Aykırı Çiçek 49.Bölüm

 49.BÖLÜM



“Benimle evlenir misin zümrüt göz? Daha önce de yaptığın gibi bu adamı bir kez daha hatalarıyla kabul eder misin?”

Kelimeler kulağıma dolup, zihnime sızarken; oturduğum yerde hemen önümde ayakta duruyor olan Acar’a, boynumu geriye doğru atmış bir şekilde dikkatle bakıyor haldeydim.

Gözlerimi kırpıştırarak içinde bulunduğum anın gerçekliğini sorgulamayı sürdürürken son yarım saatin ben müdahale edemeden ne denli karışmış olduğunu düşünüyordum.

Acar’ı atölyenin kapısında bulup, ateşi olduğunu fark etmem devamında gelişen kısacık bir süreden sonra beni şimdiye itmişti. Elindeki yüzük kutusuyla, ateşinin vermiş olduğu yorgun ifadesine rağmen merakla bana bakıyor Acar’ın, beni belki de tanıştığımızdan beri en çok şaşırttığı anın içindeydim.

Bakışlarımda gördüğü neydi, bilmiyorum. Fakat elindeki kutuyu kapatmaya gerek duymadan yatağın yanındaki komodine bıraktı. Cevap vermeyeceğimi ya da versem bile alacağı cevabın o yüzüğü parmağıma takmasına yetmeyeceğini hissetmiş olmalıydı.

Güvenmeyi başaramadığın bir kadınla evlenmene izin vermeyecek kadar aşığım hâlâ sana Acar.” dedikten sonra kısa bir an duraksadım. Çenesinin kasıldığını, söylediklerimin onu gerdiğini görsem de konuşmaya devam ettim. “Seni senden çok düşünüyorum. Bunu nasıl bırakırım bilmiyorum, hatta bırakmak istediğimden de emin değilim. Ama öyle işte.”

Söylediklerime karşılık ondan bir şey duymak istemediğime karar verdiğim için beklemeden yavaşça yataktan kalktım. “Uzan artık, dinlenmezsen yeniden kötüleşeceksin.”

‘Git’ diyebilirdim; yan binada olan evine ulaşamayacak kadar kötü olmadığı açıkça ortadaydı. Ama dilimden bunu dökmeyi başaramamıştım. Aslında denememiştim bile.

Ayağa kalktığım için istemsizce aramızda çok az mesafe bırakmış, yüzümü azıcık ileriye itsem göğsüne yaslanacak hale gelmiştim. Sağa doğru kayıp uzaklaşmak üzereyken burnunu saçlarımın arasına, başımın tepesine yaslayarak put gibi kalmama sebep oldu.

“Sana kendimden daha çok güveniyorum, inan ya da inanma buna, ama söylediğin tek bir kelimenin benim için ne demek olduğunu bil; bendeki yerinin hayatımdaki her şeyden ne kadar farklı olduğunu bil, hep hatırla zümrüt göz.”

Nefesi saç diplerimi sıyırıp geçerken, yüksek çıkmayan ama her zaman olduğu gibi kendinden emin bir tavırla söyledikleri bittiğinde dudaklarını da saçlarıma bastırdı.

Aklımda dönmeye başlayan, beni yalnız bırakmamayı görev edinmiş düşüncelerime boğulmadan önce kendim toparlayarak bacaklarımın arkası yatağa çarpacak şekilde geriye doğru adımladım. Bu, onunla olan fiziksel temasımı tamamen kesmişti.

Yeniden ‘uyu, dinlen’ gibi bir şey söylemeye gerek duymadan sessizce kapıya yöneldiğimde bu kez beni durdurmak için ne elleri ne de dili hareketlenmedi. Odadan çıktığımda kapıyı kapattıktan sonra hızlı adımlarla kendimi salona attım.

Odanın kapısı yeterli gelmemiş gibi buranın kapısını da kapatıp camın önünde duran koltuğa bedenimi bıraktım. Dizlerimi karnıma doğru çekerek küçülebildiğim kadar küçülmüşken kollarımı da kendime dolamıştım.

Az önce yaşananlar sanki unutmam mümkünmüş gibi zihnim tarafından gözlerimin önüne yeniden getirilirken gözlerimi camdan dışarıya dikmiş halde öylece bekliyordum.

Son günlerde yaşananların ardından, Acar’dan duymayı beklediğim son teklif ‘evlilik teklifiydi’. Ayrılmayı istese dahi bu kadar şaşıracak mıydım, bilmiyordum.

Sergi akşamı duyduklarım, bana olan, daha doğrusu olduğunu sandığım güveninin aslında hiç var olmadığını aklıma öyle bir kazımıştı ki kısacık bir sürede kendimi Acar’ın hayatında bambaşka bir yere sürüklemiştim.

Dakikalar geçip giderken koltuktan kalkmayı erteleyip sessizliğin boğucu bir üstünlük kurduğu salonda aynı yerde oturmaya devam ettim. Kalkmak için gerekli isteği, renklere ve çizgilere bulanmanın bana iyi gelebileceğini düşünerek bulmuştum.

Boş bir tuvali önüme alıp aklıma esen her ne varsa çizmeye başladığımda bedenim hem gergin hem de rahatlamış sayılırdı. Tamamlandığında bu tabloya bakmanın bana nasıl hissettireceğini az çok bilsem de umursamadan bütün dikkatimi çizdiklerime vermeye, düşüncelerimin zihnimden akıp çizgilere dökülmesine çabalayarak devam ettim.

Aradan kaç dakikanın ya da saatin geçip gittiğini kavrayamayacak kadar dalmış haldeyken sırtıma saplanan ağrı dikkatimi dağıtmıştı. Uzunca bir süredir hiç yerimden kıpırdamadan sandalyede oturuyor olduğum için bu ağrıyı garipsemeden elimle oraya uzanıp bastırmak işe yarayacakmış gibi şansımı denedim. Bir yandan da sandalyeden kalkmıştım.

Tuvalin karmaşık renklerle bezeli haline odaklanmadan salonun çıkışına yöneldim.

Acar’ın şimdiye dek uykuya dalmış olmasını dileyerek adımlarımı odaya doğru atmaya başladım. Uyurken ateşinin yeniden yükselmiş olma ihtimali yüksek olmasa da, sıfır da değildi. Şimdiye dek kalkıp kontrol etmemek için önümde duran tek engel, eğer uyumadıysa oldukça garip bir an yaşayacak oluşumuzdu.

Odanın kapısını olabildiğince yavaş bir şekilde açtığımda Acar’ı yüzüstü şekilde uzanırken bulmuştum. Yanağı yastığa yaslıyken, yüzü kapıya doğru dönüktü. Örtüye sarınmak için çabalamış ama hareket ettikçe üzerini açmıştı. Örtü, bunu kanıtlarcasına buruşmuş bir şekilde belinin aşağısında toplanmış haldeydi.

Pencerelerdeki kalın perdeler kapalı değildi, ince tül perde de odayı tamamen karanlığa bürümeye yeterli gelmemişti. Önümü ve onu görebileceğim kadar ışık camdan içeriye sızıyordu.

Sessiz adımlarla yatağa doğru ilerledim. Acar’ın uzandığı taraftaydım.

Avucumu yavaşça alnına bastırdığımda anormal bir sıcaklık hissetmemiştim. Rahat bir nefes verip iyi olmasının verdiği güvenle elimi alnından ayırmak için geri çekeceğim sırada bakışlarım halen komodinde duruyor olan, kapağı açık kutuya takıldı. Yüzüğün zarif taşı odadaki loş ışığa inat parlıyordu.

Elimin hâlâ onun tenine yaslı olduğunu fark ettiğimde geri çekecek gücü kendimde bulamayıp, yatakta bıraktığı küçük boşluğa sığışıp oturdum. Derin bir uykuda olduğu her halinden belliydi, bu da daha rahat davranmama yol açıyordu.

Parmaklarım geriye doğru kayıp saçlarının başladığı kısımlara ulaştığında bakışlarım kutunun üzerindeydi. Birkaç dakika boyunca hissedemeyeceği kadar yavaş dokunuşlarla parmaklarım saçlarına misafir olurken, kısık gözlerimle yüzüğe bakarak bekledim. Düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alıyordu, içinde bulunduğum -belki de içine itildiğim- durum.

Yatağı sarsmamaya çalışıp komodine doğru uzandım. Kutuyu kavrayıp avucumun içine aldığımda dilimi ısırarak kendimi tepkisiz kalmaya zorlamıştım.

Acar’ın saçlarındaki elimi de kucağıma doğru çekip kutuyla oynama başlarken iç çekerek parmak ucumla yüzüğe dokundum. Onu kutudan çıkartıp elime almak, parmağıma geçirmek şu an için çok büyük ve ürkütücü bir adım gibi gelmişti. Buna rağmen yüzüğe bir şekilde temas etme, bakma isteğim ise yerli yerindeydi.

Evlilik budalası biri değildim, belki bu tanım doğru da değildi, ama değildim işte. Kendimi bildim bileli hastalıklı bir şekilde birbirlerinden başka bir şey düşünmeyen bir çiftle aynı çatı altında yaşamıştım. Benim için evlenmek, o raddeye evrilmek demekti.

Düşüncelerimin aslında çok sığ ve anlamsız olduğunu yeni yeni kavramaya başlamıştım. Hayatıma Acar dahil olmuş, aşık olmanın her zaman bencil hissettirmeyeceğini öğrenmemi sağlamıştı. İkinci eşik ise, annem ve babamla tanışmamdı.

Babamın anneme bakarken gözlerinde beliren duygulara defalarca şahit olmuştum, henüz çok az zaman geçirebilmemize rağmen bu anların sayısı oldukça fazlaydı. Aynı bakışları yıllarca baba dediğim adamda da karısına bakarken görmüştüm. Bu yönüyle ikisini birbirlerinden ayırabilmem mümkün değildi.

Ama Savaş Göktürk’ü bencil bir aşık olmaktan kilometrelerce uzağa taşıyan bambaşka bir yönü vardı; çocuklarını bir köşeye itmek şöyle dursun, onlar için varını yoğunu yere serebilecek bir babaydı.

Oğullarıyla iletişim yolu alaycı ve iğneleyici olsa da onlara bakarken içinin gittiğini görebilmek çok kolaydı. Bana olan yaklaşımını ise teraziye dahi eklemeye gerek duymuyordum.

Kutunun kapağıyla oynarken göz ucuyla, uyku pozisyonunu hiç değiştirmeden yatıyor olan Acar’a baktım. Evliliği, ebeveyn olmakla bağdaştırmam doğruydu ya da yanlıştı emin değildim fakat elimde olmadan bendeki denklem hep böyle sonuçlanıyordu. Bu, kesinlikle çocukluğumdaki yaraların bana bir armağanıydı.

Acar, yastığın altına sakladığı elini kıpırdatıp hareketlendiğinde uyanacak olmasından şüphelenip kutuyu aceleyle komodine geri bırakmaya çalışırken elim ayağıma dolaşmıştı.

Biraz sert bir şekilde olsa da kutuyu yerine koymayı başarmıştım.

Bakışlarımı Acar’a çevirip yüzüne baktığımda uyanmadığını, ama yüzünde sıkıntılı bir ifade olduğunu görmüştüm. Rüya görüyor gibiydi.

Odadan çıkıp onu yalnız bırakmak için doğrulacağım sırada yataktaki varlığımı nasıl hissettiğini anlayamasam da ona yakın olan kolumu bileğimin biraz üzerinden kavradı. Elimi çeksem kurtulabileceğim kadar gevşek bir tutuştu bu. Fakat geri çekilmek için acele etmedim.

Bana temas etmenin yüzündeki ifadeyi gevşettiğini görmüştüm; rüyasında benimle, bizimle uğraşıyor olduğunu düşünmüştüm bu nedenle.

Birkaç dakika boyunca elimi ondan çekmeden bekledim. Normalde uyumadığı kadar derin uyuyordu, bu sanırım uyumadan önce ateşlenmesiyle alakalıydı. Çıt çıkartsam uyanan adam, bebek gibi derin bir uykuya çekilmişti.

Belindeki örtüyü yapabildiğim kadar yukarıya çekip üzerine örttükten sonra onu izlemeye devam ettim.

Yarın bize ne getirecekti bilmiyordum, ama korkmuyordum da.

Ne zaman ve nasıl daldığımı asla hatırlamadığım uykumdan sıyrılmaya başladığımda, gözlerim kapalı olduğu halde irislerime sızan gün ışığı süreci fazlasıyla hızlandırmaktaydı.

Göz kapaklarımı kısık da olsa aralayabildiğimde ilk algılayabildiğim yatakta uzanıyor olduğumdu. Sırtım kapıya dönüktü, cama doğru bakıyordum. Gözlerim irileşirken, hemen arkamda Acar’ın yatıp yatmadığı konusunda fikir üretmeye başlamıştım.

Gece onu kontrol etmeye geldiğimde fark etmeden sızmış olmalıydım. Farkında olmadan bu kadar düzgün şekilde uzanmam imkânsızdı, yani Acar ya gece ya da sabah yatakta olduğumu görmüş ve beni düzgünce yatırmıştı. Bu durumda ondan saklanmam için ortada bir sebep kalmamış oluyordu.

Kolumun üzerinde yavaşça dönerek sırtüstü yatacak şekilde hareketlendim. Başımı omuzuma doğru yatırdığımda yatağın diğer kısmında kocaman bir boşluktan başka bir şey bulamamıştım.

Acar yoktu.

Dudaklarımı birbirine bastırarak düşündüm. Eve mi gitmişti?

Yüzüme dağılan saçlarımı geriye iterek yavaşça doğruldum. Kısa bir süre yatağın ortasında bağdaş kurmuş halde oturarak boş bakışlarla karşıdaki duvarları ve dolabımı izledikten sonra üzerimdeki örtüyü açıp yataktan çıktım.

Çıplak ayaklarımın parke zeminde çıkarttığı seslerle birlikte odadan çıkıp banyoya ilerledim. Yüzümü olabildiğince soğuk suyla yıkayıp kendime gelmeye çalışırken sonuç beni pek memnun etmese de elimden gelen bir şey yoktu. Banyodan çıktığımda odaya dönecekken duyduğum ses kaşlarımın hafifçe çatılmasına yol açtı.

Teras kapısına ait olduğunu bildiğim sesi algıladığımda adımlarımı odaya değil salona çevirdim.

Salon kapısına ulaştığımda Acar’ı terastan yeni çıktığını belli eder şekilde ayakta bulmuştum. Eve gitmediği için içten içe sevinen, Acar’a âşık olmak dışında bir işlevi olmayan Feris bu durumdan gayet memnunken yüzümdeki ifadeyi sabit tutmayı denedim.

Salona girdiğimde Acar kapıya dönmüş, anlık olarak bakışlarımız birbirini bulmuştu. Bir şey söyleyip söylememek konusunda kararsız kaldığım sırada onun da aynı ikilemde olduğu az çok belli oluyordu.

“Günaydın,” diyerek uykudan uyanalı çok olmadığını haykıran boğuk sesiyle konuştuğunda başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. “Günaydın,” deyip ekledim. “İyi misin?”

Bir saniye bile duraksamadan “Değilim.” dediğinde kaşlarım derince çatılırken ona doğru adımladım. Aramızdaki mesafeyi kapattığımda elimi alnına yaslamak için uzatmıştım ki Acar, elimi yüzünün hizasına çıkarttığım anda yakalayarak avuç içimi yanağına bastırdı.

Sakalları tenimi çizerken bileğimden tuttuğu elimi bırakmamıştı. “Acar?” dedim sorar gibi. Sessiz kaldığında sorularla dolu bakışlarımı gözlerine diktim. Ona baktığımda gözlerini sıkıca kapattı.

“Zamanı geriye alabilmek istiyorum, siktiğimin siniriyle ağzımdan dökülen her ne varsa zihninden silebilmek istiyorum. Ama yapamıyorum Feris.”

Acar’a o gece, o cümleleri söyleten en büyük etkenin ondan gideceğime dair hissettiği yoğun korku olduğunun farkındaydım. Ediz’i gördüğümde, donakalmam ilk anda Acar için çok karmaşıktı; düşündüğümde bunu da kabullenmiştim. Ama beni dinlemeyi reddedip, hislerimden şüphe duymuş olmasını anlayabilmem çok zordu.

Demet teyzenin sık sık tekrarlamaktan çekinmediği cümlelerini anımsadım: Acar benim tanıdığım en zor insanlardan biri, bazen bir an gelir karşında bambaşka biri var zannedersin.

Onun hayatına dahil olduğum ilk günler, devamında aniden bambaşka bir noktaya ilerleyen ilişkimiz ve şimdi de içinde bulunduğumuz karmaşayı düşününce Demet teyzenin ne kadar doğru söylediğini anlayabiliyordum.

Ben, Acar’ın hayatına girerek ona aniden çok fazla değişim yaşatmıştım. Ortada hiçbir sorun yokmuş gibi dursa da kimse kişiliğini değiştireceği büyük değişimleri yarasız atlatamazdı. İçinde bastırdığı her ne varsa, ilk engelde önümüze dökülmüştü.

Kimi, nasıl suçlamam gerektiğini bilmiyordum.

“Olup bitmiş bir şeyi silmeyi denemek yerine, hem kendine hem bana zaman tanı Acar. Buna ihtiyacımız var.” Sesim çok yüksek çıkmasa da söylediklerimi duymaması imkânsızdı. Oldukça yakınındaydım.

“İhtiyacım olan şey sensin, bahsettiğin zamanı uzağında geçirmek istemiyorum. Daha önce sahip olduğum hiçbir şeyi kaybetmekten bu kadar korkmadım, ne yapmam gerektiğini anlayamıyorum.” Yanağını elime iyice bastırırken bir yandan da konuşuyordu. Söylediklerinde samimi olduğunu hissedebiliyordum.

Ve bunu hissetmek beni çıkmaza sürüklemekten başka bir şey yapmıyordu.

 

~

 

“Soyadın Göktürk olmadan Bayazıt olursa, babanın katliam yaratacağını düşünüyorum.”

Çağla’nın anlattıklarıma verdiği ilk tepkinin bu oluşuna ağzımdaki kahveyi zar zor yutarak güldüm. “Ben de babamı düşünerek kabul etmedim zaten.” dediğimde sırıttı.

“Kesin öyle olmuştur, inanıyorum ben sana.”

Dün bütün günü atölyede geçirmişken, bu akşam Çağla’nın ısrarıyla kendimi onun evinde bulmuştum. Olanları anlattığımda Acar’a geri dönülemez bir cephe almasından korkmadığım tek isim oydu, bu yüzden itiraz etmeden yola koyulmuştum.

Geldiğimden beri nefes almadan konuşuyorduk, anlatacaklarım yeni bitmişti. Çağla’nın modum değişsin diye muzip bir tavırla tepki verdiğinin farkındaydım. İşe yaramadığını da söyleyemezdim. Enerjisi bana iyi geliyordu.

“Onu bunu boş verelim, ama lütfen bu hafta ajansa dön artık.” diyerek hafifçe ciddileştiğinde oturduğum koltukta yok olmak ister gibi aşağı doğru kaydım. “İtiraz et ya da etme ilgilenmiyorum, gel ve tasarımın koordinatörü sen ol. Belli ki bizim bulduklarımız hep defolu çıkıyor, önce Burak sonra Ediz…”

Ağzımı aralamışken kelimeleri boğazıma dizen zil sesi oldu. Kapı çalıyordu.

“Birini bekliyor muydun?” diye sordum. Ama Çağla da meraklı duruyordu.

“Hayır,” dedikten sonra ayaklandı. Kapıyı açmak için salondan çıktı, ardından kısa bir süre sonra kapıyı açtığını belli eden sesi duydum.

Bir süre ses gelmeyince merak edip ayaklandım. Kapıya doğru ilerlediğimde gördüğüm manzaraya yanaklarımı şişirerek gülmemek için dayanmaya çalıştım.

“Yasak aşk yaşıyormuş gibi neden gizli gizli cilveleşiyorsunuz?” diye sorarak sırtı bana dönük olan Çağla’yı korkutup kapının önünde duran Melih’in pis pis gülmesine yol açmıştım.

“İzgi!” diyerek söylenen Çağla’yı takmadan yanlarına ilerledim. Melih’in üzerindeki takım elbiseye bakılırsa ajanstan geliyordu. Çağla kendisinin erken çıktığını söylemişti, normal çıkış saati yeni gelmiş sayılırdı zaten.

Kapıya ulaştığımda Melih yanağımı iki parmağıyla sıkıştırıp makas alır gibi çekiştirdiğinde canımı acıttığı için koluna vurdum. “Yavaş be yavaş.”

“İki gram bir şeysin ama yanaklara bak, tam sıkmalık.”

“Sevgilinin eline koluna sahip çıkar mısın Çağla? Çekilsin.”

“Yapmaz, benim tarafımda o. Değil mi güzelim?” Melih, Çağla’ya döndüğünde Çağla’nın anında erimesine göz devirdim. “Yazıklar olsun ya, iki bakış attı diye eridin gözümün önünde. Nerede senin iraden kızım?”

“Dedi Acar’ı görünce kıyamayıp affedeceğini bildiği için ondan köşe bucak kaçan kadın…” Melih’in duraksamadan beni iğnelemesine oflayarak arkamı dönüp salona ilerledim. Uyduruyordu, hiç de öyle bir şey yapmıyordum.

Melih ve Çağla da salona geldiğinde konunun alakasız bir yere dönmesinden memnundum. Bir saate yakın bir süre sohbet ettikten sonra onları baş başa bırakmayı görev edinerek ayaklandım. “Ben kalkayım artık.”

“Oturuyorduk daha, erken değil mi?”

Abartı bir tavırla Melih’i işaret ettim. “Ortamın tadını kaçırdı şu, gidiyorum.”

Çağla gülerken Melih aniden ayağa kalkınca üzerime geleceğini anlayıp panikle kapıya koşturdum. İkisi de peşimden geldiler. Onlarla kısaca vedalaşıp, Melih’i beni eve bırakmasına gerek olmadığına ikna ettikten sonra binadan çıkmayı başarmıştım.

Saat neredeyse 9 olmak üzereydi. Hava çoktan kararmıştı. Bulduğum taksiye binip adresi verdikten sonra yolun bitmesini beklemeye başlamıştım.

Taksi, evin önünde durduğunda parayı verip indim. Bahçeye girdiğimde arabasından yeni inmiş, kapıya doğru ilerleyen Yekta abimi görmüştüm. Ona yetişmek için koşar adım yürüdüğümde çıkarttığım sesleri duymuş olacak ki arkasını döndü.

Yanına ulaştığımda kollarımı kaldırıp boynuna sardım. “Birileri beni mi özlemiş?” derken aynı şekilde bedenimi sarmıştı.

İşi yüzünden en az görebildiğim kişi oydu. Nöbette oluyordu, işi uzuyordu… Pamir ve benim ortak en büyük derdimiz sanırım buydu. Ben abimi, o da babasını çok az görebiliyordu.

“Öyle olmuş,” dedim yanağını öperken. “Sen özlemedin galiba.”

“Eh işte,” diyerek dalga geçtiğinde kollarımı gevşetip yüzüne baktım. “Çok ayıp abi, bari açık açık söyleme.”

Başını geriye atarak güldükten sonra sırtımı hantal hareketlerle okşadı. “Cevabı belli sorular sorma o zaman ayka, seni özlememek mümkün mü?”

Başımı iki yana salladım. “Hiç mümkün değil.” dedim egoist bir tavırla. “Özlemimden yataklara düşenler olur zaman zaman, haberin yok mu?”

“Deniz!” diyerek kaşları çatık halde baktığında kıkırdadım. “Bazen Savaş ve Yaman Göktürk’le akraba olduğunu unutuyorum, özür dilerim. Kıskandın mı?”

“Yürü eve, yürü. Cadı seni.”

Belimden destekleyerek kapıya doğru ilerlememizi sağladığında birkaç adım sonra kapıdaydık. Zile basmamızın ardından çok zaman geçmemişti ki kapı annem tarafından açıldı. “Hoş geldiniz,”

Abim onu öpüp içeriye girdi. Ben de aynısını yapıp montumu çıkartmaya giriştim. “Nasılsın birtanem?” diye soran anneme doğru döndüm. “İyiyim anne, sen?”

“Ben de iyiyim.” derken bir yandan da sanırım benim gerçekten iyi olup olmadığımı anlayabilmek için dikkatle yüzüme bakıyordu. Bu çabasının tatlılığına gülümseyerek bir kez daha yanağını öptüm. “Gerçekten iyiyim annecim.”

Salona doğru ilerlemeye başladık. “Aç mısın? Beklemedik sizi, Yekta hastanede yediğini söylemişti, sen de geç gelirim demişsin Rüzgar’a.”

Öğün sayılabilecek bir şey yememiştim. Ama aç değildim. “Değilim, meyve yerim belki sonra.”

Gülümsedi. “Tamam, meyve hazırlarım ben sana.”

Salonun kapısından girdiğimizde herkesin burada olduğunu görmüştüm. Pamir babasıyla hasret giderirken, Yaman abim üçüzlerime kucağındaki bilgisayardan bir şeyler gösteriyordu. Bakışlarım babamı bulduğunda duraksamadan ona doğru ilerledim.

Oturduğu koltukta kalan boşluğa yerleşip üzerine doğru devrildiğimde gülerek saçlarımın üzerini öptü. “Hoş geldin meleğim.”

“Hoş buldum baba,” diye mırıldandım.

Her ‘baba’ diye seslendiğimde olduğu gibi içi parıl parıl yanan gözlerle bana doğru eğilip yüzüme baktıktan sonra başını başıma yasladı. Sessizce ona sırnaşıp mayışmışken dikkatimi asla bana dönmemiş olan abim ve üçüzlerim çekti. Hepsi pür dikkat bilgisayar ekranına bakıyorlardı.

“Ne yapıyorlar?” diye sordum babama onları gösterirken.

“Bilmiyorum babacım.”

“Öğreneyim, beni bi’ bırak.” diyerek kollarının arasından sıyrılmayı denedim. Babam homurdanarak da olsa beni bırakmıştı.

Çaprazımızdaki koltuğa ilerleyip ortada oturan abimin kucağındaki bilgisayar ekranına bakacakken Toprak aniden ekranı kapattığında şaşkınca kalakaldım.

Geldiğimi görmüş, bakmayayım diye ekranı kapatmıştı.

Onun bu hareketiyle Rüzgar ve Yaman abim de başlarını kaldırıp beni gördüler. Hepsi toparlanıp arkalarına yaslandığında kollarımı göğsümde birleştirerek onlara baktım. “Ne saklıyorsunuz benden?”

“Hoş geldin denizkızım, daha geç gelirsin sanıyorduk.”

Salona gireli dakikalar olmasına rağmen geldiğimi yeni fark etmeleri ironikti. Baktıkları şey her neydiyse bütün dikkatleri gerçekten oradaydı belli ki.

“İstersen gidip, birkaç saat sonra geleyim abi. Siz rahat rahat işinizi halledin.”

Rüzgar ayağa kalkıp omuzuma kolunu sararak beni kendine çektiğinde ona direnmeye çalıştım. “Bırakır mısın beni, sarılmayacağım.”

“Yok ya, kaçabiliyorsan kaç bakalım.” Hepsinde insanüstü bir güç vardı, fiziksel olarak karşı koyamayacağımı biliyordu. Ama kendinden emin tavrını yıkmak için büyük bir koza sahip olduğumu unutuyordu.

“Baba!” diye seslendim. Salondaki herkesin bakışları bize çevrilmişti.

“Söyle can suyum.”

“Yanına geri gelmek istiyorum, Rüzgar bırakmıyor beni.”

“Eline koluna sahip çık 3 numara, kaldırma beni yerimden.” Babam duraksamadan müdahale ettiğinde Rüzgar ters ters bana baktı.

“Bırakma Rüzgar, orada Savaş Göktürk varsa burada ben varım, çoğunluk biziz. Deniz bizde kalıyor.”

Yaman abim de konuya dahil olduğunda babam komik bir şey duymuş gibi güldü. “Pamir uyumuş olsa ne diyeceğimi biliyorsun, demişim var say 1 numara.”

“Ailede çatışma yaratıyorsun abim,” Yekta abim kucağında şaşkınca bizi izleyen Pamir’i zapt ederken konuşunca ona baktım. “Yapmayayım mı?”

“Sakın durma, daha önce bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum.”

Annem onun omuzuna vurup kızmış gibi yapsa da en az Yekta abim kadar eğleniyor gibiydi.

“Abi burada senin de hakkını savunuyoruz, babama karşı ittifak olmak zorundayız. Güleceğine destek olsana” Toprak homurdandığında abim omuz silkti.

“Ben eve siz uyanıkken iki üç saat ya geliyorum ya gelmiyorum, onda da Deniz kendi gelip kucağıma siniyor zaten. Yiyin birbirinizi koçum, bana ne.” dediğinde, Yaman abimin ‘şerefsiz’ diye tısladığını duymuştum.

“Neye bakıyordunuz bilgisayarda?” diye tekrarladım. Konu tamamen dağılıyordu çünkü.

“Önemli bir şey değildi Deniz’im, işle ilgili bir şeyler.” Toprak cevapladığında kaşlarım havalandı. “Rüzgar ne alakaydı o zaman? Nefret ediyor şirket işlerinden, bakası mı gelmiş?”

En yalan söyleyemeyenlerine, Rüzgar’a dönüp gözlerinin içine baktığımda dudaklarını kıvırıp gülümseyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştı.

Oflayıp kolunun altından çıktım. “Tamam söylemeyin, merak etmiyorum zaten.” deyip babamın yanına ilerleyip oturdum.

“Merak etmediğin gayet belli babacım, saçların diken diken oldu sinirden.” Babam da bana laf atıp tarafımı tutmayınca küskün bakışlarla etrafı izlemeye devam ettim.

Konu değişip bambaşka bir yere ilerlerken, aklımda tabii ki o ekranda ne olduğuna dair fikirler dönüp duruyordu.

 

~

 

“Normalde kız halaya çekermiş, ama belli bizde tam tersi olmuş oğlan halasına çekmiş.”

Arkamın dönük olduğu mutfak kapısından duyduğum ses irkilmeme sebep olurken yerimde sıçrayarak oraya döndüm. “Bu saatte çikolata mı yiyorsun gerçekten Deniz? Pamir misin sen abicim?” Yekta abim omuzunu kapıya yaslamış bir şekilde, kollarını göğsünde birleştirmiş bana bakıyordu.

Akşam yemek yemeyip sadece birkaç parça meyve yediğim için gece yarısında kendimi mutfakta bulmuştum. İlk aklıma gelen çikolata yemek olunca, dolaptaki atıştırmalık zulasına el atmıştım.

Üzerimdeki pijamalarım ve herkes uyumuşken sessizce çikolata yemeye çalışmam abimi haklı çıkarıyordu, gerçekten Pamir ve ben aynı kişiydik.

Elimden alma ihtimaline karşı son çikolata parçasını da ağzıma atıp yanaklarımı şişirecek kadar büyük olsa da çiğnemeye çabalarken gözlerimi kıstım. “Canım çok istedi ama.”

Abim başını iki yana sallayarak güldü. “Öyle olsun bakalım,”

“Neden uyumadın?” diye sordum ağzımdakilerin çoğunu yuttuğumda. Herkes odalara dağılalı bayağı zaman geçmişti, ben uyku tutmadığı için kendimi burada bulmuştum ama o neden buradaydı bilmiyordum.

“Senin uyuyamayacağını bildiğimden.” demesini beklemediğim için afallamıştım. Yüzümdeki ifade ona şaşkınlığımı anlatmaya yetmiş olmalı ki köşedeki masanın etrafına dizili sandalyelerden iki tanesini çekip geriye aldı. “Otursana biraz.”

Kendi tarafımdaki sandalyeye yerleştiğimde abim de çaprazımda durana oturdu.

“Bana bazen Sinem’le ilgili bir şeyler soracak gibi oluyorsun, ama vazgeçiyorsun. Dilinden dökemiyorsun o soruları.”

Bunu fark etmiş olması istemsizce utanmama sebep olurken bakışlarımı kaçırdım. Eşiyle ilgili bildiğim her şey çok sınırlıydı, ama dönüp ona sormak yarasını deşmek olacakmış gibi geldiğinden genellikle susuyordum. Eğer çok önemli bir şeyse de annemden, ya da üçüzlerimden öğrenmeyi deniyordum.

“Adını duymak beni üzmüyor, Deniz. Aksine, onu anımsadıkça daha iyi oluyorum. Koşturmaktan her şeyi unutuyorken, bir anda onunla ilgili bir anıyı hatırladığımda hüzünlenmek yerine sanki yeniden yanımdaymış gibi seviniyorum.”

Buruk bir gülümsemeyle masanın üzerinde duran eline uzanıp tuttum. Bana aniden neden bu konuyu açtığını biliyordum, aptal değildim.

“Sen ondan kaçmazken, benim neden Acar’dan, onu konuşmaktan kaçtığımı soracaksın değil mi?” Lafı dolandırmadan amacını ortaya döktüğümde gözleri anlayışla doldu.

“Sormayacağım, çünkü neden yaptığını çok iyi biliyorum ayka.” Gözlerimi kırpıştırarak merakla ona baktım. “Neyi biliyorsun?”

“Kırgınlığını açıkça anlatırsan, hepimizin Acar’a geri dönülmez setler çekeceğinden korkuyorsun. Acar’ı korumaya çalışıyorsun, aşkın en basit refleksini uyguluyorsun. Kendini öne atıp, sevdiğini arkanda saklıyorsun.”

“Ben…” diye mırıldanabildim. Devamını getiremeyecek kadar şaşkındım. Abimin beni açık bir kitapmışım gibi okumuş olmasına nasıl tepki vermem gerektiğini kestiremiyordum.

“Çok fazla tartışan bir çift olmadık hiçbir zaman. O, o kadar uysaldı ki sorun çıkartıp tartışmak için aptalın teki olmak gerekiyordu.” Pür dikkat anlattıklarını dinliyordum. İlk kez açıkça bana karısını anlattığına şahit oluyordum. “Buna rağmen, defalarca kez aptalın teki olmayı başardım. Kırdım, bazen küstürdüm. Ama bir kez bile ne kendi ailesine ne de bizimkilere bunu yansıttığına şahit olmadım, ne yaşanırsa yaşansın ikimizin arasında kaldı. Doğru olan bu muydu bilmiyorum, ama o böyle olmasını istiyordu.”

Derin bir nefes aldı. “Benziyorsunuz bu konuda, onun gibi yapıyorsun. Ama tek bir farkla, biz küssek de aynı evin içindeydik Deniz; evliydik. Aynı odadaydık, aynı yorganın altındaydık. Birkaç konu dışında, eğer aşıksan aşkın merhem olamayacağı bir kırgınlık yok. Yüzüne baktığında, farkında olmadan elin eline değdiğinde yaşananlar toz olup kaybolur.”

Dünü anımsadım. Acar’ın gözlerimin içine bakarken pişman olduğunu, zamanı geriye almak isteyişini tekrarlayıp durmasını… Hatta önceki geceyi; elindeki kutuyla beklenti dolu gözlerini üzerime çevirmesini…

Abim farkında olmadan bana, son günlerimin özetini çıkartıyordu. Belki de tahmin ettiğinden daha çok benziyorduk Sinem’le.

İçimdeki karamsar parça, sonunuz da benzerse diye mırıldandığında boğazımın düğümlendiğini hissettim. Yaşarken, ölüme en yakın insan bile ölüm gerçeğinin asla farkında değildi. Bunu unutabiliyor olmasak, yaşamaya devam etmek imkânsız olurdu.

“Acar ne yaptı, ya da sen ne yaptın bilmiyorum. Ama birbirinizden kaçmayın, ya yüzleşip sonlandırın ya da devam edin Deniz. Zamana bırakmak belki başka konularda işe yarıyordur, ama burada yaramıyor. İnan bana.”

Sergi gecesinden sonra benden kaçan Acar’dı, birkaç gün böyle geçmişti. Yüzleştikten sonra ise kaçmaya başlayan bendim. Birkaç gün boyunca da ben kaçıp durmuştum. Günler geçince ne değişecekti, bilmiyordum, tahmin etmek dahi çok zordu.

“Devam edersek toparlanamayacağımızdan korkuyorum,” derken sesimin titremesine engel olamamıştım. “Ama bitirmek aklımın ucundan geçmiyor, onsuz yapamayacağımın da farkındayım.”

“Yani er ya da geç devam edeceksiniz, sen ya yarın ya da bir ay sonra yine Acar’ın yanında olmak isteyeceksin.”

Çok kırgındım. Ona aşkımı sırtlanıp koşan benken, bundan şüphe etmesine çok kırılmıştım. Kırılmakta hakkım olduğunu biliyordum, o da biliyordu.

“Hiçbir şey olmamış gibi devam etmemi mi söylüyorsun?” diye sordum. Bu da gururumu kenara itip bırakmaktan başka bir şey olmazdı.

“Uzağındayken ceza verdiğin kişi hem sen hem Acar olur, ama yakınındayken kendini rahata erdirip istediğin gibi onu yorabilirsin demeye çalışıyorum ayka. Madem Sinem gibi düşünüyorsun, Sinem gibi yap. Muhtemelen bu konuda da aynısınızdır.” dedikten sonra burnundan kesik bir nefes vererek güldü.

“Onu özlemeyecek kadar yakınında olmaya devam et, ama bırak o seni özlemeyi sürdürsün.”

 

~

 

“Yalvarmalarım işe yaramayacak diye o kadar çok korkmuştum ki! Ay çok mutluyum şu an İzgi.”

Yağmur’un neredeyse çocuk gibi yerinde zıplayarak, az önce verdiğim haberi kutluyor olmasına ciddi bir ifadeyle bakmak çok zordu.

“Olması gereken oldu diyelim, ben şaşırmadım. Tebrik ederim.” Polat, Yağmur’un zıt kutbu olduğunu belli edercesine büyük bir dinginlikle konuştuğunda başımı hafifçe eğerek teşekkür ettim. Geriye kalan tek üye olan Ömer konuşacakken araya girdim.

“Odada konuşalım mı Ömer, birkaç şey söylemek istiyorum sana?”

“Tabii.” diyerek onaylayıp çıkışa yöneldiğinde Yağmur’a göz kırpıp ben de arkasından ilerledim.

Burak’ın eşyaları alındıktan sonra ferahlamış olan, benim henüz yerleşemediğim yan odaya geçtiğimizde masanın arkasındaki sandalyeye geçmek yerine öndeki karşılıklı tekli koltuklardan birine yerleştim. Ömer’e de karşımdaki koltuğu gösterip oturmasını istemiştim.

“Nasılsın?” diyerek konuya dan diye girmek yerine küçük bir giriş yapmayı denedim.

“İyiyim, teşekkür ederim İzgi Hanım. Siz?”

“İzgi demeye devam edebilirsin Ömer, ast üst ilişkisi isteyecek son insan benim emin ol. Ben de iyiyim.” dedikten sonra devam ettim. “Burak buradayken, seni olmadığın biri gibi davranmaya iten şeyin işten çıkarılma korkun olduğunun farkındayım. Yeni gelenlere yakın olma çaban, onlarla Burak arasında bir köprü görevi görmen bu yüzdendi. Burak’ın amacının ne olduğunu bilmesen de üstün olduğu için sorgulamadın.”

Söylediklerime tepki vermemeye çalışsa da gözlerindeki dalgalanmalardan doğru noktaları yokladığımı anlayabiliyordum. “Bu işe neden çok ihtiyacın olduğunu da öğrendim. Aslında kendin de belirtmişsin açık bir şekilde birkaç kez, sadece çizdiğin umursamaz imaj o kadar gerçekçiydi ki kimse dikkat etmemiş.”

Ömer’in esnek çalışma saatleri isteğinin Burak’a yakınlığıyla ilgili olduğunu düşünmek en kolay ve ortada olan yoldu. Yağmur ve Polat böyle düşünüyorlardı, ben de bana gelen başka bilgi olmayınca; Ömer’in tavırları da bunu doğrulayınca üzerinde durmamıştım.

Ta ki, Burak olayı patlayana dek.

“Annenin durumu için üzgünüm, elimden gelen bir şey olur mu bilmiyorum ama mutlaka yardımcı olacağımı bil. Çalışma saatlerinle ilgili de eskisi gibi esneklik sağlamaya devam edebiliriz, işini aksatmadığının farkındayım.”

Annesinin bir kaza sonucu belden aşağısını hissedemediğini öğrendiğimde başımdan aşağıya kaynar sular akmışçasına irkilmiştim. Ömer’in ona bakan tek kişi oluşu, kendisi yokken bir bakıcının evde olduğu gibi birçok bilgi öğrenmiştim. Ama nasıl bu kadar iyi rol yapabildiğine halen şaşırıyordum.

Bir elini yüzüne çıkartıp gözlerini sertçe ovuşturdu. “Yerinde başka biri olsaydı bunları öğrenmeye bile çabalamadan işten çıkarılmamı sağlardı, ne diyeceğimi bilmiyorum.”

“Bir şey demeni istemiyorum, sen istemediğin sürece bu konu aramızda kalacak. Bir sorun olduğunda haberim olması yeterli, anlaştık değil mi?”

Kendini mahcup ya da borçlu hissetmesi gibi bir amacım yoktu. Sadece elimden geldiği kadar yardımcı olmak istemiştim.

“Anlaştık İzgi, anlaştık.” dediğinde samimiyetle gülümsedim. “Öğleden sonraki toplantıda görüşürüz o halde, iyi çalışmalar.”

Ömer bana minnet dolu gözlerle bakıp odadan çıktığında derin bir nefes alarak arkama yaslandım.

Çağla’yı aramam, koordinatörlük işini kabul ettiği söylemem birkaç gün içerisinde gerçekleşmişti. Bu süre içerisinde beni bu noktaya getiren en büyük etken sanırım Yekta abimin ta kendisiydi.

Söylediklerini etraflıca düşündüğümde, Acar’dan uzak kalmanın gerçekten bana ondan daha çok ceza olduğunu fark etmiştim. Onu özleyerek kendime acı çektirip zamana sığınmak mantıklı gelmemeye başlamıştı.

Burnunun dibine girip, süründürme işine ise çoktan ısınmıştım.

Kırgın Feris yerini, sinsi olana bırakmışken sanırım artık korkması gereken tek kişi Acar’dı.

 

~~~


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gözyaşı Kadehleri 27.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 29.Bölüm

Gözyaşı Kadehleri 28.Bölüm