladı.

“Habersiz gelecek kimse var mı?” diye sordum bu kez cevap alabilme umuduyla. Kapı bir kez daha çaldı.

Soruma cevap alamadım yine ama Cevahir hızla üzerimden doğrulup ayaklandı. Bu sinirle kapıdaki her kimse onu kovalayabilme ihtimali yüksekti. Koltukta eciş bücüş bir hal alan tişörtünü alarak üstüme geçirirken peşinden koşturmam bu yüzdendi.

“Cevahir!” dedim arkasından yetişmek için koşarken. Yarım bırakılmış, zevkten titretilmiş bir halde koşmak kesinlikle konforlu değildi. Bacak arama yayılan ıslaklığı yürürken de hissediyordum.

Kapıya varmadan onu yakalamıştım. Daha doğru sesimi duyduğunda bana dönmüş ve kapıya uzanmamıştı.

“İçeri,” dedi bana başıyla salonu gösterirken. “Bu halde nereye?”

Tişörtünü giymiştim, bacaklarımın yarısını kapatan tişörtü normalde giydiğim elbiselerin bazılarından uzundu aslında.

“Tişört-…” diyerek açıklayacağım sırada yüzü gölgelendi. “Amına koyayım o tişörtün, yüzün boşalmak üzereyken kapı çaldı der gibi bakıyor Seray. Gir içeri.”

Resmen öfke kusuyordu. Öfkenin hedefi ben değildim, kapıdaki davetsiz ve bahtsız misafirdi.

Omuz silkerek yerimde sallandım. “İyi be!” diye söylendim. “Ben dedim sanki kapı çalsın diye,” diyerek söylenmeyi sürdürüp salona girdim yeniden. Kapının eşiğinde durdum. Yaklaşmayan kimse beni göremezdi bu şekilde.

Cevahir’in alnına silah da dayansa kapıdakini eve almayacağını, ben bu haldeyken kimsenin görmesine izin vermeyeceğini biliyordum. Manyaktı biraz… Kıskanç, sahiplenme dürtüleri anormal ve öfkeli bir adamdı.

Bir iki adım sesinin ardından kapıya varmış olacak ki sesler kesildi. Kapıyı açtığını duydum. Kapıyı açıp kendini gösterirse benim yüzümdeki ifadeden çok daha açık bir görüntü verecekti. Eşofmanından taşan şişliği pek hayal gücüne yer bırakmıyordu çünkü.

Kapıyı yarım açtığını düşünerek başımı biraz dışarı uzatıp baktım. Öyle yapmıştı.

“Ne bok yiyorsun burada?” diye sorarken takındığı tavra bakılırsa misafirimizi görmek Cevahir’in sinirlerini sevişmenin bölünmesinden daha da fazla bozmuştu.

Güvenliklerin önüne geleni kapıyı çalması için içeri almayacağını biliyordum. Bu nedenle kapının ardında olabilecek isim konusunda liste sınırlıydı aslında.

Tahminlerimi kendi kendime sayacakken duyduğum sesle birlikte gözlerim irice açıldı. Omuzumu kapıya doğru çarpacak şekilde yalpaladım.

Tahminlerimden biri olmayan, kapıda belireceğini düşünemeyeceğim ismin sesi kulaklarıma dolduğunda beş saniye sonra ne yaşayacağımıza dair hiçbir fikrimin olmaması korkunçtu.

 

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm