Günler Kısa Geceler Sonsuz 28.Bölüm
28.BÖLÜM
İyi okumalar!
~~~
- Lal
“Anne,” diye fısıldadım saçındaki yeşil
boneden sızan birkaç siyah tutamı düzeltirken. “Yıllarca verdiğimiz savaş yeni
yeni zaferle sonuçlanıyorken beni bırakıp gitmeyeceksin değil mi?”
Solgun görüntüsü, hiç uyanmayacakmış gibi
örtülü gözleriyle birleşerek görmekten hiç hoşlanmadığım bir manzara sunuyordu
bana. Kısacık bir süre tanımışlardı yanına girebilmem için. Ama ben doğduğumdan
beri onun bir nefes uzağında hiç bulunmamıştım ki verilen kısacık zamanla
yetineyim.
“Bir şey daha söyleyecektim sana ama izin
çıkmadı, uyandığında sürpriz olacakmış. Çok merak et, hemen uyan olur mu?”
Gözlerim yanmaya başlarken, şu ana dek
ağlamadan durmam bile mucize olduğundan kendime haksızlık etmedim. Elimden
geleni yapmıştım dayanabilmek için.
“Çıkmam gerekiyor artık, yoksa ikinci
misafirine vakit kalmayacak. Onun zamanından çalmak istemiyorum.” dedim
dudaklarım bükülürken. “Seni bırakmak da istemiyorum gerçi ama, olsun.”
Yüzümde duran maske olmasaydı dudaklarımı
sıkıca yanaklarına bastırırdım. Bunu yapmamam gerektiğini bildiğimden elini
yavaşça okşamakla yetindim. “Bir daha buraya girmeme gerek kalmadan uyan anne,
lütfen.”
Etraftaki mekanik sesler ve boğuk hava
nerede olduğumu bir an olsun unutturmazken titreyen bedenimi oturduğum yerden
kaldırdım. Annemin soğuk yanaklarını parmak uçlarımla son bir kez sevip yavaşça
çıkışa yöneldim.
İçeriye girdiğimden beri, annemin uzandığı
yeri görebildiğimiz camın önünde hiç hareket etmeden bekliyor olan Demir Özkan
yine oradaydı. Dudaklarım burukça kıvrıldı, maskeden dolayı bunu görebilmesi
imkânsızdı.
Peş peşe iki ayrı kapıdan geçerek koridora
çıktığımda ilk işim yüzümdeki maskeyi çekiştirerek çıkartmak oldu.
Bana doğru gelen iri bedeni gördüğümde
kendimi göğsüne saklamakta hiç gecikmemiştim. Yüzümü tişörtüne bastırarak
aldığım nefesleri tamamen kokusuyla doldururken iç çektim.
“Senin sıran,” dedim kısıkça. “Anneme
geleceğini söyledim, bekletmeden gir.”
“Gireceğim fıstığım, sen de burada
bekleme. Tuna koridorun başında seni bekliyordu. Birlikte aşağıya inin olur
mu?”
Olumlu bir ses çıkarttım. Tuna’ya
ihtiyacım vardı zaten tam da şu anda. Sık sık olduğu gibi…
Kollarımı ondan ayırıp üzerimdeki ıvır
zıvırları bir çöp kutusuna attım. O sırada gelen hemşireyle birlikte o da
içeriye girmek için hazırlık yapmaya başlamıştı. Koridorun diğer ucuna doğru
ilerlemeye başladığımda çok geçmeden sandalyelerden birinde bekleyen tanıdık
bedeni görmüştüm.
Beni görür görmez ayaklanıp ben ona
ulaşmadan o yanıma vardı. “Gece?” diye seslenişi ‘iyi misin’ demesiyle aynıydı.
Gülümsemeye çalıştım. Kötü olmam için bir
sebep yokmuş gibi davranmak bana daha iyi geliyordu. Annem uyanacaktı,
hayatımızdaki canavar sonsuza dek hayatımızdan çıkmıştı ve geriye hiçbir sorun
kalmıyordu.
Saçlarımın üzerine minik bir öpücük
bıraktı. “İyi gelmiş sana Müge ablayı görmek, doğru anlıyorum değil mi?”
“Doğru anlıyorsun,” dedim gülümserken.
“Her zamanki gibi.”
“Öyle güzel güzel gülümseyip bir yandan da
hoşuma gidecek şeyler söylersen…” dedikten sonra sustu.
“Söylersem?” dedim devam et der gibi.
Kolunu omuzuma atarak beni kendine çekti. “Sanki az âşıkmışım gibi biraz daha
âşık olurum sana gece güzeli.”
“Ha aşkın sınıra çıkamamıştı daha yani, en
fazlasına daha ulaşmadık?” dedim kızmış gibi bir tavır takınarak.
Gözleri irileşti. “Sude’yle çok yalnız
kaldın sen okuldayken, içine Sude kaçmış güzelim.”
Dayanamayıp sesli bir şekilde güldüm.
Zaten onu taklit etmiştim. Kerem ‘a’ dese Sude ona bile laf sokup duruyordu.
“Özledim Sude’yi biraz, ondandır.”
“Biraz dediğini duymasın da…” dedi sanki
etraftaymış gibi kısık sesle. Yine güldüm.
“Nereden duyacak?” diye sordum.
“Asansör gelirse önümüzdeki haftaya kadar,
görecektin de gelmiyor anasını satayım. Piknik yapıyorlar herhalde 8.katta.”
Önünde beklediğimiz asansörün birkaç
dakikadır aynı katta durmasına yakınırken bunu atlayarak algıladığım şeyi
sordum. “Sudeler mi geldi?”
“Evet, aşağıdalar. Az önce geldiler.”
İçime dolan sıcaklıkla dudaklarım
kıvrılmış halde Tuna’ya sokuldum. Arkadaş konusunda hep yaralardan ve
eksikliklerden ibaret biri olarak şimdi bu sahneyi yaşıyor olmak ruhuma birkaç
kat merhem sürmüştü çoktan.
Asansör sonunda gelince, giriş kata birkaç
dakika içinde ulaştık. Tuna elimi avucunun arasında sıkıca tutarken ben de
ondan farksız bir biçimde parmaklarımla elini kavramıştım.
Düne göre biraz daha sakin ve algılarım
açık haldeydim. İlk şokla ve annemi kaybetme korkusunun yoğunluğuyla dün
yaşadığım bazı anları hiç hatırlayamıyordum bile. Öğle saatlerinde olduğumuz
için biraz kalabalık olan kafeteryada Tuna eliyle koymuş gibi bulduğu masaya
doğru beni yönlendirirken gördüğüm yüzler tanıdıktı.
Yuvarlak masanın etrafında oturuyor olan
Berke, Sude ve Kerem üçlüsü de bizim yaklaştığımızı görmüşlerdi. İlk ayaklanan
Sude oldu. Bizi yarı yolda karşılayarak kollarını boynuma doladığında bir elimi
bırakmayan Tuna yüzünden sadece bir kolumu sırtına sarabilmiştim.
“Geçmiş olsun bebeğim benim.” Mırıl mırıl
konuşurken sesi titremişti. Sude’yle derinlikleri benzemese de yerleri aynı olan
ortak yaralara sahiptik. Bunu birbirimizi yakından tanıdıkça daha da fark
ediyorduk.
“Teşekkür ederim,” dedim kulağına doğru.
“Geçecek, azıcık kaldı.”
Bir süre birbirimize sarılı kalmayı
sürdürdük. Sude’ye sarılmak bana fazlasıyla iyi gelmişti.
“Aşkım biraz bize de bıraksaydın keşke,
tuttun yapıştın Lal’e.” Kerem bize yaklaşıp Sude’nin sırtını sıvazladı yavaşça.
Muzipleşerek durumu biraz da olsa stabil tutmaya çabaladığını anlamıştım.
Sude burnunu çekerek benden ayrıldı.
Ağlamıyordu ama her an ağlayabilirmiş gibi sınırda duruyordu. “Yemedik
Lal’inizi ya, tamam alın sarılın. Ben en son yine sarılırım.”
Normalde çok daha büyük bir enerjiyle
yapacağı cırlamasını öylesine bir şekilde yapıp geri adımladı. Ardından
Kerem’le de sarılmıştım. O da geçmiş olsun dileklerini dile getirdikten sonra
beni serbest bıraktı.
Tuna’ya bir şey söyleyeceğini belli ederek
ona ilerlediğinde elimdeki tutuşu gevşeyen Tuna ona dikkat kesilmişti. Bir adım
kenarda konuşmaya başladıklarında geriye kalan kişiye, Berke’ye baktım. Sürekli
sırıtmasına, ortamın neşe dozunu tepelere çıkartmasına alışkın olduğum için
bana dinginlikle ve üzgün bakıyor olması hoşuma gitmemişti. Dudaklarımı
sarkıtarak kollarımı açtım.
“Sen sarılmayacaksın galiba?” dedim
omuzlarımı düşürürken. “Oysa Tuna da uzaktayken rahat rahat sarılabilirdik.”
Tuna’nın dalgasına beni Berke’den
çekiştirip durması aramızda gelişen tatlı bir şakaydı. Bunu şu an yapmayacağını
biliyordum ama yine de Berke’yi güldürebilmek için aklıma bu gelmişti ilk
olarak.
Başarılı da olmuştum.
Berke hafifçe gülüp beni sırtımdan tutarak
kendisine çekti. “Yiyorsa ayırsın bizi, kılımı kıpırdatmam.” diyerek
dayılandığında kıkırdadım. Başımı omuzuna yaslayarak kollarımı sırtına doğru
sardım.
“İyisin değil mi saftiriğim?”
Bana tanıştığımızdan beri saftirik ve
türevi şeyler söylemesine hiçbir zaman alınmamıştım. Belki bir başkasından
duysam kırılabileceğim bu sıfatlar, Berke’den gelince samimiyetten başka bir
şey hissettirmiyordu.
Bu yaşıma dek sosyallikten ve insanların
büyük çoğunluğundan o kadar uzak büyümüştüm ki onlar için kolayca
algılanabilecek durumların birçoğunu fark edemiyordum. Bu da beni ‘saftirik’
yapıyordu.
En çok Berke’den ve Mert abiden duyduğum
bu seslenişe de bünyem hemencecik alışmıştı. Onlara saftiriklik yapmayı
seviyordum.
“Daha iyi olacağım,” dedim nefes vererek.
“Annem uyansın, çok iyi olacağım Berke.”
“Uyanacak tabii, daha ben tanışmadım
kendisiyle. Saftirikliğin ona mı çekti diye kontrol edeceğim hemen.”
“Ona çekmişsem, anneme de saftirik mi
diyeceksin?”
Bir an duraksadı. Ardından beni hafifçe
kendinden ayırdı, gözlerime bakarken tek solukta konuştu. “Hayır, Demir abi
tarafından hayattan koparılmak için çok yakışıklıyım Lal.”
Gülümsedim. O sırada bizi duyduğundan
bihaber olduğum Tuna konuştu.
“Ayağını denk al da Gece seni abime
ispiyonlamasın o zaman. Diğer yumuşak karnına sarılıyorsun şu an, tek lafıyla
kellen uçabilir.”
Yanaklarımın ısındığını hissederken
Tuna’ya göz ucuyla baktım. Abisinin benim için bu kadar özel biri olması ona
garip geliyor muydu, bazen kestiremiyordum.
“Tövbeler olsun, tamam susuyorum. Listeme
eklerim bunu da.”
Herkes sandalye çekip oturmaya başlamışken
sordum. “Ne listesi?”
Tuna’nın yanındaki sandalyeye yerleşirken
Berke’nin cevabını bekliyordum merakla.
“Demir Özkan kâbusum olmasın istiyorsam,
bulaşmamam gerekenler listesi.”
Benim için sevgi dolu bir dağdan ibaret
olan adamın, geride kalanlar için korku dolu bir kâbus çağrıştırmasına her
seferinde şaşırıyordum.
Uras abi bazen bana aralarında geçen
olayları anlatmaya niyetleniyor, ama olayın sonunu dinleyemeden Demir Özkan
kulaklarımı kapatıp beni ortamdan uzaklaştırıyordu.
Kendi içimden artık ona ‘abi’
diyemeyişimin farkına vardığımda dudaklarımı ısırdım. Dün, haftalardır
biriktirdiğim ne varsa birden dışarıya dökülmüş ve dilime kilit vurmadan tüm
çıplaklığıyla düşüncelerimi ona dökmüştüm. Bir gram bile şaşırmadan kabullenmiş
olması ise kesinlikle beklediğim bir durum değildi.
Biyolojik olarak benimle bağı bulunan bir
adam, o sıfatı istememişken; kısacık bir süredir hayatıma dahil olan başka bir
adam ömrü boyunca o sıfatı beklemiş gibi hazırdı. Demir Özkan’ın farklı bir
adam olduğunu kavramıştım artık, fakat yine de şaşırmadan edemiyordum işte.
Kendi kendimi arafa sürüklemiştim. Şimdi
ona ne abi demeye devam edebiliyor ne de dünkü gibi baba diye seslenebiliyordum. Demir Özkan deyip duruyordum. Şimdilik
seslenmemek bir çözüm gibi dursa da bunu sonsuza kadar devam ettiremeyeceğim
ortadaydı.
“Yapacağın listeye tüküreyim senin, manyak
mısın oğlum?” Kerem hayretle konuşurken yeniden onların konuşmalarına odaklandım.
Kendi içimde düşüncelere boğulmak için yine bolca vaktim olurdu mutlaka.
“Ne var lan? Sen hiç sinirli halini gördün
mü Demir abinin?”
“Yok,” diye cevapladı Kerem.
“Ben de görmedim.” diye konuştuğunda
Berke’nin bu tepkisi hepimizin sesli bir biçimde gülmesine sebep oldu. “O zaman
neden korkuyorsun kardeşim?”
Tuna alayla sorduğunda Berke bilmiş bilmiş
gözlerini kıstı. “Asıl sık sinirlenmeyenden korkacaksın kardeşim, abinde
sinirlenirse adamın içinden geçecekmiş havası var. Aklı olan bulaşmaz.”
“Ha senin aklın var yani?” Kerem ona laf
atarken Berke hızla ona döndü. Birbirleriyle dalaşmaya başlayacaklarını
bildiğimden dikkatimi onlardan çekerek Sude ve Tuna’nın olduğu tarafa baktım.
“Başladılar yine,” diye söylenen Sude’ydi.
Sevgilisine ayıplarcasına bakıp göz devirdikten sonra masanın üzerinde duran
elimi tuttu. Bunu yaparken bana doğru eğildiği için Tuna aramızda kalmıştı.
Pek memnun olmadığını belli eden tavrıyla
kafasını öne uzatıp birbirimizi görmemizi engelledi. “Gözümün önünde
aldatılıyor muyum şu an yoksa bana mı öyle geliyor?”
~
Hastanede bulunduğumuz üçüncü günün
ortalarında, etraftaki yüzler değişiyor olsa da sol tarafımda oturuyor olan
adam ve ben sabit elemanlar olarak çemberin içinde kalmayı sürdürüyorduk.
Bu sabah, artık gerçekten rahatlamamıza
sebep olan gelişme gerçekleşmiş ve annemi yoğun bakımdan çıkartmışlardı. Ben
bunu başta uyandığına yormuş ve kendi kendime heyecanlanmıştım, fakat henüz
uyanmamıştı. Hevesim kırılmış olsa da en azından yanına rahatça girip
kalabileceğimiz için mutluydum.
Herkes tüm ikna gücünü kullanarak sürekli
beni de onu da eve yollamak istemiş olsa da ikimiz de pes etmemiştik. Onun
karşı koyabilmesine kimse şaşırmamıştı ama benim de inat etmeme alışkın
değillerdi.
“Uyandığında bir hafta hiç uyumasın, ancak
özlem giderebiliriz bence. Olur değil mi?” Anlamsız düşüncelerimi dile
getirerek oyalanırken söylediklerim Demir Özkan’ı gülümsetti. “Kıyabilecek
misin bir hafta uyumamasına?”
Dudaklarımı büktüm. Kıyamazdım.
Cevap vermeme kalmadan devam etti. “Ben de
öyle düşünmüştüm fıstığım.”
Annemin uzandığı yatak odanın tam
ortasındaydı. Yatağın karşısındaki duvara dayalı olan ikili koltukta
oturuyorduk biz de. Olduğum yerde sola dönerek bedenimi ona çevirdim. “Sana şey
dedikten sonra kara böcek demeyi bırakıp bana hep fıstığım diyeceğini bilsem
daha erken davranırdım.” dedim boşboğazlık yaptığımı sustuktan birkaç saniye
sonra fark etsem de.
“Şey?”
“Şey işte.” diye fısıldadıktan sonra apar
topar anneme baktım. Uyuyan kadın bir anda ayaklanıp kaçacakmış gibi saçma bir
tepkiydi bu.
“Lal,” Sesi oldukça sakindi. Sıradan bir
şeyler söyleyecekmiş gibi başlamıştı konuşmaya. “Baksana bana bi’.”
Çekingence bakışlarımı yandan yandan ona
çevirdim. “Hım?”
“İki gündür bana adam akıllı
seslenmediğinin farkında değil miyim sence güzelim?”
“Farkında mısın?” diye sordum gözlerimi
kocaman açarak.
Başımın arkasından tutarak beni göğsüne
bastırdı. Güldüğü için göğsünün titreyişine yakından şahit olmuştum böylece.
“Bana o an içinden ne geliyorsa öyle
seslen, hep aynısı olmak zorunda değil. Senin bana karşı hiçbir konuda hiçbir
zorunluluğun yok.”
“Bazen dokuz sezonluk bir rüyadaymışım
gibi hissediyorum. Olanlar hiç gerçekçi gelmiyor biliyor musun?”
“Biliyorum,” dedi hiç duraksamadan. “Bana
da öyle geliyor çünkü. Kırkımın ortasına yaklaşıyorken hem Müge’yi hem seni
bulmuş olmak, olası gelmiyor.”
“Sen bizi bulmadın zaten,” dedim
şımarıkça. “Ben buldum, Tuna’ya adım atmaya karar vermeseydim nereden
bulacaktın sen bizi?”
Yanağımdan sertçe makas aldığında kısık
bir sesle inledim. Kopartmıştı yanağımı.
“Çok konuşma kara böcek, bulurdum ben bir
şekilde. Bana güvenmiyor musun?”
“Güveniyorum,” dedim yemin eder gibi. Tek
bir kişiye güvenme hakkım kalsa galiba bu hakkı onunla tüketirdim. “Sana
herkesten çok güveniyorum baba.”
İçinden geldiği gibi seslen demişti. Ben
de içimden gelir gelmez yine ona baba demiştim. Bu sık sık da tekrarlanacaktı
muhtemelen, çünkü hep baba gibi hissettiriyordu zaten.
Birkaç dakika boyunca sessizlikle kaplanan
odada üçümüz bulunmayı sürdürdük. Yerimden memnunken bunu bozmamak için gıkımı
bile çıkartmamıştım.
“Müge!” diye heyecanla seslenerek tüm
dikkatimi bir anda dağıtan sesle yerimde zıplamıştım. Panikle anneme döndüğümde
gözkapaklarının kısıkça aralandığını gördüm. Hemen birkaç saniye sonrasında,
düşme tehlikesiyle birlikte kendimi ileriye doğru atmama sebep olan da buydu.
Benden önce annemin başucuna varmıştı.
Avuçlarıyla yanaklarını kırılmasından korkar gibi titrekçe kavradığında
nefesimi tutmuş halde onlara yaklaştım.
Annem peş peşe kırpıştırdığı gözlerini
zorlukla aralamayı deniyordu. Odanın ışığı yoğun olduğundan bu iş daha da
zorlaşmış olmalıydı.
Sol tarafında ben, diğer tarafında da
babam vardı. Benim tarafımdaki elini sıkıca tuttum. Yanında olduğumuzu
hissetsin istemiştim.
“İnci’m, buradayız yavrum. İyisin, her şey
yolunda.” Babam, yanaklarını usul usul okşarken ben de elini bırakmamıştım.
Dudakları kıpırdadı. Bir şeyler söyleyecek
gibi oldu ama yapamamıştı. “Yorma kendini, doktoru çağıracağız şimdi tamam mı?”
Ben dilime ket vurulmuş gibi susarken en
azından onu telkin edebilen biri yanımızda olduğu için seviniyordum.
“Lal, doktora haber verip geleceğim ben.”
Apar topar yanımızdan ayrıldığında annemle odada tek kalmış olduk.
“Anne?” diye mırıldandım uyandığından ve
bu anın gerçekliğinden emin olmak ister gibi. Yüzümü yatağa doğru yaklaştırıp
elinin üzerini öptüm. Aynı anda gözlerimden hızla yaşlar boşalmaya başlamıştı.
“Çok korktum ben.” dedim yakınır gibi. Üç gündür kimseye tam olarak kendimi
anlatamamıştım. Yeri gelmiş gülümsemiştim yeri gelmiş ağlamıştım ama dilimden
hissettiklerim dökülmemişti.
“Anne gideceksin diye çok korktum!” Ben
elinin üzerine kapanıp iç çekiyorken parmaklarını kıpırdatarak yanağıma
dokundu.
“La-l,” diyerek iki hecede adımı
söylediğinde hemen doğruldum. Yüzümü yüzüne doğru yaklaştırdım. Hastane gibi
kokuyordu, boynundan yayılan anne kokusunu alamıyordum. “Bebeğim,” Kesik kesik
söylüyordu ama söylediklerini açıkça anlayabiliyordum. Sesini duyabildiğim için
şükürler ederken yanaklarımı ıslatan yaşlara inat kocaman gülümsedim.
“Seni çok özledim,” dedim yanağını küçücük
öperken. “Çok seviyorum seni anne, çok özledim.”
Kabustan farksız geçen üç günüm, annemin
söylediklerime gülümsediği bu anda hafızamdan silinip giderken bedenim de ruhum
da ferahlamıştı.
Annem iyiydi, yıllardır kötü olmasına
sebep olan canavar da olması gereken yerdeydi: Bizim çok uzağımızda. Bize yıllarca layık gördüğü esaretin en
yakınında.
~
Birkaç saat sonra
- Tuna
Demir abim ve Uras abimin vazgeçilmez
klasiklerinden olan atışmalardan biri gerçekleşirken, karşımda onların haline
kıkır kıkır gülen Lal’i izliyordum ben de.
Müge ablanın gözlerini araladığı haberini
aldığımız andan sonra yaklaşık bir saati geride bırakmıştık. Haber daha fazla
kişiye ulaştıkça, hastanedeki sayımız da artmaya başlamıştı. Odaya sığmamaya
başlayınca -aslında Oktay abim bizi ittirerek dışarı çıkarınca- hastanenin
kafeteryasına doluşmuştuk.
Yukarıda şu an ablam, Eda yengem ve Simge
abla vardı. Lal ‘kadınların hepsi burada ben sizinle ne yapacağım aşağıda’
diyerek sıyrılmaya çalışsa da Demir abim tuttuğu gibi peşimizden sürüklemişti
onu da.
Henüz annesinin uyandığı gerçeğini tam
kavrayabilmiş olmadığını dışarıdan bakan bir göz kolayca görebilirdi. Odadayken
hiç gözünü ayırmadan Müge ablaya bakıyor ve konuşmaları doğru düzgün
duyamıyordu. Lal’i bir süre de olsa aklını dağıtabilmesi için oradan çıkartmak
gayet mantıklıydı. Abimin de amacının bu olduğunu tahmin ediyordum.
“Abicim sırıtmasana oradan, dön şu adama
kimin haklı olduğunu söyle. Belki seni dinler.” Uras abim, Lal’i omuzuyla
dürtüp konuştuğunda Lal bir ona bir Demir abime bakıp durdu birkaç saniye.
Gözlerinin son durağı bendim. Yardım ister gibi baktığında sırıttım.
Kolumu omuzuna atarak kendime çektiğim
bedeni itirazsızca bana yaslandı. “İkisi aynı ortamdayken tarafsız kal gece
kuşu. Ben böyle hayatta kalıyorum yıllardır. Teklerken de ‘evet sen haklısın’
diyeceksin tamam mı?”
Demir ve Uras abim dışında herkes benim
Lal’i tembihleme şeklime gülerken ikilinin sert bakışları beni bulduğunda
yüzümü Lal’in siyah saç tutamlarının arasına sakladım.
“Tuna?” diye aynı anda ismimi
seslendiklerinde orada değilmişim gibi Lal’e sığınmakla meşguldüm.
“Lan sen kaç yaşındasın da adam
kandırıyorsun sarı kafa?” Uras abim hayretle konuştuğunda kafamı Lal’den
ayırdım. “Sence abi?”
“Yani…” dedi düşünüyormuş gibi harfleri
uzatarak. “Nereden baksan bi’ beşin var.”
“Beş çok, dördü zorlar.” diye ekleyen
Demir abime ayıplarcasına baktım.
“Siz yaşlanmayın diye ben neden çocuk
kalıyorum? Karta kaçtınız falan ama seveniniz var, alan almış sizi dertlenmeyin
yaşlarınıza bu kadar ya.”
Masadan bir kez daha kahkahalar yükseldi.
Abimlerin de alttan alttan gülmemek için zor durduklarını görebiliyordum.
Geçirdiğimiz günler herkesi bolca üzmüş, bolca yormuştu. Şimdi üzerimizde
herhangi bir yük kalmamışken rahatça gülmek, eğlenmek hepimize iyi geliyordu.
Masayı dolduran kişiler abimler, onlara ek
olarak Baran abi ve az önce gelmiş olan Kadir amcadan oluşuyordu. Bir de
bizimkiler vardı. Sude, Kerem, Berke üçlüsü de buradalardı.
Genellikle böyle toplandığımızda oluşan
kalabalıktan biraz farkımız vardı.
Birkan
abi…
Büyük bir sıklıkla gördüğüm, çocukluğum ve
gençliğim boyunca evimizden eksik olmayan neşenin kuvvetli kaynaklarından
biriydi. Son birkaç görüşmemiz ise tamamen gerginlikle gerçekleşmişti.
Güneş’in onun yeğeni oluşu, herhangi
birimiz için onunla görüşmeyi kesme bahanesi değildi kesinlikle. Fakat kendi
aldığı karar bu yönde değildi, elinden geldiğince bizden kaçıp durmuştu.
İkinci fark aklıma düştüğünde bedenim ne
hissetmem gerektiğine karar veremeyerek gerildi. Bahsettiğim fark, Çınar’dı.
Kerem’le ilkokula dayanan arkadaşlığımız,
lisede eklenen Çınar ve Berke ikilisiyle zirveye oynamaya başlamıştı. En son
Sude’de grubun içine girince birbirimizden bir dakika ayrılmayı bilmeyen bir
dörtlü haline gelmiştik.
Çınar’ın yokluğunu hissetmiyorum,
yaptıkları yüzünden ondan bütün ümidimi kestim demem kendime söylediğim büyük
bir yalandan başka bir şey olmazdı.
Birkan abi gibi onun da nedeni Güneş’ti.
Ama nedenleri tamamen aynı demek yanlış olurdu.
Dün Keremler hastaneye geldiklerinde, Sude
ve Berke Lal’i esir almış sarılıyorlarken Kerem ile konuştuğumuz birkaç dakika
sonucunda şu an bu düşüncelerle boğuşuyordum. Kerem, Çınar’la sık olmasa da
iletişim halindeydi. Bunu yapmasını beklediğim kişi Berke’ydi aslında, ama
Lal’e olan düşünceli tavrını hafife almıştım belli ki. Berke’den Çınar’ın adını
dahi duymamıştım çünkü. Haksız buluyordu.
‘Uğramak
istiyormuş buraya, hem senden hem Lal’den özür dilemek için.”
Kerem’in dün bu cümleyi kurarken
bahsettiği kişinin Çınar olduğunu düşünmüştüm tabii ki ilk etapta. Kerem de
böyle anlayacağımı bildiğinden hemen birkaç saniye sonra eklemişti. ‘Güneş, Güneş gelmek istiyor hastaneye.
Kabul ederseniz tabii.’
Lal’e belli etmemek için kıvransam da öyle
şaşkındım ki; Lal kendisi yorgun olduğundan bir şey anlamamış olsa da ablama ve
Uras abime yakalanmıştım. Patır patır da dökülmek zorunda kalmıştım
dolayısıyla.
Onlardan bir şey saklama huyum -sigara
konusunu saymazsak- yoktu. Böyle alışmıştım, böyle de devam ediyordum. Bazı
insanların hatta belki de birçok insanın anne-babalarıyla kuramadığı o bağ,
benle Uras-Peri çifti için sapasağlam bir biçimde kuruluydu.
“Çok üstüne gittiniz, dondu kaldı çocuk.
Abicim takma sen bu ikiliyi, bir gün birbirlerine olan aşklarını itiraf edecek
ve Nil’le Müge’yi oyalamaktan vazgeçecekler.”
Mert abimin attığı bomba, tahminimce
birazdan kendi kafasında patlayacaktı.
Bunu kendisi de fark etmiş olacak ki
boğazını temizleyerek sandalyesini iteleye iteleye Lal’e yaklaştı. “Kız
saftirik, Nil yok burada. Sen bi’ el atsan da sönse şunlar.”
“Oha!” diye böğüren Berke’ye baktık hep
birlikte. “Saftirik, Lal’in evrensel lakabı mı olmuş?”
Lal homurdanarak göğsümden kalktı.
“Hepiniz benimle uğraşıyorsunuz, kandırıyorsunuz! Annemlerin yanına gideceğim
ben.” Sandalyesinden de kalkmak için hareketlendi.
Kadir amca eliyle ona otur işareti yaptı.
“Amcasının güzeli sen de hiç yol yordam bilmiyorsun. Kaçmayacaksın, döneceksin
Demir’e şikâyet edeceksin. Hepsini birbirine vura vura hastaneden atmasını
izlerdik ne güzel.”
Bahsi geçen isimler Kadir amcanın
cümleleri boyunca ağzı açık onu izlemişken Lal heyecanla yerinde doğruldu.
“Tamam!” diye cıvıldadıktan sonra abime doğru atıldı. “Baba!” diye heyecanla
soluduğunda masada oluşan keskin sessizlikle içimden ağır bir küfür savurdum.
Kadir amca ve ben dışında henüz kimsenin
bilmediği bu detay, masadaki şok seviyesini tavana taşımıştı.
Hepsine tek tek anlatmak yerine böyle bir
an belki de kısa yoldu fakat Lal kırdığı potu fark edince gözleri dolu dolu
olarak duraksadı. Çekindiğinin, biri olumsuz bir şey söyleyecek diye kalbinin
küt küt attığının en büyük şahidi bendim. Tanıyordum onu.
Biraz daha sessizlik devam ederse durumun
daha da beter hale geleceğini düşünerek konuşma işini ben devralacaktım ki
Demir abim büyük bir sakinlikle kızını
cevapladı. “Söyle babacım,”
Onun hiçbir şaşkınlık belirtisi görmüyor
olması, masada durumu yeni öğrenen grup için uyarı ışıkları yakmış olmalıydı.
Lal’in şu an ilk kez böyle sesleniyor olduğunu zannettiklerini varsayıyordum
şaşkınlık oranlarına bakarak, abimin sakinliği ise onları bu yoldan
döndürmüştü.
Lal cevap vermedi. Sık aldığı nefesleriyle
kalakalmıştı sandalyesinde. “Anneme gideceğim.” diyerek ağzının içinde
geveledikten sonra hızla sandalyeyi geri itip ayağa kalktı. Hiç kimseyle göz
teması kurmadan yapmıştı bunu.
Peşinden gitmek için beklemedim. Ayağa
kalktım hemen.
“Beş dakikaya geliyorum Tuna, çıkmasın
yukarı. Müge anlar yüzünün halini hemen.” Abimin söylediğini başımla alelacele
onaylayıp Lal’in gittiği yönden ilerlemeye başladım. Sanırım bahsettiği beş
dakika, masadakilerin bir daha Lal’e asla böyle hissettirmemeleri ile ilgili
ondan nutuk dinleyeceği beş dakikaydı.
Lal’in asansörlere yönelip cidden
annesinin yanına gideceğine inanmıştım. Yanıldığımı fark etmem, Lal’i bahçeye
doğru açılan ana kapıya doğru yürürken görmemle gerçekleşti.
“Gece!” diye seslendim aşırı bağırmamaya
çalışarak. Hastanede olduğumuzu unutmamam mantıklı olmuştu. Milletin ters
bakışlarını çekemeyecektim şu anda.
Beni duydu ve duymazlıktan geldi ya da
belki de duymadı ama hiç duraksamadı. Bu yüzden seslenme işini bir kenara bırakıp
adımlarımı hızlandırarak ona yetiştim. Yanına vardığımda kapının eşiğindeydik
artık.
“Nereye gece güzeli, nereye?”
Kolundan nazikçe tutarak bir sonraki
adımını engelledim. Kendime doğru çevirebildiğim bedenine rağmen, başı öne eğik
olduğu için yüzünü göremiyordum.
“Bırak,” diye mırıldandı. Sesi bana zar
zor ulaşmıştı. “Bırakmam.” dedim yemin eder gibi. Bırakmazdım.
“Yalnız kalmak istiyorum, lütfen.”
dediğinde derin bir nefes aldım.
“Ben de ömrüm boyunca seni hiç yalnız
bırakmak istemiyorum Gece, onu ne yapacağız? Kimin isteğini yerine getireceğiz
sevgilim?”
Açık açık konuşarak damarına bastığımın,
bana kıyamayacağının farkındaydım. Özellikle oynamıştım bu kartı. Yalan
içermeyen, saf gerçeklikle dolu bir karttı.
“Yanlış bir şey mi yapıyorum ben?” diyerek
elleriyle kendisini gösterdiğinde hislerini ve düşüncelerini paylaşmaya
başlamasından memnundum.
“Ne konuda?” dedim sanki bilmiyormuş gibi.
‘Yapma’ dercesine omuz silkti.
“İçerideki herkes yanlış desin buna Gece,
bırak kimse doğru bulmasın. Hatta ben bile öyle diyeyim; ama umursama. Bu bir
yanlış olsaydı, sana veya abime yanlış hissettirdiğinden olurdu. Dilin
dönmezdi, abim haftalarca bunu duyabilmek için çırpınmazdı…”
Söylediklerimi gözleri gözlerimdeyken
dikkatle dinliyordu. Benzer örneklerle, kabullenebilmesi için açıklaya açıklaya
devam ettim. “Bırak geride kalan kimse kabullenmesin, annen bile çok kızsın
güzelim ama önemi yok. Önemli olan tek bir şey var; Demir Özkan sana baktığında
baban gibi hissediyor, sen ona baktığında kızı gibi hissediyorsun. Anlaşıldı
mı?”
Yüzünü yavaşça göğsüme bastırdığında
uzunca bir nefesi dışarı bıraktım. Bir avucumu sırtına yaslayıp orayı
sıvazlarken çenemi de saçlarının arasına gömmüştüm. “Dünyaya gözlerimizi
açtığımızda bize sunulan babalar, bazılarımıza hiç iyi gelmiyor. Baba ne demek
unutturacak kadar çok acıtıyorlar, ama yine aynı çocukların bazılarına kıymetli
hediyeler veriliyor gece güzeli.”
Yüzünü yan çevirip yanağını kalbime
gelecek şekilde yasladığında devam ettim. “Ve biz ikimiz özür hediyelerine
layık görülen iki şanslı çocuğuz.”
Lal’in burnunu çekiş sesi kulağıma
ulaşırken benim de gözlerim biraz dolmaya başlamıştı. Sessizce bekleyip, o geri
çekilmeye karar verdiğinde gözlerimin normale dönmüş olmasını umarken birkaç
dakika birbirimize sarılı kaldık.
Bazen tamamen kabullenmiş hissettiğim,
bazen de lanetler ettiğim bir hikâyem vardı. Bu ikileme rağmen, hikâyemin bir
yerlerinde değişiklikler yapma hakkına sahip olsaydım yine de o hakkı
kullanmazdım.
Geçmişte yaşanan olaylara müdahale etmek
demek, bugün yanımda olan insanların hayatımdaki varlığını şüpheye düşürmekti.
Ve ben bugün hayatımdaki herkesi, bu riski alabilmeme engel olacak kadar çok
seviyordum.
Lal’in göğsümden yavaşça ayrılıp iç çeke
çeke yanaklarını silmesini gözlerimi kaçırmadan seyrettim.
Birkaç saniye sonra gözleri kısılır gibi
oldu. İleriyi görmeye çalışırken yaptığı bir hareketti bu. Ardından
parmaklarını benim arkamda kalan kısma uzattı.
“Bak hediyelerimiz birlikte yanımıza
geliyor.” demesiyle omuzumun üzerinden arkama döndüm refleksle.
Aynı hizada bize doğru ilerliyor olan Uras Kalyoncu-Demir Özkan ikilisini
gördüğümde ise hâlâ dolu olan gözlerime rağmen gülümsedim.
“Keşke Gülin’in kurdeleli tokalarından
olsaydı yanımızda,” dedi dudak bükerek. Bu sırada abimler neredeyse yanımıza
ulaşmışlardı.
“Ne yapacaksın kız sen benim gülümün
tokalarını?”
“Size takacaktım,” diye hevesle cevaplayan
Lal onları şaşkınlığa beni kahkahaya boğarken hayal ettiğim görüntüyle nefesim
kesilmek üzereydi.
Lal’in hediyelerimize
hediye paketi ekleme fikrini kesinlikle daha sonra değerlendirecektim.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder