Gözyaşı Kadehleri 6.Bölüm

 6.BÖLÜM



“Seray…”

Adımın iki kez üst üste seslenilmesiyle gözlerimi aralarken afallamıştım. Aniden uyanmaya ve uykumun bölünmesine fakülteden beri alışkındım ancak ne zaman uyuduğumu dahi bilmediğimden şu an algım kapalıydı.

Bir arabanın içinde olduğumu, başımın cama doğru ama yumuşak bir şeye yaslı olduğunu anlayabildim önce. Hemen sonrasında da kendi arabamda olmadığımı, bana seslenen sürücü koltuğundaki bedene ait arabanın içinde uyuyakalmış olduğumu fark ettim.

Olabildiğince hızlı bir şekilde doğrulmayı denedim. Başımı eğdiğim sağ omuzuma ters bir biçimde yük verdiğim için dudaklarımdan ince bir sızlanma koptu.

“Uyumuşum,” dedim anlamsızca. Cevahir’in bunun farkına benden önce vardığı kesindi. Boynumu ağrıtmamayı umarak başımı ona doğru çevirdim.

“Seni uyandırmadan kapını açabilmem mümkün değildi, oraya yaslanmıştın.”

Beni uyandırmadan kapımı açıp ne yapacaktı zaten?

Yüzümde karışık bir ifade yer bulurken bir an sessiz kaldım. Sessizliğime o da eşlik ettiğinde aramızda garip bir tutulma yaşandı.

“İneyim ben,” dedim daha fazla bu anın sürmesini istemeyerek elimi kapıya uzatırken. “Teşekkür ederim bıraktığın için.”

Uyuduğum, kısa ama yorgunluğumdan kaynaklanıyor olacak ki derin hale gelen uykunun sersemliği ile hâlâ savaşıyordum.

Kapıyı açtığımda inmek için bedenimi de dışarıya doğru çevirdim. Artık onu göremiyorken, bir ayağım yere basmışken sesini duydum. “Tek başına mı olacaksın?”

Kaşlarımın çatılışını göremedi. Diğer ayağımı da yere basıp ayakta dengede durduktan sonra ona döndüm. “Anlayamadım…” dedim sorar gibi.

“Basit bir soru değil miydi?”

Verdiği cevabın saçma sapan bir soru olmasına terslenmemeye çalışarak nefeslendim. “Neden tek olup olmayacağımı soruyorsun, diyorum.”

“Burnun…” dedi sadece fazlasına gerek duymadan.

Öldürücü bir darbe almamıştım, üstelik bir kafa travması yaşıyor olduğum da yoktu.

“Mesleğimi hatırlamak ister misin?” dedim gözlerimi kırpıştırırken. Burnumdaki şişliği kendi kendime kontrol altında tutabileceğimi umuyordum.

“Mesleğini kesinlikle hatırlıyorum, doktor. Sadece tek olup olmayacağını sordum. Her diyaloğumuzu on beş dakika uzatıyorsun şu tepkilerinle.”

Gülümsedim. Bugün ona yeterince insanmış gibi davranmıştım. Gülümsememi soldurmadan kapıyı sertçe kapatıp sesin sokakta yankılanmasını sağladım.

Topuklularımın üzerinde dönüp bir elimde montum, diğer elimde çantam sallanırken binaya doğru adımlamaya başladım.

Beni şantajla hayatına dahil eden bir adam olduğu düşünülürse, acilin önünde karşılaştığımız andan beri kendisine fazla itaatkar yaklaşmıştım. Burnumdaki darbenin yarattığı geçici bir bilinç kayması olarak değerlendirecektim bunu, Cevahir Avcıoğlu benden gelecek tek bir ılımlı tavrı dahi hak etmiyordu.

Binaya yaklaşmak için attığım adımların yarısı bitmiş ve arkamdan herhangi bir araba kapısı sesi duymadığım için rahatlıkla yoluma devam ediyorken gözüme binanın önündeki birkaç kişiden oluşan grup takıldı.

Gözlerimi kısarak yerlerinden hareket etmeyen bedenleri inceledim. İçlerinden bir iki tanesi kim olduklarına dair hiçbir ipucu vermiyordu ancak gözüme takılan bir adamın boynunda asılı şeyi gördüğümde sinir bozukluğuyla titredim.

Dün geceki kalabalığın yanında kapıdaki kişiler hiçbir şeydi aslında ama boynunda kamera asılı bir biçimde hararetle yaşadığım binanın önünde küçük bir grup halinde bekleyen insanların bir başkası için geldiğini düşünmek ya da magazinle bir bağları olmadığını varsaymak aptallık olurdu.

“Kahretsin,” diye soludum dişlerimin arasından. “Neyin içine düştüm ben, kafayı yiyeceğim şimdi.”

Kendi kendime susmadan söylenirken hiçbir şey olmamış gibi evime ilerlemenin fare kapanına koşar adım gidip yakalanan bir fare olmakla eşdeğer olacağını biliyordum.

Kaskatı bir yüzle geldiğim kısa yolu geri dönmek için acele etmedim. Yeri yarıp geçecekmiş gibi sert adımlarla, artık tamamıyla aştığım ve kaybolan uykulu halimle birlikte indiğim arabaya doğru yürüdüm.

Cevahir’in henüz gaza basıp park ettiği yerden ayrılmamış olması işime gelirken göğsümü sakinleşmeye çalışarak aldığım nefesle şişirirken az önce çarptığım kapıyı en az kapatışım kadar sert bir biçimde açtım.

Kahverengi irisler ben kapıya uzanamadan önce çoktan bana çevrilmişti. Kapıyı açtığımda artık aramızda herhangi bir engel yoktu.

Geri dönmüş olmamın onda en ufak bir şaşkınlık yaratmamasıyla birlikte gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım.

“Kapımdakilerden haberin vardı,” dedim soru bile sormadan sadece düz bir cümle kurup.

“Seray,” dedi arabanın bir koltuk mesafesi kadar aramızda duran boşluğa rağmen sanki nefesi yüzümdeymiş gibi hissetmeme sebep olacak şekilde. “Haberim olmayan bir şey olamayacağını öğrenmen için sabırsızım.”

“Sen ruh hastasısın,” dedim günlük bir sohbetmiş gibi. Ki aslında aramızdaki günlük sohbetler genellikle bu içeriğe sahiplerdi, sorun yoktu.

Omuz silkti. Bunu fazlasıyla ciddi ve erkeksi bir halde yapmayı nasıl başardığını sorgulamadım, yalnızca bakışlarım bir anlığına geniş omuzlarını bulup yeniden yüzüne tırmanarak birkaç saniye kaybettirdi bana.

“İki hafta geçmeden o ruh hastasının en yakını olacağını unutuyorsun sanırım.”

Avucumu arabadan inmeden önce oturuyor olduğum koltuğa yaslayıp öne doğru eğildiğim hafifçe. Gömleğimin açık yakasından sunduğum görüntü o an umurumda bile değildi.

Sahte karından daha yakın olabileceğin kimsen yok mu Avcıoğlu?” dedim alayla. “Çok yazık…”

En yakını olacağımı belirtirken derdi onunla evlenmek zorunda oluşumun altını çizmekti. Benim ise her zaman olduğu gibi onun söylediklerinden sıyrılıp kendisine laf çarpıtma eğilimim vardı.

Sonra aniden aklım aslında bir detayı kaçırdığımı ve konunun en yakın olma meselesi olmadığını fark ederek koca bir ışık yakarken aynı anda zihnimde alarmlar çalmaya başladı.

İki hafta…” dedim koltuğa dayadığım elime yanlışlıkla tüm gücümü verdiğim için sendelerken. “İki hafta mı?”

Yüzünü buruşturdu. “Sence de fazla uzun değil mi? İstersen geriye de çekebilirim, doktor. En az senin kadar sabırsızım.”

Kısa süre önce burnuma gelen darbe beni bayıltacak kadar kuvvetli değildi ancak karşımdaki adamın iki kelimeyle beni bir daha uyanmayacak kadar ağır bir bilinç kaybına terk etmesi o kadar mümkündü ki…

“Nefret ediyorum senden,” dedim içli ve samimi bir biçimde. “Beni soktuğun bu durumdan sonra seni hiçbir zaman affetmeyeceğim.”

Dudakları çok az, belirsiz sayabileceğim bir şekilde kıvrıldı.

Affına ihtiyacım yok, Seray. Nefretini taze tutman da işime gelir; anlaşma şartlarına benim çabama gerek kalmadan uyum sağlıyorsun demek bu.”

 

~

 

“Hocam ben çıkıyorum, kalmamı isterseniz-…”

Odamın kapısından yalnızca kafası görünecek şekilde içeriye uzanan Ceylin’e doğru bakışlarımı kaldırdım.

“Pazartesi görüşürüz, Ceylin.” dedim uzatmadan.

Cuma akşamındaydık, bu haftayı hem göz açıp kapayana dek geçecek kadar hızlı hem de asla bitmeyecek gibi hissettirdiğinden çok yavaş bir hafta olarak kabul ediyordum.

“Görüşürüz hocam,” dedi gülümseyerek.

Salı günkü küslüğü, benim aynı gün şiş bir burunla eve erkenden dönmem ve ertesi sabah aynı şekilde hastaneye gelmem sebebiyle beklenmeyen bir hızda sonlanmıştı. Halime acımış ve beni küslüğüyle baş başa bırakmamaya karar vermişti.

Haklıydı aslında. Acınacak haldeydim. Bu yalnızca burnumdaki artık sızısı kalmayan ve kaybolmaya başlamış şişlikle de bağıntılı değildi. Kalan birçok anlamda da acınacak bir zavallıymışım gibi hissediyordum.

Tek bir hafta, önceki Cuma’dan bugüne dek geçen yedi gün benden çok fazla şey çalmıştı. Yalandı. Benden bir şeyler çalan sadece Cevahir Avcıoğlu’ydu.

Ceylin kapıyı kapatarak görüş açımdan çıktığında hastalarım çoktan bitmiş olmasına ve yatış verdiğim hastaların kontrollerini de halletmiş olmama rağmen yerimden kıpırdamadan masamın başında kalmaya devam ettim.

Bulunduğum yerde birden bire yok olmak istiyor ve bir daha hiç kimseye görünür hale gelmemeyi diliyordum.

Bu odadan çıkmadığım takdirde; artık adımı ve bana dair ulaşabilecekleri her şeyi öğrenmiş olan, adı kimseyle anılmıyor olan sosyetenin gözde bekarının kameraların karşısında ‘sevgilim’ diye tanıttığı kadını adım adım takip etmeyi görev edinmiş olan magazincilerden uzakta kalabiliyordum. Giremedikleri tek yerdeydim.

Magazincilerden kaçmak için illa ki odamda durmam da gerekmiyordu aslında, hastanenin herhangi bir yerine de gelemezlerdi. Ancak odamdan çıktığım anlarda yolumun zaman zaman kesiştiği Oğuz’la karşı karşıya kalmak da son günlerimin kâbusu olmaya başlamıştı. Beni yok sayıyor olmasından bu kadar korkup kaçmam gülünç müydü, bilmiyordum ama bunu kaldıramıyordum.

Sabah düzgünce sürebilmek için kıvrandığım rimelimi dağıtmaktan endişelenmeseydim şu an avuçlarımı yüzüme yaslamak ve ağır ağır gözlerimi ovuşturmak isterdim. Beynimdeki yoğunluk en çok gözlerime yansıyordu, sızlıyorlardı.

Tekerlekli deri sandalyeyi geriye doğru iterek masamdan uzaklaştım yavaşça.

Bugünü de dahil edersem üçüncü gün doluyordu. Düşüncelerimle baş başa kalmaktan yorulduğum ama en azından o düşüncelerin doğuşunda imzası bulunan kişiyi görmediğim üçüncü gündü.

Cevahir’in geçtiğimiz bir ayda olabildiğince her gününü hastanede geçirdiğini biliyordum. Nadiren ortadan kayboluyordu. Bu pazartesi günü o nadir günlerden biriydi mesela ancak son üç günü de Vita’dan uzakta geçirmesinden ne çıkarım yapmam gerektiğini bilmiyordum.

Bir daha dönmemesi için dilekler dilemeli, paralar mı dağıtmalıydım? İşe yarayacaksa seve seve yapardım.

Adını anmak bile beni -özellikle kapımın önünde magazincileri gördüğüm ve devamında o lanetli süreyi öğrendiğim anın ardından- sinirle soluklanmaya sevk ediyordu. Yine öyle olmuştu. Karşımda belirmese de üzerimde yoğun bir etki bırakıyordu.

Odanın köşesindeki askıya bıraktığım ceketimi üstüme geçirdikten sonra yavaşça kapıya yöneldim.

Çıkmakta hiç acele etmeyip odamda beklemeyi seçtiğim için koridorda beni büyük bir boşluk karşıladı. Asansöre doğru yöneldim. Yan yana duran asansörlerden önünde beklediğim değil de yanındaki kapılarını araladığında istemsizce bakışlarım oraya çevrilmişti.

Kucağında koca bir buket çiçekle birlikte hastane güvenliklerinden biri dışarı çıkınca kaşlarım havalandı. Genç adamın bakışları beni bulduğunda derin bir nefes aldığını fark ettim.

“Hocam bayağıdır aşağıya inmenizi bekliyorum, saat altıyı geçince ben çıkıp şansımı deneyeyim dedim. Çiçeğiniz danışmada kaldı, kuryeyi beşten sonra yukarı almıyoruz biliyorsunuz.”

Öyle cılız bir adam değildi ama elindeki çiçek buketi öylesine büyüktü ki adamı gizliyordu. Birbirine narince tutturulmuş bir kucak dolusu lavanta vardı ellerinde.

“Benim miymiş?” diye sordum adam düzgünce açıklamış olsa da. Ne diyeceğimi bilememiştim bir an için.

“Sizin evet, adınıza geldi direkt. Odaya bırakacaksanız taşıyayım oraya kadar hocam.”

“Çok iyi olur,” dedim onu da daha fazla oyalamadan. Neyin nesi olduğunu bilmeden çiçeği peşimden evime sürüklemeyecektim. Güvenlikle birlikte odama döndük, masama bıraktığı çiçeğin ardından benim teşekkürlerim eşliğinde yanımdan ayrıldı.

Masamdaki boş kısmın neredeyse tamamını kaplayan taze, mor lavantalara bakarken kokuları burnuma çarpar çarpmaz ciğerlerim ferahlamıştı.

Parmak uçlarımı çiçeklere yavaşça sürttüm. Kokularını daha da yoğun bırakmalarına sebep olan bu hareketime devam ediyorken gözüme buketin bağlandığı kuşağa iliştirilen küçük zarf çarptı.

Zarfa uzanıp iğneyle tutturulduğu yerden dikkatle ayırdım. İçindeki küçük beyaz kartı çıkartırken merak doluydum.

Hastalarımdan gelmiş olabileceğini düşünmek en mantıklı olandı, ara ara da yaşanıyordu bu ancak lavanta seçimi ve çiçeklerin fazlalığı bu seçeneğin olasılığını düşürüyordu.

Kartta öyle çok uzun bir yazı yoktu. Aksine derli toplu, iki satırı aşmayan bir cümleden ibaretti.

En yeni üyesi olmak üzere olduğun aileyle tanışmak için cumartesi akşamı hazırlanmış ol, doktor.

Cümlenin altında, sağ tarafındaki boşlukta yazılı iki harfi görmesem de bu çiçeklerin göndericisinin kim olduğunu bilmek çok zorlayıcı olmazdı benim için. Karta C.A kazınmasına gerek yoktu.

Kartı okuyana dek odamda tatlı bir görüntü sunduklarını düşündüğüm lavantaları şu anda camdan aşağıya fırlatmamak için kendimi sıkıyordum.

Kendisinden nefret ettirmesi yetmiyormuş gibi sırada sevdiğim şeylere izini bulaştırıp onlardan soğumama sebep olması mı vardı?

Buketi kucaklayıp önümü görmeye çalışarak odamdan çıktım. Otoparka ilerlerken denk geldiğim her yüzde ‘çiçekleri kimin aldığını biliyorum’ ifadesi vardı. Bütün haftayı buna benzer bakışlarla tamamladığım için bağışıklık kazanmaya başlamıştım, umursamadan arabama yöneldim.

Arka koltuğa attığım çiçeklerden önüme çıkan ilk çöp kutusunda kurtulmayı düşünüyordum. Odamda iki gün boyunca bırakıp çürümelerini beklemek ya da hastanedeki çöplerden birine atıp olası bir dedikodu kazanının altını ateşlemek istemiyordum çünkü.

Gözüm dönmüş halde kartta yazanları düşünerek eve doğru sürmeye başladığımda öfkemi kontrol edebilmek için dişlerimi sıkıp durduğumdan başım zonkluyordu.

Arabayı binanın otoparkına doğru yönlendirmeden önce son günlerde edindiğim alışkanlıkla bina kapısına baktım.

Boştu.

Cevahir her ne halt ettiyse o günden sonra bir daha kapımda magazincilerden eser kalmamıştı. Bu beni rahatlatmak yerine daha da delirtmişti gerçi. Madem engel olabiliyordu, başında engel olmayıp beni o gün neden zorlamıştı?

Arabayı park ettikten sonra kemerimi açmak için hafifçe sağa doğru döndüğümde gözüme takılan mor saçaklarla birlikte birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattım.

Lavantaları atmamış, peşimden eve getirmiştim.

Evde durmaları ve çöpe gitmeleri arasında Cevahir için bir fark yok; çok güzeller, evde kurutup saklanmayı hak ediyorlar. İç sesime karşı koyamayarak homurdanır halde de olsa arabadan indikten sonra çiçekleri de kucağıma alıp eve doğru onlarla birlikte ilerlemeye başladım.

Sevdiğim şeylerden nefret etmeme sebep olmasına izin vermeyecektim. Kucağımdakiler kimin gönderdiğine bakılmaksızın, büyüleyici görünen taze lavantalardı. Cevahir’in izinin bulaşması onları ölüme terk etmem gerekiyor demek değildi.

Kapıma kadar ulaştığımda çantadan anahtarımı çıkartabilmem için tek elimle dengelemeye çalıştığım buketle bir nevi savaşıyordum. Normalden çok daha fazla uzayan sürenin sonunda anahtarımı kapıya takmayı başarmıştım.

İçeri giremeden önce çantamda gömülü olan telefonumdan yükselen sesle birlikte bıkkın bir nefes aldım. Kendimi içeri atıp kapıyı kapattıktan sonra çiçekleri bir kenara koyup direkt telefonuma yönelmiştim.

“Alo,” diyerek ekranda kayıtlı bir numara görmediğim için sorgular bir sesle açtım telefonu.

“Yenge,” diyerek sesini duyuran kişiyi tanıdığım anda omuzlarım yorgunlukla düştü. “Dalga mı geçiyorsun benimle Teoman?”

“Ne konuda yenge?” Şaşkın şaşkın konuştuğunda sabrımın zorlandığını hissediyordum. Telefonu omuzumla kulağım arasında sıkıştırarak aynı anda ayağımdaki ayakkabılardan kurtuldum.

“Adımı ezberlemek zorluyor mu seni?”

“Yok, kısacık adın var aşk olsun yenge o kadar aptal mıyım ben?”

“O zaman kullan!” diye patladım en sonunda. Bana yenge deyip durması her seferinde içinde bulunduğum durumu tekrar hatırlamama sebep oluyordu ve zaten unutabiliyor olduğum anlar çok kısıtlıydı.

“Ben sana Teoman diyorsun diye kızıyor muyum? Biraz örnek al beni,” dediğinde afalladım. “Adın Teoman değil mi?”

“Teo de, diğeri çok uzuyor.”

“Tamam Teo,” dedim tane tane. Haylaz bir erkek çocuğuyla konuşuyormuş gibi hissediyordum. “Ben sana Teo diyeyim, sen de bana Seray demeye başla o halde.”

Durdu. Sessizlikle geçen birkaç saniyenin ardından yeniden konuşmaya başladı. Geçen süreyi sanki teklifimi düşünüyormuş harcamıştı.

“Yok,” dedi. “Senin bu nazik isteğin Cevahir abinin sözüyle birlikte tartılınca çok hafif kalıyor. Şimdi kusura bakma da , daha yirmi beşinde bir çıtırım.”

“Abine-…” diye başladığım cümleyi ‘başlatma şimdi’ diye devam ettirmekten son anda vazgeçtim. “Selam söyle Teo, ne için aradıysan konuş ve kapat.”

“Başüstüne yenge, iletirim hemen.” Asla söylediklerimi ciddiye almadan kendi dünyasında yaşamaya devam etmesi bana kafayı yedirtmek üzereydi. “Çiçekleri aldın mı diye aramıştım ben seni.”

Yüzümü buruşturdum. “Ne?”

“Şu mor çubukları diyorum, eline ulaştılar mı? Ulaşmadıysa bir mesaj iletmem gerekiyor sana.”

İleteceği mesajın kartta yazanlar olduğunu tahmin etmek zor değildi.

“Ulaştı,” dedim. “Yorma çeneni.”

Derin bir oh çekti. Sanırım çiçeğin lojistiğiyle kendisi ilgilenmiş olacak ki ulaşmama ihtimali tedirgin olmasına neden olmuştu.

“O zaman ben kapatayım,” dedikten hemen sonra aklına bir şey gelmiş gibi aniden konuştu tekrar. “Bu arada gözünü seveyim şu adamın aramalarını aç, ben elçilik yaparken can vermek istemiyorum. Yirmi-…”

“Yirmi beşinde bir çıtırsın, Teo. Evet, anladım.”

Cevahir Avcıoğlu’nu lavantalara posta güvercini muamelesi yapmaya zorlayan aslında açıkça bendim. Salı gününden beri tek bir aramasını dahi yanıtlamamıştım. Sonlara doğru artan arama sıklığından aslında bir derdi olduğunu çıkarmak mümkündü ancak umurumda değildi.

“İlk kısmı da anladın mı peki yenge?”

Hiçbir yanıt vermedim. Sessiz kalışım Teoman’a yeterince ışık yakmış olacak ki kaderini kabullendi ve küçük bir vedanın ardından telefonu kapattı.

Holde, hiç hareket etmeden olduğum gibi birkaç dakika heykelden farksız biçimde dikilmeyi sürdürdüğümde sağımda kalan boy aynasından kendimle bakıştım.

Karşı komşumun bilmesi, magazinin bulaşıp her yere yayması gibi gelişmelerle adım adım ve fazla hızlı şekilde büyüyen oyunun yarın akşam asıl gösteriminin yaşanacağını düşündüğümde damarlarım çekiliyormuş gibi hissediyordum.

Tüm ülkenin öğrenmesi bir yana, Avcıoğlu soyadını taşıyan bir dolu insanın karşısında bulunmam bir yanaydı çünkü tek biriyle tanışmak dahi bana yetmişti.

Birden fazlasıyla başa çıkabileceğime dair kendime güvenim her geçen dakika katlanarak azalıyordu.

 

~

 

Cuma akşamı aklımdaki bir dolu soruyla baş edemediğim için çareyi erkenden uyumakta bulmuştum. Buna rağmen Cumartesi de bir şekilde kendimi öğlene kadar uyutmayı başarmış ve muhtemelen kendi uyuma rekorumu kırmıştım.

Akşamında korkunç da olsa önemli bir etkinlik bekleyen güne on beş saate yakın uykunun ardından gitmek ne kadar mantıklıydı bilmiyordum. Yani en azından odamdan çıkıp banyoya geçene dek bunu anlayamamıştım.

Aynada göz göze geldiğim yansımamın şişerek balona dönmüş gözleri hareketimin mantıksızlığını bana açıkça göstermişti.

Hiç durmadan soğuk su çarptığım yüzümü bir işe yarayacakmış gibi yıkarken bundan umudumu kesince adımlarımı mutfağa yöneltip çareyi buz parçalarında aradım.

İki gözüme tampon şeklinde uyguladığım buzlarla salondaki koltuklardan birinde oturduğum yerde yayılmış haldeydim.

Oturmadan önce aklımı dağıtabilecek bir şarkıyı devamında karışık çalmaya devam edecek şekilde ayarlamış ve kendimi sessizlikten korumuştum.

Ellerimdeki buzlar erimeye yüz tutana dek aynı konumda kalmayı sürdükten ve bu süre boyunca akşam neler yaşanabileceğine dair derin senaryolar kurduktan sonra yeni hedefim uzun, gerçekten upuzun bir duş almak oldu.

Bedenimdeki her kası, kısa süre sonra gerilmekten yine taş kesileceklerini bile bile özenle gevşettim. Banyodan çıktığımda kendimi bir buluta baktığımda bana hissettirdiği kadar hafiflemiş ve yumuşak hissediyordum.

Duş kadar uzun bir süreyi de çıkar çıkmaz bedenime yaptığım bakımla harcamıştım.

Kendimle bu denli fazla ve özenli ilgilenmek hep içimde var olan bir güdü değildi. Aksine çok sonradan kazandığım ancak kazanma sebebimin hoş olmayışına rağmen bırakmanın içimden gelmediği alışkanlığımdı.

Her şeyi tamamladığımda saat dördü geçiyordu. Üstümde ince bir sabahlıktan başka bir şey yoktu, akşam için hazırlanmadan önce araya başka kıyafetler sokmak istememiştim.

Dolabımın önünde zaten dünden ayırdığım birkaç seçenek arasında tercih yapmaya çalışırken tercihlerin tümünün siyah olması bir an için gülmeme sebep oldu.

Haftanın başındaki yemekte de siyahlara bürünmüştüm. Sürekli siyah giyen biri olduğum söylenemezdi ancak öylesine zorla ve içimden gelmeyerek katılıyordum ki bu etkinliklere… Cenazeden farksız giyinmek elimde olmadan gerçekleşiyordu.

Son kararımı siyah, yakası derince açık ince kumaşlı dar bir elbisede sabit kıldım. Bileklerimin biraz üstüne kadar üstüme yapışık bir şekilde inen elbiseyi normal bir akşam yemeği için belki abartılı bulabilirdim ancak katılacağım yemeğin ‘abartı’ denildiğinde elini korkak alıştırmayan bir aileyle yeneceğini düşününce elbisem belki de fazla sadeydi.

Yatağın üstüne bıraktığım elbiseye uyacak çanta ve topukluyu ararken de elim siyahtan başka bir şeye gitmemişti. Kendimi renklenmeye ve görüntümün enerjisini yükseltmeye hazır hissetmiyordum.

Çiçeklerin üstündeki ‘akşam’ tabirinin akşamın hangi saatini kapsadığını bilemediğim için ne zaman hazır olmam gerektiğini de bilmiyordum. Ancak günlerdir aramalarına dönmediğim adamı sırf bunun için aramak gibi bir geri adım da atmayacaktım.

Birazdan aramasını, hazır olacağım saati belirtmesini umuyordum. Bu kez telefonu açacaktım. Mecburen…

Yarım saat daha, saat beşi bulana dek umduğum o arama gelmedi. Sonunda telefonumdan yükselen sesle birlikte elime aldığımda ekranda beklediğim ismi görmüştüm.

Birkaç kez çalmasına izin verdikten sonra aramayı yanıtladım.

“Efendim,” dedim sakince.

“Yanlışlıkla mı açtın?” sorusunun içerdiği iğnelemeyi hiç umursamadım. Hak ettiğini buluyordu, hatta ona hak ettiğinin yarısını bile verebiliyor değildim ve bundan pişmandım.

Cevap vermeye gerek duymamam birkaç saniye sonra yeniden Cevahir’i duymama yol açtı. “Hazır mısın?”

“Hemen mi?” dedim gözlerim irileşirken.

“Pazartesi günkü halini düşünerek iki saat önce aradım, Seray. Yedi gibi orada olurum.”

Hazırlanmamın çok kısa sürmediğini kabullenmesine gülecek gibi olsam da bunu ona belli etmedim. “Tamam,” dedim. “Hazır olabilirim galiba iki saatte.”

Kendimden emin değilmişim gibi konuşmam duraksattı onu. “Galiba mı?” dedi hayretle.

“Evet,” dedim. “Galiba iki saat yetecek, Avcıoğlu.”

Ağzının içinde bir şeyler homurdandı ancak kelimeleri doğru düzgün seçememiştim. Ne giymem gerektiğine dair bir şey sormayı düşünsem de hem yeniden kıyafet seçmemek için hem de Cevahir’in asla doğru düzgün cevap vermeyeceğine inandığımdan boş verdim.

“Umarım öyle olur, müstakbel Avcıoğlu.”

Beni donduran sözcüklerinin ardından telefonu kapattığında bir nevi suratıma kapatmış olması zerre umurumda değildi. Sadece son iki sözcüğüne, bana sesleniş şekline takılı kalmıştım.

Damarıma basmaktan, sanki zevkle ‘evet’ dediğim bir evlilikmiş gibi her an bu detayı anıp durmaktan keyif alıyordu. Bundan artık emindim. Cevahir Avcıoğlu’nun bu evlilikten kazancı holdinge dönmek olduğu kadar benim delirmemden aldığı zevki yaşamaktı bir yandan da.

Kelimelerinin başka bir açıklaması yoktu.

Başımı iki yana sallayıp kendime gelmeyi denedim. Her konuşmamızın sonunda beni en az birkaç saatimi işlevsiz geçirecek bir hale sokmasından artık bıkmıştım.

Saçlarım, makyajım ve elbisemi giyişimle uğraşırken gerçekten iki saate yakın süreyi geride bıraktığım için bekleyecek çok zaman kalmamıştı.

İnce zarif altın küpelerimi takıp ve benzer incelikte fakat sarkık bir kolyeyle fazla boş görünen göğüs oluğumu doldurdum. Göğüslerimin arasına doğru inen kolyenin ucunda alt alta sıralı küçük pırlantalar vardı.

Paramı harcayacağım kendimden başka kimseye sahip olmamak ve son iki yılı Vita’da geçirmek beni harcamalarım konusunda düşünmeye gerek duymamaya itmişti. Aklıma eseni almak, beğendiğime sahip olmak gibi rahatlıklarla yaşıyordum.

Saatin yedi olmasına on beş dakika kadar kalmışken telefonum yeniden çaldı. Ayakkabılarımı giymek dışında bir işim kalmadığı için rahattım. Gideceğimiz yerde ve ilk kez tanışacağım, bizi bekleyen insanlar olmasaydı Cevahir’i keyfi olarak bir iki saat daha bekletmeyi düşünebilirdim ama şu an tam tersine geç kalmak kâbusum olurdu.

Telefonu açtım.

“Aşağıdayım,” dediğinde bir şey söylemeden az önce onun yaptığı şekilde telefonu pat diye kapattım. Oyunu onun oynadığı şekilde oynayacaktım. Ne eksik ne de fazla.

Telefonumu çantama atıp aynadan son kez kendimi süzdükten sonra bileğinden ve önünden geçen birer ipince bant dışında herhangi bir desteği olmayan ayakkabılarımı da giydim.

Evden çıkarken en başta kendime ve dışarıdan bana bakacak herhangi birine belli etmemek için kıvranıyor olsam da çok fazla gerilmiş haldeydim.

Laf sokup durabildiğim Cevahir’le yediğim yemek ve bugün yenecek olan arasında dağlar kadar fark olduğunu bile bile adımlamak zordu.

Dışarı çıktığımda Cevahir’in artık ayırt etmekte zorlanmadığım arabasını birkaç saniye geçmeden gördüm. Adımlarımı oraya yönelttim.

Geçen seferki gibi arabadan inecek mi diye bekledim istemsizce ancak bu kez gelişimi göremeyecek kadar önüne doğru dalmış olduğunu arabaya yaklaşınca fark etmiştim.

Ön kapıya uzanıp açtığımda kapı sesi aniden sağına doğru dönmesine sebep oldu.

Telefonu suratına kapattığım için onu biraz bekleteceğimi düşünmüş olacak ki hafifçe şaşırmış olduğunu ifadesinden anlayabiliyordum.

Bakışları, ben arabaya binmek için hareketlenemeden önce yüzümden başladığı süzüşünü görebildiği kadarıyla bacaklarıma doğru devam ettirdi.

“Beğendin mi?” diye sordum alayla.

Bakışlarını direkt yüzüme çevirmek yerine aynı yolu tersten izleyip yavaş yavaş bütün bedenimi gezdi tekrar. Kahverengileri benim ondan çok daha koyu irislerime çarpana dek dudakları aralanmadı.

“Çok kötü,” dedi sonra sakince.

“Tüh,” dedim duraksamamaya çalışarak. Aniden böyle net bir cevap beklemiyordum çünkü ondan. “Bence eve dönmeliyim, böyle ailenle tanışamam.” Son kısımda toparlayabilmiş olmayı umuyordum.

Düz bakışlar atmakla yetindi. Köprüden önce son çıkış yolumun kapalı olduğunu kabullenerek biraz ayağımı acıtmam gerekse de arabaya bindim.

Kemerimi takmamı beklerken arabayı çalıştırmadı. Neyi beklediğini anlamak için işim bitince bakışlarımı ona doğru çevirdim.

Bedeninin boyutu düşünüldüğünde beni hiç şaşırtmayan iri avucunda tuttuğu kutuyu fark ettiğimde omuzlarım gerildi. Kutu öylesine içindekine hastı ki kapağı açılmadan içinde ne olduğunu anlamak mümkündü.

Açmaya gerek duymadan kırmızı kadife kutuyu bana uzattı. “Tak,” dedi kısaca.

Ne olduğunu sormadım. Elime alırken parmaklarımın avucuna sürtünmesinden kaçamadığım kutuyu kavradım. Kapağını kaldırdığımda beni bir yüzüğün karşılayacağını biliyordum.

Yüzüğün düz kesim, büyük ve sadece pahada abartılı bir pırlanta olacağından eminken kapağı kaldırdığımda gördüğüm yüzüğün asla beklediğimle alakalı olmaması önyargılı hissetmeme sebep olmuştu.

Yüzüğün hayran olabileceğim ölçüde benim takabileceğim bir yüzük olduğunu sesli olarak dile getiremezdim. Cevahir’in takı kutumu evime geldiğinde çaktırmadan incelemiş olması, bunu kendi kendine bulmasından daha yüksek ihtimalliydi.

Parmak ölçümü bilmediği için yüzüğün tam olmayacağını düşündüm, ancak daha fazla oyalanmadan yavaşça yüzüğü yerinden çıkarttım. Kutuyu kapatıp kucağıma bırakırken yüzüğü direkt parmağıma geçirmeden önce bakışlarım refleksle yanımdaki adamı buldu.

“Tasarım bir yüzük bu,” dedim sakince. “Ölçümü sormadan boşu boşuna yaptırmasaydın keşke.”

“Tak,” diye tekrarladı az önceki emrini.

Sinirlerim bozulmuşken yüzüğü sertçe sağ elimin yüzük parmağına geçirdim. Parmaklarım inceydi, standart ölçünün çok altında bir incelikteydi ve hiçbir yüzüğü öylece parmağıma oturtamazdım.

Bugüne dek oturtamamıştım.

Parmağıma ne bol ne de dar gelen yüzüğün elimden ölçü alınmış gibi yerine yerleşmesiyle dudaklarım şaşkınca aralandı.

“Ama…” dedim sessizce.

“Parmakların gözle ayırt edilebilecek kadar ince, Seray. Benim rastgele iş yapmayacağımı, öylece riskler ya da rastlantılarla işimi halletmeyeceğimi unutmamaya çalış.”

Konuşurken bakışları yüzümde değil, yüzüğü taktığım sağ elimdeydi. Ona dönmüşken elimi fazla önde tuttuğumun farkına vararak acele etmeden avucumu kucağıma bıraktım. Bu şekilde bakışlarını elimden çekerek yüzüme odaklamış oldu.

Birkaç saniye daha bana baktı, hiçbir şey söylemediğimde ise önüne dönüp arabayı çalıştırmıştı.

O yola döner dönmez bu kez benim bakışlarım elimi buldu. Parmağımda duran yüzüğe öylece baktım. Bakarken yüzükten daha fazlasını, attığım adımların gün geçtikçe ciddileşiyor olduğunu görüyordum.

Diğer elimin başparmağını yüzüğün üstüne bastırdım.

Bu yüzüğün ve yüzükle birlikte üstüme akın edecek her şeyin aklımda kurduklarımdan daha az sarsıcı olmasını diledim.

Araba artık anayola varmışken ne kadar süreceğini bilmediğim yolculuğun sessiz geçen ilk on dakikasını ben bozdum. “Çok mu kalabalık olacak?”

“Hayır,” dedi. “Evde yaşamıyor olan kimse yemekte bulunmayacak.”

“Ev?” dedim şaşkınca. Nedense ben bu yemeğin dışarıda bir yerde olacağına inanıyordum kendimce.

“Hangi açıdan şaşırttı bu seni? Evet, ev.”

“Bir restoranda olacağımızı düşünmüştüm.”

“Fahri Avcıoğlu’nun buna boğazına bıçak dayanmış gibi tepki vereceğini bilmiyorsun henüz çünkü, gelinini evinde ağırlamak ve tanışmak ister.”

Fahri Avcıoğlu’nun Cevahir’in dedesi olduğunu bilecek kadar aile yapılarına hakimdim. İnanmakta zorlanmayacaksınız ki bu detaylara sahip oluşum tamamen Ceylin’in iki yıldır bitmek bilmeyen anlatılarındadı.

“Magazine yakalanmasaydık asla açıklamayacak gibi göründüğün kadını eve götürmen ne kadar inandırıcı onlar için?” diye sordum.

“Tanışma için gergin olan, medyadan saklanmak isteyen sendin. Şimdi istemesen de bu gerçekleşti ve benim sana kavuşmak için bekleyecek sabrım yok.” diyerek kurguladığı yalanı tek seferde anlattı. Derin bir nefes alıp başımı geriye doğru yasladım.

“Dedenden başka kim olacak yemekte?” Oraya gittiğimde fark görmüş tavşana dönmek istemiyordum. “Bir aydan fazla zamandır bana aileni hiç anlatmamış olamazsın, orada saçmalamak istemiyorum.”

“Babam, amcam, yengem ve Levent olacak. Beril ve eşi gelebilecek mi bilmiyorum, evin dışından gelen biri olursa o ikisi olur.”

Babası ve amcası arasında saymasını beklediğim, tanışacağımda gelecek tepkiden en ürktüğüm kişiyi saymamıştı. Herkesi kandırabileceğimize inanıyordum ancak bir anneyi kandırabilmek aralarından en zor olanıydı bana kalırsa. Belki kendi yaralarım, eksikliklerim beni böyle düşünmeye itiyordu ama öyleydi işte.

Sormadım annesini. Hayatta olduğunu biliyordum, bu nedenle saymama sebebinin bu olmadığından emindim. Yine de fazla merak ediyormuş gibi görünmemek için boş verdim.

“Beril?” dedim sadece sorar gibi. Bu ismi hiç duymamıştım.

“Levent’in ablası.” diyerek yanıtlamakla yetindi.

Araba yolda kimi zaman trafiğe takılıp yavaşlayarak kimi zaman hızla yol alarak ilerlerken daha fazla soru sormadım. Eğer Cevahir umursamıyorsa benim de pot kırmak ya da saçmalamak gibi dertlere düşmeme gerek yoktu. Sanırım her şey akışta çözülecekti.

Camdan akıp giden yola bakışlarımı odaklamakta biraz abarttığımı, Cevahir omuzuma belli belirsiz parmaklarını dokundururken aynı anda adımı seslendiğinde fark ettim. “Seray,” deyişiyle birlikte ona doğru döndüm.

“Hım?” gibi garip bir ses çıkarttım. Afallamıştım.

“Geldik,” dedi. “Arabanın durduğunu anlamadın mı?”

“Dalmışım,” derken bakışlarımı bulunduğumuz yeri görebilmek için etrafta gezdirdim. Araba çoktan yoldan ayrılmış, taşlı bir yola uzandığını fark ettiğim yeşil çimlerle kaplı geniş alanın yakınında durmuştu. Yakında birden fazla araba olduğunu, birbirlerinden uzak ancak düzenli bir biçimde park edildiklerini gördükten sonra bakışlarımın odağı diğer taraf, taşlı yolun ötesinde kalan görkemli ev oldu.

Ev demek karşımdaki manzara için çok alelade kalıyor gibiydi ancak buraya ne isim verilmesi gerektiğini de bilmiyordum. Birkaç kattan ibaret görünüyordu, belki iki ya da en fazla üç. Ancak yayıldığı alanda geniş bir yer tuttuğundan evin öyle normal bir boyutta olduğunu söyleyemezdim.

Evi incelemenin bana bir şey kazandırmayacağını, aksine yeterince afallamış göründüğüm için Cevahir’in karşısında garip bir konuma düşeceğimi hatırlayarak önüme dönüp kemerimi açtım. Benim hareketlenişime dek ses çıkartmadan etrafa bakmama izin veren adamın amacı neydi bilmiyordum.

Ben kemerimi açıp çantamı kavrayarak kapıya uzanana dek Cevahir arabadan inip ön kısımdan benim olduğum yere doğru dolandı. Kapımı açtığında uzattığı büyük avucuna tutunmadan önce oyalanmadım.

Bu saniyeden itibaren yaptığı hareketlerin her biri ailesini aşık bir adam olduğuna inandırmak için gerçekleşen tuzaklardan fazlası olmayacaktı. O tuzakların kuruluşunu gözlerimle görüp aptal gibi ayağımı takıp düşmeye niyetim yoktu.

Bahsettiğim taşlı yola basan ayaklarımla dengede kaldığımda Cevahir beni kendisine doğru hafifçe çekermiş gibi eline güç verdi. Ona doğru direnemeden küçük bir adım attığımda ise arabanın kapısını kapatmıştı.

Yanımıza doğru koşar adım gelen, orta yaşlı bir adam fark ettiğimde Cevahir’in sırtı dönük olduğu için gözlerimle ona geriyi işaret ettim. Bakışımı anında çözerek omuzunun üzerinden arkasına doğru baktı.

“Cevahir Bey hoş geldiniz, garajdaydım yetişemedim girişinize kusura bakmayın.”

Mahcup bir biçimde konuşan adama karşı kocaman gülümseyip sırtını sıvazlamayacağını bildiğim Cevahir sadece başını sorun yok der gibi küçük bir hareketle salladı.

“Siz de hoş geldiniz Seray Hanım,” diyen adama ‘adımı nereden biliyorsun’ diye haykırmadan önce boy boy resimlerimizin gezindiği magazini hatırlayarak sakinleştim. Bilmemesi ilginç olurdu. Çalıştığı eve gökten iner gibi düşmekte olan bir kadındım.

“Teşekkür ederim,” demekle yetindim. Cevahir’in aksine kelimelerimi kullanabiliyordum, umarım adam da bu özelliğimi fark eder ve Cevahir’i içinden de olsa ayıplardı. Çok sevinirdim.

İçimdeki Cevahir öfkesini bir kenara iterek anda kalmaya çalıştım. Bu akşam ihtiyacım olan son şeydi bu, aksine henüz elimi bırakmaya gerek duymamış olan adama dikkat çekmeyecek kadar ılımlı ve belki de sevgi dolu yaklaşmalıydım.

Cevahir elimi serbest bıraktıktan sonra temasımızın kesilmesine birkaç saniye kadar izin verip bu kez aynı elini belimin kenarına doğru yasladı. Yönlendirdiği yere, bana uydurduğu adımlarıyla ilerlerken bakışlarım her adımda biraz daha yaklaştığımız evdeydi.

İnsani boyutlardan biraz fazla uzun, iki kanatlı kapının önünde durduğumuzda birkaç adım önümüzde bize eşlik ediyor olan az önceki adam kapıyı küçük bir hareketle tıklattı. Koca evde bu sesin kime nasıl ulaşacağını bilmiyordum ancak beni şaşırtacak bir hızda kapı aralandı.

Kıyafetlerinden ve bu aileye ait olması mümkün görünmeyen samimi bir gülümsemeyle kapıyı aralayan kadının bakışları çoktan geriye çekilmiş olan adama hiç çarpmadan tam karşısında duran bizi buldu.

Cevahir’e doğru düzgün bakmaya gerek duymamıştı ancak bende duran irislerinin merakla parladığını aramızdaki birkaç adımlık mesafeye rağmen görebiliyordum.

İlerlemek için neyi beklediğini düşündüğüm sırada, Cevahir’in sıcak nefesini kulağımı okşayacak kadar yakında hissettim. Kulağıma bir şeyler fısıldayacağını anladığım için hareketsiz kaldım.

“İçeride sadece kendin ol,” demesini beklemiyordum.

Kulağıma doğru bana fısıldamak için değil de kulağımın hemen altına bırakacağı öpücük için eğilmiş rolüne büründüğünde dudaklarının baskısı tenimden silinmeden beni kapıya doğru yöneltti.

Kameraların karşısına geçtiğimizde şakağıma bıraktığı öpücükten sonra, az önce kulağımın altındaki ince deride duraklayan dudakları ikinci öpücüğünü tenime kazımıştı.

Hoş gelişimizle ilgili bir şeyler mırıldanan kadını, arabadan indiğimizde gelen adama yaptığımın aksine pek yanıtlayamadım. Eve girdikten ve kapı arkamızdan kapandıktan sonra hiç olmadığım kadar gergin hissetmeye başlamıştım ve şu an nezaketle bir şeyler yapacak halim bulunmuyordu.

“Salondalar, efendim. Yemeğe geçmek için sizi bekliyorlar.”

Kadının en son, biz biraz yürüyüp geniş bir kısımdan geçmeden önce söylediklerini duyduğum için bu boşluktan geçtiğimde beni bir kalabalığın karşılayacağını özümsemeye çalıştım.

Topuklarımın koridordaki fayans zeminde bıraktığı sesler Cevahir’in sert adım sesleriyle yarışırken evin içini incelemek için aklım fazla doluydu.

Salon olduğu girişinden itibaren fazlasıyla belli olan kısma geçtiğimizde beni olabildiğince geniş bir alan karşıladı.

Açık renklerle dizayn edilmiş olsa da kullanılan eşyaların tümü ben buradayım diye bağırdığı için bulunduğum salonun tek başına bir servet edebileceğini hissediyordum.

“Geldiler,” diyerek ayaklanan ve yaşının Cevahir’e yakın olduğunu varsaydığım kadın muhtemelen arabadayken öğrendiğim kuzendi.

Onun sesiyle birlikte koltuklara dağılmış altı ayrı bakış daha üzerimize çevrildi. Bu sırada Cevahir benim bıraksa kapıda bekleyeceğimi anlamış olacak ki belimden çekmediği eliyle beni koltuklara doğru yaklaştırdı.

Dışarıdan bakıldığında, karşımızdakilere beni sürüklüyormuş gibi değil de narince yönlendiriyor olduğunu düşündürttüğümüzden emindim.

Oysa bizzat yanımdaki adam tarafından, hayatımda hiç sürüklenmediğim kadar sert şekilde sürüklenmiş ve kendimi onların karşısında bulmuştum.

Kolumdan çekiştirmemişti belki ama nazik bir biçimde kolumu tutar görünürken ondan kaçamayacağım bir düzen kurmuştu.

Cevahir Avcıoğlu’nun kurallarıyla oynanacak, başrolünü onunla paylaştığım ve sonu henüz yazılmamış dehşet verici bir oyun…

 

~~~

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm