Gözyaşı Kadehleri 25.Bölüm
25.BÖLÜM
Uyuyabileceğimi
düşünmediğim ve buna güvenip üstümü bile değiştirmeye gerek duymadığım,
yalnızca onu uyutmak ve sakinleştirmek için uzandığım yatakta gözlerimi
aralarken hesapladığım her şeyin yanlış olduğunu fark etmiştim.
Derin bir uykudan
uyanmış olduğumu hissediyordum. Odanın yarı karanlık yarı aydınlık oluşuna
bakılırsa ertesi sabahın ilk saatleri çoktan gelmişti. Deliksiz bir biçimde
uzunca uyumuştum.
Uzanırken
amaçladığım tek şey sabaha kadar uyuması ve biraz olsun sakinleşmesiydi. Ancak
gözlerimi araladığımda uyumadan önce karnımda hissettiğim ağırlığı da, yatağın
diğer kısmındaki sıcaklığı da kayıptı. Burada değildi.
Alışkın olmadığım
saat aralıklarında uyuduğum zamanlarda olduğu gibi sersem ve mayışmış
hissediyor olsam da yavaşça olduğum yerde doğrulmaya çalıştım. Örtüyü her
zamanki gibi yatağın ucuna doğru atmıştım; tişörtüm karnıma kafasını yaslamak
için araladığı şekilde açık değildi düzgünce belimi örtecek şekilde kapalıydı.
Etrafı az da olsa
görebileceğim şekilde güneşin kendini göstermeye başladığı ilk saatler kadar aydınlık
olan odada doğrulur doğrulmaz elimi komodine attım. Telefonumu uyumadan önce buraya
alıyordum, acil bir şey olursa arandığımda duymalı ve her ne olursa olsun o
telefonu açmalıydım.
Telefonum burada
değildi.
Uyumayacağımdan o
kadar emindim ki aklıma bile gelmemişti bu. Söylenerek yataktan kalktım. Hiçbir
yere uğramadan adımlarım beni koridora taşıdı.
Merdivenleri
inmeye başlamadan önce yatak odası dışında bu katta bulunabileceği diğer iki
odayı kontrol etmiştim hızlıca. Ne ortak banyoda ne de çalışma odasındaydı.
Mutfakta ya da
salonda, en kötü ihtimalle de sabahın körü olsa da bahçede bulunması için
kendimce küçük isteklerde bulunarak alt kata indim. Bu seçenekler dışında kalan
hiçbir ihtimal, sabahın bu saatinde Cevahir’in amacının normal bir şey olduğuna
beni inandıramazdı.
Dün olayların
sıcağıyla yüksek bir patlama yerine koca bir sessizlikle tepki vermişti
duyduklarına. Gün döner dönmez o sessizlik yerini patlamaya bırakmış olabilir
miydi?
Son merdiven
basamağını indikten sonra sağa sola adımlamadan önce dudaklarımı araladım.
“Cevahir?” diyerek ortalama bir sesle evin içinde dağılacak şekilde adını
dillendirdiğimde hiçbir geri dönüş alamamıştım. Sert bir nefes verdim.
Sırasıyla salona,
mutfağa ve son anda aklıma gelince -sabahın bu saatinde de olsa- bodrumdaki
mahzene de bakmıştım.
Hiçbir yerde
yoktu.
Evin kapısını
açarak çıplak ayaklarıma aldırmadan bahçeye fırladım.
Kapıdan garaja ve
bahçenin diğer kısmına uzanan taşlı yolda ayaklarım zemini aşındırırken yönüm
belliydi.
Hava kötü olmadığı
sürece kapalı garajda değil garajın önündeki alanda duran, Cevahir evdeyken
yeri hep orası olan arabayı aradım bakışlarımla.
Gözlerim bile tam
açılmamış şekilde, üstümde buruş buruş olan tişörtüm ve şortumla birlikte
aklımı yitirmiş gibi bahçede durmam dikkat çekmiş olacak ki güvenliklerden biri
hızla yanıma gelmişti.
“Seray Hanım,”
dedi tereddütle. “İyi misiniz?”
“Cevahir nerede?”
diye sordum bakışlarımı olmayan arabanın yarattığı boşluktan yavaşça çekip
adama doğru çevirirken. Dünden beri beni Cevahir’in peşinde onu arar halde
buluyorlardı, güvenliklerin hakkımda ne düşündüklerini merak etmiyor değildim.
Dünkü gibi bana
‘bahçede’ demesini diliyordum. Adam konuştuğunda ise dilek hakkımın boşa
gittiğini anlamıştım.
“Bir saat kadar
önce çıktı kendisi, nerede olduğunu bilemiyorum efendim.”
Avucumu alnıma
doğru bastırarak yüzüme doğru gelen saçları geriye ittim. Gözlerimi birkaç
saniyeliğine kapattım.
İşe gitmiş
olamazdı. Bu saatte acilden ve yatan hastaların bulunduğu servislerden başka
hiçbir alanı aktif olmayan Vita’ya gidip ne yapacaktı?
Gözlerimi açar
açmaz yönümü eve doğru çevirdim. Adamın yanından ona hiçbir şey söylemeden
fırtına gibi geçip gitmem muhtemelen aklında soru işareti yaratmıştı ancak
oturup ona tüm bu karmaşayı anlatacak halim yoktu.
Eve geri
girdiğimde kapı daha arkamdan kapanamadan telefonumu bıraktığım yere, salona
doğru gittim.
Telefonumu alır
almaz ekranı kontrol etmiş ve herhangi bir arama ya da mesaj olup olmadığına
bakmıştım.
Son arananlarımda
popüler bir isim olduğundan saniyeler içinde adını bulmuş ve telefonu kulağıma
yaslamıştım.
Telefonu kulağıma
yaslar yaslamaz tanıdık, duymaya aşina olduğum melodi salonun diğer ucundan
yükseldiğinde iç çektim.
Harika
ilerliyorduk. Telefonunu evde bırakmıştı.
Bilerek veya
bilmeyerek yanına almadığı telefon çalmaya devam edip sinirlerimi iyice
bozmasın diye telefonu kulağımdan çekip kapattım.
Uykudan uyanır
uyanmaz hareketli ve bol düşünceli bir duruma geldiğim için anlık sarsılmıştım.
Koltuğun bir ucuna oturup bakışlarımı kapalı televizyon ekranına diktim.
Bana ulaşamıyorsan, Teo’ya ulaş. O an beni araman
gerekiyorsa, bana bir şey söylemen gerekiyorsa ve ben ortada yoksam Teo’yu bul.
Cevahir’in daha önceki
bir telefon krizinde ona yükseldiğim sırada söyledikleri aklıma düştüğünde
omuzlarım gevşedi.
“Teo tabii…” diye
mırıldandım. “Hangi işin peşindeyse, Teo da yanındadır kesin.”
Telefondan bu kez
Teoman’ın numarasını bulup aradım. Birkaç kez çaldı. Açılacağına dair inancım
giderek azalırken aramanın yanıtlandığını belli eden küçük bir ses duyuldu.
Ardından Teoman’ın uyuşmuş gibi çıkan sesi geldi kulağıma.
“Yenge?” derken
uykudan saniyeler önce kalktığı belliydi. Bu bilinçsizliğine rağmen bana adımla
değil ‘yenge’ diye seslenmesine daha sonra vaktim olunca hayret edecektim
mutlaka.
“Uyandırdım mı?”
diye sorarken biraz pişmandım. Saat henüz yedi bile olmamıştı, sabahın
gerçekten köründe onu uyandırmam hoş değildi.
“Bir şey mi oldu?
İyi misin?” diye sorular sorarken sanırım ilk ana kıyasla biraz daha kendine
gelmişti. Sesinde hafif bir sorgu ve endişe vardı.
“İyiyim,” dedim
direkt. “Bir şey yok.”
“Rüyana mı girdim
peki yenge? Sabahın…” dedikten sonra biraz durdu, sanırım saate bakmıştı.
“Sabahın altısında beni aramışsın gibi oldu da çünkü.”
“Cevahir yanında
sandım,” diye konuştum kısık bir sesle.
“Vallahi yalnız
uyuyorum, kocanı yatağımda tutuyorum diye mi güneş doğmadan beni aradın?”
Gülecek gibi
oldum tüm gerginliğime rağmen. Yan yana uyuyan Cevahir ve Teoman hayal etmek
bana iyi gelmemişti.
“Evden çıkmış bir
saat kadar önce,” dedim açıklayarak. “Ben yeni uyandım, göremeyince de…”
“Merak ettin,”
diyerek tamamladı beni. Doğru sözcükler bunlar mıydı emin değildim. Merak
etmiştim biraz ama asıl hissettiğim duygu endişeydi. Nerede ve ne yapıyor
olduğunu kestiremiyordum.
“Neyse,” dedim
uzatmadan. “Telefonunu burada bırakmış, seni başka bir şekilde ararsa ya da
yanına gelirse haber verirsin bana. Uyu hadi, kusuruma bakma.”
“Ne kusuru yenge,
sıkıntı yok. Haberim olursa ararım ben seni.”
Teoman’ın dün
olanları bilip bilmediği hakkında bir fikrim yoktu. Bu nedenle Cevahir’in
haberi olmadan babası ve yengesiyle ilgili durumdan veya Levent’ten bahsedemezdim,
neye endişelendiğimi düzgünce açıklayamazdım.
Telefonu
kapattıktan sonra bir süre elimde sıkı sıkıya tutup öylece bekledim. Pazar
sabahına daha güzel(!) nasıl başlanabilirdi, bilmiyordum.
Evde
yapabileceğim hiçbir şey yoktu, gerçi olsa da odaklanıp uğraşabileceğimden emin
değildim. Aklım ondaydı.
Koltukta kendime
doğru çekip sarıldığım bacaklarıma ağırlığımı vermiş, dizlerime çenemi
yaslamışken olduğum yerde kaldım bir süre. Duvardaki geniş antika saati
izlerken dakikalar birbiri ardına gelip geçti.
Teoman beni geri
aramadı. Henüz onun da haber almadığını varsayıyordum bu nedenle.
Cevahir’in
telefonu çalmadı. Salonun diğer ucunda kalan telefona doğru da hiç gitmedim
zaten. Ben aradığımda çaldığına göre sessizde değildi, kendi telefonundan bana ulaşmaya
çalışsa duyardım.
Oflayıp
puflayarak, söylenerek ve kimi zaman sıkılarak koltuğa sinmiş oturuyorken beni
yerimden kaldıran açlığım ya da başka bir ihtiyacım olmadı. Koridordan taşıp
bana doğru gelen, ev çok sessiz olduğu için duyabildiğim anahtar sesiyle
hareketlenmiştim.
Güvenliklerin
kafalarına göre anahtarla eve girmeleri mümkün değildi, bugün Pazar’dı yani
Vildan Hanım ve Mira gelmiyorlardı. Geriye tek seçenek kalmıştı.
Sert adımlarla
salondan çıktım. Ben kapıdan çıkarken dış kapı da kapanmıştı, duymuştum.
Koridorun salona
yakın kısmında, girenin adımlar adımlamaz beni göreceği şekilde durdum.
Kollarımı göğsümde çaprazlayarak düz bir yüz ifadesiyle beklemeye başladım.
Birkaç adım
ilerisinde beni görmeyi beklemediği yüzündeki anlık afallamadan dışarı yansıyan
Cevahir’i izlerken istemsizce bakışlarım baştan ayağa onu süzmüştü. Öylesine
yaptığım, sonucunda bir şey görmeyeceğimi düşündüğüm hareketimin sonunda
gözlerim gözlerindeydi.
“Seray..?” dedi
tereddütle. Beni bıraktığı şekilde uyuyor halde bulmayı bekliyordu sanırım.
“Hoş geldin
kocam,” dedim gün boyu özlediği kocasını akşam işten dönerken karşılayan
sevimli bir eş gibi. Ama bu denklemde tutmayan birden fazla değer vardı.
Bir şey
söylemeden yüzüme bakmaya devam etti. Bana doğru bir iki adım daha attı.
Fazlasıyla yakınıma gelmişti artık.
Omuzumu hafifçe
yasladığım duvardan ayırarak dik bir şekilde önünde durmaya başladım.
“Neredeydin?”
“Hiçbir yerde,”
derken dalga geçiyor olmalıydı. Buna güvenerek güldüm hafifçe. Şakası komik
olmadığı halde gülüyordum, değerimi bilsindi. “Neredeydin sabahın köründe,
telefonunu bile almayarak gitmişsin hatta nereye gittiysen?”
“Önemli bir yerde
değildim,” dedi az öncekinden çok da farklı olmayan saçmalıkta bir cevap
vererek. “Sen niye bu kadar erken uyandın?”
Konumuz benim
uyanma saatim asla değildi.
“Ne bok yersen
ye, Cevahir.” dedim yorgun bir sesle.
Yanından geçip
giderek varmak istediğim yer mutfaktı. Su içecektim. Hatta kahve de olabilirdi.
Beynimi sabah sabah öyle meşgul etmişti ki acilen kendime gelmem gerekiyordu.
Beni durdurmadı.
İşine geldiğinde
kolundan tutup durdurduğu kadındım, işine gelmediğindeyse ağzını açıp basit bir
açıklama bile yapmadan öylece gitmesine izin verdiği kadın…
Saat dokuza
dayandığında, aradan geçen iki saate yakın zamanda kayda değer hiçbir şey
olmamıştı, bulunduğum yer giyinme odasıydı.
Onun evin
neresinde olduğu bile umurumda değildi. Mutfaktan çıktıktan sonra odaya gelmiş
ve uyumasam da uzanarak zaman öldürmüştüm. Buna daha fazla devam edemeyeceğimi
anladığımda ise durağım giyinme odasıydı.
Yarım kollu,
bedenime yapışan koyu kahve bir elbiseyi bulup üstüme geçirdikten sonra dizimin
biraz altında biten elbiseyi yükseltmesi için ayağıma hafif topuklu bir
ayakkabı geçirdim. Giyindikten sonra makyaj masamın önünde duran pufa oturup uzunca
bir süre yüzümle uğraştım.
Sıkıntıdan her
birini sürdüğüm ve özendiğim makyaj malzemelerimle işim bitince parfümümü sıkıp
ayaklanmıştım. Saçlarımı havalandırarak omuzlarımdan aşağıya döktükten sonra
çantamı da alıp odadan çıktım.
Merdivenleri
inerken evin içinde tok bir şekilde yankılanan topuk seslerim eşliğinde alt
kata indiğimde hiçbir yere uğramadan direkt dış kapıya yürüdüm.
Kapıyı
olabildiğince fazla ses çıkartarak açtığımda ben arabama gidemeden arkamdan
yetişeceğini biliyordum.
Ne yaptığımı bilmediği
bir planıma tahammülü yoktu. Umurumda mıydı? Bu sabahki tavrından sonra… Hayır,
değildi.
“Seray?” diye
seslendiğini duymamış gibi garaja yöneldim. Çantamın küçük zincirini düzeltip
omuzuma takarken adımlarım ne hızlı ne yavaştı. Bu hızdaki adımlarımla beni
yakalaması işten bile değildi.
Yakalaması için
hareket ediyor olduğumu bile bile bana yetişip önüme geçtiğinde sinirlenmiş
gibi kaşlarımı çattım. “Ne var?”
“Nereye?” diye
sordu yüzümü dikkatle izlerken. Kıvırıp siyaha boyadığım kirpiklerimde, kızıl
kahve rujumla renklenen dudaklarımda, allıkla canlanan yanaklarımda uzun uzun
bakışları gezindi. Beni izlerken geçirdiği zaman boyunca sorusunu cevaplamadım.
İncelemesi son yaklaşmış olacak ki gözleri yeniden gözlerimin içine kaydı.
“Neden bu kadar
hazırlandın?”
Omuz silktim.
“Canım istedi.”
“Nereye
gideceksin?”
“Önemli bir yere
değil,” dedim onun saçmaladığı gibi.
“Seray,” dedi
kendini sakin kalmaya zorladığı belli olurken. “Ben cevap vermedim diye kısasa
kısas yapmaya mı çalışıyorsun? Üşenmeyip iki saat hazırlandın yani bunun için.”
Dudaklarımı
kıvırdım. “Kimsin ki sen?” dedim alayla. “Ben senin derdine düşüp
hazırlanacağım, evden çıkacağım; komikmiş.”
“Kimim ben, öyle
mi?” dedi yüzünü yüzüme doğru beklemediğim anda yaklaştırıp. Kendimi geriye çekmedim.
Ondan korkan, onun gibi olsun misyonu ile ilerliyordum.
“Sabah yanında
göremeyince endişelendiğin adamım, doktor. Güvenlikler ayrı, Teo ayrı bahsetti.
Bensiz uyanmak istemediğini bilseydim, sıcaklığında kalmaya devam ederdim senin
için.”
Bir süredir görmediğim
ama aslında tanıdığım ilk hali olan, eline geçen her şeyi özenle kullanan
Cevahir’in geri gelişine sadece hafifçe gülümsemekle yetindim.
Benden beklediği
bu değildi, biliyordum. Ona laf yetiştirmemi, bağırıp çağırmamı düşlüyordu.
Dün ‘sıcaklığımda’
uyumak için kendini öne atan o değilmiş, yanımda uyumasını tek başıma ben hayal
ediyormuşum gibi konuşuyordu. Üstelemedim, itiraz etmedim.
“Basit bir cevap
bile veremeyecek kadar da düşüncesiz bir adamsın,” dedim söylediklerine ekleme
yaparak. Kızgın ya da ters değildi sesim. “Güvenlikler anlatmış, Teo anlatmış;
iyi, bravo. Ne oldu, eğlendin mi duyunca? Madem endişelendiğimi o kıvrımlı
aklın alabildi, sabahın beşinde telefonsuz ne cehenneme gittiğini de
söyleseydin basitçe.”
Karşı karşıya
duruyorduk ama en ufak bir temasımız yoktu. Benimle aynı anda bu farkındalığı
yaşamış gibi avucu elbisenin kumaşının sardığı belimi, kumaştan daha sıkı bir
şekilde kavradı. Elinin üstüne elimi yaslayarak itmek için uğraşacaktım, elimi
eline dokundurduğumda hissettiğim anormal serinlik yüzünden duraksadım.
Elleri sıcak
olurdu. Elinin bana değdiği ve beni üşüttüğü bir an hatırlamıyordum. Mayıs’ın
ortasında, ılık bir havada eli niye soğuktu?
Belimden elini
itmek için hareketlendirdiğim elim direkt olarak yüzüne çıktı. Alnına ve
yanaklarına hızlıca dokundum.
“Ateşin var
senin,” dedim kaşlarım çatılırken. Diğer elimle boynunu yokladım. Teni
sıcacıktı, normal bir sıcaklık değildi.
“Doktora mı
gideyim?” derken sanırım kendi dilinde şaka yapıyordu, gözlerimin içine güvenli
bir yerdeymiş gibi bakıyordu çünkü. Ateşin var demem umurunda değildi. Beni de
bir doktorla yan yana bıraksalar ateşim umurumda olmazdı tabii.
Teninin sıcaklığı
dışında herhangi bir belirtisi yoktu. Üşüyorsa da dışarı yansıtmıyordu.
Titreme, bakışlarda kayma, halsizlik; hiçbiri yoktu. Sapasağlam karşımdaydı
ateşten teniyle.
“Ambulans
çağıralım istersen,” dedim başımı geriye doğru atıp yüzüne bakarken. “Ama
yanlışlık yapmasınlar, akıl hastanesine götürmeleri lazım çünkü seni.”
“Özlersin beni,”
dedi omuzlarını hafifçe sallayıp. Ben yapsam mızmızlanan çocuk olurdum ama onda
her hareket gereksiz bir biçimde erkeksi ve karizmatikti. Gerizekalıydı ama
çekiciydi de işte, bir yerden alınmış diğer yerden bonkör davranılmıştı
herhalde.
“Yok,” dedim
teselli eder gibi. “Merak etme beni, hiç özlemem.”
“Sabah
özlemişsin,” dedi açık kahvelerini bana dikip. “Yine özlersin.”
Güvenlikleri ayrı
Teoman’ı ayrı haşlayacaktım. Her şey sıraylaydı.
Şu an önceliğim
birilerini haşlamak değil, haşlanıyor olan bu insan irisini normal vücut sıcaklığına
kavuşturmaktı.
“Eve yürü,” dedim
başımla kapıyı işaret ederken. “Bedenin nasıl direniyor bir fikrim yok ama
birazdan devrileceksin muhtemelen, ateşin fazla yüksek.”
“Sen?” dedi hemen
çocuk gibi inatla bakışlarını yüzümden çekmezken.
“Ben önemli olmayan
yerdeki işimi halletmeye gideceğim,” dedim göz devirerek.
Ateş fiziksel
olarak onu kısıtlamasa da sanırım algısını biraz etkilemiş olacak ki, evde
kalacağımı anlamamıştı.
“Hipokrat
duymasın,” dedi ciddi bir biçimde.
Sinirlerim
bozularak uzunca ve sesli bir şekilde güldüm. “Ne?” dedim şaşkınca.
“Hastanı terk
edip gittiğini duymasın, yemin etmedin mi sen işte?”
Ateşinin giderek
yükseldiğini bir ateş ölçer olmadan, cümlelerinden anlayabilmem mümkündü. Ağır
saçmalıyordu.
“İnanılmaz bir
kafa gerçekten,” dedim hayretle. Belime yapışkan gibi yapışan elini itsem de
direneceğini biliyordum. Beni bırakması için çırpınmadan onun yanına doğru
geçerek bedenimi eve doğru çevirdim. “Hipokrat’ın hatırına geliyorum o zaman,
yanlış anlama sakın.”
“Sikeyim
Hipokrat’ı,” diye homurdandığını duymuştum yürümeye başladığımızda.
“Dağı taşı
bıraktın, Hipokrat’ta yani sıra?” Huysuzken neye söveceğini şaşırıyordu.
“Kaynak yapsana,”
dedi başta boş boş suratına bakakalacağım şekilde garip bir istekte bulunarak.
Birkaç saniye anlamsızca durdum. Tepki vermediğimde yürürken konuşmaya devam
etti. “Sırada öne geç diyorum, bir türlü sıra sana gelmiyor.”
“Ateşin
kasıklarına vurmuş, geçecek. Üzülme.” dedim teselli eder gibi.
“Kasıklarıma
başka bir şey vursa keşke,” dediğinde onu evin kapısından içeri itmekle
meşguldüm. “Tekme nasıl?” dedim ayağımı hafif kaldırırken. Hazır topuklu da
giyiyordum, kalıcı hasar bırakmalıktı tam.
“Kıyabilecek
misin?” diye sorarken biraz kısılmaya başlayan bakışları yüzümde geziniyordu.
Kapının arkamızdan kapandığından emin olduktan sonra onu ilerlemesi için ileri
doğru ittim azıcık. İki katımdan kesin fazla, üç katımdan belki az olan bir
adamı kucaklayacak halim yoktu. İttire ittire halledecektim artık.
Sorusuna cevap
vermediğim için yarı saklı bir beklentiyle gözlerime bakmasını umursamadan
merdivenlere doğru adımladım onu da çekerek.
“Niye yukarı
çıkıyoruz?” diye yeni bir soruyla karşıladı durumu.
“Duşa gireceksin,
bir şey hissetmiyor olabilirsin ama ateşin yüksek Cevahir. Böyle duramazsın.”
“Hissediyorum,”
dedi kendini savunur gibi. “Ne hissediyorsun?”
“İyi olacak bir
hastayım, doktor ayağıma gelmiş. Böyle hissediyorum.”
Daha önce sarhoş
bir Cevahir’le karşı karşıya kalmışlığım vardı ancak o anda dahi kontrolü
elinde bir adamdı. Bilincini kaybetmesine alkol sebep olmuyordu belli ki.
Ateşinin başına vurduğunu ve bir sarhoştan beter çenesinin açıldığını
anladığımda istemsizce güldüm.
“Doktor ayağına
gelmedi, sen doktoru evine hapsettin bir süre önce Avcıoğlu.”
“Aferin bana,”
dedi ağzının içinde ek olarak anlayamadığım bir şeyler daha homurdanırken.
“Evet,” dedim
tebrik eder gibi. “Aferin sana. Şimdi oyalanmadan yürü bakalım.”
“İstemiyorum,”
dedi adım atmaya direnerek beni de durdururken. “İyiyim ben, duşa falan gerek
yok. Oturacağım salonda.”
Duşu reddetmesinin
aklıma gelen tek bir sebebi vardı. O da yavaş yavaş bedeninin alarm veriyor
oluşuydu.
Ona daha dikkatli
baktığımda kendini kastığını görmüştüm. Üşüme hissiyle savaşamamaya başlamıştı
belli ki.
“Israr edersem
seni ikna edebilir miyim?” diye sordum gözlerinin içine doğru bakarken. Sorumu
dinledi, hemen sonrasında da başını hafifçe iki yana salladı.
Gözlerim arkaya
doğru kaymak üzereydi. Ona böyle dolu dolu göz devirmek istiyordum. Haklı
olduğum, üste çıkabileceğim bir durumdan ateşlenerek sıyrılmıştı. Şu an ne
üstüne gidebilecek ne de bir başına bırakıp cezalandıracak iradem yoktu.
“Tamam,” dedim
merdivenleri boşu boşuna çıkmasın diye. Madem duşa girmeyecekti, yatakta ve
koltukta uzanması arasında bir fark yoktu zaten. “Salona geç, uzan o zaman.”
Israr etmememi
normal şartlarda garipserdi ancak soğuk duştan kurtulmuş olmanın rehavetiyle
hiç ağzını açmadan salona doğru yürümeye başlamıştı. Arkasından kurduğum hain
plandan habersizdi tabii…
~
“Sen çektikçe ben
tekrar koyacağım o havluyu, kolunu kaldıracak halin yok ama direniyorsun boşu
boşuna.”
Dirseklerinin iç
kısmına yerleştirdiğim soğuk suyla ıslatılmış havlu parçalarını çoktan
düşürmüştü. Ancak alnındaki, göğsü ve boynu arasındaki havlular için benimle
savaşamıyordu.
Gözlerini zar zor
açan haline baktım sakince. Uzandığı koltuğa doğru yaklaştırdığım sehpanın
üzerinde, dizlerim neredeyse koltuğa değecek kadar yakında oturuyordum.
Dakikalardır da buradaydım.
Soğuktan
kaçtığını düşünerek salondaki geniş koltuğa uyumak için uzandığında, kısa bir
süre sonra karabasanı gibi tepesinde soğuk suyla dolu bir kap ve havlularla
belirmiştim. Bana attığı yıkık bakışla, iyileştiğinde dalga geçecektim mutlaka.
“Yeter artık,”
derken son bir umutla yine göğsündeki havluya uzattı elini. Daha havluya
dokunamadan bileğini yakalayıp kolunu indirdim. “Yetmez,” dedim başımı
sallayarak. “Ya kalkıp duşa gireceksin ya da ben sana bunlarla soğuk uygulamaya
devam edeceğim.”
Gözlerini kapattı
usulca. Yorgunluğu yüzünün her zerresinden okunuyordu. Bu yorgunluğun ateşinin
olmasından çok, aklının doluluğundan olduğunu tahmin ettiğim için
sorgulamıyordum.
Sabah nereye
kaybolduğunu halen biliyor değildim ama gittiği yer onu dünden beter bir
yorgunluğa sürüklemiş gibiydi.
“Ateşim düştü,
sen söyledin demin.”
“Ateşin biraz
düşüyor, dedim Cevahir. Kulakların ağır mı işitiyor acaba, yaştan herhalde.”
Kapattığı
gözlerini zorlukla da olsa biraz açtı. Başını bana doğru çevirip yüzüme
baktığında tek kaşımı kaldırdım. “N’oldu? Yaşlı iması yapınca bi’ ayıldın.”
Yapabildiğince
ters bakışlar attı bana. Hiç takmadan göğsündeki ve alnındaki havluları henüz
ılınmamış olan suda bir kez daha soğutup yeniden yerlerine bıraktım.
Çıplak göğsü
-salona gelince onu soymuştum ve arsız bir ima bile yapamaması ateşiyle ilgili
daha da telaşlanmama neden olmuştu- hissettiği soğukla birlikte kasılırken
elimin tersini göğsünün ortasına doğru bastırdım. Birkaç ayrı yere dokunduğumda
öncekinden daha az sıcaklık hissediyordum.
Evimin tamamını
buraya taşıyınca, gelen eşyalarım arasında her ihtimale karşı evde tuttuğum
ilaçlarım da buradaki yerlerini bulmuşlardı. Biraz önce içirdiğim ateş düşürücü
hap onlardan biriydi.
“Uyu biraz,”
dedim kendini zorlayarak açık tuttuğu gözlerine bakıp. “Neden uykuya
direniyorsun?”
Sessiz kaldı.
Yüzümde dolaştırmayı sürdürdüğü bakışlarına karşılık verirken kastığımı fark
etmediğim omuzlarım ağrımaya başlayınca geriye doğru çekilip dik bir şekilde
oturdum.
“Doktor olmasan,”
dedi bir anda. Devamında ne diyeceğini merak ederek dikkat kesildim. “Ateşimi
düşürmek için uğraşır mıydın? Bu mesleki bir şey mi?”
Duraksadım.
Sorduğu soru beni biraz geriye, yıllar öncesindeki benliğime sürükledi.
Liseyi yatılı
okurken bir dolu insan aynı odada kalmak zorundaydım. Öyle ahım şahım bir yurt
değildi, yedi kişi bir odada kalıyorduk ve kendimize ait alanlarımız yoktu.
Havalar soğumaya
başladığı anda patır patır hasta olmaya başlar, birbirimize bulaştıra bulaştıra
bütün kışı hasta geçirirdik. Oda arkadaşlarımdan bazıları ağır hastalanınca
ailelerinin yanına dönüp, iyileşene kadar dönmeyecek şekilde şanslılardı.
Geriye kalan iki
kişi vardı. O iki kişiden biri bendim.
Lise bittikten
sonra bir daha kendisinden haber almadığım, almak için de harekete geçmediğim
fakat o yıllarda sıkıca tutunmaktan başka yolumun olmadığı benim gibi biri daha
vardı o odada. Üst kısmında uyuduğum ranzanın alt katı ona aitti. Sınıftaki
sıramın diğer yarısında o vardı.
Bütün vaktimiz
birlikte geçse de, kimse bize arkadaş gözüyle bakmazdı. Sanırım değildik zaten.
Ya da ikimiz de o kadar birilerinin varlığına yabancıydık ki arkadaşlıktan
bihaber iki inat ergen olarak arkadaş olduğumuzu birbirimize belli edemeyecek
kadar geride durmuştuk.
“Doktor değilken
de hasta bakmışlığım var,” dedim Cevahir’i daha fazla bekletmeden. “Bir şeyler
yapmaya çalışırdım doktor olmasam da. Sadece ne kadar işine yarardı bilemiyorum
şu an.”
“Kime baktın?”
dedi gücü tükense de kaşlarını çatmaktan geri kalmayarak. Biraz gıcıklıktan
biraz da sabahın intikamından sustum.
Sessizliğimi neye
yordu bilmiyorum ama huysuzlanarak kafasını çevirdi. Koltuğun sırt kısmına
doğru döndü.
Çocuksu tavrına
çaktırmadan güldüm. Artık ısınan, ona bir yararı kalmayan havluların her birini
bedeninden ayırdım.
Havlularla hiç
temas etmeyen yerlerden ateşini ölçtüm elimle. “Daha iyisin,” diye mırıldandım
kendi kendime.
Altındaki siyah
eşofmandan başka bir şeyin örtmediği bedeni bu kez iyice üşümesin diye
ayaklandım. Diğer koltuğa bıraktığım tişörtünü alıp yerime geri geldim.
“Tişörtünü giy
tekrar, kalk bakalım.”
Onu biraz olsun
ısıtacak bir teklifle sesimi duyurduğumda itiraz etmedi. Uzandığı yerden
doğrulduğunda tişörtü ona uzatmak yerine elimde toparlayıp başından geçirdim.
“Dev bir bebeksin
şu an, hastalık nazlı bir prenses yaptı seni.”
Beni sanırım
duymadı ya da duysa da umursamadı. Normal şartlarda sinirli sinirli
homurdanması gerekirdi çünkü.
Tişörtünü
giydirdiğimde yeniden uzandı. Koltuğun yumuşak yastığına yaslı duran başını
kıpırdatıp rahat bir pozisyon bulduktan sonra gözlerini kapadı.
Ayaklanıp sehpayı
olması gereken yere geri ittim yavaşça. Su dolu kabı, havluları toparlayıp
salondan sessizce çıktım. Onları hallettikten sonra salona geri dönmek yerine
biraz mutfakta oyalandım. Ben oradayken uyumuyordu bir türlü, misafir var diye
uyumamak için uğraşan çocuklar gibiydi.
Kendimi
oyalayabilecek her türlü şeyle uğraştıktan sonra mutfaktan çıktım. Geride
bıraktığım yemekleri uyandığında yerdi artık.
Kendime günün
ikinci kahvesini yapmakta bir sakınca görmeyip koca bir fincanla mutfaktan
ayrıldıktan sonra salonun kapısından çaktırmadan başımı uzatmış ve ne halde
olduğuna bakmıştım.
Uyuyordu. Beklediğim
gibi gözleri kapalıydı.
İçeri girip onu
rahatsız etmek yerine kahvemi başka bir yerde içmeye karar vermişken bakışlarım
alnında takılı kaldı.
Gördüğüm nemle
birlikte hızla salona girmiştim. Ateşi yeniden mi yükselmişti?
Fincanı rastgele
bir yere bırakıp koltuğa yaklaştım. Elimi yavaşça alnına bastırdım. Anormal bir
sıcaklık yoktu, hatta salondan çıkarken bıraktığım sıcaklıktan daha da normaldi
şimdi teninin sıcaklığı.
Çenesini
sıktığını, gözlerinin rahat bir uykuda gibi değil de sıkıntıdaymış gibi sıkıca
örtülü olduğu fark ettiğimde iç çektim.
“Kâbus mu
görüyorsun?” diye sordum kendimden başka kimsenin duyamayacağı soruyu.
Alnındaki elimi ateşi olmadığını anlar anlamaz çekmeliydim. Elimi orada
tutmamın bir anlamı yoktu.
Çekemedim.
Alnını nereden olduğunu
bilmediğim bir dürtüyle daha sıkı tutup geriye doğru hafifçe sıvazladım.
Parmaklarım biraz saçlarına doğru taşmıştı.
Ayakta iki büklüm
durmak yerine koltukta ondan geriye kalan küçük boşluğa kalçamı yasladım. Bel
hizasında oturuyor oldum böylece.
Alnından elimi
çekmek için kolumu hareket ettirdim. Uykusu bölünmüş gibi değildi ama ondan
uzaklaşan elimi hissederek yarı yolda elimi yakaladı.
“Uyurken bile
senden uzaklaşma iznim yok değil mi?” diye mırıldandım kendi kendime. Sesimi
duymasıyla veya elimle bir ilgisi olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyecektim
ama kasılı duran yüzü gevşedi. Çenesini sıkmayı bırakmış, daha sakin bir
ifadeye bürünmüştü.
Dudakları
kıpırdadı. Bir şey söyledi ama sadece dudakları oynadı, hiçbir ses çıkmamıştı.
Uykusunun aslında
bölünmediğini, elimi tutmasının refleks olduğunu anladığımda bu kez daha yavaş
bir şekilde elimi çektim yüzünden. Direnmedi.
Derin bir nefes
aldıktan sonra yanında oturmayı sürdürdüm biraz daha.
Tişörtünün
katlanan kenarını düzelttim, yakasındaki nereden geldiği belirsiz ip parçasını
aldım, biçimsiz duran kolunu karnının üstüne doğru bıraktım.
Hiç uyanmadı. En
ufak bir mimik değişimi bile yaşamadı.
Ateşi olması
gereken yere geldiğinden, böyle uzanırken artık üstünü örtmesinde bir sakınca
yoktu. Salonda duran örtü fazla kalındı, onu almak yerine odaya çıkıp yataktaki
ince pikeyi kucaklamıştım.
Odadan çıkmadan
önce, Cevahir’in soğuk havlularını hazırlamaya girişmeden buraya attığım çantam
gözüme takıldı. Telefonum içindeydi.
Çaldıysa da
duymamıştım muhtemelen. Bugün gereğinden çok dikkatsizlik yapmıştım.
Tek elimde
pikeyi, diğer elimde telefonu tuttum. Ekrana dokunurken odadan çıkmaya
çalışıyordum aynı anda da.
Ekrandaki tek
cevapsız arama Teoman’dandı. Arayalı bayağı zaman oluyordu.
Bildirime
dokunarak yeniden arama yaptım. Kulağıma yasladığım telefon bir iki çalışın
ardından açıldı.
“Efendim Teo?”
diye sordum direkt. “Duymamışım hiç, çantamda kalmış telefon.”
“Olsun yengem,
aciliyeti yoktu zaten.”
“Neymiş acil
olmayan?” dedim merakla.
“Cevahir abiye
ulaşamadım, telefonu sessizde olmaz kolay kolay ama duymuyor herhalde. Sana da
ulaşamayınca güvenliklerden bilgi aldım zaten.”
“Uyuyor,” dedim
neden telefonunu açmadığını açıklarken. Sürekli rahatsız olmasın diye
telefonunu sessize almıştım ona sorup, bir şey dememişti. “Ateşi yüksekti,
düşünce tamamen pili bitti.”
Teoman birkaç
saniye sessiz kaldı. Bu sessizliğinin hayra alamet olmadığını, kolay kolay
susan bir adam olmadığını biliyordum. Kaşlarım şakağıma küçük bir ağrı
saplanacak kadar derin çatıldı.
“Teo?” dedim
sorar bir sesle. “Ateşi olması çok şaşırtmadı seni, değil mi?”
Aptal biri
değildim. Zaman zaman aptallıklarım, yenik düştüğüm tuzaklardan doğsa da bu kez
böyle bir durum söz konusu değildi.
“Yok,” dedi önce
apar topar. “Yani şaşırttı tabii, evet.”
“Beş saniye
içinde açıkla Teo, yoksa ben ‘sabahki aramamı abine abartıyla yetiştirmenin
sorgusuna’ başlayacağım. Senin için pek keyifli geçmeyecek.”
Öksürdü hafifçe. “Yenge-…”
diye başladığında lafı geveleyeceğini çoktan belli ettiği için devam etmesine
izin vermeden araya girdim. “Başlatma yengenden, neredeymiş sabah Cevahir?”
“Kilyos sahil,”
dediğinde bunu kısıkça ve oldukça yarım yamalak söylemişti.
Böyle bir cevap
beklemediğim için afallamıştım. Birinin yanına gittiğini sanıyorken cevap bu
muydu yani? Sahildeydi. Bize pek yakın sayılmayan, sabahın o saatinde hiç
kimsenin olmayacağı bir sahilde hem de…
“Kilyos mu?”
dedim şaşkınca. “O saatte… Tek başına mı?”
Ateşlenmesini de
sanırım açıklıyordu bu. Her ne kadar ilkbaharda olsak da sıcak yataktan çıkıp
esintili deniz havasına maruz kalmak ateşini yükseltmişti. Bağışıklığı fiziksel
olarak değil ama başka nedenlerle dünden beri yeterince düşüktü zaten.
“Tek başına,”
dedi Teoman sıkıntıyla. “Normalde tek gitmez oraya ama… Bu sefer tek gitmiş.”
“Kimle gider?” diye
sorarken alacağım cevaptan biraz çekiniyordum.
“Babasıyla,” diye cevapladığında ise
elimdeki pikeyi de telefonu da daha sıkı tutmaya başladım birden. Taşlar
yavaşça yuvarlanıp yerlerine ulaşırken gözlerim birkaç saniyeliğine kapandı.
Ben babasının boğazına
yapışacak, evi başına yıkacak sanıyorken ve bu yüzden endişelenip gitti diye
sinirlenmişken; onun amacı bambaşkaydı.
“Balıkçıları var
orada bir tane, ayda bir kez buluşurlar hep. Ayın o günü dışında ikisini pek
içli dışlı gördüğüm olmaz ama sanki o gün başka iki adam oluveriyorlar.”
Babasıyla
arasında görünmez dağlar olduğunu, aralarındaki ilişkinin sıcak bir baba-oğul
bağı ile süslü olmadığını bugüne kadar anlamıştım ben de. Bu yüzden dün
öğrendiklerinin en çok annesi adına onu üzeceğini düşünmüştüm.
Yanılmıştım.
“Tamam,” dedim
fısıltıdan farksız bir sesle. “Başka bir şey söylemene gerek yok.”
Bir an ikimiz de
sessiz kaldık. Ben devam ettim yine. “Kapatayım,” dedim sakince. “Sonra
görüşürüz.”
“Görüşürüz
yenge,” dedi Teoman da benden pek farklı olmayan kısık sesiyle. “Ağzımı
açmazdım ama sana borcum var, biliyorum. Senin sırrını ona, onun sırrını sana…
Ödeştiniz.”
Gülümsedim. Biraz
soluk ve buruk bir gülümseme olmuştu. Benim sırrımı Cevahir’e duyurması
hayatımı istemediğim şekilde kökten değiştirmişti, onun sırrının bugün bana
ulaşması ise kalbimi kendisine karşı yumuşatmış ve beni anlayışla doldurmuştu
sadece.
Ödeşmemiştik
aslında.
Biz kolay kolay
ödeşebilecek, olanları silip atabilecek bir ikili değildik.
~
Çaprazımdaki
koltukta uzanan bedenini başımı biraz çevirsem görebileceğim şekilde oturduğum
ve başlamayı ertelediğim kitaplarımdan birini yarıladığım zaman dilimi sürerken
kitap ilerledikçe içine çekilmiş ve ona daha az sıklıkta bakmaya başlamıştım.
Üstüne örttüğüm
örtüyü açmadan, pek yerinden oynamadan derince uyuyordu. Buraya oturduğum andan
beri ona bakıp durmuştum. Hareketsizliğinin hiç değişmediğinden emin olunca da
artık pes edip kitabıma dalmıştım. “Seray?” diye seslendiğini duyduğumda
irkilmemin ve aceleyle ona dönmemin nedeni de bu dalgınlığımdı.
“Efendim?” dedim
hemen ayaklanırken. Kitabın içine kenara koyduğum ayracı bırakıp kitabı koltuğa
düşürdüm.
Ayaklanışım ve
bunu yaparkenki telaşım dikkatini çekmiş gibi duraksadı. “Uyuyakalmışım,” dedi
biraz sonra.
“Evet,” dedim
başımı sallarken. “Birkaç saat oldu. Ateşin düşünce rahatça uyudun.”
Rahatlığı
tartışılırdı gerçi, alnında ince bir ter tabakası oluşturacak kadar derin
kâbuslarla boğuşmuştu bana kalırsa.
Dalgın bir
şekilde başını salladı. Uzandığı yerden doğrulduğu sırada ben hâlâ ayaktaydım.
Hem ayakta hem uzakta olmam saçma geldiğinde ona doğru bir iki adım attım.
Aramızdaki mesafenin kısalığı sayesinde birkaç saniyede yanındaydım.
Ayakları yere
basacak şekilde koltukta oturur hale geldi. Uca doğru biriken örtüyü daha da
çekip kendime oturabileceğim bir yer açtım. Yanına onunla aynı şekilde fakat
biraz bedenim ona dönük kalacak halde oturduğumda bana bakmadı. Bakışları önde
duran sehpadaydı odaksızca.
Elimin üstü
sakallarına değecek şekilde elimi yanağına yasladım. Dokunuşumu beklediğini
sanmıyordum ama ne irkildi ne de kıpırdadı.
Yanağını, oradan
yukarı çıkıp alnını kontrol ettim. “İyisin,” diye mırıldandım.
“İyi miyim?”
derken sesi iğnelemeyle doluydu.
Kastettiğim
iyiliğin ateşi olduğunu biliyordu ama bunun üzerinden asıl durumun altını
çizmesine bir şey söylemedim.
“Şimdi duş al
istersen. Kendine gelirsin tamamen.”
“İlla sokacaksın
beni o duşa,” dediğinde gülümsedim. Gülümsediğimi görmesi mümkün değildi, önüne
bakıyordu ama dudaklarım kıvrıldığında başını çevirdiği için yakalanmıştım.
Yüzümü süzdü.
Daha doğrusu dudaklarımı…
“Çok mu çirkin
güldüm?” dedim alayla. Bunu sorarken ciddi olmadığım gülüşümü asla
bitirmememden belliydi.
“Çok,” dedi
duraksamadan. Başparmağını uzatıp, güldüğümde görünür olan gamzeme bastırdı.
Sol yanağımdaki çukurla sık karşı karşıya kalamıyordu. Güldürmek yerine
bağırtmak ve delirtmekle meşguldü beni çünkü.
“Biraz daha fazla
sırıt,” dedi önemli bir şey yapıyormuş gibi odaklanırken. “Parmağım sağdakinde
olduğu gibi bu çukurunda da kaybolacak mı diye bakıyorum.”
Gülüşümü
büyütmedim ama burnumdan gülümsemekten kaynaklanan bir nefes fırladı. “Salak
bir yalancısın,” dedim usulca. “Gamzelerimle arandaki samimiyetten haberim var.
Yeterince kez itiraf ettin, Avcıoğlu.”
Cennet çukurları, cehennem çukurları, yanağındaki
çukurlar, belindeki çukurlar… Gamzelerim onun için küçük çukurlardı ve bunun altını çok kez çizmişti
bugüne kadar.
“Rüyalarında mı?”
diye sorsa da bu inat ettiğinden değildi, sadece uzatmak için uzatıyordu.
“Rüyalarımın
erkeği değilsin bu arada,” dedim önemli bir bilgi geçerek.
Hiç bozulmadı.
“Doğru,” dedi başını sallayıp. “Hayatındaki erkeğim çünkü, rüyalarına gerek
kalmıyor.”
Kendinden emin
tavrına sessiz kalmak onun şişkin egosunu daha da şişirmek, patlayacak duruma
getirmek demekti ama birkaç saniye ne söyleyeceğimi bulamadan afallamıştım.
Bakışlarımı
gözlerinden çekmek isteyerek hareketlendirdim. Gözlerinden kaçtığımda çarptığım
yer yükselip inen ateşinin etkisiyle kızarık duran dudakları oldu. Oradan da
hızlı bir şekilde kaçmam gerektiğini bilecek kadar tecrübeliydim Cevahir
konusunda.
Kaçamazsam,
yakalanırdım.
Geri çekilip
gözlerimi de çekeceğim sırada gamzemde duran parmağının ait olduğu eli yanağıma
hızla kapanıp beni kendisine sertçe çektiğinde tüm dengem şaşmıştı.
Kaçamamıştım,
yakalanmıştım.
Kızarık dudakları
dudaklarıma çarptığında boğazımdan fırlayan ince ses şaşkınlık ve telaşın ortak
ürünüydü.
Kendisine doğru
sadece yüzümü çekmiş olsa da dengemi dağıttığı için bedenim ona doğru
devrilmişti.
Bir elim
refleksle omuzuna yapıştı. Diğeri aramızda öylece salınıyordu.
Alt dudağımı ağzının
içinde misafir ederken hoyrattı.
Saldırgan değildi
ama sakin olduğunu söylersem de yalancı çıkardım.
Beni öptüğü
anlarda ona karşı koymaya, en kötü ihtimalle hareketsiz birkaç saniye
geçirdikten sonra geri çekilmeye aşina iradem bugün ilk kez ellerimden kayıp
yerde parçalanırken ağzımı araladım.
Ona karşılık
vereceğimi zaten biliyormuş gibi tek bir saniye kaybetmeden dili ağzımın içine
kayarken yüzümde olmayan eli belime çarptı. Beni tek hamlede kucağına
çektiğinde bacaklarım iki yanında kıvrılmış şekilde üst bacaklarının ortasında
oturuyordum artık.
Ağzımın içinde
çarptığı yerleri, dilinin dilimle girdiği savaşı görmezden gelmek mümkün
değildi. Çoktan örtülen gözlerimi zorlamadan dudaklarımın arasında kalan üst
dudağını yavaşça emdim.
Onun hızına,
sertliğine eşlik edebilmem için dudağını dişlerimle koparacak kadar
fevrileşmeliydim. İnce bir baskının, üst dudağını özünü ister gibi emişimin bir
zafer getirmesi mümkün değildi.
Bacaklarının
üstünde durması gereken kalçam istemsizce biraz havaya kalktığında belimde
sabit duran eli arkaya doğru kaydı. Beni bu kez daha öne, daha kendisine doğru
çekerek bedenine bastırmıştı. Bacaklarındansa kasıklarının üstündeydim artık.
Ağzımla olan
savaşına birkaç nefeslik bir ara verdiğinde birbirinden bağımsız fakat hızları
denk nefeslerimiz karşılıklı olarak yüzlerimize çarpıyordu.
Bir şeyler
söylemek için dudaklarımdan koptuğunu sanmak benim hatamdı.
Dudaklarının yeni
durağı çenemden aşağı kayarak boğazım ve boynum olduğunda yay gibi gerilerek
başımı geriye attım.
Diliyle,
dudaklarıyla, ona dair izlerle süslenen boynumda attığını hissettiğim nabzım
hızlanmıştı.
“Cevahir,” dedim
kesik kesik. Dudaklarım onunkiler gibi meşgul değildi, eğer kendimi bıraksaydım
meşguliyetleri kısık iniltiler çıkartmak olurdu ama onu durdurmak için
kullanamadığım irademi inlemelerimi bastırmak için kullanıyordum.
“Karım,” dedi
ıslattığı tenime sıcak nefesini çarparak.
İrademin tuzla
buz olduğu, hiçbir şeyi önleyemeyecek kadar küçüldüğü an buydu.
Üstümden
çıkartmadığım, dışarıya çıkacak(!) olduğum için giydiğim kahverengi elbise
üstümdeydi. V yakası ona yeterince alan tanırken, dizlerime doğru uzanan dar kumaşı
beni sıkıyordu.
Kasıklarına yaslı
gibi görünsem de elbisenin gerilen kumaşı yüzünden oturduğum yerden havada
gibiydim. Yaktığı dudaklarım ve tenim buna isyanlar etmeme neden oluyordu.
Başım gerideyken,
yüzü boynumdaki kuytuda duruyorken duammış gibi tekrar adını mırıldandım.
Hırıltılı bir sesle burnunu boynumdaki görünür damara sürttü. “Çok bile
direndin,” dedikten sonra dudaklarıyla boynumu ıslak ıslak öpmek için ara verip
devam etti. Çıkan sesler kulaklarımda yankılanıyordu. “Bırak kendini artık bana.”
“Beni
düşünüyormuş gibi konuşurken aslında tek dileğin kendini rahata kavuşturmak,”
dedim yukarı doğru bakmayı bırakıp başımı biraz düzeltirken. Başını boynumda
sıkıştırmıştım farkında olmadan.
!*yetişkin içerik uyarısını
kitap içinde bir kez yapıyorum, her seferinde sahne bölmek sinirlerimi bozuyor
çünkü. Girişte zaten bir kez uyarı vardı, bu da ikinci ve son uyarı. Ağzı bozuk
bir adam (belki kadın da…) ve bolca tension konusunda şimdiden uyarıyorum. Bu
sahne ne kadar uyarı gerektirir bilemem ama bu uyarıların ileride bolca gerekli
olacağını söyleyebilirim :d
Bacaklarımın
altında sıkışan, bedenimle bir bütün haline gelen elbisenin beni daralttığını
ona söylememiştim. Fakat bir an sonra etek ucuma uzanan parmakları kumaşı yan
kısmındaki küçük yırtmaçtan tutup bir kâğıt parçasıymış gibi yırtıp
bacaklarımın ortasında ikiye ayırdığında ‘acaba söyledim mi’ diye kendimi
sorgulamam gerekmişti.
“Yavaş!” diye
soludum sertçe. Omuzlarından aynı anda iki elimle itip sırtını koltuğun arkasına
çarpmasına neden olduğumda direnmedi. Başını geriye doğru atan bu kez oydu.
Gözleri gözlerimi buldu.
Koyulaşan açık
kahvelerini gözlerimden çekmeden iki eli az önce yırttığı kumaştaki açıklığa
ulaştı. İki yana ayırdığı kumaşı bir perde gibi ayırdığında oraya ikimiz de
bakmıyorduk ama ikimizin de bacaklarımın neredeyse tamamının açıkta kaldığını
çok iyi bildiği kesindi.
Elbiseyi
elleriyle itip belime doğru çekiştirdi. O çekiştirdikçe kumaştan daha fazla
yırtılma sesi geliyordu. Bunun kontrol etmekte olduğu, tamamen kontrolden
çıkmamış olan gücü olduğunu tahmin ediyordum.
Birden kontrol
edemediği, engelleyemediği ve tamamını kullandığı gücüyle sarmalanmanın nasıl
hissettireceğini hayal eden aklımın oyununa geldiğimde dudaklarımdan bir iç
çekiş fırladı.
“Sikeyim, evet
yavrum. Her ne geçtiyse aklından, alacaksın onu. Kasma bacaklarını.”
Sadece iç çekişle
değil, kasılan bedenimle de kendimi ele verdiğimi anladığımda iplerim koptu.
Dönemeyeceğim bir
viraja son hız girmek akıl kârı değildi; o an bunu bilsem de unutacak kadar
doluydum.
Çıplak bıraktığı
bacaklarımı biraz daha fazla ayırarak aniden kalçamı biraz öncekinden çok daha
sert bir baskıyla aşağı bıraktım. Dizlerime güç verip oturmamak için
direnmekten acıyan canım birden bambaşka bir acıyla çarpıştı.
Elbise aradan
çekildiğinde, kalçalarıma yapışan bir elbisenin içine geniş bir çamaşır
giyemeyeceğim için tercih ettiğim yumuşak ipli, kalçalarımın arasında kaybolan
bir ipten ibaret çamaşırla ona yaslanmam gerekmişti.
Kahrolası bir
tangayla kasıklarına kendimi bastırırken onun bir yırtıcıya dönüşmemesini
dilemek, ölüm döşeğinde yeni bir ömür dilemek kadar çaresizceydi.
Boğuk bir
homurdanmayla başını iyice geriye attı. Belimle kalçam arasında bir yere
tutunan eli beni parçalamak üzereymiş gibi sıkıydı.
Çıplak demenin
doğru olacağı kalçamın altında ezilen sertlik kazanmaya başlamış aletini doğru
yerde hissettiğimde dudaklarım nefes için yalvarır gibi aralandı.
Aldığım
nefeslerin yetmediğini bilir gibi ağzını ağzıma çarptı tekrar. Beni parçalar
gibi öpmeye başladığında onun ciğerlerinden kopan nefeslerin hırsızıydım.
Ben kendimi
bastırdıkça belirginleşen, bana batan sertliğe hafifçe sürtündüğümde arada
kalan elini kalçamın soluna yasladı.
Avucuyla kaplanan
tenimde ondan başka yabancı hiçbir şey olmadığını hissettiğinde eli biraz
tenimde gezindi. Aradığını bulamadığında ise dudaklarımdan resmen ısırarak
kopmuştu.
“Ne var senin
altında?” dedi kararmış bakışlarıyla. “Kalçaların çırılçıplak, göster bana ne
giydiğini.”
Dediğini yapmakta
aceleci olmamam kalçamdaki elinin sıkılaşmasına, parmaklarının tenime
gömülmesine neden oldu.
“Her adım için
benden izin isteyecek bir adam mısın?” diye sordum geriye doğru attığı başına
doğru eğilip. Yüzümü yüzüne doğru yaklaştırmıştım.
“Tek bir izinle
bir daha tenini tenimden ayıramayacağın bir adamım, ürkek bir kuş gibi
ellerimden kaçmaman için sınırlarımı zorluyorum sadece.”
Dudaklarım iki
yana doğru gerilerek kıvrıldı. Burnum yanağına değecek şekilde yüzüne doğru
yaslandığımda kesik bir nefes çektim.
“Bu seni bana
bağımlı yapar,” dedim küçük bir alayla. Çıplak kalçalarımın altında eziliyor
olan erkekliğinin gittikçe daha hissedilir oluşuyla birlikte böyle alaylar
peşinde koşmam çelişkiliydi. “Bir yıl dolduğunda yoksunluk krizleri mi geçirmek
istiyorsun?”
“O krizleri
geçirecek olanın kim olduğunu çok iyi bildiğini sanma,” derken başını hafifçe
kıpırdattı. Burnum yanağından burnuna doğru kayarken dudaklarımı dişleriyle
sıyırarak emdi.
“Kes sesini,”
dedim imasını şu an için elimden gelen en kaba şekilde durdurmaya çalışarak.
Kalçamı yoğurur
gibi sıkarken beni kendisine daha da sert bastırıyordu. Sertleştikçe bendeki
baskısı arttığı için hissettiğim zevk iğneleri de daha derine iniyordu.
“Bu elbiseyi bir
daha giyebilir misin?” diye sorduğunda yarısını yırttığı elbiseme doğru bakmak için
başımı eğdim. Elbiseye bakmak yerine birbirine yaslı kasıklarımızı görmüş ve
küçük bir sesle inlemiştim.
“Giyecek olsan da
sikimde değil,” diye homurdanarak başlattığı o yırtığı elbisenin tepesine kadar
büyütmesinin sebebi sanırım yüzüne doğru çarpan inlememdi.
Elbise birden
ince bir hırka halini alıp yalnızca kollarımı ve sırtımı örten bir kumaştan
ibaret olunca apar topar onu da çekiştirdi. Hareketleri öyle hoyrat, öyle
aceleciydi ki sanki birkaç saniye içinde onu durduracakmışım gibi davranıyordu.
Elindeki vakitte beni ne kadar görür, bana ne kadar karışırsa yanına kârmış
gibiydi hareketleri.
Artık bir elbise
değil, kumaş yığını olan şey yeri boyladığında kucağında ip bir çamaşır ve
göğüslerimi dışarı taşıran bir sütyenle az öncekinden daha da savunmasızdım.
“Sevişirken bile
bencil bir adamsın,” diye fısıltıyla karışık bir sitem döktüğümde kaşları
çatıldı. Omuzlarına dayanarak kendimi ondan geriye ittim.
Dakikalar önce
üstüne giydirmiş olduğum tişörtünün uçlarına parmaklarımı sarıp kumaşı yukarı
çekiştirdiğimde çatılan kaşları gevşerken sırıttı. Az önceki sitemimi yanlış
anlamış ve kendi kendine sinir topu olmuştu yine belli ki.
Onunla
yaşayacaklarımın, teninin tenime karışmasının bizi çıkmaz bir sokağa itme
ihtimali bir köşede duruyordu. Ona bana dokunmadığında dahi adım adım alışıyor,
varlığını arar hallerde buluyordum kendimi.
Haftalardır hormonlarıma
yenik düşerek, direncimi kontrol edemeyerek istediğim şeye kavuştuğumda ise bu
alışkanlığın daha garip bir hal alacağı neredeyse kesindi.
Başımı dik tutmak
zor gelirken, tişörtünü çıkartır çıkartmaz üstüne doğru devrilmiştim tekrar.
Diğer elini de kalçamın öbür yanına bırakıp beni tamamen avuçladığında yanağımı
yanağına doğru yasladım.
“Seni tatmin
olmak için kullanacakmış gibi hissediyorum, düğümlerle dolu saçma sapan bir
ilişkideyken sevişmemiz sadece ortalığı daha da karıştıracak.”
Güldü. Gerçekten
komik bir şey duymuş gibi güldü. “Sen hâlâ sevişeceğimizi mi düşünüyorsun? Beni
haftalardır sınarken, her zerremi doldurup taşırırken sana vereceğim şeyin
adına sevişme mi diyorsun?”
Yutkunarak
yanağımı ondan ayırdım. Gözlerine bakabilmek için yaptığım bu hareketimle
birlikte dudaklarını çeneme doğru yaslayıp ıslak ıslak emdi. Oradan boynuma
doğru indiğinde ne söyleyeceğimi hatırlayamayacak kadar kayıptım.
Boynumda
öncekilerden daha sert, daha ağır hareket ediyordu. Dokunduğu her noktaya
kalıcı bir iz bırakmak ister gibi oyalanıyor, diline ve dudaklarına dişleriyle
de destek veriyordu. Ona aynı sertlikte ve yavaşlıkta kalçalarımla eşlik etmeye
başlayışım ise tamamen içgüdüseldi. Oturup kalkar gibi kasıklarında oynattığım
kalçamla onu eziyordum, bu ezilmeden aldığı zevki ise ondan değil aletinin
şişkinliğinden anlıyordum.
“Sikimi içine
kabul eder gibi kalçalarının beni ezmesine bayıldım ama bunu saatlerce de
yapsan içine girip duvarlarına çarpmadan patlamayacağım, Seray.”
Boynumdan
dudaklarını konuşmak için çektiğinde bu tatlı acı işkenceden kaçarak başımı
geri çektim. “Çarp o zaman,” dedim pürüzlenen sesimle. “Bugüne kadar yaptığın
imaların altını doldur Avcıoğlu.”
Dudaklarında pis
bir gülümseme belirdi. O gülümsemenin pisleşmesi tamamen bakışlarındaki
kararmayla orantılıydı.
“Altımda
parçalanmak için sabırsızlanıyorsun, deliğin benimle bir an önce dolup taşsın
diye söylediklerinle beni gaza getiriyorsun. Yürümeyi unutmak mı istiyorsun?”
Göğüslerim alıp
verdiğim nefesle şiştiğinde bakışları oraya kaydı. Söyledikleri bir bir
zihnimde somutlaşırken artık eşofmanına kadar taşırdığım ıslaklığımın
saklanacak bir yanı yoktu.
“Aklınca ceza mı
veriyorsun? Benden ufacık bir karşılık gelse, bugüne kadar ölsen beklemezdin
değil mi? Beklettiklerimin faturasını kesiyorsun.”
Kalçamda duran
ellerinden biri, beni parmaklarıyla sıkmayı keserek geri çekildi. Elinin yeni
durağının neresi olacağını kestirmeye çalışarak nefesimi tuttuğum sırada
sütyenimin kopçası çözülmüş, askıları olmayan sütyen pat diye karnına doğru
düşmüştü.
Elini
kalçalarımdan çekmesinin sebebi olsa olsa memelerimi serbest bırakmak olurdu
zaten, şaşırtmamıştı beni.
Açığa çıkan,
sütyen varken çoktan şişmeye başlayan ve havayla temas ettiği anda büzüşen meme
uçlarımı kopçamı açtığı eliyle sırayla sıktı.
Hassaslaşan
uçlarımda beliren acıyla yerimde neredeyse sıçrayarak dudaklarımdan bir iç
çekiş bırakmıştım.
“Sen ceza
görmemişsin,” dedi başparmağı sol mememin ucunu aşağı yukarı itip ezerken.
“Görmek istersen… Seve seve tanıştırırım, karım.”
Titredim. Baştan
ayağa, tüm bedenimin dahil olduğu titreme son bulana dek dudaklarımı
aralayamamıştım.
“Ağzın boş
kalınca çok konuşuyorsun,” dedim nefes nefese. ‘Öyle mi’ der gibi kaşlarını
kaldırdı. “Doldursana ağzımı, ne vereceksin bana?”
Onu öpmemi hatta
belki elimi ağzına vurup tokatlamamı bile bekliyor olabilirdi ama ensesinden
tutup başını göğsüme doğru çekerken göğsümü ağzına itmemi bekliyor olamazdı.
Kendimi yukarı,
onu aşağı iterek ağzını göğsüme kavuşturduğumda birkaç saniye durmasının sebebi
de bu beklenmediklikti. O birkaç saniyenin sonunda ağzının tamamı benimle
dolmaya başladı.
Beni yer gibi
emip ısırırken nabzım sürekli başka bir yerime taşınıp orada hissedilir hale
geliyordu. Ensesine doğru uzayan saçlarını çekiştirerek onu geri çekmeye
çalışır görünsem de asıl amacım beni ağzıyla daha sert sevmesiydi.
Bulunduğumuz
pozisyonda, ben kucağında oturuyorken üstte olan ve yönlendiren benmişim
gibiydi. Beni, ben daha ne olduğunu anlayamadan koltukta sırtüstü yatar hale
getirdiğinde ise artık üstte olan oydu.
Sol göğsüm
zonklayacak kadar çok onun baskısına maruz kalmışken diğeri imrenerek aynı
baskıyı hissetme isteğiyle sızlıyordu. Uzandığım yerde bacaklarımı aralamış, o aralığa
kendi iri bedenini sıkıştırarak üstüme kapanmıştı. Yere doğru düşük olan elimi
kaldırarak sağ göğsüme attım.
Göğsümü sıkacağım
sırada sertçe bileğimden yakalanmış, elim başımın üstüne doğru hapsedilmişti.
“Dokunmayacaksın,” dedi dudaklarını ucumdan ayırıp bana doğru bakarken. Ona bu
şekilde üstten bakıyor olmak başımı döndürmüştü. Meme ucum kızarık bir biçimde
ağzının dibindeydi, kendimi öne itip tekrar beni emmesi için çırpınmak
istiyordum.
“Kendine
dokunmayı çok mu seviyorsun?” diyerek sorduğu soru aslında beni dikizlediği an
içindi, biliyordum.
Bu soruya
vereceğim cevap onun için ateşleyici olacaktı. Ben ateşi en har haliyle, en gür
alevleriyle hissetmek istiyordum.
“O el bana ait
değildi zihnimde,” dedim bir nefeste. Bu bir yalan da değildi. Anın
sıcaklığıyla dudaklarımdan fırlayan bir itiraftı.
Sinirleri
bozulmuş gibi güldü bir an. Burnunu göğüslerimin arasına yasladı. “Ben sana
dokunmak için çıldırırken kendine dokunuyorsun ve o eli benim elim mi
varsayıyorsun? Cidden mi?”
“Hı hım,” dedim
yalancı bir masumiyetle.
“Benim elimin
sana neler yapacağını aklın hayalin alamaz, küçük elinle ve o ince
parmaklarınla doyurabildin mi burayı?” Nereyi kastettiğini anlamak için
somutlaştırmasına ihtiyacım yoktu ama erkekliğini ıslaklığımda kaybolmak üzere
olan çamaşırın üstünden bana bastırmıştı sertçe.
Başımı koltuğa
doğru bastırdım. Boynum gerilerek acımıştı ama o acıyı düşünebilecek kadar
kendimde değildim.
Yüzü memelerime
gömülüyken bir eli aramıza sızdı. Kadınlığımın üstündeki küçük, düz yere
parmakları sürtündü. Çamaşırın kumaşıyla örtülü olan tek alan burasıydı.
Parmaklarını direkt olarak hissedemiyordum. İçimden bir ses özellikle bu
noktayı seçtiğini söylüyordu.
“Daha,” diye
fısıldadım dibimde olmasa duyamayacağı kadar kısık bir sesle.
“Ne daha yavrum?
Daha mı sert?” Olduğu yeri parmak izlerini çıkartır gibi sert okşadı. Ne demek
istediğimi biliyordu, benimle oynamasına normal şartlarda delirmeli ve belki
altından kalkıp gitmeliydim ama bu bile kanımın çağlamasına neden oluyordu.
“Daha aşağı,”
diye tamamladım bu kez.
Açık bir biçimde
istediğimi dile getirmeme aferin verir gibi elini aşağı kaydırdı. Birkaç gün
önce banyodan çıktığım ve önünde onu delirtmek için salındığım dakikaların
sonunda kadınlığıma kapadığı avucunu anımsayarak kasıldım.
Beklentiyle,
kurduğu hayallerle şişen ve sızlayan o uç noktayı kalın parmaklarıyla ezerek
okşadığında belim havalanmak için direndi. Üstüme gölge gibi kapanan bedeni
olmasa bunu devam ettirebilirdim fakat beni kafesine almış ve yattığım yere
geri bastırmıştı.
Çamaşırımın
küçüklüğü onun işine hiçbir şekilde engel olmadığından onu çıkartmak için bir
çabaya girmek yerine sadece hafifçe kenara itmekle yetinmişti. İpinin elini
çizdiğinden emindim fakat hiç umursamadan onun için şişip kabaran tepemi
parmaklarıyla ezmeyi sürdürdü.
Bir kez daha ona
daha da aşağı inmesini söylemek için cesaretlenebilsem dudaklarımı aralar ve
parmaklarının kadınlığımın merkezine, kasılıp duran deliğime inmesini
sağlardım. Bunu yapacak kadar dilim çözülmüş değildi henüz.
Üstümde biraz
yukarı yükseldi. Eli bulunduğu yerden kopmadan dudakları dudaklarımı yakaladı.
Bu kez büyük bir ihtiyaçla, susuzken su içer gibi öpen taraf bendim. Dudağını
ağzımın içinde kaybedecek gibi emerken bana karışmadı.
Koltuğun dışına
düşecek gibi dengesiz duran bacağım havalanarak çıplak beline sarıldığında
ayağım kalçasına doğru sarkıyordu. Ona daha yakın olmak, daha derinde hissetmek
ve hissettirmek için daha önce böylesi bir baskı hissettiğim olmamıştı. Zihnim
puslu, yarı açık ancak görmeme yaramayan gözlerim kördü.
Zevkle
tırmandığım dağın zirvesini görmeye yakın bir yerde dişlerimi sertçe
dudaklarına geçirdim. Onu ısırmam ve kaskatı kesilen bedenimden hangi anda
olduğumu kavrayarak bana işkence etmek ister gibi parmakları yavaşladı.
“Durma,” diye
soludum dudakları dudaklarımdan doğru düzgün kopamadan.
“Dur desen de bu
saatten sonra hakkın bitti, sikimde olmaz; sence durur muyum?”
Başka bir şey
söyleyemedim. Kalçam onun hareketlerine eş bir biçimde yuvarlaklar çizerek
yerinde duramazken ara ara bedenine çarpıyordum. Elinin aramızda sıkışmasına
neden olan hareketlerime dişlerini sıkarak, boynuma gömülerek karşılık
veriyordu.
Benim dur dememle
bile durmayacağını söylemişken, elini biraz daha bana bastırsa içimdeki doluluk
kasıklarımdan aşağı akacakken kulaklarıma çarpan sesle birlikte dondum.
Kendi kendime
bunu reddederek, yanlış duyduğumu varsayarak bekledim ancak Cevahir’in
duraksayan parmakları beni yeterince doğruya itmişti.
“Zil miydi o?”
dedim şaşkınca.
Bu evin zili,
varlığını zaman zaman unutacağım kadar az çalardı. O az rastlanan anlardan
birinin sırası mıydı?
Onun cevap
vermesine gerek kalmadan bir kez daha aynı ses duyuldu. Bu kez kulaklarım az
önceki gibi uğuldamadığından direkt olarak duymuştum zili.
“Kim ki?” diye
mırıldandım. Cevahir köprücük kemiğime yüzünü yaslamıştı, sanırım kendini
sakinleştirmeye çalışıyordu. Bu anın bölünmesi trajikomikti, haftalardır
aradığına kavuşmuşken araya reklam almışız gibi olmuştu.
Göğsüm körük gibi
şişip sönüyordu. Nefeslerimin düzene girmesi için beklerken çıplak göğsüme
yaslanan ve benimkinden farksız şekilde çıplak olan gövdesi beni eziyordu.
Kolumu yorgunlukla omuzlarına doğru attım. Parmaklarım ensesini teğet geçip
durakladı.
“Habersiz gelecek
kimse var mı?” diye sordum bu kez cevap alabilme umuduyla. Kapı bir kez daha
çaldı.
Soruma cevap
alamadım yine ama Cevahir hızla üzerimden doğrulup ayaklandı. Bu sinirle
kapıdaki her kimse onu kovalayabilme ihtimali yüksekti. Koltukta eciş bücüş bir
hal alan tişörtünü alarak üstüme geçirirken peşinden koşturmam bu yüzdendi.
“Cevahir!” dedim
arkasından yetişmek için koşarken. Yarım bırakılmış, zevkten titretilmiş bir
halde koşmak kesinlikle konforlu değildi. Bacak arama yayılan ıslaklığı
yürürken de hissediyordum.
Kapıya varmadan
onu yakalamıştım. Daha doğru sesimi duyduğunda bana dönmüş ve kapıya
uzanmamıştı.
“İçeri,” dedi
bana başıyla salonu gösterirken. “Bu halde nereye?”
Tişörtünü
giymiştim, bacaklarımın yarısını kapatan tişörtü normalde giydiğim elbiselerin
bazılarından uzundu aslında.
“Tişört-…”
diyerek açıklayacağım sırada yüzü gölgelendi. “Amına koyayım o tişörtün, yüzün
boşalmak üzereyken kapı çaldı der gibi bakıyor Seray. Gir içeri.”
Resmen öfke
kusuyordu. Öfkenin hedefi ben değildim, kapıdaki davetsiz ve bahtsız misafirdi.
Omuz silkerek
yerimde sallandım. “İyi be!” diye söylendim. “Ben dedim sanki kapı çalsın
diye,” diyerek söylenmeyi sürdürüp salona girdim yeniden. Kapının eşiğinde
durdum. Yaklaşmayan kimse beni göremezdi bu şekilde.
Cevahir’in alnına
silah da dayansa kapıdakini eve almayacağını, ben bu haldeyken kimsenin
görmesine izin vermeyeceğini biliyordum. Manyaktı biraz… Kıskanç, sahiplenme
dürtüleri anormal ve öfkeli bir adamdı.
Bir iki adım
sesinin ardından kapıya varmış olacak ki sesler kesildi. Kapıyı açtığını
duydum. Kapıyı açıp kendini gösterirse benim yüzümdeki ifadeden çok daha açık
bir görüntü verecekti. Eşofmanından taşan şişliği pek hayal gücüne yer
bırakmıyordu çünkü.
Kapıyı yarım
açtığını düşünerek başımı biraz dışarı uzatıp baktım. Öyle yapmıştı.
“Ne bok yiyorsun
burada?” diye sorarken takındığı tavra bakılırsa misafirimizi görmek Cevahir’in
sinirlerini sevişmenin bölünmesinden daha da fazla bozmuştu.
Güvenliklerin
önüne geleni kapıyı çalması için içeri almayacağını biliyordum. Bu nedenle
kapının ardında olabilecek isim konusunda liste sınırlıydı aslında.
Tahminlerimi
kendi kendime sayacakken duyduğum sesle birlikte gözlerim irice açıldı. Omuzumu
kapıya doğru çarpacak şekilde yalpaladım.
Tahminlerimden
biri olmayan, kapıda belireceğini düşünemeyeceğim ismin sesi kulaklarıma
dolduğunda beş saniye sonra ne yaşayacağımıza dair hiçbir fikrimin olmaması
korkunçtu.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder