Düşten Farksız 29.Bölüm

 29.BÖLÜM



- 11 yıl önce, Nisan 2012, Yunanistan

*bu sahnedeki diyalogların dili Yunancadır.

 

“Yemeğim neredeyse bitecek ama arkadaşın gelmedi yanımıza anne.”

Helen, önündeki makarna tabağının içinde bir nevi kaybolmuş görünen kızının söyledikleriyle birlikte sağa sola itip durduğu bardağını düzgünce kenara bıraktı.

“Birazdan gelir,” dedi sakince. “Yoldadır, sen yemeğini bitirsen de önemli değil.”

Despina kaşlarını çatarak çatalını tabağa bıraktı. “Kaç saattir yolda, çok uzaklardan mı geliyor?”

Helen derin bir nefes aldı. Bu nefese, daha doğrusu o nefesin getirmesini umduğu ferahlamaya öylesine ihtiyacı vardı ki tam o anda.

“Uzaklardan geliyor, evet.” dedi aldığı nefesten umduğunu bulamamış olsa da kızını daha fazla bekletmeden.

Despina’yı cevaplarken, Helen aslında belki farkında bile olmadığı son şansını harcamıştı.

Kendisine ‘Despina beni babası olarak tanırsa ilişkimize karşı daha ılımlı olacaktır, işi için uzaklarda olduğunu söylediğin babası dönmüş gibi yapamaz mıyız?’ diyerek bir öneriyle gelen Nikolos, Helen’in ölene dek gerçeklerini göremediği bir dolandırıcıydı aslında. Dolandırıcılığı maddi kaynaklardan değil, manevi kaynaklardan yapıyor olması onu temize çıkarmıyordu.

“Despina,” diyerek makarnasının son lokmalarını ağzına atıyor olan kızına seslendi yeniden Helen. Ağzı dolu olduğundan ses çıkartmamış, yalnızca beklentiyle annesine bakmıştı küçük kız bu sırada.

“Ben küçük bir yalan söyledim aslında sana…” diyerek konuşmaya başladığında aslında yalan söylemeye tam da şimdi başlamıştı Helen. “Gelecek olan kişinin arkadaşım olduğunu söyledim ama bilmen gereken bir şey daha var.”

Despina merakla irileşen mavi gözlerini aça aça annesine baktı. Yalan söylemenin hiç iyi bir şey olmadığını biliyordu.

“Nasıl yalan?” diye sordu ağzındakileri yarım yamalak yutmuş haliyle.

“Sen bana hep birini soruyorsun ya hani… Gelecek mi, ne zaman gelebilir diye…” Helen boğazı düğümlendiği için devam edemeyip sertçe yutkunmak zorunda kaldı birden. Karşısındaki hepi topu sekiz yaşına yeni basacak olan bir kız çocuğuydu, kendi kız çocuğuydu. Ona ilk büyük yalanını söylüyor olmanın ağırlığıyla eziliyordu.

Despina telaşla sandalyesinde sallandı. “Babam!” diye şakıdı. “Babamı soruyorum ben hep.”

Helen başını salladı onaylar anlamda. Son bir kez içinden kendisiyle hesaplaşmaya çalıştı.

Kızının bir babaya ihtiyaç duyduğunu, bu ihtiyacı karşılamaya hevesli bir adamla da yollarının kesiştiğini düşündü yeniden. Nikolos’un tek bir yanlış hareketine rastlamamış olması, onun iyilik melekliğinden değil; Nikolos’un iyi oyunculuğundandı. Ancak Helen bunu o an için bilebilecek durumda değildi. Ve bu da artık daha fazla beklemeden kızına ‘müjdesini’ vermesiyle sonuçlandı.

“Birazdan gelecek olan kişi, baban Despina.” dedi gözlerini peş peşe kırpıp dururken. “İşleri bitmiş, artık bizim yanımızda olabilecek.”

Kızının sevinçle attığı çığlıkları dinlerken ruhunda bir hafifleme hissetti Helen. Onu öz babasına olmasa da, öz babası olarak benimseyebileceği bir adama kavuşturduğunu düşünerek içini rahatlattı.

Ancak o sevinç çığlıkları birkaç yıldan fazla süremedi, Despina’nın çığlıkları sevinçten sıyrıldıkça sessizleşti. Sessizleştikçe görünmez hale büründü.

Helen ise gölgesinde büyüyen kıyameti ne başında ne de sonunda bir türlü fark edemedi.

Kızına kıyametini elleriyle hediye etmesine rağmen Helen, hiçbir zaman o kıyamette Despina’nın yanında olamadı.

 

~

 

“En sevdiğin kızın ben miyim peki?”

Son yarım saattir belli aralıklarla az önceki soruma çok benzer sorularla babamın sabrını denemekle uğraşıyordum.

Aslında derdim sabrını zorlamak değildi. Bu istemsizce gerçekleşen bir sonuç olmuştu sadece. Derdim tamamen babamın bana küsüp küsmediğinden emin olmaktı.

“Evet, en sevdiğim kızım sensin.” diyerek beni yanıtladığında yatakta sarsıntı yaratarak kolumun üzerinde yatacağım şekilde döndüm. Babam sırtüstü uzandığı için benim ona doğru bu şekilde dönmem yeterli olmuştu.

“Yani başka kızın mı var da en sevdiğin benim?”

Yüzü önce karmaşayla sonra da şaşkınlıkla doldu. “Yavrum sen sordun soruyu, cevaplayınca ben mi suçlu oldum şimdi?”

“Cevabın hiç doğru değildi,” dedim ayıplar gibi. “Bir tanecik kızım var, onu çok seviyorum demen gerekirdi.”

Kısa bir kahkaha attı. Sırıtarak ona bakarken çenemi göğsüne yasladım. Böyle yaptığımda bütün ciddiyeti ortadan kayboluyordu. Bu özelliğini keşfettiğimi fark edene dek bu boşluktan faydalanmayı sürdürecektim.

“Kızım beni sevdiğini söyleyecek mi bunun karşılığında?” diye soruşu beklenmedikti. Bir an duraksamama, sırıtışımın yüzümde donmasına sebep oldu verdiği karşılık. Ben onunla bu konuda uğraşıp duruyordum özellikle son zamanlarda, ancak ondan böyle bir geri dönüş almamıştım hiç.

“Söylesin mi?” diye sordum kısılan sesimle. Resmen sesim içime kaçmıştı.

Isındığını hissettiğim yanaklarıma kısa bir bakış attı. Gülümseyerek beni sırtımdan tutup göğsüne doğru çekti. “Mavileriyle böyle içli içli baksa da yeter, içinden gelirse söylesin ama tabii. Hayır demem yani.”

Yanağımı göğsüne doğru yasladığımda artık birbirimizin yüzünü göremez haldeydik. Ben kapalı kapıya doğru bakarken o da başımın tepesini görebiliyordu sadece.

“Çok seviyorum ki ben seni.” deyişim oldukça kısık bir mırıltıdan ibaretti. Ancak o mırıltının gücü yaslı olduğum göğsün ardındaki kalbi hızlandırmış, bunu hissetmeme izin vermişti.

Saçlarımı öptü. Bundan destek almışım gibi devam ettim. Şimdi söyleyemezsem, hiç söylemem gibi gelmişti bir an. “Daha önce birini bu kadar sevmemiş olabilirim hatta, bazen çok afallıyorum bu yüzden. Saçmaladığım anlar oluyorsa, hep bundan.”

Kimse de beni senin sevdiğini hissettirdiğin kadar sevmedi diye eklemedim. Bu gerçeği kendime sakladım. Ben bilsem yeterdi zaten. Bunu bilmenin babama iyi değil, kötü hissettireceğini bilecek kadar tanıyordum artık onu.

“Ölürüm yoluna senin, ister saçmala ister delir her şeye iznin var.”

Gerilerek birden göğsünden ayrıldım. Hafifçe doğrulmuş olmam yüz yüze gelmemize olanak sağladığında direkt konuşmaya başladım.

“Ölürüm deyip durmasanıza sürekli!” diye patladığımda babam önce sıcak bir biçimde gülümseyecek gibi oldu. Sonra birden o gülümseme sönüp yerine kaşları çatılmış, sorgu dolu bakışlara sahip bir Timur Akdoğan bıraktı.

“Çoğul konuşuyorsun… Kimiz biz sürekli ölürüm diyenler olarak?”

Hafifçe aralı kalan dudaklarımla babama bakakaldığımda beynim yeterli gelecek olan cevabı üretmek için inanılmaz büyük bir çaba harcıyordu ancak elindeki tek veri, üç beş saat önce benzer bir cümleyi kuran Pars’tı.

Düşünmeden konuşmuş ve babamın da aynı şekilde sana ölürüm demesini Pars’a benzetmiştim. Bu, zaten yaklaşık yarım saat önce Özgür’ün haklı çıkmaya çalışmasına kızarak babama direkt ‘Pars’ cevabı verdiğim anın ikiziydi.

Özgür’ün kime kırıcı bir şeyler söylediğini ve benim de Özgür’e küsecek kadar buna üzüldüğümü babama söylerken hiç duraksamamış ikinci kez düşünmeye gerek bile duymamıştım. Karşısında Pars’ın adını andığımda ise salonda yaşanan korkunç sessizliği sanırım bir süre unutamayacaktım.

Uykumun geldiğini söyleyerek yanlarından kalktığımda sessizlikleri bozulmuş değildi. Özgür, açıkça Pars’ın adını verebilmiş olmama; babam ise verdiğim adın Pars olmasına olan şaşkınlıklarıyla boğuşurken resmen kaçmıştım.

Pijamalarımın üstümde olmasından faydalanıp direkt yatağa atladığımda ise en fazla on dakika geçmişken babam odama gelmişti.

Onu, halen beni seviyor olduğu ve benimle küsmemiş olduğuna dair darlamaya başlamam da bu anın ardındandı zaten.

“Anlayamadım,” dedim ilk sığınabileceğim durağı ‘Türkçem yetmiyor’ noktası olarak seçip.

“Ben de,” dedi babam sadece.

Bu kez gerçekten anlayamamıştım. Garip garip baktım.

Beni hızla kendine çekip göğsüne düşürdüğünde ağzının içinde mırıldandıkları çok hızlıydı.

“Ben de anlamadım, engel olmaya gönlümün elvermeyeceği tek adamı elinle koymuş gibi nasıl bulup çıkarttın sen önüme; anlayamadım Ahu’m.”

Cümlesi bir dolu deyimle doluydu ama bunları sormaya başlarsam konuyu iyice uzatmış olacaktım ve söyledikleri eğer olumsuzsa yeni bir kaçış yolu bulmak için kıvranmam gerekecekti.

Bu nedenlerle sessizliğe gömülüp gözlerimi sıkı sıkı kapadım.

Uyumam, uykunun kollarındayken bugün yaşananların karmaşasını sindirmem ve yarına mümkünse çok daha az soruyla uyanmam gerekiyordu.

Saydıklarımdan yalnızca ilkini gerçekleştirebilip uyumaktan başka bir şey yapmayacağımı bile bile, kendimi kandıra kandıra bilincimi karanlığa gizledim.

Uykum birden bire bölündüğünde, henüz oda aydınlanmış değildi. Uykumdan uyanışım yoğun bir susuzluk hissetmemdendi. Başucuma bıraktığım bardağımı uyumadan önce doldurmadığımı hatırlayınca sessizce ofladım.

Babama yapıştırdığım bedenimi olabildiğince yavaş ve az hareketlerle yatağın diğer kısmına doğru ittiğimde biraz hareketlenir gibi olsa da uyanmadı.

Birlikte uyumaya başladığımız zamanların başında, yaptığım en ufak bir harekette gözlerini aralıyor ve beni kontrol ediyordu. Kollarından sıyrılıp gideceğime dair bir korkusu olduğunu fark etmemek mümkün değildi. Ancak birlikte uyuduğumuz geceler arttıkça, hatta birlikte uyumadığımız gece kalmayınca babam yatakta çırpınıp durmamın genelde tuvalet ya da su ihtiyacıyla olduğuna ikna olmaya başlamıştı.

Saatin kaç olduğunu merak ettiğim için yatakta oturur hale gelince komodine uzandım. Telefonumu bıraktığım yerde bir boşluktan fazlasını bulamayınca uyku sersemi bir anlığına afallamıştım. Hemen sonra odaya koştur koştur geldiğimi ve gelirken telefonumu salondan almadığımı hatırladım.

Dudaklarımı büküp küçük adımlarla odadan çıktım. Yakacağım ışıkların odaya sızmaması için kapıyı da yavaşça kapatmıştım.

Mutfağa gitmeden önce banyoya uğrayıp, sonrasında kendimi su içmek için mutfağa attım. Büyük bir bardak suyu haftalardır susuzmuşum gibi içtiğimde bu halim bana Özgür’ü hatırlatmıştı. Maç için kaçak çıkışımızı yaptığımız gece, gittiğimiz yerde istediğim suları da aynı bu şekilde içmiş ve onun bolca dalga geçmesine sebep olmuştum.

Kendi kendime hafifçe gülerek bardağı kenara bıraktıktan sonra mutfaktan ayrıldım. Odaya geçmek için adımlayacakken telefonumu da almak aklıma gelince yönümü değiştirdim. Salonun en az ışık veren, kısık ışığını açıp ilerledim. Koltukta bıraktığım telefonum aynı yerde beni bekliyordu.

Salondaki duvar saatine bakarken bir yandan da telefonumu elime almıştım. Saat üçü geçiyordu.

Telefonumun şarjının bitip bitmediğini görmek için ekrana dokunduğumda aniden yükselen ve direkt yüzüme çarpan ekran parlaklığı gözümü almış, yüzümü buruşturarak kalakalmama sebep olmuştu.

Yüzümün buruşmuş halini, çok yüksek bir hızla bambaşka bir hale çeviren ise ekranda duran bildirimdi. Bildirimlerdi…

Telefonumda korkunç bildirimler görmeye aşinaydım. O bildirimleri görüp yaşadığım anın zehredilmesine bağışıklık kazanmamıştım ama insan en kötüye bile alışabilen garip bir varlıktı. Alışmak doğasında, hiç silinmeyecek şekilde kazılıydı.

Ancak bu kez ifademi değiştiren bildirimler, korkunç olanlar değillerdi. Korkunç olduklarını söylersem salondan çıkamadan önce böylesi ağır bir yalanın altında kalıp çarpılabilirdim.

Mesajlar telefonumda kayıtlı olmayan bir numaradan gelmiş, telefonumda peş peşe ancak farklı zamanlarda gelen bildirimler oluşturmuşlardı.

Üç mesajı ardı ardına okumama gerek kalmadan, sadece ilk gelen mesajı görmem mesajların kimden geldiğini anlamam için yetmiş hatta artmıştı.

‘Her şey yolunda mı minik tanrıça?’ yazılı mesaj gece yarısı olmadan telefonuma düşmüştü. Mesajın sahibi, kendini tanıtmak yerine, kendisine özel o iki kelimeyi mesajın sonuna eklemeyi tercih etmişti.

Bir sonraki mesaj, ilk mesajın bir saat kadar sonrasında, saat bir gibi gelmişti. ‘Erkenden uyumuş olman iyi olan mı kötü olan mı bilmiyorum’

Üçüncü mesaja ayrıntılı şekilde bakmadan önce yüzümde koca bir gülümseme varken, az önce telefonumu aldığım koltuğa kendimi yavaşça bıraktım. Beni merak ediyor olmasına böyle içimin ısınması doğal olan mıydı?

Son mesajın atıldığı saati gördüğümde, üzerinden sadece yarım saat geçmiş olduğunu fark ettim. ‘Akdoğan’ın seni kırmamış olduğundan emin olamıyorum, ben bu endişeyle uyuyamıyorken umarım sen huzurlu bir uykudasındır. Telefona bakmama sebebin huzursuzluğun değil, huzurlu uykun olsun Afrodit.’

Mesajın ardından uyumaya karar vermiş olması bir seçenekti. Ancak şu anda uyumuyor olması da en az diğeri kadar kuvvetli duran diğer seçenekti.

Parmaklarım harfler üzerinde gezinmeye başlamadan önce mesajları peş peşe, tek nefeste bir kez daha okudum. Yanaklarım acıyacak kadar çok gülümsüyor ve asla bunu durduramıyordum. Endişelendiğini belirttiği mesajlarına bu şekilde tepki vermem biraz bencilce miydi, belki; onun bu durumdan haberi olacak mıydı, asla.

Mesajımı, yazdığı ilk mesaja ve doğal olarak ilk sorusuna cevap olarak oluşturdum. ‘Her şey yolunda, gerodeménos’

Sürekli sesli olarak dile getirdiğim ve ne dediğimi bir türlü çözemediği sözcüğü, öğrenebilmesine imkân sağlayarak cümlemin sonuna eklerken çok düşünmemiştim.

Attığım mesajın ben telefonu elimden bırakmadan önce görülmesini beklemediğimden maviye dönen tikleri görmek, elimin telefonu atacakmışım gibi sarsılmasına sebep oldu.

Gelecek olan mesajın ne olmasını umuyordum, bir fikrim yoktu. Ancak, ‘Mesajlaşmaktan hoşlanmıyorum, arasam açabilir misin telefonu?’ gibi bir mesaj ummadığımdan adım kadar emindim.

yn: Pars dilinde bu mesajı, ‘sesini duymaya ihtiyacım var minik tanrıça’ şeklinde tercüme ediyoruz. Despoş yiyecek mesajlaşmayı sevmem bahanesini ama siz yemeyin diye araya gireyim dedim…

Mesajı okuduktan sonra bakışlarım refleksle etrafta gezindi. Konuşma fikrini asla imkânsız bulmamam ve hızla bir yol aramaya girişmem deliceydi. İçimde bacaklarını yaymış oturan deli göz devirerek, Pars’ı öpmüş olmamın bundan daha delice olduğunu hatırlattığında omuzlarım çökmüştü.

Bakışlarım salonun diğer ucundaki balkon kapısına takıldığında birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım. Balkonda ortalama bir sesle konuşulduğunda dahi evin içine ses girmiyordu.

Eğer konuşacaksam, bana bu olanağı sağlayacak olan tek yer balkondu.

Ayağa kalkmadan önce görüldü yapıp bıraktığım mesaja ikinci dakikanın sonunda yanıt vermek üzere parmaklarımı ekranda oynattım. Muhtemelen Pars bu süre boyunca benim olumsuz bir yanıt vermek için bahane aradığımı düşünüyordu.

Hem onu hem kendimi şaşırtarak, üç harften ibaret kısacık kelimeyi yazıp yolladım.

‘Ara’ yazılı mesajım karşı tarafa ulaşırken ben de ayaklanmış ve balkona doğru yol almıştım.

Balkona çıkıp kapıyı kapadığım sırada elimdeki telefon titremeye başlayınca kalbim bir anlığına boğazıma tırmanmış ve atışlarına orada devam etmişti.

Sandalyeye oturup derin bir nefes aldım. Evin içindeki ortalama sıcaklığa oranla, Temmuz ayının ortasında olmamıza rağmen balkon serindi. Hafifçe ürpermiştim ama beynimin düzgün çalışması için bu serinliğin işe yarayabileceğini düşünerek herhangi bir önlem almaya girişmedim.

Açtığım telefonumu kulağıma yasladığımda titrek bir soluk vermiş, her ne kadar amaçlamasam da bu soluğu Pars’a da ulaştırmıştım. Bu küçük sesin telefonu açtığıma işaret olduğunu anladığında, ilk kez telefondan duyuyor olduğum sesinin kulaklarıma dolmasına yol açtı.

Gerodeménos ne demekmiş öğrendim,” derken normalde olduğundan daha boğuk ve yoğun bir sesle konuşuyordu. Bu konuşmanın gerçekleştiği saatten ya da belki de telefonda olmamızdandı.

Kısık bir sesle güldüm. “Ama söylemeyi öğrenememişsin,” diyerek asla diline uyamayan Yunanca telaffuzuna laf attım. Fazla tatlı bir şekilde söylemişti ama bunu bu şekilde ifade edersem, hiç susmadan beni bununla vuracağını biliyordum.

“Öğretirsin.” dedi bir an bile düşünmeden. Kendinden de benden de emin bir tavırla konuşmuş olması pijamamın alt kısmını oluşturan şortun uçlarıyla oynayarak kendimi oyalamamı gerektirmişti.

“Öğretirim,” dedim başımı o göremese de hafif hafif onaylar anlamda sallarken.

Kısa bir sessizlik doğup büyürken, büyümesinin ilerlemesine engel olan Pars’ın sorusuydu. “Uyuyor muydun?”

“Uyuyordum,” dedim. “Telefonum odamda değildi, görseydim…”

Görseydim endişelenmene izin vermez, mesajlarını yanıtlardım.

“Sorun yok,” dedi sadece. Gerçekten bir sorun olmadığını sesindeki sakinlikten anlayabiliyordum. Onun bu sakinliği bana da bulaşır gibi olunca yerimde mayışıp sandalyeye sindim. Kulağımda sesi, istemsizce gözlerimin önünde de kendisi belirdiğinden etrafım onunla sarılmıştı.

Saatler öncesinde de etrafım onunla sarılıydı. Hatta onun etrafına sarılı olan bendim.

“Sen uyumamışsın ama,” dedim sorunumuz gayet belli dercesine. “Neden uyumadın?”

“Uykum gelmedi,” diyerek öne sürdüğü cevap bir çocuğu kandırmaya bile yetmezdi.

“Neden gelmedi?”

“Her söylediğimi başına neden ekleyip soru mu yapacaksın?”

“Neden olmasın?” diyerek ciddi kalmaya çalışsam da kendimi tutamayıp kıkırdadım hafifçe.

Gülüşüm bitmeden önce ondan da kısık bir nefes sesi duydum. Bu sesin güldüğü anlara ait olduğunu biliyordum. Sesi ve görüntüyü kendi zihnimde birleştirebilmiştim kolaylıkla.

“Olsun, tamam.”

“Üzüldüğün için mi uyumadın?” diye sordum dayanamayıp. Biz gittikten sonra Mayıs’la konuşup konuşmadıklarını bilmiyordum, içimden bir ses konuşmaktan kaçtıklarından fazlasıyla emindi.

“Üzüldüğümü söylersem, yine odamın kapısında belirmeni sağlayabilir miyim?”

Titredim. On altıncı katın balkonunda gecenin karanlığında oturuyor olmanın ürpertisiyle titrediğim konusunda kendimi kandırırken, titreyişimin Pars’ın açık sözlülüğüne olan şaşkınlığımdan olduğunu içten içe biliyordum.

“Şimdi olmaz ki,” dedim omuz silkerek.

“Sonra…” dedi beklemeden. “Sonra olur o zaman, bu demek mi yani cevabın?”

“Pars,” dedim çaresizce.

“Söyle minik tanrıça,” diye yanıtlandığımda sanki akıyormuş gibi burnumu çektim sertçe.

“Sen böyle şeyler söylediğinde ben ne demem gerektiğini bulamıyorum.” Yeterince dürüst ve bir o kadar da yardım dilenen itirafım dudaklarımdan döküldükten sonra ondan gelecek cevabı bekledim gözlerimi gökyüzüne kaldırıp.

“İçinden geleni söyle, ben öyle yapıyorum.”

“Çünkü bunları ilk kez yaşamıyorsun,” diye homurdandım istemsizce. Ağzımın içinde, fazlasıyla kısık bir homurdanmaydı. Kendimi tutamamıştım. Beni öptüğü anlarda da başıma üşüşen konuydu bu, belli ki kolay kolay aklımdan silinmeyecekti.

Kendimi herhangi bir sevgi bağı konusunda bile acemi görüyor ve buna bir çare bulamıyorken, aşkı ezberlemiş gibi gezinemezdim hislerimin arasında.

“Kuşlar mı fısıldadı bu fikri sana?”

Anlamsızca kaşlarım çatıldı. Kuşun böceğin konumuzla ne ilgisi vardı şimdi? Konuyu mu değiştirmeye çalışıyordu?

“Ne kuşu?” dedim yarı kızgın yarı küskün bir sesle. “Bazen söylediklerini anlamıyorum diye oyalamasana beni, kandırmasana…”

Güldü. Az önceki nefes sesinden fazlasını bana taşıyamayan güçsüz gülüşlerden değildi bu seferki, cidden gülüyordu. Keyifliydi.

“Gülme,” dedim az önce yarı yarıya olan oranda kızgınlığım artarak küskünlüğümü geçerken. “Kapatacağım telefonu şimdi, dalga geçmek için mi aramak istedin sen beni?”

“Hayır,” dedi gülüşünü sonlandırmaya çalıştığını belli eder bir halde. “Hayır, sakın.”

“O zaman dalga geçme.”

“Geçmiyorum, yanlış anladın sen sadece.”

İnandırıcılığını kendi içimde tarttığım sırada devam etti. “Uykuna dönmen gerekiyor artık, yeterince bölüp dağıttım.”

Az önce sakın kapatma diyen kişiyle aynı kişi miydi şu an konuşan adam?

Anlam veremediğimden sessiz kaldım. Pars neden konuşmamızı sonlandırmayı kabul ettiğini bir sonraki cümlesiyle açıklamıştı zaten.

“Yarın bana bir kahve sözün var, Afrodit. Uyu, dinlen, uyan ve yanımda belir.”

Verilmiş kahve sözü falan yoktu. Pars tam şu an bunu ortaya atmış, benim reddetmeyeceğimden de gayet emin bir tavırla konuşmuştu.

Onun kurduğu bu düzeneği yıkmadım. Bu itirazsız kabullenişimin Pars’ın bugün çok üzülmüş olması ve artık üzülmemesi gerektiğiyle ilgili olduğunu kendime sayıklayıp dursam da; asıl konunun, onunkilerle birden fazla kez birleşen dudaklarım ve bu birleşmelerin bana neler yüklediği olduğu ortadaydı.

“Sadece ve en çok kahveyi sevdiğim için kabul edeceğim,” dedim dudaklarım kıvrılmışken.

“Kahveden çok sevebileceğin şeyler yaratacağım senin için Ahu, o zamana kadar kahveyi sadece ve çok sevmeye devam et.”

Telefonu kapatma anımdan önceki son cümlesi buydu, benim son cümlem ise kısık bir ‘iyi uykular’dan ibaretti.

Pars’ın beni suskun bıraktığı ilk an değildi.

Son an olmayacağı da az önce gökyüzüne bakarken gözümün takılıp durduğu dolunay kadar parlak ve belirgindi.

 

~

 

“Özgür nereye gitti sabah sabah?”

“Mayıs’la görüşmek için çıkmıştır,” dedim ağzımdaki peynir parçasını yuttuğum anda babama.

Kaçıncı bardağında olduğunu sayamadığım çayından bir yudum aldıktan sonra kaşları havalanmış halde bana baktı. “Kendisi mi söyledi?”

Başımı iki yana salladım. Kendisi söylememişti.

Gecenin ortasında uyanışım ve bu uyanışın sonucunda yaptığım telefon konuşması sayesinde düşünüp durmaktan yarım yamalak bir uyku uyumuştum. Sabaha karşı derinleşebilen uykum da doğal olarak bayağı geç sona ermişti. Uyandığımda saat çoktan on olmuştu.

Genellikle uyanma sıralamamız babam, ben ve Özgür şeklindeydi. Ancak bu sabaha sıralamayı tersine çevirmiş halde başlamıştık. Özgür ben uyandığımda evden çoktan çıkmış, babam ise benden on beş dakika kadar sonra kalkmıştı.

Uyanır uyanmaz kahvaltı hazırlamaya girişmiş ve babam uyanana dek her şeyi hazırlamıştım. Özgür’ün dönüp dönmeyeceğini bilmesem de az önce babama söylediğim gibi bir tahminim vardı ve bu dönmeyeceğini kanıtlıyordu aslında.

“Dün Özgür ve Pars dışında başka bir gerilim daha oldu mu?” diye sorduğunda koparttığım ekmekle birlikte duraksamıştım. Mayıs’ın sessiz kalış anından bahsetmem gerekir miydi?

Ne diyeceğimi düşünürken kapıdan gelen anahtar sesi mutfağa kadar ulaşınca ikimizin de dikkati dağıldı.

Eve anahtarla girebilecek olanın kim olduğu belliyken, yerimizden kalkmamıştık. Gelen Özgür’dü. Biraz sonra kapı kapanma sesinin ardından saniyeler bile geçmeden mutfağa girmişti zaten.

“Günaydın, haber vermeyince geç dönersin diye başladık kahvaltıya.” Babam bir yandan dikkatle Özgür’ü incelerken bir yandan da açıklama yapıyordu.

“Günaydın, iyi yapmışsınız. Marketteydim ama uzun sürdü biraz uzağa gidip geldiğim için.”

Özgür içeri girerken ondan çekip masaya çevirdiğim bakışlarım engel olamadığım bir merakla ona döndü. Ne almıştı ki? Sabah erkenden çıkıp uzaktaki marketten alması gereken ne vardı?

“Sen günaydın demeyeceksin sanırım,” diyerek gözlerini bana doğru çevirince yerimde kıpırdandım. “Günaydın,” dedim sessizce.

Özgür ona ait sandalyeye yerleştiğinde arkasına yaslandı. Oturmadan önce tabak ve bardak almamış olmasına göz ucuyla baktıysam da ses çıkartmadım. Belki de tabaksız ve çaysız yiyecekti, acıkınca bazen önünü göremiyordu.

Babam kahvaltısına döndüğünde ben de aynı şekilde yemeğime odaklanmaya çalıştım. Çalıştım demem gerekiyordu çünkü bir dakika bile geçmeden sıkıntıyla oflayıp ayaklanmam ve dolaptan çıkarttığım tabağı yanına bir çatal ekleyip ne sert ne yavaş sayılmayacak şekilde önüne bırakmak zorunda hissetmiştim.

“Sırf ben kalkayım diye tabak almadan oturdun,” dedim oyununa bile isteye kandığımı belli etmekten geri kalmayıp.

“Evet,” dedi hiç uzatmadan. “Çay da verecek misin bana?”

“Yok, kuru kuru ye.”

Yerime hızla geri oturdum. Homurdanışıma babamın biraz güler gibi olduğunu görmüştüm ama bir şey demedim. O gülebilirdi. Ancak yarım ağız sırıtan Özgür’ün böyle bir hakkı yoktu. “Sen gülme,” dedim başımla onu işaret edip.

“Güleceğim,” diye inat etti hemen. Çatalımı sıkıp ağzımın içinde bir şeyler mırıldana mırıldana bakışlarımı üzerinden çektim.

Aynı anda ağzıma bir dolu yiyecek sıkıştırdığımın farkına varamamıştım. Farkına vardığımda yanaklarım çoktan ağzımdakileri çiğneyemeyeceğim kadar şişkin haldeydi.

Ağzımdakileri yutamama krizim midemi bulandırdığında yüzüm buruştu. Özgür ne yapmaya çalıştığımı anlayamamış gibi bana bakıyordu. Cidden kendi kendimi boğduğumu anladığında apar topar ayaklandı. “Çıkart ağzındakini!” diyerek yanıma geldiğinde babamın da ilgi odağı olmuştum.

Rezilliğime içimden ağlarken tabağımın kenarındaki peçeteyi ağzıma bastırdım. Ağzımdakileri çıkartmayacaktım ama belki peçete sayesinde ağzımı açık tutarak çiğneyişimi kolaylaştırabilirdim.

Özgür sırtımı sıvazlayarak beni rahat ettirmeye çalışırken babam da her an müdahale etmesi gerekecekmiş gibi sandalyesinden kalkmak üzere görünüyordu. Biraz yutmayı başarıp nefes boşluğu yarattığımda omuzlarım gevşedi. Peçeteyi geri bıraktım.

Kaşları çatık halde tepemde bekleyen Özgür’e başımı geriye atarak baktığımda yanaklarımın normal hale geldiğini görmüştü. İfadesi düzelince yerine geçmesini bekledim, ancak yerine dönmeden önce ben ne olduğunu anlayamadan eğilip sertçe alnımı öptü.

“Abilere bir günden fazla küsülmez, yeter artık.”

Babama baktım. “Küsülmez mi?” diye sorduğumda ‘ben karışmam’ dercesine omuz silkti. Yeniden Özgür’e baktım.

“Bana kızdığın günkü gibi birden sinirlendiğini ve şimdi pişman olduğunu kabul edersem, küslüğümüz bitebilir. Söylediğin şeyden pişmansan ve gereğini yapacaksan barışırız.”

Başını eğdi omuzuna doğru. “Gereği neymiş?”

İlk kısımlara yorum yapmadan direkt son kısma girişmesine göz devirmemek için kendimi tuttum.

“Özür dileyerek başlayabilirsin.”

“Tamam,” dediğinde itiraz etmemesine şaşkınlıktan bayılmak üzereydim. “Özür dilerim, çığırtkan.” diye devam ettiğinde ise itiraz etmeme sebebinin beni yanlış anlaması olduğunu anlamıştım.

“Benden değil.”

Gözleri kısıldı. “Kimden?”

Cevaplamak için dudaklarımı araladığımda birden avucunu ağzıma kapadı. “Tamam! Adını dünden beri yeterince kullandın, vazgeçtim sus.”

Ağzımı eliyle kapatmış olmasına rağmen kocaman güldüm.

“Abi gülüyor bi’ de!” diyerek babama yakınmaya başladığında babamla kısa bir an göz göze geldik. Gülüşüm gözlerime taştığından mı yoksa gözlerimde görmeye çalıştığı başka bir şey olduğundan mı bilmiyorum ama bir süreliğine elalarını benden çekmedi.

Babamdan umduğunu bulamayan Özgür sinirle beni bırakıp mutfağa girdiğinde tezgâha attığı poşeti almak için hareketlendi. “Çöpe atacağım bunu.”

Yapboz parçalarını birleştirdiğimde yerimden koştur koştur kalktım. “Benim mi o?”

“Artık değil.” derken gerçekten poşetle birlikte çöp kutusunun olduğu dolaba doğru ilerliyordu. Yetişip koluna yapıştıktan sonra poşeti elinden çekmeye çalıştım.

“Bakayım neymiş? Bırak!”

Beni fırlatacak güçte olmasına rağmen fırlatmayacağını bildiğim için rahatça kolunu bacağını çekiştirebiliyordum. En sonunda poşeti almama izin verdiğinde hızla poşetin içine baktım.

Bu eve ilk geldiğimde bulduğum markaya ait, koca bir torba dolusu kahveli şeker vardı. O şekerler bittikten sonra yine kahveli şekerler almıştık ama aynı markanın şekerlerinden bulamamıştı babam. Ve onların tadı kesinlikle daha güzeldi.

Kendisini affettirmek için sabah sabah, bölünmesine asla tahammül edemediği uykusundan uyanıp bana şeker bulmak için dışarı mı çıkmıştı?

Dudaklarımı sarkıttım istemsizce. Ona içli içli baktığımda aynı anda da kolunu çekiştirmeyi bırakmıştım.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım. Şeker paketine duygusal destek alır gibi sarılmıştım.

Oyuncak ayımmış gibi kucakladığım pakete ve bana baktıktan sonra yüzünde şefkatli bir gülümseme belirdi. “Rica ederim abim,” derken masada yaptığı gibi alnıma yine baskılı bir öpücük bıraktı.

Hayatlarına çok sonra ve fazla ani bir biçimde dahil olmuştum. Bu durum beni aralarındaki dengeleri anlamakta zorlanacağım bir hale sokuyordu. Elimden geleni yapsam da Özgür-Mayıs-Pars üçgeninde yaşanan bu ilk sorunun son olmayacağını çoktan kabullenmiştim.

 

~

 

Gece telefonu kapatmadan önce Pars’a bir iki soru daha sormam gerektiğini, günün ilerleyen saatlerinde yeni yeni fark etmeye başlamıştım.

Kahve sözünü benden almıştı, ancak bu sözün saat kaçta başlayacak bir zamanı kapsadığı konusunda hiçbir şey söylememişti. Sabah bu konuda bir şeyler yazacağını düşünmüştüm ancak tek bir mesaj bile yoktu.

Babam ders için öğle saatlerinde evden çıkmış, beni de Özgür’le bırakmıştı. Salonda iki ayrı koltukta yayıldığımız saatlerin ardından artık dayanamamış ve odama geçip sabahtan beri düşünüp durduğum hazırlanma işine girişmiştim.

Kahvenin öğleden sonra içilmesi mantıklı olan gibiydi ama kimse akşam içilemeyeceğini söylemiyordu sonuçta. Belki de Pars’ın kastettiği saat dilimi akşam yemeğinden sonraki bir kahve içimiydi…

Elbisemi giymem, hafifçe makyaj yapmam ve saçımla savaşmam bir saatten fazla zamanımı almıştı. Bu bir saatlik sürenin içinde birden fazla kez telefonumu kontrol etmiş ve Pars’tan bir haber olup olmadığını görmek için denemelerde bulunmuştum.

Hiçbir mesaj yoktu.

Modumu düşürmek yerine olumlu düşünerek hazırlanmayı bitirdiğimde salona doğru ilerledim. Biraz Özgür’ün sinirlerini bozarak vakit geçirebilirdim belki.

Salona girmek üzereyken Özgür’ün zil sesini duydum.

“Efendim Mayıs çiçeği?” diyerek yanıtladığı telefondan karşı tarafı direkt tanıyabilmiştim. Biraz ayıptı belki ama içeri girmek yerine kapıda bekledim. Amacım sadece Mayıs’ın abisiyle ilgili herhangi bir şey söyleyip söylemeyeceğini öğrenmekti.

Bulunduğum açıdan Özgür’ü göremiyordum ama sesi açış cümlesine oranla oldukça farklılaşınca hislerini anlayabilmem zor olmamıştı.

“Güzelim sakin ol, tek tek konuşur musun? Nefeslen, anlayamıyorum. Nereye gitti abin?”

Sıraladığı sözcüklerin en sonunda, beklediğim ateşleyici vardı. Sonda sorduğu soruyu duyduğum anda salona girdim.

“Tamam,” dedi Özgür ben salona girdiğimde çoktan ayaklanmışken. “Tamam, ben yanına gideceğim. Ağlama, hatta yol üzerinden seni de alacağım tamam mı? Yalvarırım içli içli ağlama.”

Özgür telefon kulağında, salon kapısına doğru adımlıyorken beni birden karşısında bulduğunda duraksadı. Bakışları üzerimdeki elbisede, yüzümde ve geriye doğru tutturduğum ve şekil verdiğim perçemlerimde gezindi.

Afallamış bir haldeydi. “Nereye?” diye sordu bana. Bu sırada telefonu kulağındaydı hâlâ.

“Sen nereye?” diye sordum cevap vermek yerine. Çünkü her nereye gidiyorsa, ben de oraya gidiyordum.

Saatlerdir mesajını beklediğim, atmadığı mesajlarla oldukça şaşkın hale büründüğüm adamın, kız kardeşini ağlatacak kadar ilginç nereye gitmiş olabileceğini düşünüyordum şu anda. Pars neredeydi? Gittiği yer, Mayıs’ı neden ağlatıyor ve bana kahve içemeyeceğimizi söyleyemeyecek kadar onu meşgul edebiliyordu?

Cevap vermeyeceğini anladığımda dayanamadım, ben konuştum. “Pars’ın yanına gidiyorsun.” dedim konuşmalarını duyduğumu belli ederek.

“Evet,” dedi sakince. Ama yüzü biraz karmaşıktı.

“Güzel,” dedim. “Çıkabiliriz.”

İtiraz etmek için ağzını araladı.

Boşu boşuna yorulmak kendi tercihiydi. Çünkü ne derse desin bu evden benimle çıkacaktı.

Aksini kabul etmeyecektim.

Güzel bir gün olacağını düşünüp heyecanlandığım günün, böyle devam ediyor olması elbette tercihim değildi. Ancak bazen düşüncelerinizin değil, akışın ritmine kapılmanız gerekirdi. Bu da öyle bir andı.

On beş dakika geçmeden, tamamen sessiz geçirdiğimiz araba yolculuğu Eraslanların evinin önünde ilk molasını verdi. Birkaç dakika önce Özgür, Mayıs’ı aramış ve aşağıya inmesini söylemişti; bu nedenle araba durur durmaz Mayıs hızla içeri girmiş oldu.

Onu alacağımızı bildiğimden ve daha rahat hissetmek istediğimden baştan arka koltuğa geçmiştim. Mayıs arabaya binerken zaten alışkanlıkla ön kapıyı aralamış ve yerleşmişti. Arka koltukta birinin varlığını fark ettiğinde ise geriye dönüp iri iri açtığı gözleriyle bana bakakaldı.

“Despina?” diye mırıldandığında benim dikkatimi çeken tek şey ağlamaktan içeri doğru çökmüş olan gözleri ve soluk yüzüydü.

“Selam,” dedim sessizce. Suratsızlığımı ona değil abisine göstermek isterdim ancak önce ciddi bir durum olmadığından emin olmam gerekiyordu. Sonra kimse Pars’ı elimden alamayacaktı.

Bakışları, evden çıkmadan önce sevgilisinin yaptığı gibi üzerimdeki soluk yeşil elbisemi buldu. “Nereye gittiğimizden pek haberin olmadı mı?” derken aklı karışmış bir çocuk gibiydi.

“Nereye gittiğimizi bilmiyorum, kime gittiğimizi biliyorum.”

Verdiğim cevap bir an için arabada keskin bir sessizlik yarattı. Bu sırada Özgür çoktan arabayı çalıştırmış ve hızla hareket etmeye başlamamızı sağlamıştı.

Mayıs önüne dönecek gibi olduğunda koluna dokunarak buna engel oldum. “Mayıs,” dedim düz bir biçimde. “Abin nereye gitti de sen bu kadar korkup Özgür’ü aramak zorunda kaldın?”

Mayıs göz ucuyla arabayı kullanıyor olan sevgilisine baktı. Sanki ne cevap vereceğini bilememiş ve ondan destek almayı ummuş gibiydi.

“Maç…” diye soludu sonra. “Maça çıkacak abim.”

Kaşlarım derince çatıldı. Bu akşam maçı vardıysa bundan yeni haberleri olması garipti. Daha da garip olan tarihi belli bir maçla aynı gün benimle plan yapıp o planı iptal ettiğini belirtme ihtiyacı dahi duymayan Pars’tı.

“Ve?” dedim sorar gibi. “Maça ilk kez çıkan bir adamın kız kardeşi olmadığını biliyorum, Mayıs. Neden gözlerindeki yaşlar bitecek kadar çok ağladın?”

“Özgür!” dedi Mayıs yeniden ağlamaya başlayacakmış gibi.

Özgür’ün sıkıntıyla nefeslendiğini duydum. “Bazen daha farklı maçlar olabiliyor, çığırtkan. Bu da onlardan biri. Ani, plansız ve diğer maçlardan farklı bir tanesi. Belirli bir kesime duyuruluyor sadece.”

Bu söylediklerinin bir şey ifade etmediğini söylemek için dudaklarımı araladım. Bu sırada Mayıs benim halime mi yoksa kendi haline mi acıdı bilmiyorum ama hızla konuştu. Söyledikleri bu kez yeterliydi.

“İki taraftan biri öle- bilincini kaybedene kadar devam edecekler.”

Yarıda kestiği sözcüğü kendi zihnimde tamamlayamayacağımı mı düşünüyordu?

Çocuk mu kandırıyordu? Bir gerçeği pembe bir kutuya koyup yalana çevirerek beni oyalamaya mı çalışıyordu?

Zihnim duyduklarımı, son yarım saati ve bütün gün üzerimde olan değişken ruh halimi birleştirerek gözümü kör edecek kadar yoğun bir düşünce karmaşasına bulanmışken avuçlarımı sıkıca kapadım. Kapanan avuçlarımı dizlerime doğru yaslayıp bastırdım.

‘Kahveden çok sevebileceğin şeyler yaratacağım senin için Ahu, o zamana kadar kahveyi sadece ve çok sevmeye devam et’

Gece telefonu kapatmadan önce bana söylediği son şeyler aklıma üşüştüğünde başımı hızla solumdaki cama çevirdim.

Böyle yemin eder gibi kendinden emin şeyler söyleyip, sabahında kendisini ölümün kollarına atacağı maçlara çıkmaya mı karar veriyordu?

Pars Eraslan’ın bu kadar tutarsız bir adam olduğundan haberim yoktu, buna dair bir tahminim de olmamıştı ancak bu gerçekle beklemediğim şekilde yüz yüze gelmiştim.

Arabanın ne zaman yolu tamamladığını, ne zaman durduğunu asla anlayamamıştım. Kaç dakika sürdüğünü bilmediğim yol boyunca nefes almak ve düşünmek dışında bir şey yapmadan kaskatı kesilmiş halde yerimde kalmıştım.

İlk karşılaştığımız yerde, en az ilk karşılaşmamız kadar gergin bir şeyler yaşanacağını hissediyordum ama Pars’ı karşımda görünce tam olarak ne tepki vereceğimi şu an kendim bile bilmiyordum.

Arabadan indiğimizde yazın ortasında olduğumuz için hava henüz kararmış değildi, ancak kararmaya başlayacağı belli oluyordu.

“Yetişmiş miyizdir? Başlamış mıdır Özgür?”

Mayıs’ın peş peşe sorduğu sorulara Özgür sessiz kaldığında emin olamadığı için sustuğunu anlamıştım. Özgür aramızda kalacak şekilde geniş bir depoya benzeyen yapının girişine ilerliyorduk. Girişe ulaştığımızda ilk gelişimizdeki gibi açık bir kapı ve kapıya yakın konumlarda insanlar görmeyi beklemiştim ama beklediklerimden hiçbiri ortada yoktu.

Kapalı bir kapı vardı, etrafta da insan izi bulunmuyordu.

Özgür kapıyı ittiğinde kapı açıldı. İleriye ilk adımlayan da oydu.

Girdiğimiz koridorda beyaz ışıklar yandığında içeriye tamamen yabancı olmamak beni rahatlatmamış, aksine içerideki ringin bulunduğu alanı anımsayarak gerilmeme sebep olmuştu.

Koridorun sağa ve sola ayrılan kısımları, iki ayrı yere varıyordu. Bunu biliyordum. Şimdi hangi tarafa ilerleyeceğimizi görmek için Özgür’e bakacağım sırada koridorun ilerisinden bir adım sesi duyuldu.

Benden de küçük duran, lise çağlarındaki bir çocuk önümüzde belirdiğinde Özgür’ü gördüğü gibi gözleri parladı.

“Abi hoş geldin, geleceğini bilmiyordum.”

“Eraslan nerede Asım? Saat geldi mi?”

Çocuk Özgür’ün gerginliğinden çekinirmiş gibi küçük bir adım geriye attı. “Daha çıkmadı dışarı, odadadır. Çok olmadı geleli.”

Özgür çocuğun omuzuna hafifçe vurup teşekkür eder gibi bir hareket yaptıktan sonra başıyla koridorun sağını işaret etti. Bunun bana ve Mayıs’a olduğu belliydi. Mayıs elimi sıkıca tutup beni sağ tarafa yönelttiğinde bu kısmın geçen gelişimizde Özgür’ün beni bekleme odası gibi bir yere götürdüğü yer olduğunu anımsayabildim.

“Sen neden Barbie bebek gibi giyindin?” diye mırıldandı Mayıs. Özgür henüz arkamızdan gelmeye başlamamıştı, adım seslerini duymuyordum. Muhtemelen çocuğa bir şeyler söylüyor ya da soruyordu.

“Kahve,” dedim dudaklarımı belli belirsiz kıpırdatıp. “Yalancının tekiyle kahve içmem gerekiyordu.”

Mayıs duraksar gibi oldu. Ayaklarının takılmaması için elindeki tutuşumu sertleştirdim. Başı tamamen bana dönüktü, bense direkt karşıya bakmayı sürdürüyordum.

“Ne?” dedi önce. Anlamlandırması için ona süre tanıdım, açıklama yapma süremle aynı zamana denk geleceğini biliyordum.

“Abim…” diye soludu gözleri yerinden çıkacak gibi açılırken. “Abimden bahsediyorsun! Gözlerinden ateş çıkıyor zaten, ringe rakibi olarak sen çıkacakmışsın gibi görünüyorsun.”

Yaptığı benzetmeye tepki vermedim. Şiddet yanlısı bir insan sayılacak son kişi değildim, ancak öylesine öfke doluydum ki gerçekten Pars’ın karşısına çıkmak isteyen küçük de olsa bir parçaya sahiptim tam da şu anda.

Özgür’ün adım sesleri duyulmaya başladığında artık Mayıs da adımlarımızı yavaşlatmamıza sebep olacak şekilde durmuştu.

Önünde durduğumuz kapının diğer kapılardan herhangi bir farkı yoktu ama Mayıs’ın burada kaybolmayacağını biliyordum. Bu nedenle kapıya uzanıp aralayan ve içeriye ilk giren olmakla ilgili herhangi bir tereddüde sahip değildim.

Odanın içinde bulmayı beklediğim beden, yanında hediyelerini de bulunduruyordu.

Pars odadaydı, fakat tek değildi.

İçeride tam karşısında dikilen kendisinden gözle görülür herhangi bir cüsse farkı olmayan biri daha vardı.

Açtığım kapı aynı anda iki çift bakışı üzerimde toplamama yol açtığında Mayıs’ın ve Özgür’ün arkamdan ne kadar görünür halde olduklarını bilmiyordum.

Pars’ın laciverte çalan gözleri yüzüme çarptığında yüzünde saatlerdir soğuktaymış gibi bir kasılma belirdi. Bakışlarının içinde bekleyen şaşkınlığın yüzündeki ifadeye yansımamış olması benim bunun farkında olmadığım anlamına gelmiyordu.

“Ne işin var burada?” diye sorduğunda gülmek ve ağlamak arasında kalan ince ipte asılıydım.

“Ne işim mi var?” diye mırıldandım tekrarlayıp.

Odaya girdiğim ilk andan sonra bir daha bakışlarımı çevirmediğim, çok kısa bir an baktığım için herhangi bir şekilde incelemediğim adamın yabancı sesi araya girdiğinde bakışlarım titrese de Pars’tan ayrılmadı.

“Elimin altında can vermen için kötü bir gün mü seçtim Eraslan? Eşsiz bir parça bulmuşken-…”

Pars’ın ölüm sessizliğinde sol tarafına, adama doğru dönüşüyle eş zamanda arkamdan bir ses yükseldi.

“Çenenin bağını sikerim senin.”

Her kelimesinin üstüne basarak konuştuktan sonra yanımdan rüzgar gibi geçen Özgür’ü gözlerimle dahi takip etmekte zorlanmışken bu hızına rağmen adamın üstüne atlama şansı olmadı.

Özgür’ün konuşmasıyla bir anlığına adamın bakışları onun üzerine çevrilmişti. Bu kısa an, Pars’ın yanındaki yüzün ortasına sol yumruğunu vurmasıyla sonuçlandığında dudaklarımdan fırlayan kısık haykırışla elimi ağzıma kapadım.

Yumruğunun neye sebep olabileceğini Doruk olayında öğrenmiştim ancak birebir bu ana şahit olmak, kanayan bir burun görmekten çok daha farklıydı.

“Tekrarla,” diye soludu Pars.

Özgür’ün şaşkınca geri çekildiğini zorlukla seçebildim. Pars’tan önce kontrolü kaybedenin kendisi olacağına inanıyor ve bunun gerçekleşmemesinin şaşkınlığını ağır bir biçimde yaşıyor gibiydi.

Burnundan akan kanlar dudaklarını ve boynunu boyamaya başlamış halde hafif öne doğru başını eğmiş duran adamın birden aynı şekilde Pars’a saldıracağına dair alarma geçen beynimin tek güvencesi Özgür’ün odada oluşuydu. Pars’a bir şey olmayacaktı, Özgür de buradaydı.

Adamın başını doğrulttuğu anda hamle yapmasını bekliyorken geniş bir biçimde sırıtan yüzünü gördüğüm için korkuyla Mayıs’a doğru yanaştım.

Dişleri görünecek şekilde gülüyordu, burnundan akan kanın ağzına da sızdığını görmek mideme de ruhuma da iyi gelmemişti.

Başını geriye doğru atıp koca bir kahkaha patlattı.

“Aynı anda sizi delirten tek bir zaafınız olması bile acınasıyken, bunu ikiye mi çıkarttınız?”

Kahkahasının sonuna doğru bakışları önce Mayıs’a, hemen ardından da bana çarptı. Özgür’ün öfkeyle inip şişen göğsünü görüyordum. Pars ise kıpırdamadan adama bakıyor, değil göğsü mimiği bile oynamıyordu.

Bir kahkaha ne kadar rahatsız edici olabilirse, kahkahası o kadar rahatsız ediciydi.

Kulaklarım uğulduyor halde çaresizce Mayıs’a baktım. Benden farklı görünmüyordu.

Ona baktığım birkaç saniyenin bana çok şey kaybettirdiğini, bakışlarımı yeniden üç iri bedene çevirdiğimde fark edebildim.

Kulağıma ulaşamayacak kadar kısık bir sesle bir şeyler mırıldandıktan sonra odadan hızla çıkan adamın ardından geriye sadece dördümüzün arasında bıraktığı koca bir sessizlik kalmıştı.

“Hangi akılla?” diye bağırdı Pars aniden. Özgür’ün üzerine doğru yürüdü. “Hangi akılla peşine onları takıp geldin buraya?”

Yeterince kavgaya şahit olmuş, bugünlük dozumu fazlasıyla almış ve doymuştum. Hatta o kadar doymuştum ki kusmam an meselesiydi.

“Sence…” diye fısıldadım beni duyacağını bilerek. “Sence neden buradayız, Eraslan?”

Ona soyadıyla hitap etmemi beklemediğini bana boynunu kıracakmış gibi sert bir şekilde döndüğünde bakışlarından yakaladım.

Yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyordum.

Bu sınırlar içerisinde karşımda Pars değil, etraftakilerin seslenip durduğu Eraslan vardı.

Tatlı bir biçimde beni avlayacağını ima edip duran yırtıcı pars değil, soyadındaki aslandan ibaret bir saldırgandı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm