Düşten Farksız - Final

 FİNAL



Biz geldik :) Hem de son kez…

Uzun uzadıya yazılmış ve önceki bölümlerden çok farklı bir bölüm değil bu; aksine diğer bölümlerden farksız bir bölüm. Düşten Farksız için final planım hep buydu, onlar için keskin bir sonu değil bundan sonraki rutinlerinin herhangi bir kesitini final olarak yayınlamak istedim.

Sonda yine konuşacağım, vedalaşacağım ama başlamadan önce şunu mutlaka söyleyeyim; bunca bölüm boyunca bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim <3

İyi okumalar!

 

 

~~~

 

- 11 Haziran :)

 

Umut yitirmemek; aptallıkla dayanıklılık arasında bir yerde, ikisinin belki de tam ortasındaydı.

Günlerce, aylarca hatta yıllarca bir umuda bağlanmak ve ondan beklentiyi hiç kesmemek bakış açısına göre değişir, ya koca bir aptallık ya da alkışlanası bir dayanıklılık sayılırdı.

Ben kendi umutlarıma hep dayanıklılık olarak bakmıştım. Aptal olduğumu düşünmeden, bıkmadan usanmadan iyi şeyler umut ederken hep kendimi dayanıklı görmüştüm.

Yaptığımın aptallık olmadığını ilk kez bu denli yoğun hissettiğim an ise, içinde bulunduğum andı.

Kulağıma hiç susmadan şükürler mırıldanıyor olan, kollarıyla beni sıkı sıkıya sarmış halde tutan bedenin hislerini öyle derinden ve öyle aynı şekilde kendimde ağırlıyordum ki aklım yerinden çıkacaktı.

“Geçti,” dedi düzensiz nefesleriyle. Geçecek demedi, geçti dedi. Uzun zaman sonra ilk kez geleceğe dair değil şu ana dair bir iyilikten bahsediyorduk.

Kulağıma dolanlar teselli değildi, gerçeklerdi.

“Geçti,” diye tekrarladım. Omuzlarına öyle sıkı dolanmıştım ki ellerim, kollarım kaskatı kesilmişti. Canım yanıyordu hatta ama bu tatlı bir acıydı.

Tıpkı iyi haber almak gibi uzun zaman sonra ilk kez başıma gelen bir şey daha vardı. Yanaklarıma yuvarlanan yaşlar mutluluktandı. Korkudan, üzüntüden ağlamaya kurulu bir döngüde sıkışıp kalmışken az önce duyduklarım sayesinde gözyaşlarım sevinçten akıyordu.

“Baba…” diye seslendim içimden kopup gelen hisle.

“Bebeğim,” demişti hemen. “Babasının güçlü bebeği.”

Doktorun odasından çıkar çıkmaz bu hale gelmiştik. Kapının hemen önünde, babam içeride zaten sarılmamışız gibi beni yine sarmış, kolları arasına almıştı. Yerimden memnundum, hiç sesimi çıkartmamıştım.

“İyi oluyormuşum ben,” dedim ağlamaktan boğuklaşan sesimle.

Bedenimin aylardır veriyor olduğu savaşta zafer kazanmak üzere olduğumu öğrenmiştim. Dünyaya gelişimin yirminci yılında, doğum günü sabahımda bu haberle yeniden doğmuşum gibi ferahlamıştım.

Babam beni biraz geriye doğru çekip gözlerime bakabileceği bir alan yarattı. Kollarımı omuzlarından çekmeden bekledim.

“İyi oluyormuşsun, tabii. Başka ne olacaktı? Söylemedim mi ben sana, bitecek demedim mi babam?”

Demişti. Belki yüz kez, belki de bin kez demişti. Fakat bir yandan tıpkı benim gibi diğer ihtimallerle boğuşmaktan alıkoyamamıştı kendisini.

Bunları dile getirmeden sadece gülümsedim. Başını eğip alnımdan öptü üst üste.

“Bizi bekliyorlar,” dedim aklıma düşenlerle birlikte. Evde kalmaya ikna olmayan, odaya sadece babamla girmeye dahi zor ikna ettiğim küçük kalabalığımdan bahsediyordum.

“Beklesinler diyeceğim ama…” derken ciddi olmadığı belliydi. Doktoru dinlemeden önce bizim de aklımızda olan ihtimallerle hâlâ boğuşuyorlardı, yanlarına gidene dek kim bilir kaç ayrı senaryo düşüneceklerdi..?

Babam omuzumdan sardığı koluyla birlikte beni koridorun diğer ucuna yönlendirdiğinde ona olabildiğince yakın bir konumdaydım.

Kısa bir süre sonra artık hastanenin dışındaydık. Bahçe kısmına adımladığımızda sıcak bir hava dört yanımı sarmış, güneşi tenimde hissetmek kaslarımı iyice gevşetmişti.

“Oradalar,” diyerek sol taraftaki bankları işaret ettim babama.

Mayıs bankta oturuyor, dizlerine dirseklerini yaslamış halde eğilerek yüzünü elleriyle saklıyordu. Gerginliğini buradan beri görüyordum.

Doğum günümdü. Bu sabaha ellerinden geldiğince enerjik başlamışlardı benim için ama doktor kontrolümü inatla bugüne koydurmam planlarını zorlaştırmıştı.

Bankın karşısında yan yana abim ve Özgür duruyorlardı. Kolları göğüslerinde çaprazlanmış, kardeş olduklarını belli eder biçimde aynı haldelerdi.

Bakışlarımı biraz daha kaydırdığımda ise beni karşılayan manzara, kalbimi uğuldatan manzaraydı. Bakmaktan usanmayacağım manzaramdı.

Yanlarına ilerlediğimiz sırada ilk önümüze çıkan, diğerlerinden biraz uzakta bekleyen Pars’tı.

Bunu bir bahaneye çevirerek önce ona koştum.

Bedenim öyle bir anda kendini toparlayabilmiş değildi, yorgunluğum henüz benimleydi ama duyduklarımın verdiği güçle fırlamıştım ileriye.

Babam ben koşmaya başlayınca, “Ahu!” diye bağırarak sesinin bahçede yankılanmasını sağladığında hepsinin bakışları sesin kaynağına dönmüştü.

Pars başını kaldırana dek ben çoktan ona varmıştım. Son adımda kendimi yukarı doğru yükseltip boynuna dolanmıştım.

Refleksle beni sırtımdan destekleyip tutsa da şaşkındı. Hissediyordum.

“Ne oldu?” diye sordu endişeyle. Onun sesine diğerlerinin de sesi karıştı. Hepsi bir şeyler soruyorlardı.

“Ağlıyorsun,” dedi yüzümü Pars’ın omuzuna gömemeden beni yakalayan Özgür. Onun bu tespitiyle birlikte Mayıs’tan panik dolu bir ses çıkmıştı. Abimin keskin bir nefes aldığını duymuştum.

Ağlıyor olmamı yanlış anladıklarını fark ettiğimde apar topar kendimi geri attım.

“Ağlıyorum,” dedim kabullenerek. Sırayla hepsine bakmıştım bu sırada. “Ama çok mutluyum diye.”

Benim çok mutluyum ağlayışıma hiç duraksamadan eşlik etmeye başlayan Mayıs sırtımdan bütün gücüyle bedenime sarıldığında kıkırdadım.

Abim uzanıp saçlarımı öptü, Özgür burnumu eliyle sıkıştırıp çekiştirdi; önüm Pars’a ve arkam da Mayıs’a dönüktü, aralarında sıkışmıştım bir nevi.

Koca bir yumak haline geldiğimizde kalbim huzurlu bir ritimle atmaya başladı.

“Baba,” diye seslendim arsızca. Dört bir yandan sarılıydım ama yeterli bulmamıştım.

Babamın güldüğünü duydum. Mayıs’ın minikliğinden yararlanarak onun olduğu yerden kendisini kalabalığa dahil etti.

Daha önce aldığım hiçbir hediye bu kadar güzel ve anlamlı değildi. Üstelik bu öylesine bir hediye değildi, doğum günü hediyemdi.

Doğum günlerinin büyüsü olduğuna inanmakta haklıydım. Öyle ya da böyle, er ya da geç bunu kendime kanıtlamıştım.

Daha önceki doğum günü dileklerim bana babamı vermişti, bugün ise bundan sonraki doğum günlerimde de dilek dileyebilme hakkı kazanmıştım.

Çok sonradan değerlenen yaşamıma sıkıca tutunmuş, ipin ucunu bırakmamıştım.

Ben kazanmıştım.

 

 

~

 

 

- 3 yıl sonra

 

“Sen de gelseydin keşke, keyifli olurdu.”

Olabildiğince nazik kalarak gülümsedim. Biraz daha ısrar edilirse nezaketim beni terk edip gidecekti.

“Gelemiyorum,” dedim daha öncekiler gibi olumsuz konuşup.

“Nedenini söylemezsen ısrar etmeye devam edecekler, söyle kurtul bence Despina.”

Bakışlarım konuşan kişiyi buldu; Ayaz’dı.

“Yolumuz burada ayrılıyor, beni takip edip ısrar etmeye devam edemezler diye düşünüyorum.” dedim şakayla karışık. Tavrımı şakacı tutmaya çalışıyordum fakat bir yandan bıkkındım.

Sayıca liseden hallice bir sınıfta okumak, seçtiğim bölümün getirisi ve dolayısıyla benim tercihimdi.

Yıllar boyunca okuyacağım ve hayatımın kalanında üzerinde çalışacağım şeyin ilgimi çeken bir konu olmasını istemiştim. Kendimi Dilbilimi okurken buluşum da bundandı.

Bir dönem Türkiye’de okumasam mı gibi bir soru işaretiyle dolmuştum, o dönemin üstüne peş peşe yaşananlar sonunda ise bu soruya cevap vermem kolaylaşmıştı.

İstanbul’dan dahi gidememiştim. Buradan gidersem arkamda bırakacağım insanların hiçbirinden uzakta olmaya tahammülüm yoktu.

İstanbul’da okumak, özel bir üniversite seçmek ve bolca öğrencisi olmayan bir bölümde bulunmak beni otuz kişilik bir sınıfta, lisedeki gibi herkesin herkesi tanıdığı ve arkadaşı olduğu bir ortama itmişti.

Artık ikinci yılımdı ve buna alışmalıydım ancak bazı zamanlarda bu hep birlikte olma aşkından bıkabiliyordum.

“Takip etmeyiz tabii ama bırakasımız da yok,” diyen Elif’ti.

Otuz kişilik sınıfta, otuz kişi de bir arada değildi elbette. Birkaç parçaya bölünmüş haldeydi herkes. Ben kendimi ne zaman bu beş altı kişilik parçanın içinde bulmuştum, bilmiyordum.

Aslında biliyordum.

İlk etapta benimle yakınlaşan kişi az önce konuşmuş olan Elif’ti. Ben yalnızca onunla bağ kuruyorum sanıyorken kısa bir süre içinde beni bu grubun içine çekmişti. Bunun sebebini ise son zamanlarda anca fark edebilmiştim. Hatta fark eden ben değildim, her adımımı anlattığım sevgili arkadaşım Mayıs’tı.

‘Altın kural, Despoşum. O gruptaki çocuklardan biri seninle ilgileniyor, kızlardan biri de yem gibi gelip seni gruba dahil etmeye çalıştı işte.’ demişti Mayıs memnuniyetsiz bir tavırla. Sonra çığlık çığlığa abisini çağıracak gibi olmuştu, ağzını iki elimle kapatıp onu zor durdurmuştum.

İlkokuldaymışım gibi Pars her gün elimden tutup okula götürsün istiyorsa doğru hamleydi ona sesini duyurmak.

Mayıs’ın söylediklerinden sonra üzerinde biraz daha uzun düşündüğümde bahsettiği kişiyi de bulmuştum.

Ne zaman baksam bakışlarını üstümde bulduğum kişiydi, Ayaz’dı.

Elif, Pars’tan; daha doğrusu bir erkek arkadaşım olduğundan haberdardı. Buna rağmen böyle bir saçmalık yaşanıyor olması sinir bozucuydu. Durumu anladığımdan beri bu ekipten olabildiğince uzak durmaya çalışıyordum.

Ders arasında yaptıkları planı anladığımda çıkışta onlardan kaçabilmek için gerekli ayarlamayı yapmıştım.

“Pars gelecek,” dedim Elif’in gözlerinin içine baka baka. Yaptığının yanlışlığını ona başka hangi yolla anlatmak mümkündü acaba? “Onu bekliyorum, siz hiç oyalanmadan gidin isterseniz.”

Elif duraksadı. Göz ucuyla Ayaz’a bakınca, daha önce bu detayları nasıl fark edemediğimi düşünerek kendime kızmakla meşguldüm.

Üstümdeki ince kot ceketin cebinde tuttuğum telefonum çalmaya başladığında rahatça nefeslendim. Bilse de bilmese de beni kurtarıyordu Pars şu an.

Telefonu hızlıca açıp kulağıma yasladım. “Geldin mi?” diye sormuştum açar açmaz.

“Girişteyim güzelim, ön kapıda.”

“Tamam,” dedim içim kıpır kıpır olurken. “Geliyorum sevgilim.”

Sesini duyunca ve geldiğini öğrenince andan kopmuş, onun hissettirdikleriyle kaplanmıştım.

Telefonu kapattıktan sonra bakışlarım Elif’i buldu. “Haftaya görüşürüz o zaman,” dedim düz bir sesle.

“Aynı yöne gidiyoruz zaten,” diyen bir başkasıydı. “Kapıdan ayrılırız. Yürüyelim hep beraber.”

Gözlerimi devirmek ve koşarak kaçmak üzereydim. İki isteğime de engel olduktan sonra normal bir ifade takındım. “Tamam,” dedim başımı sallayarak. Ardından altı kişilik bir kalabalık halinde kampüsün çıkışına doğru yürümeye başladık.

Dağınık haldeydik, ben bir an önce kapıya varmak istediğimden adımlarımı hızlandırmış ve en öndekilerden biri olmuştum.

Okulun dışına çıktığımızda gözlerim hemen etrafta tanıdık arabayı aradı. Okulun tam önünde arabayı durdurabileceği bir yer yoktu, durabileceği yerlerde bakışlarımı dolaştırdıktan sonra aradığımı bulmuştum.

Arabanın içindeydi, açık camını ve içerideki siluetini görüyordum.

“Görüşürüz,” diyerek son kez -mümkünse hızlı- vedalaşmak istediğim arkadaşlarıma baktım. Birkaç baş sallama ve sesli yanıtın ardından, bunlara katılmayan Ayaz’dan başka bir ses yükseldi.

“Sevgilinin geldiğinden emin misin?” diye sorduğunda yüzündeki ifade soğuktu.

‘Evet’ diyerek arabanın olduğu yönü başımla işaret edeceğim sırada geriye doğru bakmış, baktığımda gördüğüm manzaradan sonra ise iç çekmiştim.

Telefonu kapattığımdan beri gözünün kapıda olduğunu tahmin ettiğim Pars, beni kapıda hareketsiz görünce hiç oyalanmadan arabadan çıkmış buraya doğru yürüyordu.

Mesafeye bakılırsa Pars’ın yanımıza gelişi uzun sürmeyecekti. Ayaz’ı yanıtlamakla uğraşmak yerine öylece bekledim. Saniyeler içinde belimi saran kol ve sırtıma değen beden eşliğinde hesaplarımın doğru olduğundan emin olmuştum.

“Pars,” dedim hem sevgilime seslenmek hem de karşımdakilere kısa bir açıklama yapmak için. Ardından nezaketen sırayla herkesin ismini söylemiş ve tanıtmıştım.

“Tanımış kadar olmuştuk zaten,” dedi Elif, Pars için. “Despina dilinden düşürmüyor seni,” diye ekledi şakayla karışık.

Pars’ın bu bilgiden hoşlanacağını düşünmüştüm ancak belimdeki kolu zerre gevşememişti. Başımı çevirip omuzumun üstünden ona baktığımda koyu mavilerini tek bir yere odaklı buldum. Ayaz’a bakıyordu.

Baktığı yere döndüğümde ise bakışlarının nedenini bulmuştum. Ayaz yarım ancak rahatsız bir gülümsemeyle duruyordu olduğu yerde. “Adını anıyor bol bol, evet.” dedi Ayaz. Ben konuyu uzatmadan gitmemizi istiyordum ancak Pars benimle aynı fikirde değildi.

“Arkadaşlarına benden bahsetmişsin,” dedi şakağıma kısa bir öpücük bırakıp. “Ama bana onlardan bahsetmiyorsun hiç, güzelim. Bak ayıp oldu.”

Tabii, çok ayıp olmuştu. Sırf karşıdakilere ‘herhangi bir öneminiz yok’ mesajı vermek için kullanmamıştı bunu, ben yanlış yorumluyordum kesin.

Gülmeye çalışarak yerimde kıpırdandım. “Ya ya,” dedim hızlıca. “Ayıp oldu, ben haftaya telafi ederim. Biz gidelim mi artık aşkım?”

Pars’ı olabildiğince hızlı şekilde arabaya gitmemiz için elinden tutarak yönlendirdiğimde bana direnmedi. Direnseydi yerinden onu bir santim bile oynatamazdım, cüsselerimize dair acı bir gerçekti bu.

Dört yıl boyunca değişime uğramayan tek gerçekti belki de.

Arabaya vardığımızda Pars kapımı açarak dışarıya centilmen bir görüntü çizse de ben kapı koluna uyguladığı kuvvetten onun gerginliğini gayet iyi anladığım için yanak içimi ısıra ısıra geçmiştim yerime.

Sürücü koltuğuna yerleştikten hemen sonra arabayı çalıştırdı. Araba ilerledi, okul yüzünden kalabalık olan caddeyi geride bıraktığımızda nereye gittiğimiz hakkında bir fikrim yoktu ama yolculuğun uzun sürmeyeceğinden emin gibiydim.

Haklıydım.

Araba alakasız bir sokakta, herhangi bir boşlukta durduğunda bakışlarım Pars’ı buldu. “Burası neresiymiş ki?” dedim başımı omuzuma eğerek.

Onu Ayaz’la karşı karşıya getirdiğim için kendimi suçlu hissetmiştim. Aslında suçlu hissedişim daha çok, böyle birinin varlığınaydı. Pars, kendisine ilgisi olan bir kadınla aynı ortamda bulunuyor olsaydı ve bunu rastgele öğrenseydim parmaklarımı kırma pahasına onu yumruklamaya çalışacağım kesindi.

Şirin bakışlarla, tatlı sözlerle işin içinden sıyrılamayacak kadar bataklığın derininde olduğumu kabullenince emniyet kemerimi çözdüm hızlıca. Kendimi arabanın içinde yükseltip üstüne doğru atladığımda uzunca bir nefes verse de hiç garipsemeden beni kucağına yerleştirdi.

Bacaklarım iki yanında, sırtım direksiyona yakın bir konumda kucağındaydım şimdi. Ellerimi omuzlarına koydum. “Bi’ tane öpeyim,” dedim gözlerinin içine içine bakarken.

“Kafamı karıştırmaya çalışıyorsun.”

Hiç itiraz etmeden birkaç saniye bekledim. Neyi niye yaptığımı bilmesinden doğal bir şey yoktu. Yıllar geçiyor, geçtikçe de birbirimize olan ezberimiz kuvvetleniyordu.

“Öp, tamam.” dedi çok da meraklısı değilmiş gibi. Kıkırdayarak yüzümü ona yaklaştırdım. Dudaklarımı dudaklarına bastırırken gülüşüm henüz son bulmamıştı.

Belimi parmaklarıyla sıkıştırırken onu öpüşüm uzadıkça uzadı. Geri çekilebildiğimde nefes nefeseydim. Dudaklarımın kızarık olduğunu da biliyordum.

“Bugün okula gelmeseydim,” dedi dudaklarımız ayrılır ayrılmaz. “Bana bu sikik durumdan bahsetme planın var mıydı?”

Dudağımı sarkıttım. “Boşuna sinirlenirsin diye…”

“Boşuna mı?” diye sordu. “Etrafında-…” dedikten sonra devam etmek zormuş gibi biraz durakladı. “Sana ilgi duyan piçler olabileceğini kendime hatırlatmamaya çalışıyorum. Okuldasın, yanından geçenler benden haberdar değil. Ama sen gidip, beni bildiği halde aç köpek gibi bakan heriflerin yanında arkadaşlarım diye mi dolanıyorsun Ahu?”

Pars’ı bu kadar uzun konuşurken duymak zordu. Zoru başardığım için kendimi tebrik ediyordum.

“Fark ettikten sonra yanlarında durmuyorum hiç,” dedim hemen. “Gerçekten sonradan anladım, rahatsız olacağın bir şeyi yapmam ki.”

Derince nefeslendi. “Ne zaman fark ettin?” derken öfkesini -bana olmasa da- gayet net hissediyordum.

“Mayıs sayesinde, birkaç hafta önce.” dedim gözlerimi kırpıştırırken.

Pars kucağındaki bedenimi de sarsacak kadar ani şekilde kasıldı. “Mayıs da biliyor yani? Bana söylemek aklından geçmiyor tabii…”

Kendimi kurtarayım derken Mayıs’ı yaktığımı fark ettiğimde apar topar konuştum. “O söyleyecekti, ben durdurdum.”

Pars duraksadı. O duraksayınca kurduğum cümleyi baştan düşündüm. Şimdi de Mayıs kurtulsun diye ben yanmıştım.

Arayı nasıl bulacaktım?

Hayatımın ikinci bölümünün sınavı buydu; arayı bulmaya çalışmaktı.

İlk bölümdeki sınavlarla uzaktan yakından ilgisi yoktu, uğraşmak bile keyifliydi fakat günün sonunda sınavdı işte.

İnsan stres oluyordu. Belki şükredilecek bir stres kaynağıydı, belki de ben daha önce çok sınandığımdan böyle algılıyordum ama artık bu küçük stresler bile benim için ‘iyi ki’lerdi.

 

 

~

 

 

“Bebeğim tamam artık, üzmesene kendini.”

Babamın söylediklerini duysam da göğsümdeki kollarımı çözmemiş, yüzümdeki mutsuz ifadeyi bozmamıştım.

Göz ucuyla Özgür’e baktığımda onu nefessizce gülerken gördüğüm için kendimi toparlayamıyordum. Bana gülüyordu işte.

“Gülme lan sen de artık,” diyerek Özgür’ü dirseğiyle sarsan babam çare değildi, hâlâ gülüyordu.

“Abi-…” diyerek konuşmaya başladı Özgür, daha doğrusu gülme sesi dışında bir ses çıkartabilmek için kıvranıyordu sadece henüz. “Karakolluk olmuş, biraz daha zorlasa hapislere düşecekmiş kızın.”

Bugünün Pars’ın beni kıskanmasıyla kapanacağını düşünmemiş, skorun eşitlenmesinin ve hatta benim bu konuda öne geçebilmemin mümkün olmadığını sanmıştım.

Her şey Pars’ı peşimden alışverişe sürüklemem yüzündendi. Bakmak istemeyen olsa dahi iriliğiyle herkesin gözüne çarpan, özenle yontulmuş bir heykele benzeyen adamı ne diye peşimden kadınlarla dolu mağazalara sokmuştum mesela? Derdim neydi?

“Abim burada olsaydı keşke,” dedim bıkkınlıkla. Özgür yerine Özgün istiyordum, şu an gerekli olan oydu.

Ara ara birkaç aylığına ortadan kaybolan kişi Özgür olsa, abim yerinde dursa olmaz mıydı?

“Ahu’m,” dedi babam bana doğru bakarken. “Abin de kendini tutamayabilirdi bu şartlarda, emin olamadım. Ben de çok zor durumdayım, inan.”

Ayağımı yere vurarak arkamı dönüp yanlarından uzaklaşmak için adımladım. Sonra gitmeyip orada durma nedenimi aniden hatırlayınca çığlık atacak gibi olmuş, son anda geri dönmüştüm. Döndüğüm gibi dudaklarımı araladım. “Pars niye gelmedi halen?” derken sesim kriz geçiriyormuşum gibiydi.

“Parmaklıklar arasında çürüme diye uğraşıyor, çığırtkan. Mağdurların şikayetçi olmuş, onlarla konuşuyor.”

Babam son kelimelere doğru Özgür’ü susturmak ister gibi kolundan sıktıysa da her şey için çok geçti. Duyacağımı duymuştum.

Nereye doğru gideceğimi bile bilmiyordum ancak yerimden fırlamıştım. İki kolumdan aynı anda yakalayıp beni yerimde sabitlediklerinde çırpındım.

“Dönüşüyor, tövbe estağfurullah. Şaka yaptım kızım, kendine gel bi’.” diyen Özgür’dü.

“Yapacağın şakaya sıçsınlar senin, tansiyonu fırladı kızın.”

Özgür, babama kendini savunurken benim cidden gözüm kararmıştı. “Ya Pars nerede?” diye yükseldim yeniden.

“Geldim, delim. Geldim, güzelim.”

Pars bulunduğumuz koridorun köşesinden göründüğünde ona dönmüştüm hemen. “Hayırdır?” dedi beni ve koluma girmiş halde duran ikiliyi görünce.

“Birader al sevgilini, kafana kese kâğıdı falan mı takarsın ne yaparsın bilmem ama bir daha kıskandırma mümkünse.”

Özgür kolumdan çıkıp beni Pars’a doğru ittirince babam boğazını temizler gibi öksürdü. “Kimi kime veriyorsun oğlum sen? Al sevgilini ne ulan?”

“Abi,” dedi Özgür çok mantıklı bir açıklaması varmış gibi babama dönerek. “Ayarlarını bozmuş, düzeltsin sonra biz geri alırız zaten. Bu haliyle kim çekecek şimdi?”

“Ayarlarını ben mi bozdum?” dedi Pars hayretle bize bakarken. “Siz soyadınızla aktarıyorsunuz bu geni, ben elimi bile sürmedim.”

Kaşlarımı çatarak babamın tutuşundan da kurtulup kendimi serbest bıraktım. “Ha haklı yani Özgür, ben bozulmuşum ve anormalim; öyle mi?”

Pars yutkunur gibi oldu. Bir sağına -Özgür’e-, bir de soluna -babama- baktı. Çare bulamayınca yeniden gözlerini yüzüme çevirdi. “Öyle değil,” diyebildi nasıl toparlayacağını bilmeden.

“Nasıl peki?” dedim gözlerimi kısıp. “Algısızım bi’ de galiba, yanlış anladım o zaman.”

“Ayrılacağınız kadar büyür mü tartışma? Ona göre müdahale edeceğim.” dedi babam bakışlarını sırayla bizde gezdirirken.

Ona baktım boş boş. “Neye müdahale edeceksin, ayrılmayalım diye mi?”

“Yok,” dedi rahatça. “Ayrılacaksanız saatlerce beklerim, problem değil. Ayrılmayacaksanız vaktimi boşa yemeyin diye müdahale edecektim.”

Sabır dilenir bir iç çekişle birlikte başımı oynattım.

Özgür, sanki dikkatimi çekmesi çok zormuş gibi kolumu peş peşe dürttü üç dört kez. “Ne var?” diye ona döndüm sinirle.

“Hapse düşsen ve yanına tek bir şey alma hakkın olsa ne alırdın?”

“Seni alırdım,” dedim hiç duraksamadan.

Sevimli sevimli baktı. Dakikalardır sinir krizi geçirtmiyormuş gibi masum duruyordu.

“Bir tanenim değil mi, biliyordum.”

Sırıttım. “Seni alırdım, hazır hapislik olmuşken de bir köşede seni boğardım Özgür.”

Babamın ve Pars’ın kahkahası birbirine karışırken biz bir süre Özgür ile bakıştık. Bakışları ayıplar bir hal alana dek bekledim. Bir sonraki hali biliyordum, ezberimdeydi.

Gözlerinde hin parıltılar yandığı anda kendimi çıkışa doğru koşarken bulmuştum.

Büyüdükçe büyüyor ancak asla beni kovalamaktan bıkmıyordu. Buna kaç yaşına kadar devam edecektik?

 

 

~

 

 

“Ben bakarım, evet. Belli ki senin elin ayağın yok çünkü.”

Odamdaydım, salona kıyasla kapıdan uzaktaydım ve dolabımın birbirine giren raflarını düzenlemekle meşguldüm. Tüm bunları bilmesine rağmen peş peşe çalan zili hiç umursamadan hayatına devam eden Özgür’ün tek derdi benim sinirlerimi bozmaktı.

Söylene söylene kapıya giderken salondan içeriye bakmış ve onu koltukta yayılırken görmüştüm. Cidden inadından kalkmamıştı.

Babamın geldiğini düşündüğümden kapıyı direkt açtığımda karşımda gördüğüm bedenle birlikte heyecanla dudaklarımdan bir çığlık fırlamıştı.

Özgür’ün içeriden gelen gülüş sesine bakılırsa kapıdakinin kim olduğunu zaten biliyordu, derdi benim sandığım gibi sinirlerimi bozmak değildi.

“Abi!” derken kendimi hızla öne doğru atmış ve abimin kollarına bırakmıştım.

“Abim?” dedi benimle aynı tondan bana eşlik edip. Gülerek kollarımı boynunda daha sıkı kenetledim. Bedenimi havalandırıp içeriye girerken beni kucakladığında çanta gibi taşınmayı hiç umursamamıştım.

İki ayı çoktan geçen bir süre boyunca onu görmediğimle bu süre boyunca sık sık yüzleşmiştim ama şimdi kollarındayken özlemim çok daha yoğundu.

Abimle birlikte içeri adımladığımız sırada kapıyı da arkamızdan kapatacağını düşünmüştüm. Eşikte duran bir başka bedeni gördüğümde ise merakla duraksadım.

Yüzü tanıdık değildi. Daha önce görmediğimden emindim.

Abim beni kendisinden uzaklaştırmadı fakat salona doğru geçmeden önce kucağından indirerek ayaklarımın yeniden yerle buluşmasını sağlamıştı. Koluna doğru yaslı dururken ikimiz de kapıya dönüktük şimdi.

“Misafir de getirmişsin,” dedim abime sessizce. Bizim buradaki oyalanışımız uzun sürünce Özgür salondan çıkmış, hole gelmişti.

“Gideyim mi?” diye soran abilerimden biri değildi, kapıdaki kişiydi.

Abime yakın yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim, kısa saçlı bir adamdı. Yapılıydı ama yüzündeki ifade -en azından şu an için- tezat bir biçimde sakin ve sevimliydi.

Beni duyduğu için ayıp olduğunu düşünerek telaşla konuşacağım sırada abim benden önce davrandı. “Evet,” dedi rahatça. “Güle güle.”

Adam hiç üstüne alınmadı. Bu, aralarındaki iletişimin gayet sıkı olduğunu gösteriyordu. Abim biriyle şakalaşıyorsa -kendisine özgü bir şaka anlayışı vardı- onunla arası bayağı iyi demekti.

Tam aksi söylenmiş olsa da adam içeriye adımladı. Artık evin içindeydi. Kapıyı hafifçe itip kapanmasına neden olduktan sonra bize doğru baktı. Sessizce ortamı analiz ediyor olan Özgür’e doğru baktı önce, ardından abime döndü. “Benziyorsunuz lan siz bayağı.”

“Abim ya hani,” diyen Özgür’dü. Sesinde tanımlayamadığım bir gariplik vardı. Ya kafası karışmıştı ya da gergindi; emin olamıyordum.

“Haberim var o kısımdan,” diyerek elini Özgür’e doğru uzattı karşımızdaki adam. Özgür duraksamadan elini uzattı, tokalaştılar.

Devran,” dedi adam kısaca kendisini tanıtarak.

Özgür yarım ağız bir şekilde memnun olduğunu belirttikten sonra elini geri çekmişti. Bu sırada Devran şaşırmış gibi görünerek abime baktı.

“Kıskanç olan kız kardeşin değil miydi? E bu da kıvrandı kıskanmaktan…”

“Abi!” diye cırlayarak ondan uzaklaştım. Beni tanımadığım insanlara nasıl tanıtıyordu böyle?

Üçünün de yüzünün buruştuğunu, senkronize şekilde hareket ettiklerini gördüğümde omuzlarımı düşürdüm.

“Yan yana durmaktan birbirlerine benzediler, ya huyundan ya suyundan demişler.”

Özgür’ü dürttüm. “Anladım bunu,” dedim hevesle. Artık ‘bu ne demek’ diyerek onlara sorular sorduğum zamanlar geride kalmıştı. Ara ara yine aklım bulanıyordu ama yıllar geçtikçe bu anlar azalmıştı.

“Aferin,” dedi Özgür beni geçiştirip. “Bi’ dur kendini sonra översin, şu an konumuz başka.”

Abime ve Devran’a doğru baktı. “Sonuç olarak… Sen kimsin şimdi yani?”

Özgür o kadar ilginç bir sorgulama şekline sahipti ki sorusunun cevabını kendim de merak ettiğim halde gülesim gelmişti.

“Benden bahsetmedin mi?” diye sorarken Devran’ın alay ettiği belliydi. Abime alınmış gibi bakmıştı. Yüzündeki ifadenin bedeniyle uyumsuzluğuna kıkırdadım.

“Despina’nın jetonu düşerse… Tanıyacak seni aslında.”

Başımı omuzuma doğru eğip onlara baktım. Tanıyacak mıydım?

Özgür tanımayacaktı, ben tanıyacaktım..?

Gözlerim iri iri açıldı bir anda. İfademi gördüklerinde güldüler. Gülenlere Özgür dahil değildi gerçi.

Yalnız değilim, Devran’layım.

İyiyim, tek değilim. Devran da var.

Tehlike yok, sorun yok. Yanımda birileri daha var.

Abim ne zaman ortadan kaybolsa, yanımda olmayacağı ve ne kadar süreceğini bilmediğim zamanlar boyunca bir iki kere kendisiyle telefonda konuşabiliyordum. Bunlar da onun beni rahatlatmak için söyledikleriydi.

Yani bana kalırsa öyleydi.

“Devran gerçek biriymiş,” dedim şaşkın şaşkın. Korkmamam, endişemin azalması için uydurduğu ve her an yanında olduğunu söylediği hayali arkadaşı sanıyordum kendisini.

Devran başını geriye atarak kısa bir kahkaha attı. Abimse bana ayıplar gibi bakmıştı. Yalan söylediğini düşündüğümü şu an fark ediyordu.

Özgür’ün de yanımızda olduğunu hatırladığımda telaşla abimin koluna dokundum. Telaşımın sebebini anlaması zor olmadı, bana eşlik etmeden gayet rahat bir şekilde göz kırpmakla yetindi.

“Baban da yoldaymış, gelsin. Konuşacağız. Her şeyi.

Göğsüm titreyecek şekilde nefeslendim.

Ölüm kapımın çok yakınına geldiğinde, hatta kapıyı açılması için zorlamaya başladığında, abim karşıma geçmiş ve zihnime ona ait kocaman bir sırrı armağan etmişti. Üzerinden yıllar geçmiş, ben o sırrı özenle saklı tutmuştum.

Abimin gidişlerine, zorunda olduğunu artık bilmeme rağmen çok kızıyormuş gibi yapmak, döndüğünde küs rolüyle bir süre oyalanmak düpedüz babamı ve Özgür’ü kandırmaktı. Bundan hiç memnun değildim ama sesimi de çıkaramamıştım tabii.

“Her şeyi,” diye tekrarladım heyecanla karışık bir rahatlamayla.

Özgür aramıza sesiyle girmeyi yetersiz bulmuş olacak ki bedenini de aramıza sıkıştırdı. Duvara doğru yalpalasam da onun ayılıklarına alışkın olduğumdan refleksle omuzuna yapışabilmiştim son anda.

“Ne çeviriyorsunuz siz?” dediğinde abime doğru baktım o cevap versin diye.

“Bir şey çevirdiğimiz yok, sabret Timur abi gelene kadar.”

“Sabredemez,” dedim Özgür’ün babam gelene kadar susması için başvurulabilecek en güvenli yolu seçip. “Kıçında kurt var.”

Kısa bir sessizlik oldu.

Ardından başarıya ulaştığımı belli eder şekilde Özgür benim üstüme atlayacakken holü bir telefon sesi doldurdu. Tanıdık bir melodi değildi. Devran cebine doğru uzanınca neden tanıdık olmadığını anlamıştım, onun telefonu çalıyordu.

Telefonu direkt olarak açacağını düşünmüştüm fakat ekrana baktıktan sonra kaşları hafifçe çatılmış, telefonu abime -dolayısıyla bize- doğru çevirmişti kısa bir an.

Arayan kişinin kim olduğunu bizim anlayabilmemiz mümkün değildi. Tek bir harf vardı orada yazılı olan. Z arıyordu.

Benim için hiçbir anlam ifade etmeyen bu harf, abime yeterince ipucu sağlamış olacak ki uzanıp telefonu aldı Devran’dan.

Açıp kulağına yasladığı gibi de bize doğru ‘bir dakika’ işareti yapmış ve odasına doğru adımlamıştı.

Odaya girerken sesini hayal meyal duymuştum. “Söyle, Ulu.” demişti.

 

 

~

 

 

“Ne kadar güzel olmuşum peki? Mesela birden ona kadar puan versen, kaç verirdin? Elbisem nasıl?”

“On,” dedi gözlerini gözlerimden hiç ayırmadan ve tek bir an bile duraksamadan. “Verilebilecek en yüksek puan buysa, on.”

Üstümdeki beyaz elbisenin eteklerini sallandıracak şekilde yerimde ileri geri sallandım. Pars’ın tam önümde duran bedeni aşılamaz bir duvar gibi görüşümü kapatıyordu.

“Hanımcılığın kitabını yazıp imzalamış bir adamsın, Eraslan.” diyerek kenardan sesi yükselen Özgür’ü duyunca bakışlarım onu buldu.

“Sence o kadar puan değil miyim?”

Özgür ona attığım bakışları bir süre yüzünde ağırladıktan sonra dudaklarını araladı. “Yıldızlı, süslü püslü, altın renkli on puansın güzelliğim.”

Gülümsedim. Pars benimle aynı fikirde değildi. Yüzündeki ters ifadeyle Özgür’e doğru baktıktan sonra konuştu. “Senin yaptığın ne şimdi?”

“Kardeşimi övüyorum, birader. Sıkıntı mı var?”

“Siktir git lan içeriye,” diyerek dişlerinin arasından konuştuğunda yarım ağız gülerek Pars’ın göğsüne sarıldım.

“Mirza amca!” diye seslenerek önünde durduğumuz restorana koşturan Özgür’ün arkasından birkaç saniye uzun uzun baktık. Sonrasında ise kendimi olduğum yerde yapayalnız bulmuştum.

Pars söylene söylene içeri adımlamıştı. Özgür’ün yalan yanlış bilgilerle dedemi kendisine karşı dolduracağını biliyor, erken müdahale için acele ediyordu.

Onlar çoktan içeriye girmişken ben de girişe doğru yürümeye başladım.

Özgün abimin birkaç ay sonra gelişi ve bu gelişinin getirdiği -benim dışımdakilere- beklenmedik haberler için küçük bir yemek yiyecektik.

Yemeği, tanıdığım ve yanımda olmalarından anlatılmaz bir keyif aldığım herkesin dahil olduğu bir etkinliğe çevirme fikri benimdi.

Herkes çoktan gelmişti, sona kalan ise Pars’tı. Az önce onu karşılamak için hava alma bahanesiyle kapıya çıkmış ve Özgür Akdoğan’ın sinsiliği yüzünden başarısız bir girişimle kalakalmıştım. Şimdi de tıpış tıpış dönüyordum.

Restoranın iç kısmında, en köşedeki uzunca masanın etrafına dizili olan sandalyelerdeki yüzler tanıdıktı. Bıraktığım şekilde oturuyorlardı. Yerim masanın ortasında, babam ve dedemin arasındaydı.

“Neden beni bırakıp gidiyorsunuz?” dedim Özgür’e ve Pars’a sırayla bakıp.

“Bunun yüzünden,” diyerek aynı anda konuşmuş, birbirlerine bakmışlardı. Bu tepkileri, daha doğrusu tepkilerinin aynılığı masanın kalanı için yeterince komikti.

Dedem ve babam yarım ağız, abim ve Mayıs ise açık açık gülüyorlardı.

Bakışlarımı geriye kalan son isme, halama doğru çevirdim. Sağımdaydı, dedemin yanında o oturuyordu, aramızdaki tek engel dedemdi.

Yüzünde bir tebessüm vardı onun da. Bizimle aynıymış gibi görünen o gülümsemenin sessizliğinin nedeni, ağırdı. Halamı gördükçe o nedenle tekrar tekrar yüzleşiyordum.

Halam, ikizini yitirdiğinden beri yarımdı. Enerjisi yarımdı, gülüşleri yarımdı, cümleleri yarımdı.

Kıpır kıpır, gülüşleri hiç durmayan, konuştukça konuşan bir kadınken artık bunların hiçbiri değildi.

Kayıpları olan biriydim, kaybettiğim şeyler olmuştu; bunların hepsi de geri alınamayacak kayıplardı ama yine de halamı tam anlamıyla anlayamıyordum. Kalbindeki eksikliği kavrayamıyordum, kavramaya çabaladığımda da kendimi hüngür hüngür ağlarken buluyordum.

Bu akşam, herkes bir aradayken, bunu yapmamayı seçerek bakışlarımı ondan çektim.

Dedemin bana bir şey söylüyor olduğunu son anda fark edebildiğimde toparlanarak dikkatimi ona verdim.

“Efendim?”

“Dinlemiyor musun, boncuk?”

“Dinlememişim,” dedim mahcupça.

“Belli,” dedi başını sallarken. “Dinlesen direkt savunmaya geçerdin.”

“Kimi?” diye sorsam da bakışlarım doğru yeri çoktan bulmuş, Pars’a bakmıştım. Masada ateş altında kalacak ve benim savunmama ihtiyaç duyacak en beklendik isim oydu çünkü.

Sorum ve bakışlarımın uyumsuzluğuna gülecek gibi oldu dedem ama kendini tutmuştu. “Bunun omuzu kapalısı yok muydu?” diye sordu her zamanki gibi, daha doğrusu son zamanlardaki gibi. Elbisemden bahsediyordu.

“Yoktu,” dedim gözlerimi kırpıştırıp. Derdi dövmemdi.

Köprücük kemiğimin altında, çok zaman önce bahsi geçen ancak yaptırmayı yaklaşık üç ay önce akıl ettiğim dövmem kazılıydı.

Konu dövme yaptırmış olmamdan çok, neyin dövmesini yaptırmış olduğumdu.

“Senin dövmeni sabah akşam görüyoruz, bu herif hiç göstermiyor. Emin misin sen bu adamdan?” derken başıyla Pars’ı işaret edince güldüm

Ben pars, Pars ise bir ceylan dövmesi taşıyorduk. Benim dövmem omuzuma yakınken onunki sol göğsündeydi.

“Çıplak gezmediği için olabilir mi?” diye sordum merakla.

“Ben yeterince görüyorum,” derken babam memnuniyetsizdi yeterince. Spor salonundaki çıplaklık oranı fazlaydı, evet.

“Görmememiz daha hayırlı Mirza amca,” dedi Mayıs öne doğru çıkıp. “Senin torununun sağı solu belli olmuyor, kader mahkûmu olmaktan zor kurtarıyorlar bak.”

Ona göz devirerek baktım. Ben ters bakışlar atsam da kimsenin umurunda olmamıştı, hepsi gülüyorlardı.

“Kader mahkûmu mu?” diye soran abimdi. Benim karakolluk olduğum günün üstünden bir ay geçmişti. O süreçte abim görevdeydi ve bundan habersiz kalan tek kişiydi. Özgür, özenle herkese duyurmuş; aynı gün dedemi aramaya da girişmişti çünkü.

“Sen bilmiyorsun!” diyerek hevesle konuştu Özgür. Abisine doğru dönerek çenesini açmıştı direkt. Şimdi önümüzdeki saatler boyunca susmadan benimle dalga geçecekti.

Mayıs’a elimi kaldırıp tehditkâr bir biçimde salladım. “Görüşeceğiz Mayıs böceği,” dedim fısıldayarak.

Mayıs ise halama doğru bakmıştı. “Sen alıştırdın bu böcek olayına Cemre abla, yıllardır söylüyor. Mutlu musun?”

Halam başını salladı. “Mutluyum, böceğim.”

Kıkırdayarak halama elimi uzattım. İşaret parmaklarımızı birbirine dokundurup bu anı süslediğimizde içim ısınmıştı.

Abimin nefessizce Özgür’ün anlattıklarına güldüğünü görene kadar da içim aynı sıcaklıktaydı aslında.

Kollarımı göğsümde kavuşturup suratsız bir şekilde arkama yaslandığımda göz ucuyla babama ve dedeme bakıp duruyordum. Hangisi önce fark edecek diye sabırsızken üstümde hissettiğim derin bakışlar üçüncü bir kişiye aitti.

Nerede ve nasıl bir anda olursak olalım, aynı ortamdaysak bakışlarını koşulsuzca üstümde tutan Pars’a aşıktım.

Mavilerinin yüzümde ağırlığını hissettirmesine aşıktım.

Dünyasının benden ibaret olduğunu bakışları hep anlatsa da, kaçak göçek davranmadan bunu dilinden dökmesine de aşıktım.

Ona dair iyi ya da kötü her şeyi kendim için aşık olunası hallere çevirebiliyordum. Üstelik bunu istemsiz olarak yapıyordum.

Aşkım artık benim için bir yenilik, değişiklik olmaktan çıkmış; hayatımın varlığı hissedilmeyen ama yokluğu yaşam damarlarımı kesecek bir parçasına dönüşmüştü. Pars’a, ona aşık olduğumu unutacak kadar aşıktım.

Nefes alıyor gibi, göz kırpar gibi, uykuya dalınan o anlar gibi…

 

 

~

 

 

“Nereye boncuğum?”

“Babama gideceğim,” diye mırıldandım.

“Gelir birazdan, serindir dışarısı. Çıkma.”

Dedemin çabası bana yeterli gelmemişti. Aniden ayaklanmış, verdiğim karardan emin halde dışarı çıkmaya niyetlenmiştim çünkü.

Omuz silkerek onu dinlemeyeceğimi belli ettim. Kısa bir nefes aldıktan sonra daha fazla ısrar etmedi. “Tamam,” dedi elimi tutup hafifçe sıkarken. “Çık, söyle babana da daha fazla oyalanmasın. Biz kalkarız birazdan.”

‘Biz’ demekle kastettiği, halam ve kendisiydi. Onları aynı anda, gece geç saatlerde dışarıda durmamaya iten neden ise Canan Akdoğan’dı.

Amcamın ölümü, halamı yarım dedemi ise yaralı bırakmıştı. Annesini ise bitmek tükenmek bilmeyen bir vicdan yangınının ortasına sürüklemişti.

Oğlunun kendi günahı yüzünden öldüğünü, günahının bedelini böyle ödediğini düşünüyordu. Yıllar geçmiş ancak düşündükleri değişmemişti.

Ruhu o zamandan bu zamana hiç huzur bulamamış, ne zaman ona dair bir şey duysam hep iyi olmadığını öğrenmiştim. Yüz yüze geldiğimiz anlar nadirdi, onlarda da tek yaşanan Canan Akdoğan’ın elalarını yüzümde çekingence gezdirmesiydi.

Mahcuptu. Bana karşı, ona çocukluğumun canavarından bahsettiğimden beri zaten mahcup gibiyken bir de oğlunu yitirmişti. Üstelik bu iki olay arasında delice bağlantı kuruyordu.

Onu affedecek gücüm yoktu, ki olsa da onun içi benim ‘affettim’ dememle soğuyamayacak kadar yanmıştı artık.

Beni bile isteye yetim bırakmıştı. Benden babamı çalmış ve ben geri gelip karşılarına dikilene dek bunu saklamakta bir sakınca görmemişti.

Suçunu kabullenmesi, hatasını anlaması gecikmeliydi.

Bunun nasıl büyük bir günah olduğuyla en ağır yüzleşmesi, amcamın ölümüyleydi.

Çocuğuyla sınanmıştı çünkü hem annemi hem de babamı benimle sınanmaya mecbur bırakmıştı bir nevi.

Dedem, Canan’ın eline geçiyor olan tüm parayı durmaksızın anne-babası olmayan ve bu yardıma ihtiyacı olan çocuklara bağışladığından bahsetmişti. Bunu durmaksızın yaptığını, birikimlerini çoktan erittiğini ve maaşını da her seferinde aynı şekilde tükettiğini biliyordum.

Göğsü ferahlayabilsin diye, amcam adına ve kendi adına yapıyordu tüm bu yardımları. İlk öğrendiğimde kalbim sızlamıştı.

Bazı şanslar tekti. Ona, hatasından dönmesi için verilen şanslar ise birden çoktu. Hepsini göz ardı ederek sonunu -aslında sonumuzu- yazmıştı.

Bambaşka bir hayat, bambaşka anılar, bambaşka insanlar… Annemi ve beni alıkoyduğu çok fazla şey vardı.

Anlık olarak duraksayışım, aklımdan geçenler yüzündendi. Dedem bunu fark ederek az önceki olumlu tepkisinden vazgeçti hemen.

“Otur yerine sen,” dedikten sonra başını çevirdi. En yakınında abim vardı. “Özgün, Timur’u çağır içeri. Kızı özlemiş.”

Durmaları için araya girdim. Yoksa abim hiç itiraz etmeden ayaklanacaktı, biliyordum.

“Ben yanına gidiyorum abi, gerek yok.”

İyiydim. Sadece dalmıştım öyle bir an. Dedeme de bunu gösterebilmek için daha dinç bakışlarla ona baktım.

İnat edeceğimi kabullendiğinde başka bir şey söylemedi.

Çıkarken üstümdeki ince askılı elbiseyle üşüyebileceğimi hatırlayınca son anda Pars’ın sandalyesine astığı ceketini çekiştirmiştim. “Bunu da alayım.”

“Al güzelim.” diyerek sırtını sandalyesinden ayırarak bana yardımcı oldu.

Abim homurdandı direkt. “Neden onun ceketi mesela? Biz eşekbaşı mıyız?”

“Eşek başı mı?” diye mırıldandım. Yine bulmuştu benim algılayamayacağım kadar saçma bir sözü, iliştirmişti cümlesine.

“Abin eşek olduğunu itiraf ediyor, boncuk. Sen oyalanma, çık.”

Arkamda kendi aralarında atışmaya başlamış bir grup bırakarak restoranın çıkışına yönelmiştim bunun hemen ardından.

Pars’ın ceketini omuzlarıma atmış, giymekle uğraşmadan sallana sallana yürümeye başlamıştım. Restoranın kapısından çıktığımda hangi yöne gideceğimi bulmak için kısaca önce sağıma bakmıştım, ardından sola baktığımda ise babamı bir duvar dibinde dudaklarında sigarasıyla görmüştüm.

Küçük adımlarla yanına vardığımda beni çoktan fark edeceğini sanmıştım fakat dibine girene kadar hiç kıpırdamamıştı.

“Ahu?” dedi beni görür görmez. “Bir şey mi oldu bebeğim?”

Sigarasını tuttuğu elini aşağı indirmiş, bel hizasında geriye doğru almıştı. Diğer eli uzanıp yüzümü buldu. Çenemi usulca severken merakla gözlerimin içine bakıyordu.

“Yanına gelmek istedim,” dedim açıkça. Sigara molası uzadıkça uzamış, dışarı çıkma sebebi olan bu zehir yeterince sinirlerimi bozuyorken bir de uzun süre geri gelmemişti.

“Yerim senin isteğini,” derken çenemi sıktı çocuk sever gibi. Gerçi mantıksız değildi, bebeğiydim sonuçta. Yirmi üç yaşına gelmiş olmam babam için pek sorun olmuyordu.

“Benim söylediğim her şeyi ama her şeyi yapıyorsun, sadece sigarayı bırakamıyorsun. Tek rakibimin bu zehirli dal olması can sıkıcı.”

Bıkmadan usanmadan yaptığım, susmak bilmediğim konuşma saatim gelmişti. Umudumu yitirmiyordum çünkü böyle yaparak sigaraya el sürmez hale getirdiğim bir Pars Eraslan örneği vardı. Timur Akdoğan için de bir gün aynı şey gerçekleşecekti, inanıyordum.

“Rakibin yok,” dedi kolunu boynuma dolayıp beni göğsüne doğru çekerken. Sigara dalını yanımızda duran çöpün tepesinde söndürmüş ve içine fırlatmıştı bu sırada.

“Tabii,” dedim inanmamış bir halde. “Havalı havalı söndürdün sigarayı ben gelince, bırakmış mı oldun yani?”

Güldüğünü hissettim. Göğsü titremiş, beni yasladığı yer sarsılmıştı. Yanağımı ona daha sert bastırıp havanın serinliğiyle bitişen mentollü kokusunu soludum.

“Söylesen de, yalvarsan da bırakamayacağım iki şey var hayatımda.”

Çenemi göğsüne yaslayarak başımı kaldırdım, ona alttan alttan bakarken gözlerimi kırpıştırmıştım.

“Biri sigara,” dedi çok memnun görünmese de. “Biri de sensin.”

Babalar kızlarının kalbini hep böyle ısıtır mıydı? Sanmıyordum. Fakat geç de kavuşsam, kavuşana kadar soğuklarda da kalsam payıma düşen baba benim içimi her gün sıcacık yapıyordu.

Beni tek bir kez arkasında bırakmıştı tanıştığımızdan bu yana. O da ilk tanıştığımız gündeydi. Sonra bir gelmiş, bir daha da gitmeyeceğini öyle derin kazımıştı ki zihnime… Bin yıldır yanımdaymış gibi hissetmeye başlamıştım.

“Niye yalvarayım ki zaten?” dedim şaşkınca. “Beni bırakmanı isteyecek kadar kafayı yemem bence.”

Burnundan kısa bir nefes üfleyerek gülümsedi. Yüzünü bir anlığına saçlarımın arasına gömdü.

Sessizce bekledim. Biraz sonra beni yavaşça doğrultup yüz yüze gelmemizi sağladı. Başını eğmiş halde bana bakıyordu.

“Yesen de bırakmam,” dedi yemin eder gibi.

“Biliyorum,” dedim duraksamadan. “Pars ölene kadar sevgili kalacağımızı düşünüyor bu yüzden, biraz dertli.”

Bu kez gülüşü, gülümsemelerden ya da kısık seslerden ibaret değildi. Dolu dolu güldü. Keyfi yerine gelmişti.

“Doğru düşünüyor,” dedi rahat bir tavırla. “Ben sana doyana kadar, kaybolup giden zaman telafi olana kadar yanımdasın Ahu’m.”

Bu şifreli bir mesajdı. Ancak çözmesi benim için zor olmamıştı.

Babamın bana doyması da, kaybolan zamanın öyle hızla telafi olması da mümkün değildi. Dolayısıyla Timur Akdoğan az önce aslında ‘beni hiçbir zaman yanından ayırmayacağını’ açık etmişti.

Şikayetim var mıydı..?

Minicik, ufacık bir parça bile yoktu. İçimdeki tek bir fısıltı dahi bunun savunucusu değildi. Babamla olmak, buna hapsolmak benim için hayalden ibaretti. Çocukluğumun en istikrarlı düşü, aklım erdiğinden beri bir köşede bekleyen en yorgun isteğimdi.

“Seni çok seviyorum,” diye konuştum birden içli içli. Kalbim öyle ani ve öyle fazla dolmuştu ki bu sevgiyle… Dile getirmeden edememiştim ve sesime de yansımıştı her şey.

Alnımda birkaç yere dudaklarıyla dokundu. Son durağı en sevdiği yerdi, saçlarımın başladığı çizgiye taşmıştı öpücüğü.

“Ben de seni çok seviyorum, babam.” dedi vakit kaybetmeden. “Ölürüm senin titreyen sesine.”

Yüzümü gömdüm göğsüne. Dışarıyla tüm bağlantımı kestim. Kolları sıkı sıkıya sırtıma dolanmışken, kendimi göğsüne bastırdım.

Babasının bebeği,” diye konuştu kulağıma yakın bir yerde. Bu, sakinleştiricimdi. Duymayı en sevdiğimdi.

“Babasının en güzel düşü, düşten farksızı…” diye devam ettiğinde ise nefesimi tutmuştum farkında bile olmadan.

Ben hep hayaller kurduğumdan, babamı çocukluğum boyunca dilediğimden bahsediyordum. Bir benzerini onun da yaşıyor olduğunu ise çok sık unutuyordum.

Ahu’suydum, bir zamanlar hayalini kurduğu fakat dayanamayıp ümidini kestiği kız çocuğuydum.

O benim düşlerimdeyken, ben de onun düşlerini süslemiştim.

Düşten farksız…” diye tekrarladım son iki sözcüğünü tekrar edip. Kolları beni daha sıkı sardı.

Doğru söylüyordu. Onunla tanıştıktan sonraki hayatım da, onun benimle değişen hayatı da düşten farksızdı.

Düş kadar güzel, düş kadar büyülüydü.

“Ama sonsuz,” dedim kısık bir sesle. “Düş kadar kısa değil.”

“Sonsuz,” diyerek onayladı beni. Saçlarıma burnunu daldırıp aynı anda öpücükler bıraktı.

Sonsuzluğun bizim için ne kadar süreceğini bilmiyordum, bilmek de istemiyordum.

Hep burada, babamın kolları arasında bir yerde nefeslenmek ve yaşamaya devam etmek istiyordum.

Yeni düşüm buydu. Hep bu kalacaktı.

 

 

~~~

 

 

Son.

Aslında sonun başlangıcı demek çok daha doğru sanırım bu bölümün ardından.

Düşten Farksız için final düşüncem az çok belliydi. Yıllar yıllar sonraya gidip herkesi çok başka hallerde yazmak istememiştim. Aksine önceki bölümlerin devamı gibi, onlar bitmemiş fakat biz artık yanlarında olmayacakmışız gibi bir final istedim

Soru işareti olarak kalan kısımlar mutlaka vardır, birçoğunu özellikle cevapsız bıraktım. Dediğim gibi, biz her şeyin sonlandığı bir finalle karşı karşıya değildik çünkü.

58 bölüm boyunca, bir buçuk yıldır burada birlikteydik. İyi ki birlikteydik, iyi ki yanımızdaydınız. Umarım hiç pişman olmadığınız, ‘iyi ki’ dediğiniz bir yolculuk olmuştur sizin için de :)

Özel bölümlerde, Düşten Farksız için ikinci bir evreni kuracağımız ve olumsuzlukların birçoğundan kaçacağımız zaman görüşmek dileğiyle

Sizi seviyorum

Yorumlar

  1. Çok güzel düşünülmüş bir özel bölümdü çünkü bitmelerini istemiyorum bende

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm