Gözyaşı Kadehleri 20.Bölüm
20.BÖLÜM
Güneşin altında
huzurla uzanmak benim için bir seçenek olmaktan çıkar çıkmaz sığındığım yer
denizin serin suları olmuştu.
Kıyıdan en fazla
uzaklaşabileceğim kadar ileride, etraftaki insanların büyük çoğunluğunun görüş
açısından kaçabileceğim irili ufaklı kayaların ardındaydım. Kalçamı yasladığım
kayaya ağırlığımı verip bacaklarımı suda hantal hareketlerle oynatırken aklım
darmadumandı.
‘Sana dokunmak için deliriyorum’ diyen sese karışan o kadar fazla ses daha
vardı ki ne üzerinde düşünmem gerektiğini bulmak çok zordu. ‘Oyunum aşka kadar’ demişti mesela bir
de. Ne demekti bu?
Cevahir Avcıoğlu
kurguladığı evliliğin birinci ayı dahi dolmadan kendinden bu kadar taviz
verecek bir adam değildi ve bu da söylediklerinin ardında başka bir şeyler
aramaya itilmeme sebep oluyordu.
“Senin sınavın da
bu o zaman, yolun sonunda delireceksin.” demiştim ona sustuğu anda.
Söylediklerini sorguladığımı, öyle kör bir inanışla ona kanmadığımı dile
getirmeden sözlerine inanmış gibi konuşmuş ve hep yaptığım gibi iğneleyici
kalarak durumu normal kılmayı denemiştim.
Ensemden
saçlarıma bastırdığı yüzünü kendimden ayırmak, göğsünün dibinde oturuyor
oluşumu geride bırakıp ayaklanmak bana hatırı sayılır bir süre harcatmış olsa
dahi başarmış ve cildimin emmeyi bitiremediği güneş kremimi dahi umursamadan
adımlarımı denize yöneltmiştim.
‘Bana, delirsen
de dokunamazsın’ demiştim bir nevi. Arkamı dönüp ona bu itirafından dolayı bir
tebrik öpücüğü verecek ya da gözlerinin içine şaşkınca bakacak halim yoktu;
olmamalıydı.
Gözlerimi alıyor
olan güneşe tezat bir biçimde bacaklarıma doğru yükselen serin suyun şu ana
kadarkinden daha fazla ses çıkartmaya başlamasıyla irkilerek oturduğum kayada
sallanmıştım. Bakışlarımı sese doğru çevirdiğimde anca son kulacına denk
gelebildiğim Cevahir’i çoktan kıyıdan buraya yüzmüş halde, ıslak omuzları ve
saçlarıyla görmüştüm.
Ne bir şey
söyledi ne de ben. Bir süre sadece birbirimizin yüzüne bakmıştık, o
bacaklarımın dibinde ve yer yer bana çarparak sudayken ben oturduğum yerde
hareketsizce bekliyordum.
“Gözden
dakikalarca kaybolurken aklından ne geçiriyordun?” diye sordu bir an sonra.
Omuzlarımı
kıpırdattım. “Dinleniyordum.”
“Yeterince
dinlenmişsindir herhalde.”
“Henüz değil.”
“Yüzümü görmek
istemeyeceğin kadar garip mi geldi söylediklerim?”
Açık olması mı
benim için daha zordu yoksa gizli saklı işler peşinde olması mı bilmiyordum.
Belki de açık olduğunu sandığım anlarda dahi içimde ufak şüpheler
filizlenmesindendi kafa karışıklığım.
Bana bir şekilde
değer verdiğini sandığım, gözlerimin içine baktığı ya da küçük bir hareketiyle
sanki hayatının önemli bir parçasıymışım gibi hissettirdiği anların tümünde
kendime ‘oyun oynuyor’ diye hatırlatmalar yapıyordum.
Oyun oynuyordu.
Bunu kendi ağzıyla birden fazla kez söylemiş, çok kez altını çizmişti. Üstelik
aklımın bir köşesinde de hiç silinmemek üzere kazılı bir cümlesi vardı, gitmiyordu.
Gerekirse bu evliliğin gerçek olduğuna
seni bile inandırırım diyerek henüz bana evlilik konusunu ilk açtığı
günlerin başında niyetini belli etmişti.
“Söylediklerin
umurumda değil,” dedim yüzümde abartılı bir ifade olmamasına dikkat ederek.
Yüzünde hiçbir
değişim yaşanmadı. Başını hafifçe kaldırmış ve bana aşağıdan bakıyorken
yanımdaki boşluğa oturmak üzere elleriyle büyük kayadan destek aldı. Sıçrattığı
sular eşliğinde yanıma yerleştiğinde başımı ona çevirmek yerine suyun içinde
salladığım bacaklarıma doğru bakmayı sürdürdüm.
“Umurunda değil…”
dedi beni tekrarlayarak.
“Ne olmasını
bekliyordun?” diye sordum dayanamayarak. Boynunu çevirdiğini, bakışlarının ben
ona bakmasam da benim yüzüme saplandığını hissettim. “Saçma sapan bir şeyler
mırıldanıp kaçar gibi uzaklaşmanı beklemediğim kesindi.”
Göğsümde
yükseldiğini hissettiğim öfkeyle ona döndüğümde keskin şekilde bakmakta olan
kahvelerinin şu ana kadar gördüğüm en açık renklerinde olduğunu fark ettim
önce. Işıktayken açık bir kahveye büründüklerine şahit olmuşluğum vardı ancak
güneşin altında ve hiçbir gölgenin sığınağında değilken irislerinin etrafında
apaçık hareler vardı ve buna sanırım ilk kez rastlıyordum.
Öfkeyle
yükseldiğim cümlesini bir anlığına unutmama sebep olan, hareketlerimi
yavaşlatan farkındalığı atlatabilmek için göğsümü kısa bir nefesle şişirdim.
“Kapat bu konuyu Avcıoğlu,” dedim düz bir sesle. “İlk kez aynı anda ikimizin
iyiliği için hareket etmiş olacaksın; ne sana ne de bana yarasın diye değil,
ikimiz için istiyorum. Konuşmamış varsay kendini.”
Dudaklarını
aralayacak gibi olduğunda biraz alışkanlık haline getirdiğimden, biraz da basit
bir hareketle karşımdaki güç budalasını durdurabilmenin yaşattığı keyfi tatmayı
sevdiğimden elimi kaldırarak dudaklarının üstüne parmaklarımla bir set çektim.
“Konuşmamış
varsay diyorum çünkü sen öyle yapmasan dahi ben bunu yapacağım, Cevahir. Bir
çeşit oyun mu bu yoksa gerçekten dürüst müydün bilmiyorum ama iki seçeneğin
sonu da bana aynı.”
Kıpırdamadı.
Elimi itmedi, konuşmak için yine de dudaklarını aralamaya çalışmadı, başını
oynatmadı.
Gözlerime sanki
oradan sıyrılıp en içimi görebiliyormuş gibi uzunca baktığında karşısında
sabırla bekledim. Ben görünür, göründüğü gibi de anlaşılır biri değildim. Baksa
da beni okuyamaz, okusa da her satırı düzgünce anlayamazdı.
Aynı soyadı, evi,
yatağı ortak kullanacak kadar yakın ancak geriye kalan hiçbir şeyi
paylaşamayacak kadar da uzaktık.
Öyle kalmaya devam edeceğimizden de şüphem yoktu.
~
Bodrum’daki
ikinci sabaha uyanırken, ilk sabah olduğu kadar konforlu sayılmazdım.
Konfor
eksikliğimin tüm suçunu dün gecenin aksine bu gece koltukta uyumuş olmama
atabilirdim ancak bu koca bir yalandan ibaret olurdu.
Tüm günü güneşi
batırana dek deniz kıyısında geçirme fikri günün başlangıcında cazipken
Cevahir’in güne bombadan farksız şekilde düşürdüğü cümleleriyle birden bire bu
fikir korkunç görünmeye başlamıştı.
Aramızdaki
sessizlik bana keyif vermeliyken ilk kez boğuluyormuşum gibi hissettirmekten
başka bir şeye yaramamış, güneşin tenimi yaktığı anlarda mutlu olmak yerine
kavruluyormuş gibi kıvranmıştım. Birkaç saatten fazla sürmeyen direncim de
sonunda kırılmış ve başımın ağrıdığını söyleyerek geri dönmek istediğimi
belirtmiştim.
Otele
döndüğümüzde direkt odaya çıkmıştık. Odaya çıktıktan kısa bir an sonra çalan telefonunun
ardından yanımdan ayrılan Cevahir’in bu ani gidişini benim tepkilerimden
kaynaklı değilmiş gibi görüp pek iyimserlik yapamamıştım.
Geri dönmek
yerine saatlerce dışarıda kaldığında ise düşündüklerim tamamen kara yerlere
çekilmişti. Bahane olarak sunduğum baş ağrısı gerçekten hissedebileceğim boyuta
ulaştığında odanın balkonuna çöküp olduğum yerden denizi ve gökyüzünü izleyerek
kendimi oyalamıştım.
Midemdeki açlık
sinyallerinin farkına varamamış olsam da bir ara odaya getirilen bir dolu
yiyecekle baş başa kalmış, biraz atıştırmış ve devamında da yataktan aldığım
yastığımı peşimde sürükleyerek dün gece Cevahir’i ağırlayan koltuğa uzanmıştım.
Sunduğum ‘bir
gece sen bir gece ben’ anlaşmasını en son reddetmiş olsa da yatağı tüm günler
boyunca kullanmak yerine bu gece burada yatmak istemiştim. Vicdan rahatlatıyorsun diyen iç sesimi duymazlıktan gelerek sağa
sola dönüp dururken de uyuyakalmış olmalıydım. Zira Cevahir’in odaya girdiğini
duymamış, gözlerimi sabaha dek aralamadan uyumuştum.
Gözlerimi açmadan,
bilincim yerine gelir gelmez hissetmeye başladığım rahatsızlık da o koltuğun
eseri değil bambaşka sebeplerin sonucuydu. O sebepleri düşünmek bana pek iyi
gelmeyecekti, biliyordum. Olabildiğince bundan uzak kalmaya çalışarak gözlerimi
yavaşça araladım.
Beni karşılayan
görüntünün boş bir oda olması en yüksek ihtimalken, düşük olan ihtimalle karşı
karşıya kaldığımda henüz net görmeye başlayamayan gözlerimi kapatıp yeniden
açmıştım.
Uzandığım
koltuğun ilerisinde duran cam sehpanın üzerine doğru eğilmiş olan Cevahir’in ne
yaptığı hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Sehpanın üzerine bakmak yerine
bakışlarımı direkt olarak onda dolandırıyor olmam buna neden olmuştu.
Belindeki
havluyla ve bel altından beter şekilde çıplak kalan gövdesiyle birlikte
uyuduğum alanda gezindiğine göre acil bir işle uğraşıyor olmalıydı.
Günaydın demek
yerine uyandığımı görmesini nedense istemeyerek sessizce bekledim. Uğraştığı
şeyi görmek için ellerine doğru baktığımda sehpanın üzerindeki küçük kablo
yığınını görmüştüm. İlk gece eşyalarını bu odada açmış olduğu için her şeyi
buradaydı. Kullandığı her şeyin şarjı da sehpada birbirine geçmiş halde onu
beklemekteydi.
“Günaydın,”
dediğinde yaramazlık yaparken yakalanmış gibi yerime sindim. Yanağımı yastığa
bastırırken sessizce karşılık vermiştim. “Günaydın.”
“Neden koltukta
uyudun?” diye sorduğunda bir an ne diyeceğimi bilememiştim. “Öyle anlaştık diye
hatırlıyordum,” dedim küçük bir yalanın ardına saklanarak.
Bir şey
söylemedi. Ben de daha fazla konuşmadan ve onu göz hapsine almadan doğruldum.
“Kahvaltı için acelemiz var mı?”
Alacağım cevabın
‘ben kahvaltı yaptım, sen dilediğin gibi ye’ olmasından içten içe çekindiğimin
farkındaydım. Kendime itiraf etmek zorken dönüp ona söyleyecek halim yoktu
tabii.
“Hayır,” dedi
almak istediği kabloyu sonunda diğerlerinden ayırmayı başarıp. “Keyfine bak.”
Başımı sallayıp
banyoya yürürken kapıdan geçtiğim anda beni buram buram onun kokusu
sarmalamıştı. Yeni duş almışken onun ardından içeriye girmek kokusunu somut bir
şekilde avuçlarımda tutuyormuşum gibi hissettirmişti.
Duş aldıktan
sonra uyuduğum için şimdi yeniden kendimi suyun altına atmama gerek yoktu ancak
sabah cildimle bir duş süresinden katbekat fazla uğraşmak ve aynanın karşısında
oyalanmak uzun süredir benimle olan bir alışkanlıktı.
Kazanma sürecim ağrılı,
sebebim korkunç olsa dahi artık bu alışkanlığa canavarımmış gibi bakmıyordum.
İnsanların her şeye alışabiliyor olduğunun yaşayan örneklerinden biriydim belki
de. Özellikle kötü olan örnekler için biçilmiş kaftandım.
Üstümdeki yazlık
elbise eşliğinde tamamen hazırlanmış hale geldiğimde Cevahir çoktan havlulu
görünümden sıyrılmıştı. Bu gece bana yatak olan koltukta oturuyor, kucağında
duran tabletin ekranından bir şeylere dalmış görünüyordu.
Yanına doğru
ilerlemeden kapının önünden ona seslenmekle yetinmiştim. “Hazırlandım,” diyerek
kendimi belli ettiğimde başını çevirerek bakışlarını üstümde dolandırdı.
Tableti kapatıp
kenara koyarken bakışlarını üstümden ayırmaya gerek duymamıştı. Dünkü yerlerde
sürünen, sırtı hariç her yanı kapalı elbisenin aksine bugün giydiğim siyah
elbisem kalçalarımın biraz altında biten bol bir kesime sahipti.
Bakışları
karnımdan aşağıya iner inmez çıplak bacaklarımla karşılaştığında yerinden
kalkmış, gözlerime çevirdiği kahveleriyle bir an sessizce beklemişti.
“Çıkalım,” diyerek
sessizliğini bozduğunda yanımdan geçip gitmek üzere hareketlendi. Kapı
aralığından geçmesi için benim çekilmem ya da onun tarafından itilmem
gerekliydi. İlk seçenek için acele etmedim. Beni kolumdan tutup ittirecek olma
ihtimalini düşünüyorken karşı karşıya kaldığım an ise bundan bayağı uzaktı.
Sırtımı kapının
kenarına yapıştırmamı gerektirecek şekilde bedeniyle beni sıkıştırmayı
umursamadan yanımdan geçtiğinde saniyelik de olsa boğulduğumu hissetmiştim.
“Yuh,” dedim
arkasından bakarken. “Ezseydin bi’ de beni.”
Odanın çıkış
kapısına uzanmadan önce omuzunun üstünden bana doğru dönüp baktı. “Teklif
sundum,” dedi sakince. “Kabul edilmedi.”
Bir anlık
afallamanın ardından neyi ima ettiğini kavradığımda dudaklarım şaşkınca
aralandı. “Sen,” dedim yarım yamalak.
“Ben?” dedi
kaşlarını hafifçe havalandırıp.
“Muhatap olma
benimle!” diye patladım birden. Dünden beri onun ne çeviriyor olduğunu anlamaya
çabalamaktan içim içimi yemiş, aklım dumanlar çıkartmaya başlamıştı.
“Başka dilden mi
konuşacağız o zaman?” diye sorarken alaycıydı.
“Evet,” dedim.
“Senin anlayacağın dilden konuşacağım ben sana merak etme Cevo.”
Şartları ikimize
de çok uyan bir anlaşmaymış gibi başını salladı hafifçe. Ardından dönüp kapıyı
açtı. Odadan çıkmak için hamle yaptığında ben de söylene söylene çantamı almış
ve peşine takılmıştım.
Asansördeyken,
inip yürümeye başladığımızda ve hatta kahvaltı yapacağımız masaya yerleştikten
sonra dahi konuşmayarak ‘muhatap olmama’ konusundaki isteğimi kabul ettiğini
gösterdiğinde ben de usulca ona uyum sağlamış ve ağzımı açmamıştım hiç.
Biraz doymaya
başladığımda mideme daha fazla işkence çektirmemek için ara vermek üzere arkama
doğru yaslandığımda parmaklarım kahve fincanıma sarılıydı. Yemek yerken pek göz
hapsine almadığım Cevahir’e doğru bir an baktığımda onu yemeğine dalmış halde
bulmayı beklerken telefonuyla uğraşır şekilde görmüştüm.
Dudaklarım engel
olamadığım bir merakla biraz bükülse de çaktırmadan fincanımı ağzıma yasladım.
Bir yudumu boğazımdan yuvarlarken bir yandan da yemek yerken başka işlerle
meşgul olmayı sevmeyen Cevahir’i telefonuna bakmaya itenin ne olduğunu
düşünüyordum.
Birini diğerinin
üstüne atarak çaprazladığım bacaklarımdan serbest olanı sallandırarak
oyalanırken bu yaptığımın masayı sarstığını ve sarsıntı yüzünden onun
bakışlarını kendimde ağırlıyor olduğumu son anda fark edebilmiştim.
“İyi misin sen?”
diye sordu. Kaşları hafifçe çatıktı. Beni sorguluyor gibi görünüyordu.
“İyiyim,” dedim.
“Kahvemi içiyorum.” Ona elimde tuttuğum fincanımı gösterip açıklama yaptığımda
birkaç saniye daha yüzüme bakmaya devam ettikten sonra çatık kaşları eski
halini aldı.
“Güzel,” dedi düz
bir sesle. Ardından sanki derdimi biliyormuş gibi birden telefonunu masanın
üzerinden bana doğru uzattığında içtiğim kahveyi çoktan yutmuş olsam da
boğulacakmış gibi gerilmiştim. Duraksadığımı gördüğünde konuştu tekrar. “Baksana
ekrana.”
Burnumu havaya
dikip itiraz edebilir, telefona bakmamak için direnebilirdim ama merakım bunu
yapmama engeldi. “Bakayım,” dedim dudaklarımı kıpırdatarak.
Uzattığı telefonu
elime alıp görebileceğim şekilde tuttuğumda beni karşılayan şey bir haber
sayfası oldu. Hayır, bir siyaset ya da ekonomi haberi değildi. Açık olan
ekranda bir magazin haber sayfası vardı.
Gözüme ilk çarpan
iri bir puntoyla yazılı sözcüklerdi. ‘Avcıoğlu çiftinin Bodrum kaçamağı’ başlığı
fazlasıyla göze çarpar şekildeydi.
Yazının altında
sıralanan fotoğraflar ise oldukça fazlaydı. Bir değil, iki değil... Başka başka
açılardan, farklı uzaklıklardan çekilmiş bir dolu fotoğraf karesi vardı önümde.
Fotoğraflardan
birine rastgele dokunup ekranı kaplamasını sağladığımda kareyi büyük ölçüde
kaplayan Cevahir’in çıplak sırtı ve ufak bir açıyla da olsa görünüyor olan
kendi bedenim gözümün önündeydi. Bana doğru biraz eğilmiş, bense kollarımı
havaya doğru kaldırmıştım. Bu anın yüzüne güneş kremi sürüyor olduğum an olduğu
belliydi.
Dudağımın
kenarını ısırarak fotoğrafları sola doğru kaydırmaya başladığımda ise benzer
anlar, daha doğrusu yan yana geldiğimiz her ana dair fotoğraflarla
karşılaşmıştım.
“Beni hiç tek
çekmemişler,” dedim hüzünle. Her fotoğrafta Cevahir en az yüzde ellilik bir
kısmımı bedeniyle kapatmış ve beni bir şekilde örtmüştü.
“Çekmişler,”
dediğinde başımı telefondan kaldırıp yüzüne baktım. “Hani nerede? Başka bir
sitede mi?”
“Hiçbir sitede,
doktor.” Anlamsızca suratına bakmaya devam ettim. O da konuşmaya devam etti.
“Kaldırttım.”
Gözlerimi yavaşça
kapatıp açtım birkaç kez. “Kaldırttın?” dedim tekrarlayıp sorar gibi.
Başını rahat bir
şekilde olumlu anlamda salladı. “Kocan olmama rağmen bana yasaksan, benim
dışımdakilere bin kat daha fazla yasaksın Seray.”
Dirseğimi masaya
yaslayıp çenemi de avucuma denk gelecek şekilde bıraktım. Yüzüne yalandan
abartılmış bir hevesle baktım. “Sızmıştır ama başka bir yerlere o fotoğraflar,
çıkar önüne yani yine.”
“Benim
kaldırttığım, karıma ait fotoğrafları kafasına göre yayabilecek birilerinin
olduğunu mu düşünüyorsun?”
Cevap vermedim.
İnsanların hayatını kendini hiç yormadan altüst edebilecek güce sahip olduğunu
unuttuğum anlardan biri gelmişti. Keyfim kaçıktı.
“Sende var mı
fotoğraflar?” dedim biraz sonra. “Bakayım.”
“Yok,” dedi
geçiştirir gibi direkt. Tek kaşımı kaldırdım. “Emin misin?”
“Eminim tabii,”
dedi. “Fotoğrafları sildirmeden önce kendi telefonuma kaydedecek halim yok.”
Sol elimde duran
telefonuna doğru baktım. “Galerine girsem, bir şey bulamam yani.”
Başını salladı.
“Evet.”
“O zaman ben yine
de bir bakayım.”
“Ne sebeple?”
diye sordu hemen. “Özel alanıma dalabileceğini kim söyledi sana?”
Hafifçe öne doğru
eğildim. Gizli bir şey söyleyecekmişim gibi ona yaklaşmış ve konuşurken de
sesimi kısmıştım. “Soyadım,” dedim fısıltıyla. “Soyadım bana bayağı bir fors
sağlıyor, Avcıoğlu.”
“Seray,” dedi
adımın her harfini ve hecesini bastıra bastıra dilinden dökerken.
“Söyle kocam?”
dedim alayla. “Beni vurup durduğun yerlerden kendin vurulunca tadın mı kaçtı?
Kıyamam sana.”
Her çırpınışımda
öne sürdüğü ‘karımsın, evliyiz, soyadını unutma’ kozları ilk kez bana geçmişti.
Onda da hemen oyunbozanlık yapıyordu.
Ben onunla
oynayabilmenin keyfindeyken onun amacı farklıydı. Uzanıp direkt telefonunu
benden geri aldığında omuzlarım düştü.
“Şu hareketle
birlikte o fotoğrafların sende olduğunu kanıtladığının farkında mısın?”
“Kahvaltını yap,
doktor.”
“Doydum,” dedim
hemen. “Farkında mısın peki?”
“Doyduysan
kalkalım,” dediğinde araya girip yine aynı şeyi tekrarlayacaktım ki ben ağzımı
açamadan o devam etti. “Hazırlanman dört saatten kısa süremiyor, odaya dönelim
akşama anca hazır olursun.”
Şaşkın şaşkın
yüzüne baktım. “Neye hazırlanıyorum? Akşam yemeğine mi?”
Başını iki yana
salladı. “Otelde yapılacak bir kutlamanın onur konuğusun, yeni gelin Avcıoğlu.”
“Yok,” dedim
hemen. “Gerçekten yok yani, hani ben bu tatilde kafamı dinleyecektim Cevo? Sen
çok korkunç bir yalancısın.”
“En büyük
yalanımı açığa çıkartmamam için bana yardım et o halde, hazırlan doktor.”
En büyük yalanı, bendim.
Bu yalanın açığa
çıkması demek, yıkım demekti. Bu yıkım Cevahir Avcıoğlu’na ait olurdu.
Yıkılmasını,
parçalanmasını istiyor olduğum halde bu yalanın açığa çıkması için hiçbir çaba
sarf etmiyor olmam nedendi?
Benim sızdırdığım
belli olmayacak bir haberle ona aklının almayacağı bir sarsıntı yaşatabilir,
belki de bu oyundan vazgeçmesine sebep olabilirdim. Neden harekete geçmiyordum?
Ben ne olsun
istiyordum?
~
“Hazırım! Beş
dakikaya ama.”
“Bu dördüncü beş
dakika, Seray.”
Odanın kapısı
kapalı olduğu için sesimi hayli yükselterek konuşmuş ve benzer şekilde de yanıt
almıştım.
Yanımda olan
elbiselerden birini akşam giyip giyemeyeceğime karar vermek oldukça güç olsa da
alışveriş yapmak için yeterli enerjiye sahip olmadığımdan sonunda
elimdekilerden birini onaylamıştım.
Yakasında ve
sırtında birebir aynı açıklığa sahip beyaz, uzun kollu bir elbiseydi. Bütün
bedenimi saran, sahip olduğum kıvrımların altını özenle çizen elbiseyi yanıma
alırken hedefim neydi hiç hatırlamıyordum ancak günümü kurtarmıştı.
Giyebileceğim
daha sade bir siyah elbiseye de sahiptim ama Cevahir’in son anda bana iletme
lütfunda bulunduğu davetin kıyafet kuralının ‘beyaz renk’ olduğunu duyduğumda o
plan çöp olmuştu.
“Çıkmıyorsan, ben
içeri gireceğim artık.”
Oflayarak yatağın
ucundan kalkıp kapıya yürüdüm. Pat diye açtığım kapının biraz ilerisinde elleri
cebinde ve fazlasıyla bıkkın bir ifadeyle bekleyen Cevahir’i gördüğümde
bakışlarımı üzerine dikmiştim.
“Ayakkabımı giymeye
çalışıyordum, eğilemiyorum.”
Beni dinlemek
yerine, ensemde sıkı bir topuz haline getirdiğim saçlarımdan henüz ayakkabı
giymediğim için çıplak olan ayakuçlarıma kadar her zerremi süzdüğünde işinin
bitmesi için yerimde bekledim biraz. Hastaneye giderken dahi beni her
giyindikten sonra görüşünde süzüp duruyor, sanki stil danışmanımmış da
eklemeler yapacakmış gibi dikkatle incelemelerde bulunuyordu.
“Yanınıza
yakışacak mıyım Cevahir Bey?” diye sordum bitmeyen bakışlarının sonunu getirmek
için.
“Hayır,” dedi
duraksamadan. Bakışları karnımın biraz üstüne kadar inen, elbiseden kalan
açıklıktan ayrılmadan konuşuyor olsaydı bir ihtimal onu ciddiye alabilir ve
tadım kaçık hale gelebilirdim. Ancak donuklaşan, tenimde gezinen bakışlarıyla
birlikte söyledikleri anlamsızlaşmıştı. “Değiştir, siyah olanı giy.”
“Herkesin beyaz
giyineceği bir etkinlikte siyah mı giyeyim?”
Bakışları nihayet
yüzüme döndüğünde başımı hafifçe omuzuma doğru eğdim. Dün söyledikleri,
beklemediğim anda dudaklarından döktükleri apaçık doğruları yansıtıyor olabilir
miydi gerçekten?
Benden etkileniyor
ve çekim alanıma kapılıyor olma ihtimali, söylediklerinin aklımı bulandırmak
için savurduğu yalanlardan ibaret olması ihtimalinden yüksek miydi?
“Evet dersem
giyecek misin?”
“Yok,” dedim
dürüstçe.
Gözlerini kısa
bir an kapatıp geri açtı. “Nerede ayakkabıların?”
Yatağın üstünde
duran ayakkabı kutusunu almak üzere arkamı dönüp içeri girdiğimde göğsümdeki
dekoltenin tıpa tıp aynısı kesime sahip açıklığı görmüş olacak ki homurdanışı
kulağıma doldu. Onu bu kez sorgulamadım. Sırtımdaki açıklıkların diğer herhangi
bir açıklıktan daha fazla tepki aldığının artık farkındaydım.
Peşimden
geldiğini anladığımda yatağa yavaşça oturup bekledim. Ayakkabılarımı öylesine
sormuş olmadığı belliydi. Yine de birazdan önümde eğilip ayakkabılarımı
giydirecek oluşu fikri zihnimde pusluydu.
İki ince bantla
bileğimden ve parmaklarımın biraz üstünden ayağımı kavrayacak olan ince uzun
topuklu ayakkabıları kutudan alıp yere bıraktıktan sonra bahsettiğim şekilde
yere eğildi.
Bir dizi yerde
diğeri bükülü haldeyken, parmağımda yüzüğünü taşımıyor olsaydım bana evlilik
teklifi edecek olduğunu düşünebilirdim.
Elbisemin eteğini
hafifçe yukarı çekerek bileğimden tuttuğu ayağımı yavaşça kaldırıp dizine doğru
bıraktı. Elimdekilerle eş olan kırmızı ojelerimin, üstündeki siyah kumaş
pantolonun gölgesinde daha koyu görünüşü gözüme farklı gelmişti.
“Tüm gece
bunların üzerinde mi duracaksın?”
Eline aldığı
ayakkabıyı yüzü buruşuk şekilde inceleyip söylenerek de olsa ayağıma
geçirdiğinde ben sessiz kalmayı tercih ettim.
Ayakkabılarımı
acele etmeden -hazırlanmam için son bir saattir homurdanan bir başkasıymış
gibi- ayaklarıma geçirdiğinde yerden doğrulup üzerindeki takımın sağını solunu
hafifçe düzeltmeye başlamıştı. Ben de aynı şekilde yerimden kalktığımda artık
az öncekine oranla boyum ona daha yakındı.
“Hazırım şimdi,”
dedim elime telefonumu alıp. Yanımda bu elbiseye uygun bir çanta yoktu. Bu
yüzden taşıyabileceğim tek eşyam telefon olacaktı. Son anda aklıma gelen
fikirle kapıdan henüz çıkmamış olan Cevahir’e döndüm. “Rujumu ceketinin iç
cebine koyar mısın?”
“Sürmüşsün ya,”
dedi dudaklarıma doğru bakıp. Bembeyaz bir elbise giyiyor olmanın meyvesini
toplamış ve kırmızı bir ruju dudaklarıma bocalamıştım. Riskli ama çekiciydi.
Kırmızı rujla aramda gelgitli bir ilişki oluyordu genellikle.
“Sürdüm, sonra
tazelerdim. Silinir belki diye.”
“Taşıyamam,” dedi
direkt. “Cebimde yeterince eşya var. Hadi, çıkalım.”
“Sırf ben istedim
diye hayır diyorsun,” desem de daha fazla ısrar etmekle uğraşmadım.
Odadan çıkışımız,
otelin bulunduğumuz kısmından tamamen farklı bir yerinde olan salona doğru
ilerleyişimiz boyunca pek ağzımı açmamıştım.
Parmaklarını
parmaklarıma dolamış, adımlarını bana uyacak kadar yavaşlatmışken tam olarak
aynı hizada yürüyorduk. Geniş bir koridoru tamamlayıp yüksek tavanlı bir
antrenin girişinde durduğumuzda bize doğru gelen telaşlı adımların sahibi
sanıyorum ki davetlileri karşılamakla görevliydi.
Ölçülü bir
gülümsemeyle yanımıza vardığında sırayla ikimize de baktı. “Cevahir Bey, Seray
Hanım… Hoş geldiniz.”
Sunduğu
gülümsemeye benzer şekilde karşılık verdiğimde benim aksime duvar ifadesinde
herhangi bir kırılma yaratmaya gerek duymayan Cevahir eşliğinde görevlinin
gösterdiği yönde adımlamaya devam ettim.
Oldukça yüksek,
iki kanatlı kapının açılmasıyla karşımda birden alabildiğine geniş ve aydınlık
bir salon belirmişti. Ayakta kalmak yerine oturacağımızı anladığımda rahat bir
nefes almıştım. Tüm akşamı bir masanın tepesinde ayakta geçirmek gibi bir
isteğim yoktu.
Hazırlanma sürem
yüzünden geciktiğimizden olacak ki içerisi gayet kalabalık, yuvarlak masaların
etrafında dizili sandalyelerin birçoğu doluydu.
“Gecikmişiz
galiba,” dedim üzerimize çevrilen sayılı bakışlardan kaçınıp Cevahir’e doğru
başımı uzatarak. Kapıdan geçmeden önce elimi tutmayı bırakmış, temasımızı
kesmeyeceğini bildiğimden bir sonraki hamlesini beklememe sebep olmuştu. Benim
tarafımdaki kolunu bükerek açtığı boşluğu gördüğümde ise kendimi onu bir nebze
de olsa tanıdığıma dair tebrik ederek elimi koluna doğru sarmıştım.
“Bir önemi yok,”
dedi umursamaz bir tavırla. “Bulunmak için can attığım bir davet değil,
geldiğim için sevinsinler yeter.”
Dudaklarımın
kıvrılmasına engel olamadım. “Hani onur konuğu bendim, ışığımı çalıp egonu mu
şişiriyorsun Avcıoğlu?”
Nereye
oturacağımızı zaten biliyormuş gibi adımlarını hiç aksatmadan yürümeye
başladığında ona uymaya devam ettim. Başını bana çevirmeden, ileriye doğru
bakarak yanıtladı beni. “Egomun şişirilmeye ihtiyacı var gibi mi duruyor
Avcıoğlu?”
Onunla çocuk gibi
atışmaya devam edebilir, susmadan başını ağrıtabilirdim ancak etraftaki her
meraklı bakışın önünde sahip olduğum bir kimlik vardı. Fazla sarsmamaya dikkat
ettiğim ifademi bozmadan konuştum. “Doğru,” dedim sessizce. “Biraz daha şişerse
patlama riski yüksek.”
Cevahir’in bizi
yaklaştırdığı masanın hiçbir sandalyesinin dolu olmamasına anlamsızca bakarken
bir yandan da geriye doğru çektiği sandalyeye yavaşça oturmuştum.
“Masada bir tek
biz varız,” dedim sorgular gibi. Oysa etrafta gözlerini bizim -özellikle
Cevahir’in- üstümüze dikmiş birçok takım elbiseli vardı.
“Şimdilik,”
derken Cevahir yanımda duran sandalyeye oturmuştu.
‘Şimdilik’
demekle neyi kastettiğini anlamam fazlasıyla kısa sürmüştü.
Masaya
oturduğumuz andan biraz sonra başlayan ve bitmek bilmeyen ziyaretlerin arasında
kendimi boğuluyor gibi hissetmeye başlamıştım artık.
Cevahir’le
tokalaşma, bana doğru dönüp nazikçe gülümseme ve kısa bir tebrik… Bu döngünün
kaç kez başa sardığını, her gelene gülümsemeye çalışmaktan yüz kaslarımın nasıl
sızladığını anlatmak zordu.
“Bitmiyor,” diye
fısıldadım Cevahir’in kulağına doğru uzanarak. “Bundan sonrakilerle ben
tokalaşayım, sen gülümse Cevo. Yanaklarım acıdı.”
Cevahir direkt
başını bana çevirdi. Kulağına doğru yaklaştığım için burnum yanağına
sürtünmüştü onun hareketiyle birlikte.
Elini uzatıp
kalın başparmağını gülmediğim zamanlarda da belirgin kalacak kadar derin olan,
sağ yanağımdaki gamzeye sürttü. “Gülümsemek zorunda değilsin.”
Dışarıya
çizdiğimiz resmin farkındaydım. Yüzü yüzüme yakın bir halde yanağımı parmağıyla
okşuyordu. Başımı hafifçe geri çekip, etraftan şüpheli bakışlar kazanmayacağım
bir hızda tutuşundan sıyrıldım.
“Ne zaman biter
bu tebrik merasimi?” diye sorduğumda ben henüz son sözcüğümü tamamlamaya fırsat
bulamadan salonu girdiğimizden beri dolduruyor olan kısık piyano notalarının
yerini daha yüksek sesli ve bu kez birkaç enstrümanın daha karıştığı melodiler
doldurmaya başlamıştı. Salonun ucunda kurulu küçük bir orkestra vardı. Böyle
bir etkinliğin hoparlörden yükselen cızırtılı seslerle organize edileceğini hiç
düşünmemiştim gerçi.
“Masadan
kalkmazsak, biteceğini zannetmiyorum.”
“Kalkıp gidebilir
miyiz? Bunu neden daha önce teklif etmedin ki? Harikaymış.”
Hevesle yerimden
kalkacağım sırada Cevahir bir an afallamış bir ifadeyle yüzüme baktı, ardından
dakikalardı hatta belki de bir saati geçen süredir kıpırtısız duran yüz kasları
gevşemeye başladı. Gülmeye bir kala durakladı.
“Dans, Seray.
Odaya gitmekten bahsetmedim, dans edebiliriz dedim.”
Ona bir nikâh
memuru eşliğinde ‘evet’ dediğim anın biraz sonrasında ettiğimiz kısa süren
dansla birlikte eğer yerimden kalkacak olursam ikinci kez dans etmiş olurduk.
“Herkes masasında
oturup konuşuyor, kimse dans etmiyorken kalkıp dans mı edeceğiz?”
Omuzlarını
kıpırdattı yavaşça. “Yapmak istediklerin için başkalarını beklemene gerek yok,
Avcıoğlu. İlk olmasına şaşırılacak bir çift olduğumuzu sanmıyorsun değil mi?
Eğer öyleyse yanlış bir koca tercihi olmuş.”
“Açıkçası bana tercih
için seçenek sunulmadı-…”
“Önemsiz detaylar
bunlar, sana seçenek sunulsaydı herhangi bir seçeneğin beni tek bir konuda dahi
alt edebileceğini düşünüyor musun cidden?”
Gözlerimi
devirecek gibiyken kendime zorlukla engel olmuştum. Sandalyesinden kalkıp bana
elini uzatarak yeterince dikkat çektiğinde ise elini bir tane çarpıp onu itme
şansım kalmamıştı.
Büyük avucunun
içine bıraktığım elim onun esareti altında kaybolurken attığımız adımların sonu
salonun tam ortasındaki geniş boşluktu.
Utangaç, bakışlar
kendisini buldukça yanakları kızarık gezecek biri değildim. Kendimden başka
eleştirenim olmaz, daha doğrusu başka kimseyi duymazdım. Bu da beni
yalnızlığıma rağmen özgüveni yeterince bulunan bir kadın haline getirmişti.
Aksi halde
etraftaki istisnasız her bakış üzerimdeyken başka kimsenin dans etmediği bir
salonda salınabilecek bir güce sahip olmam mümkün olmazdı.
Tam orta noktaya
yürüyene dek bırakmadığı elimi karşı karşıya gelmemizi sağladığında da
bırakmadı. Diğer eli bel boşluğuma gelecek şekilde kalçamın üstünden bana
dolandığında ben de boşta kalan elimi omuzuna doğru çıkartmıştım.
“Senin başıma
açtığın işlerden kaçmak için yine senin başıma açtığın başka işlere
bulaşıyorum. Bunun sonu gelene dek aklımı yitirecek gibiyim, Avcıoğlu.”
“Sonu gelene
dek…” dedikten sonra kulağıma doğru eğilip nefesi beni sarsacak kadar yakınımda
devam etti. “Kendine dikkat et o halde, doktor.”
Salondaki
uğultulu konuşma seslerinin büyük bir kısmı kesilmiş, müzik daha duyulur hale
gelmişti. Göz ucuyla baktığım birkaç köşede havalanan telefonları gördüğümde
gülecek gibi oldum. Bodrum ‘kaçamağı’ bizi kaç magazin haberine daha manşet
edecekti acaba?
“Galerinde yer
boşalt, Cevo.” dedim adımlarına uyarak yerimde ufak ufak hareket ederken.
Yavaşça alandaki tek çift biz olmaktan çıkmıştık. Birkaç kişinin daha dans
etmeye başladığını görmek daha rahat hissetmeme yol açmıştı.
“Hım?” gibi bir
şey mırıldandı.
“Gülümse diyorum,
fotoğraf çekiyorlar.” Alayla konuşmaya devam ettiğimde bakışlarını etrafta
gezdirmeye gerek bile duymamıştı.
“Sen gülümse
önce,” dediğinde başımı hafifçe geriye atarak yüzüne doğru baktım. “Sebep?”
diye sorduğumda beni yanıtsız bırakmıştı.
Başımı yeniden
düz bir konuma getirip kendimi rahat ettireceğim sırada belimdeki tutuşu aniden
sıkılaştığında kaşlarım çatılır gibi oldu. “Üzgünüm,” dediğinde bunu kolunun
baskısı yüzünden dile getirdiğini sanmış ve başka hiçbir ihtimal üzerinde
düşünmemiştim.
Onun aklındakiler
ise fazlasıyla farklıydı.
Yüzünü eğip
yüzüme yaklaştırdıktan bir an sonra dudağımın kenarında, sağ yanağımla
dudağımın kesiştiği noktada onun dudaklarına ait baskıyı hissettiğimde
adımlarım sekteye uğramıştı. Omuzunda duran elimi istemsizce ceketin üstünden
ona bastırdığımda gözlerim anlık olarak kapanmıştı.
Yarısı
dudaklarıma taşan baskısı, ben henüz refleksle onu itemeden, kısa bir an sonra
varlığını yitirdiğinde yüzlerimiz arasında başlangıca göre daha az mesafe
vardı.
Fotoğraflar diye geçirdim içimden, çekilen fotoğrafları süslüyor.
Yaptığını
sorgulamadım. Ne kızdım ne de ani bir hareketle kendimi geriye çektim. Yüzüne
sakince bakmayı sürdürdüğümde benden beklediği tepkilerin eksikliği Cevahir’i
ifadesinden kolayca anlayabileceğim bir afallamaya sürüklemişti.
“Masaya dönelim,”
demiştim biraz sonra. “Ayaklarım ağrıdı.”
Benzer
topuklularla saatlerce ayakta kalışıma daha önce şahit olmuş, gıkımın
çıkmadığını da görmüştü. Ancak bariz şekilde yalan olduğu belli olan bahanemi
açık edip irdelemek yerine elimde duran elini indirerek sadece belimden tutar
halde beni masaya doğru yöneltti.
O geniş salonda
geçirdiğimiz geriye kalan iki saate yakın süre boyunca yerimden pek
kıpırdamamış, birkaç kişiyle daha tanışmak zorunda bırakılmış ve genellikle
sandalyeme tünemiş şekilde etrafı seyretmiştim.
Etrafı
seyrederken ara sıra gözüm masaya yapılan alkol servisini fazlasıyla iyi
değerlendiren Cevahir’e kayıyor olsa da ağzımı açıp ona bir şey söylemiyor,
avuçlarımın arasında dursa da tek bir yudum dahi almadığım şarap kadehi ile
uğraşıyordum.
Şarapla başladığı
süreci biraz önce garsonlardan birinden istediği daha ağır seçeneklerle
değişmişken kontrolünü kaybedecek olması düşük bir ihtimal olsa da ben diken
üstündeydim. Elimdeki kadehten alacağım bir yudumla aklımı yitirmeyeceğimi
bilsem bile onun kontrolünü de ben sağlamalıymış gibi şaraptan uzak duruyordum.
Salondan
ayrılmaya başlayan birilerinin olduğunu gördüğümde hemen ona doğru dönmüş ve
dudaklarımı aralamıştım. “Çıkalım artık, gidiyor herkes.” Herkesten kastım bir
ya da iki kişiydi ama bence gayet yeterliydi.
Cevahir ben konuştuktan
sonra kapıya dönme gereği duymamıştı. Kendini konuşmaya da yormadan cevabını
ayaklanarak verdiğinde hiç oyalanmadan ben de ayağa kalktım.
Salondan çıkmadan
önce birkaç yerde durdurulmuş olsak da sonunda o geniş kapının ardındaydık
artık. Odaya dönmek için sabırsız olsam da adımlarım öyle çok hızlı değildi.
Cevahir’in yavaş fakat güçlü adımlarıyla eş şekilde topuklularımın üstünde
ilerlerken odaya giden o yol bitmek bilmemişti sanki.
Cevahir ceketinin
cebindeki kartla odanın kapısını açtığında içeriye ilk giren bendim.
Odanın kapısı
kapandıktan sonra ben yatağın olduğu kısma doğru hareketlenecekken Cevahir
etrafa doğru düzgün bakmadan koltuklu odaya adımlamıştı.
Arkasından
çatılan kaşlarımla onu anlamaya çalışır bakışlar atarken aslında ne yapmaya
çalıştığımı tam olarak kendim de bilmiyordum. İçeri geçip elbisemden
kurtulabilir, ılık bir duş alıp bedenimi ferahlatabilirdim. Cevahir’in bana hiç
bulaşmadan odaya çekilmesine incelemem gereken bir vakaymış gibi yaklaşmam
fazlasıyla manasızdı.
İlk gece onu, sonraki
gece de beni ağırlayan odada yalnızca koltuklar yoktu. Sabah Cevahir’i yarı
çıplak halde kablo ararken bulduğum sehpanın sağındaki duvarın yarısına yakın
bir kısmı cam bir vitrinle kaplıydı.
Camın ardı irili
ufaklı, göze hoş gelir şekilde dizili içki şişeleriyle doluydu. Bu odanın
otelin normal bir odası olmadığının zaten farkındaydım ancak detayları gördükçe
durum daha da netleşiyordu.
Gidip giyinmek
yerine Cevahir’in arkasından yürümem ve odaya girmemle birlikte onu koltuğa
oturmuş ya da uzanmış halde değil, vitrinin cam kapaklarından birini açıp hafif
eğilmiş halde bulmuştum.
Aşağıda içtikleri
yeterli gelmemiş miydi?
“Bilinci
yitirmeye mi çalışıyorsun?” diye sordum kapının girişinden ona doğru bakarak.
“Daha farklı yöntemler önerebilirim, midende on çeşit içki karıştırmayı kes
istersen.”
Hafif eğilmiş, ne
zaman çıkarttığını fark edemediğim ceketinin yokluğunda yalnızca bedenine
yapışan beyaz gömleğiyle birlikte bakmanın keyifli olduğunu inkâr edemeyeceğim
bir görüntü çizmekteydi.
Kavradığı şişeyi bırakmadan
normal adımlarla koltuğa doğru yürüdü. Beni duymazlıktan gelmesine kaşlarımı
havalandırıp onu süzdüm. Elindeki şişenin aşağıda içmeye başladığı viskinin
devamı olacağını düşünmüştüm ama gördüğüm şişe bir şarap şişesiydi.
Diğer elinde tirbuşon
olduğunu koltuğa oturduktan sonra şişeyi açmaya giriştiğinde fark edebilmiştim.
Açtıktan sonra
şişeyi dudaklarına direkt yaslamayı düşündüğü belliydi. Ne bir kadeh ne de
bardak almıştı yanına.
“Geldiler mi
sana?” diye sordum inatla susmayı reddederek. Yanından ayrılıp onu şarabıyla
baş başa bırakmalı, gecenin kalanını yatakta huzurla uyuyarak geçirmeliydim
oysa.
Kaşınıyordum ve
içimden bir ses bu kaşıntının nedenini düne bağlıyordu.
Koltuğa bacakları
açık, bedeni hafif kaymış biçimde yerleşmişti. Başını geriye doğru atıp
koltuğun sırt kısmına yasladığı için yüzünü doğru düzgün göremiyordum artık.
Elinde tuttuğu
şişeyi üst bacağına doğru bastırmış, dengede durması için parmaklarıyla alt
kısmından sarmıştı. Dudaklarına götürmek gibi bir hamle yapmadan öylece beklediğinde
bunun ne kadar süreceğinden habersizdim.
Hâlâ ayakkabılarımdan
kurtulmamış, onun çıkartıp attığı ceketi ve gevşettiği gömlek düğmelerine
kıyasla davette olduğumdan sıfır farkla ayaktaydım.
“Yatıyorum ben,”
dedim biraz sonra. “İyi geceler.”
Arkamı dönmek
için acele etmemiştim. Acele etmemem meyvesini vermişti. Başını kıpırdatıp bana
bakmasa da dudakları aralanmış ve konuşmuştu. “İçmeyecek misin?”
“Ne?” demiştim
bir an afallayarak.
“Şarap içmeyecek
misin benimle?”
Göğsümü
sarsıntılı, belki de titrek sayılabilecek bir nefesle şişirdim. “Eşlik etmemi
mi istiyorsun?”
“Evet,” dedi
cevap verip onaylamakta bir an bile tereddüt etmeden.
Saçlarım sıkı bir
topuzla ensemde birleşmiş olsa da sanki yüzüme birkaç tutam düşmüş gibi bir
elim havalanıp yanağımı buldu. Parmaklarımı hafifçe yanağıma sürterken aslında derdim
içinde bulunduğum anı analiz etmekten ibaretti.
Bir şey
söylemedim. Şişeyi aldığı yerin üstünde ahşap bir askıyı andıran düzenekte
dizili kadehlere doğru yürüyüp aldığım iki kadehle birlikte koltukta bıraktığı
boşluğa yerleştiğimde kadehleri ona doğru uzatmıştım. “Senin yüzünden aşağıda
bir yudum bile içememiştim,” derken bu durum çok umurumda olmasa da dertliymiş
gibi bir görüntü çiziyordum.
“Benim
yüzümden..?” dedi sorar gibi.
“Zil zurna sarhoş
olup saçmalarsan diye tetikteydim, koca bir salona rezil olmak mı isterdin?”
İki elimde sıkıca
tuttuğum kadehleri bol sayılabilecek miktarda kırmızı şarapla doldurduğunda
şişeyi uzanıp sehpaya bırakmak yerine yere koydu. Ardından elimde duran
kadehlerden birini parmaklarını parmaklarıma gereğinden çok daha fazla temas
ettirerek kendisine aldı.
“Rezil olmam
işine gelir sanıyordum.”
“Adım, adınla
anılıyor. Rezilliklerine bir süreliğine ortağım.”
Bedenini bana
çevirmemiş, bakışlarını da yüzümde tutmak yerine karşıya doğru sabitlemişti.
Ancak yakınındaydım ve ona doğru baktığımda yüzünü büyük ölçüde görebilir
haldeydim.
Dudağımdaki
kırmızı ruj, kadehime soluk izler bıraktıkça kadehteki şarap miktarı
azalıyordu. Biten kadehi kenara bırakmak için bedenimi kıpırdattığımda üst
bacağımda hissettiğim büyük avuç hareketime engel oldu.
“Bu kadar mıydı?”
diye sordu. Başımı iki yana salladım. “İki kadehlik şarabı tek kadehe
doldururken derin neydi? Sarhoş olmak istemiyorum.”
“Olma,” dedi
uzatmadan. “Otur o zaman sadece.”
Gözlerimi birkaç
kez kapatıp açtım. Onun doldurup boşalttığı kadehini, büyük yudumlarla içtiği
şarabı seyrederken kaç dakika geçirdiğimden haberim yoktu.
Şişe boşaldığında
boş şişeyi kenara doğru alıp yerinden kalkacak gibi oldu. “Yeter,” dedim nereye
gideceğini anladığım anda. Bileğine kavrayabildiğim kadarıyla elimi sarmış ve
sıkmıştım. “Tamam artık.”
Elini elimden
çekip rahatça ayaklanabilir, onu durdurmaya yetmeyecek gücümden
faydalanabilirdi.
Yapmadı.
Oturduğu yerde
kaldı. Bileğini benden kurtarmaya çaba göstermeden başını bana doğru çevirip
gözlerini yüzüme dikti. “Yetmez,” dedi sonra. “Aklımın yerinden oynaması,
benden koşup kaçması gerekiyor.”
Sarhoş olmaya
çalıştığını artık anlamıştım ama neden bu konuda bu denli ısrarcı olduğu
hakkında doğru düzgün bir fikrim yoktu.
“Öyle olmazsa ne
olur?” dedim gözlerimi kaçırmadan gözlerine bakarken.
Gözlerinde yoğun,
okuyamadığım ama bir şeyler anlatmaya çalıştığından emin olduğum bakışlar
varken kilitlenmiş gibi kahverengi irislerine bakıyordum.
“Göstermemi mi
istiyorsun?” dediğinde duruldum. Olumlu ya da olumsuz bir şey yapmadım veya
söylemedim ama sessizliğimi olumlu bir yanıt olarak kabul etmiş olacak ki bir
an sonra bahsettiği gösteri ile karşı karşıyaydım.
Ayağa kalktı.
Benim de kalkmamı ister gibi yüzüme baktığında bir an sonrayı tahmin edemeden
hareket etmek korkutucu olsa da direnmedim. Sırtıma sardığı koluyla beni
yürütmeye başladığında nereye gittiğimiz ve ne yapacak oluşumuz hakkında öyle
fikirsizdim ki kendimi yeni doğmuş bir bebek gibi hissediyordum.
Yatağın bulunduğu
odaya girdiğimizde yutkunarak başımı Cevahir’e çevirdim. Dün ayık haliyle ‘sana
dokunmak için deliriyorum’ diyen adamın sarhoş hali tarafından alelacele yatağa
yakın bir yere sürüklenmek alarmlar duymama neden olmuştu.
Birden sırtımdaki
kolunu indirdi. Yatağın örtüsünü hızla çekip açtıktan sonra dün gece koltuğa
peşimden götürdüğüm, sabah odayı toplarken buraya geri taşıdığım yastığımı
kavradı.
Yastıkla birlikte
bana döndü. “Bu sikik pamuk yığını yok diye iki gecedir benden kaç saatlik uyku
çaldığını bilmek ister misin?”
Dümdüz bir
ifadeyle, yoğunluğundan hiçbir şey kaybetmeyen bakışlarıyla dibime kadar gelip
yastığı havaya kaldırıp konuştuktan sonra yatağın üstüne fırlattı tekrar
yastığı. “Kokunda ne var senin?” dedi sakince. “Söyle bana, yeminim olsun o
kokunun aynısını elde edebildiğim an benim gölgem o kadar az üstüne düşecek ki…
Ne var kokunda, ne saklı?”
Kaslarım işlevini
yitirmiş, dudaklarım aralanamayacak kadar sıkı şekilde birbirlerine yapışmıştı.
Burnunu alnımla
saçlarımın birleştiği çizgiye sürttü beklemediğim anda. Sesi kulağıma işlenecek
şekilde nefeslendi. “Hiçbir şeyin yoksunluğunu çekmedim ben, bir şeyin yokluğu
ne demek bilmiyorum. Bilmiyor-dum.”
Sarhoş olmadığını
sanıyordu ama çenesi öyle düşmüştü ki karşımda ayık bir Cevahir olmadığından
emindim. Duyduklarımın etkisiyle sarsılmış şekilde kalakalmıştım.
“Sana bunu
anlatmaya çalıştığım anda kaçtın, dürüst olmam da işe yaramayacaksa ne bok
yiyeceğim ben?”
Dürüst olması…
Dürüsttü, dün söylediklerinde ciddiydi.
Sustum. Sustum çünkü
ilk kez beni bir şeylere zorunda bırakarak değil başka şekilde eli kolu bağlı
hale sokmuştu. Zorunda bıraktıklarına karşı kılıç kuşanmaya, ağzımı açıp gözümü
yummaya alışkındım ama karşımda bu haldeyken ona ne diyeceğime dair en ufak bir
fikrim yoktu.
Alnıma yasladığı
burnunu son bir kez nefeslenip geri çektiğinde dip dibe olmamıza rağmen hiçbir
şekilde temas etmiyorduk. Ne elleri üzerimdeydi, göğsü göğsüme çarpıyordu.
“Üzgünüm,” dedi
birden bire. Neye, neden üzgün olduğunu düşünmek ve devamında ona sormak için
harekete geçecekken benim yavaşlığımdan faydalanarak ilk hamle sırasını yine o
almıştı.
Konuşmama az kala
araladığım dudaklarımın arasında kalan boşluğa üst dudağını sıkıştırdığında
karnım kaskatıydı. Giydiğim elbisenin beni aniden sıkmaya başlamış olması uçuk
bir ihtimaldi. Karnımdaki kaskatılık onun eseriydi.
Alt dudağımı
ağzının içinde kaybedeceği cam bir şekermiş gibi dikkatle emdiğinde
reflekslerim benden değil ondan yanaydı. Dudağını kopartacak gibi ısırmak ve
onu itmek yerine ağzımda daha sıcak bir yere gidebilmesini diliyormuş gibi
dudaklarımı birbirinden ayırmaya çalıştığımda göz açıp kapayana dek belim avucu
tarafından sarılmıştı.
Elbisenin
kumaşını ve belimi de un ufak edecekmiş gibi sıkı olan tutuşu dudaklarımı
aralamama vereceği tek tepki olur sanıyorken kendimi yatağa sırtım yaslı
kalacak şekilde uzanır halde bulduğumda kaçacakmışım gibi kendi bedeniyle
örttüğü bedenim onun altında kıvrıldı.
Dudaklarımdan almaya
niyetli olduğu bir öz varmış gibi sertçe emerek ıslaklığını ağzıma
bulaştırıyor, bedeniyle beni eziyordu.
Onu itmemem,
karşı koymamam dünden beri beni sürüklüyor olduğu şaşkınlıkların eseriydi.
Benle, kokumla, tenimle ilgili çenesi açıldıkça beni de bunun üzerinde düşünmeye
itmişti.
Ellerimi kaldırıp
omuzlarına yasladım. Kapattığım gözlerimin ardında kendimi telkin edecek,
durulmama yol açacak şeyler düşünmeye çabalıyordum.
Sarhoş diye hatırlattım kendime. Duvarlarını
bu denli indirdiğin farkına varamayacak kadar sarhoş.
Başımı delice
geri bastırarak dudaklarının dudaklarımdan kopmasına neden olduğumda nefeslerim
düzensiz ve sıktı.
"Kimi
öptüğünün farkında bile değilsin," dedim nefes nefese konuşup üzerime tüm
ağırlığıyla kapanan bedenini az önce avuçlarımı yasladığım omuzlarından hafifçe
iterek.
Yüzlerimiz
arasında bir nefeslik mesafeden fazlası yoktu. Aldığı her nefes benden doğuyor,
aldığım her nefes ondan kopuyordu.
Az önce dudaklarıma
dokunan dudaklarını diliyle ıslattı ve ardından göğsü şişerek göğsüme yaslandı.
Bakışları gözlerimdeydi. Islattığı dudaklarıma, bazen gözünün takıldığına denk
geldiğim gamzelerime ya da başka bir yere bakmıyordu. Onun kahvelerin yanında
zifiri karanlık kalan irislerimi izliyordu.
Altında ezilmeye,
o isteyerek üstümden kalkmadıkça son veremeyeceğimi biliyordum. Yatakla
arasında kalan bedenimi kıvrandırıp yormak yerine onu ikna etmek için
dudaklarımı araladım.
"Sarhoşsun,
farkında bile olmadan beni öptüğün için pişman olduğunu haykırdığın bir sabaha
uyanmak istemiyorum."
"Kim
olduğunun farkında olmadığımı mı sanıyorsun?" diye sorarken sarhoşluğunun
izlerini taşıyan, son içtiği içki olan şarapla karışan sıcak nefesi yüzümü
okşadı. "Karımı öptüğümün farkında olmadığımı mı sanıyorsun?"
Reddetmemesi,
kendini savunmaya ve bir şeyler saçmalamaya çalışmaması beni sarsıyordu. Dün
söylediklerinin, bu gece olanların yalan olmasına ihtiyacım vardı.
İrkilerek
gözlerimi kırptım birkaç kez.
Etrafta
birilerinin olup olmadığını görmek için delice odaya bakındım.
Kimse yoktu.
Cevahir
Avcıoğlu'nun beni 'karısı' olarak benliğine katmasına, dudaklarımı kana kana
içmesine sebep olacağı oyunumuzun seyircilerinden hiçbiri burada değildi.
Dudaklarını biraz
önceki hafif baskıdan çok daha yoğun bir biçimde yeniden dudaklarıma
bastırdığında zihnim binlerce soruya aynı anda yanıt aramaya başladı.
Bizim dünyamızda
her şey sahteydi. Her şey oyundu.
Seyirciler
gittiğinde perde kapanır, oyuncular birbirlerinin yanından hızla kaybolurdu.
Ama şimdi ilk
kez, hatta belki de son kez seyircisiz oynuyordu oyununu.
Avcıoğlu'nun
kurallarına kendisinden başka kimse karşı çıkamazdı. Bizim için yıkımı
getirecek olan da, işte bu nedenle, bizzat kendisi olacaktı.
~~~
Yorumlar
Yorum Gönder